Jump to content

Yazını Paylaş


sidarta

Önerilen Mesajlar

‎''Hani insan bazen ne ileri ne geri, tek bir adım atamaz ya... Birini yanında tutmayı bilemez ama onun yokluğunu da istemez. Kaybetmeyi göze alamaz ama kazanmak için de mücadele etmez. Bağlanmaya cesaret edemez ama azat da etmez o'nu.. Ne sevilmekten vazgeçer, ne sevmeyi bilir. Hani çok sonra zaman geçer savrulurlar ya, o zaman dökülür dudaklardan itiraf edercesine...."NE GÖZÜMÜ ALABİLDİM NE DE GÖZE ALABİLDİM''

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Tam uyuyacakken aklima giren bir böcektin istemsizce kaşınmama sebep olan ve yalanmış dedirten bütün turistliğimiz, el ele dolaştığımız tatillerimizde. Kiminin imrenerek kimininse butun cirkinligiyle baktigi biz yoktuk artik. Biz bizligimizi kaybettin senin kendine yenildigin arzu savaslarinda. Elimde dünyayı tutarak yürüdüğüm Eskişehir, Adalar yalanmış. Kent parkta yüzen kuğular kadar sakince uzaklaştın beni kendine bağladıgın dünyamda. Bir kalabak olamadın serpilen içimdeki yanginlara. Acılarımı korukledin her aklima geldiginde ve tabiki bir baskasiyla karsima geldiginde. Her adimimda benligimden uzaklasan bir ben vardi zamanla sendende uzaklasip kendini kimsesizlige surukleyen bir ben. Aklim, fikrim, yolum, gelmisim oldun en cokta gelecegim ol istemistim oysa ben.

Şimdi ise hasta bir anne var ve sen defolup gitmelisin insanligi bile haketmedigin bu dunyadan.

Cunku kimsesizligimden cikip anneme sarilmam gerek benim...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Seni üzmek kolay sen üzülme diye başka biri oldum.

Şimdi o lanet hayatın için bir nebze üzgün değilsen bunu bana borçlusun.

İyisin sanıyorsun ama değilsin.

Ben olmazsam steril hayatına devam edersin sanıyorsun:)

Sen bana aşıksın inkar ediyorsun aşk senin için kötü anılar yarım kalmışlık benim için güzelliğin kaynağı.

Aşk acısı aşk kadar kutsal değil anlamıyorsun.

Birileri ölünce arkasından saçma sapan duygu beslemek o duygulara esir olmak bu aşk değil aşk özlemek değil yaşamak hala içindeyken cesur olmak bunu inkar etmemek. Belki bi cennet var ordada aşk var mı yoksa cennetin özelliği ne bu olmadan yaşamak anlamsız.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Elinde bir sigara dönüp dur koridorda

Çek bir kadeh daha önünde ki düz yolda

Vur kendi nefesine akarken sakinleşsin kanında

Yol ver kurşuna alsın beyninde ki kör tanrılarıda

Bulandır içindekileri karıştırarar dökülsün iyilikler ağzından

Karıştır duyduklarını varmasına gerek yok anlamsız anlamlara

Kıs gördüklerine yakınlarda hiç bir şey yok tüm arananlar uzaklarda

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Severim sevmem çünkü ben deliyim

Karanlığın içinde keşfedilmeyi bekleyen deliğin

Tıkanmış pislikler içine küfür, şöhret , doyumsuzluk

Erotizm kokan bedenlerin azginlik algisi ve az günlük kaygısı

 

Secerim secmem çünkü ben ozelim

Naciz ruhumdaki fahiseyi özledim

O bu şu yok farklı hisler iste

Istediğim gibi olsa monotonluk daha ne isterim

 

Öperim öperim çünkü ben yerim

Sen git cehennemin dibine aç şeytanın duvagini derim

Kulağını delen tiz zevk çığlıkları

Bunlar beni bağlamaz klimaksinda nefeslerin

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Hayatıma lanet etmem için her nedeni verdiniz oysa bir bebeğin acılarına ve çaresizliğine baktığımda anlamıştım hayatın ne demek olduğunu. Oysa bir bebek kakası kadar değildiniz buna rağmen bebekler daha fazla alışıktı acıya sürekli acıkmak sancılanmak düşmek kalkamamak dişsizlik ve anlatamamak dert olmasına rağmen en güzel onlar gülüyor. Hangi çocuk hayatı boktan diye sevmekten vazgeçmiş. İşte bu yüzden bir bebek kakası değilsiniz. Onun kadar güçlü bile değilsiniz. Sırf hayatın boktan olduğuna inanmak ve inandırmak için yaşıyor insan. Öldürürken ve çalarken inandırıyor. Öldürmekten korkmamak cesaret değil ölüme meydan okumak cesaret.

. Herkes aynı terazinin iki kolundan sadece birinde. fırtınalar bitti bazen bir fısıltı duyuyorum bir dilenci es geçince bir çocuğun çaresizliğiyle yeteri kadar ilgilenmeyince yinede fırtınanın içindeyim dünyanın çığlığını duyuyorum yüzlerce kilometreden ağlayan insanların acısını çünkü kötü insanların sonsuza kadar güçlü olacakları hissiyatlarından daha fazla çok fazla zaman olmadığını ve insanın damarlarına hücum eden hırsın ve gücün sadece yıkım getirdiğini biliyorum.

Belki pişman olacak kadar yaşayamayan insanlar olduğunu biliyorum. Dünyanın sadece kuşlar ve çiçekler,gökyüzü ve denizle cennet olduğunu aslında cennetinde birbirinden çalmayan insanların hüküm sürdüğü bir krallık olduğunu düşünüyorum.

Bir çiçek bahçesi istemiyorum bir çiçeğin taç yapraklarında görüyorum güzelliği. Bütün gökyüzünü göremiyorum ama her baktığımda gökyüzünün ne kadar harika olduğunu görüyorum. Marsta ya da trilyon tane gezegende yaşam yok ama bir tane gezegende milyarlarca güzellik var. Bu yüzden umurumda değiller. Sırf onlar mutlu olsun diye çorak olmuyor ve durmuyor bu dünya. Hayatın yükünü hayatı sürdürmenin sevginin yükünü taşımak için bir parça gözyaşını ve hayalkırıklığını göze almak gerek. Tıpkı çocuklar gibi inadına sevmek korkusuzca sevmek.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Eğer sobalı bir evde büyüdüyseniz, sobaya dair hatıralarınız asla küllenmez zihninizde. İlk zamanlar canınızı yakan, sizi inciten hatıralardan bile yıllar sonra tatlı bir sıcaklık yayılır kalbinizin odalarına.

Bilhassa havanın erkenden karardığı soğuk kış akşamları evinize adım attığınızda önce onun yokluğu karşılıyor sizi biliyorum. Onun yokluğunu düşünüp mutsuz oluyor, onunla geçen koca bir maziyi tebessümle yad ediyorsunuz. Onu hatırladığınız andan itibaren senelerdir evinize uğramayan bir dostun sıcak hasreti sarıyor tüm benliğinizi ve birden etrafınızdaki her şey tuhaf bir sessizliğe gömülü, ustaca hazırlanmış bir dekora dönüşüyor. Usul usul çocukluğunuz ya da ilk gençliğiniz tutuyor hareketsiz kalan elinizden ve sizi bahçeli, küçücük müstakil evinize götürüp dışarıda uğuldayan soğuğa küçücük çıtırtılarla karşılık vermeye çalışan sobanızın kenarına bırakıveriyor. Ne yaşıyorsanız orada, o sobanın başında yaşıyorsunuz işte. Dünya orada dönüyor, gün orada başlayıp orada bitiyor. Tebessümlerle, sohbetlerle ondan bir sıcaklık siniyor ve kederler hüzünler kaybolmasa da uzaklaşıyor onun yanı başında.

 

Yıllar sonra yokluğunda anlıyorsunuz, onun oraya, odanın ortasına değil de huzurun ve durgun bir hayatın tam ortasına kurulu olduğunun.

 

Kim bilir elinizde kolunuzda kaç küçük yanık izi bırakmıştır da yine ona küsmemişsinizdir. En sevdiğiniz kazağınızı, her gün kullandığınız eldiveninizi ve daha kendisine kurutsun diye emanet ettiğiniz pek çok eşyanızı elinizden almasına da ses çıkartmamışsınızdır çoğu zaman biliyorum. Hatta son anda elinden kurtardığınız bir eşofmanla yahut önlükle bir yıl okula gidip gelme mahcubiyetini size yaşatanda odur.

Kah sizi etrafına toplayan kocaman bir oyuncağa dönüşmüştür, kah şeftali, sıcak bir anne, baba kucağına…

Kah uzun bir kış gecesi ejderhalarla dolu bir hayal sineması izletmiştir size evin tavanına vuran ışıklarıyla, kah hüzünlü ninniler fısıldamıştır kulağımıza, uyku tutmayan gecelerde uyumanız için…

 

Yemeğiniz onun üzerinde pişmiştir. Çamaşırlarınız yanında kurumuş, çayınızı o sıcak tutmuştur. Onun fırınında annenizin pişirdiği ve bir ömür tadını unutamadığınız ekmeğin kokusuyla açmışsınızdır bazı sabahlar gözlerinizi güne…

Onun üzerinde güğümlerle kaynayan sularla çimdirmiştir sizi anneniz kocaman bir leğenin içinde hastalanmayasınız diye. Nerden size musallat olduğunu bilemediğiniz kış hastalıklarını battaniyelere sarılıp, minderlere uzanarak, ancak onun kıyısında başınızdan savabilmişsinizdir. Ezan seslerinin havada donduğu soğuk sabah namazı vakitlerinde onun size sakladığı ılık su ile almışsınızdır abdestinizi. Elektriklerin ansızın kesildiği uzun kış akşamlarında kim bilir kaç şarki, kaç türkü tutmuşsunuzdur pilli radyonuzu dinlerken onun yanı başında…

 

Kabanın, kazağın, ayakkabının, yorganın, battaniyenin; hatta odanın, evin değerini sobamızdı bize öğreten. Dış kapının anahtar deliğinin tokmak gibi buz bağladığı ayazlarda; odunu, kömürü, evi barkı olmayanları düşünüp, onlar için dua etmek inceliğini de sobamız işledi çocuk kalbimize.

Avuçlarımızın içinde iğneyle çıkarttığımız kıymıkların acısını unuttuysak da onun için odun kırmaya çalışırken kör keserlerin ellerimizde açtığı yaraların izleri silinmedi yıllar yılı.

 

Gençlik yıllarımızda sahibine gönderemediğimiz mektupları, kendimizden dahi sakladığımız şiirleri ve bazen unutmak istediğimiz fotoğrafları teslim ettiğimiz en büyük sırdaşımızdı sobamız. Ne bir cümlesi duyuldu başkası tarafından ona emanet edilen mektupların, ne bir kelimesi…

 

Elbette yalnız evlerimizin vazgeçilmezi değildi o. Okullarımızda, kış boyu bocuklarla oturan kırık pencereli sınıflarda da Şırnak’ın, Cizre’nin haritadaki yerini öğrenmeden önce kömürünü öğrendik, böğrü delik deşik sobaların başında. Öğretmenimizden aferinler almak için kaç kez suni teneffüs yaptık küçücük ciğerlerimizle, iki büklüm, yaşlı sobalara. Kaç kez kararmış ellerimizle çıra ve kokusuyla döndük suları kesin evlerimize…

 

Büyüklerin yeni yürümeye başlayan kardeşlerimize onu gösterirken niçin “uf”, “cıs” gibi kelimler söylediklerini ancak acı tecrübelerden sonra anlayabildik ve fen bilgisi dersinde yapamadığımız deneyleri onun sayesinde yaptık. Kolonyanın yanabileceğini, ilaç şişelerinin patlaya bileceğiniz bize o öğretti…

Belki de en mühimi, bir evin bacasının tütmesinin ne demek olduğunu onunla yaşadık, onunla bildik.

 

Şimdiler de ne evlerde ne okullarda …. Bazen usul usul uzaklaşan hurdacı arabalarının üzerinde, bazen eski eşya alıp satan dükkanların önünde rastlıyorum en çok sobalara. Belli ki halen anlayabilmiş değiller ansızın kapı önüne bırakılmalarının nedenini. Yüzleri çizik çizik, kapakları paslanmış olsa da, halen yanlarında geçen sokak kedilerine tebessüm ediyor gibiler. Her birinin yüzünde ayrı bir hikaye, her birinin kalbinde başka başka ayrılıklar. Yerlerini yadırgadıklarını her hallerinden belli, hepsinin bakışında aynı keder, duruşunda aynı tedirginlik ve ümitsizlik…

 

Evde onun yokluğunda oluşan boşlukları yıllardır dolduramıyorsunuz biliyorum. Ne kanepeler, ne masalar koydunuz onun yerine, ama hiç biri yakışmadı oraya.

 

Onu evinizden uzaklaştırdığınızdan beri sanki yemeklerinizin tadından, huzurunuzdan ve çayınızın sıcaklığından bir şeyler uzaklaştı gitti onunla, sizde farkındasınız.

 

Sobanız olmadığı için artık minderlerinizde terk etti evinizi. Yıllardır kibrit almıyor, eski defterlerinizi, kağıtlarınızı biriktiriyorsunuz o evinizde olmayınca.

Hiçbir şeyin varlığı onun yokluğunu unutturmuyor.

Halen portakal, mandalina yediğinize kabuklarını çöpe atmaya kıyamıyorsunuz. Halen patates kızartmasına alışamadınız ve közlenmiş patateslerin tadını arıyorsunuz her seferinde.

 

Bazı geceler uyumaya çalışırken kulaklarında kapağı kırık, dibi kireçli güğümlerden gelen ninnilerle uzak diyarlara gitmek istiyorsunuz. Odun kokusu duymak, dışarıdan getirdiğiniz bir avuç karın, önce nasıl suya, sonrada buhara dönüştüğünü tekrar tekrar izlemek istiyorsunuz. Elektrikli, gazlı sobalar plastik meyveler gibi görünüyor gözünüze. Farkında değilsiniz; ama girdiğiniz her kapıyı sıkı sıkı kapatıyorsunuz ve tüm sıcaklığa rağmen zaman zaman kazakla dolaşıyorsunuz evinizde.

 

Unutmaya, yerini doldurmaya çalışmamız boşuna. Hiçbir şey tutmayacak onun yerini. Dört mevsimin üçünde evlerimizin en güzel köşesini süsleyen o kara gözlü, nazlı kış güzeli, önüne bırakıldığı kapıdan asla içeri girmeyecek…

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Zamanın tozlu rafları arasında geçiyor ömrüm, bir kurtcuk gibi dolaşıp duruyorum bazen bir kitabın sayfaları arasında bazen bir mum ışığının en yakın ve en karanlık noktalarında..Pencere öyle uzak ki...Bazen usanıp örümceklerin tacizinden bir kibrit kutusunun içinde saklıyorum kendimi ve belki diyorum uyandığımda bir kelebeğin kanatlarına,kısa ve yaşamaya değer ömrüne sahip olurum..Olmuyor elbette..Her saat başı barut kokusunun keskinliğiyle ve he zamankinden daha sürüngen halimle uyanıyorum..Geçenlerde iki ayaklı ev sahiplerini izliyordum..Uzun saçlı olan bağırıyor kısa saçlı olansa her saniye dahada fazla terliyordu..Biri konuştu ve dediki; sevgilim...seni sevmek uçmak gibi..

O günden beri evin her köşesini örümceklere rağmen gezip uzun saçlı bir kurtcuk arıyorum belki o zaman uçabilirim...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

yarın için heyecan duymalıydı aslında christian...

Belkide hic gitmemeliydi o eve...

Rose çarpmıştı tavandan sallanan bağırsaklara... hicte tiksinmemisti christian yüzü oglunun kanına bulanırken... daha önce hic böyle ağlamamıstı belkide...ne Rose'nın şaşkınlığı nede iğrenc koku umurundaydı... o yalnızca kaybettiğin peşindeydi...

 

Ay cok duygulandım. Yazamadım.... :cray:

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Dilinde hipokrasi tadı , yürüyüşünde bile iz bırakmış

Korkunç bir la notası , cinnetin sınırlarını aşmış

Ve zorlamış paranoid sanrilar tüm psikolojiyi bozan

Psikozlar eşlik edermiş dolastigin sonbaharlarda

Kaybolan hikayenin hazin sonu son olmamış

Varolmanın kelime anlamı sözcüklerden taşmış

Hece olmuş, cümle olmuş

Geceler düşüncelerden ibaret kalmış

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

KENDİME BİR SONBAHAR ÖĞRETİSİ

 

Hava yağmurlu bugün

Gri bulutların mavi gökyüzünü kapladığı hava en sevdiğim havadır bilmem hatırlıyor musun?

Sonbaharda doğmamın da etkisi var belki de..

Kendimi ait hissettiğim mevsimdir sonbahar.

Ve şimdi bu Haziran ayında, soğuk bir sonbahar esintisi var havada..

Neden seviyorum biliyor musun?

Çünkü mavi özgürlüktür..

Mavi deyince büyük düşünmeli insan.

Okyanusa bakmalı, sonsuz gökyüzüne bakmalı.

Okyanus bazen çok hırçın olur, dalgalar çarpar dev kayalara ve kirlenir su..

Ama sen hiç sonsuza dek kirli deniz gördün mü?

Hayır o kendini temizler..

Ve yeniden mavi olur,hırçınlık geçtiğinde temizlenir, yine özgür olur.

Gökyüzü yağmur dolu gri bulutlarla kaplı şimdi.

Maviden eser yok..

Mavi gitti,gri geldi.

Tıpkı deniz gibi..

Ama söylesene, sen hiç sonsuza dek gri gökyüzü gördün mü?

O yakında bulutlardan arınacak ve yeniden masmavi, özgür olacak.

Sonbahar bize her karanlıktan sonra özgürlüğe ulaşıldığı gerçeğini kanıtlıyor..

İnsanlar diyor ki ne kadar saçma..bu hava sevilir mi?

Anlamıyorlar çünkü basit bakıyorlar.

Onlar sadece maviyi seviyorlar.

Neden sadece maviyi seveyim.

Ben her günün mavi olamayacağını biliyorum.

Böylece gri günlerin de varlığını severek kabul ediyorum.

Sonuçta bu bir döngü ve ben kabul etmesem de olacak.

Deniz kirlenir, temizlenir.

Gökyüzü kapanır,açılır.

Çiçek solar ve toprağa düşen tohum filizlenir.

Gece gündüzde döner.

İnsan doğar, ölür.

Mutlu olur, mutsuz olur.

Bu her yerdedir..

Bu yüzden siyahı da sevmelidir insan.

Sadece maviyi seven; sadece temiz denizi, açık havayı, taze çiçeği,gündüzü ve mutluluğu sevmiş olur. Ama bu madalyonun bir yüzüdür ve kalıcı değildir.

Bunu kabullenemeyen insan isyan eder.

Oysa en başta elinde tuttuğu madalyonun iki tarafı da olduğunu kabul etseydi her şey daha kolay olacaktı.

İşte ben sonbaharı bu yüzden severim..bana elimde tuttuğumun anlamını öğrettiği için.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Güneşin tüm renkleri parıl parıl aydınlatabileceği, olağanüstü yeşil tepelerin üzerine yaklaşmasından anlaşılabiliyordu. Biz geceleri gökyüzü, yıldızlar buradan çıplak gözle çok güzel gözlemleniyor diye gelmiştik oysa ki. Peki onlar neredeydi? Akşam hava henüz kararmamıştı geldiğimizde ve büyük bir yarı ın az gerisinde çadır kurmaya karar vermiştik. Çeşitli hazırlıklar vs derken hava kararmıştı. Bir yandan içmeye başlayıp, bir yandan da düşünüyordum. Neden bu hayat? başka bir hayat neden değil ki? Bu tamamen bana gıcıklık mı? dedim. Sonra kendime , nasılsa illa bir hayat olacaktı, neden buna tesadüf etmiş olmasın? dedim. Böylesi daha mantıklı geldi. Sonra sırt üstü uzanıp yıldızları seyretmeye koyuldum. O kadar bir şeye benzetmesi zor şekilde parıldıyorlardı ki, insan alamıyordu kendini. Bir yandan rüzgarın hafif esintisi, bir yandan zifiri karanlık, yoğunlaştığım yıldızların sanki kendi kendileriyle dans ediyormuçasına hareketlendiği izlenimine kapılıyordum. Ellerimi uzatıyordum, fakat aydınlık tümüyle terkedip gitmiş, görmüyorum. Neyse en azından hisssedebiliyorum dedim. Gözlerimi kırpıştırıp daha dikkatli bakmaya çalıştım, hala hareketliydi yıldızlar. Olsun dedim madem öyle takip edeyim. Büyülenmiş bir şekilde yıldızları takip ederken farkına varmamışım, elbette ki içeceklerin de vermiş olduğu yetkiye dayanarak uçurumun kenarına kadar gelmişim. Peki zifiri karanlık, bunu nasıl görüyorum mu diyorsunuz? Görmüyorum, düşüyor olduğumu hissediyorum. Başta bahsettiğim aydınlık mı? O da karanlıktan hemen önceki an olan, en aydınlık zamanın beynim tarafından imgelenmiş hali, bir varmış, bir yokmuş.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Hep en iyi anlaştığımız zamanlarda ayrıldık,

Bi' sigara yakayım demek yerine çıplak ve terliyken,

Bunu yapmamalıydık dedik hep...

Aşktan içeri girdiğimizden beri

Pişmanlıklarımızla köşe kapmaca oynadık,

Sonunda sen bir rakı masasında

Ben bir sigaranın ucunda,

Kaybettik bize dair, iyi olan ne varsa ...

Bu aşk dayanılmaz bir hale büründü,

Kaçtık,uzaklaştık hemen birbirimizden,

Duvarlar ördük aramıza şeffaf taşlardan,

Gördüm seni hep ama dokunamadım ..

Voltalar atıp durduk geceler boyu,

Farklı odalarda aynı acılarla..

Aşk...Bedenimi aştı artık...

Özledim seni, diyebileceğim bir yüzün bile yok artık ,

Öpebileceğim bir badem elmasın,

Ya da taş kalbimi yumuşatan ellerin..

Ben..ben..

Ben bazen bir şiirin satırlarında bile ne diyeceğimi bilemeyecek kadar özlüyorum seni ...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

SAZ ÇALAN KAZIM
Köyün birinde köylünün birinin kaz sürüsü vardı. Zaten adamda kaz çobanıydı ve adı Kazım’dı. Koyun güder gibi kaz güdüyordu. Kaz çobanı önüne katmış kazları giderken durup türkü söylemeye başlayınca kazlar etrafına toplanıyor ve onu dinliyorlardı. Böyle sazsız, cazsız, müziksiz türkü söylemek Kazım’ı mutsuz ediyordu. Kazım bir gün arkadaşlarından izin alarak köyden ayrıldı ve şehre saz almaya gitti. 
Kazım şehirde aradı, taradı ve sonunda saz satan bir dükkân buldu. Saz  dükkânın önündeki sandalyenin üstüne konmuştu. Kazım sazı aldı, sandalyeye oturdu ve çalıp söylemeye başladı. Kazım buydu işte, sazsız Kazım, Kazım’sız saz olmazdı. Kazım sazın tellerine vurdukça bir sürü insan dükkânın önünde toplandı. Yola oturan mı ararsın, ağlayan mı ararsın, ayılan-bayılan mı ararsın hepsi vardı. Dükkân sahibi kapının önünde dikilmiş kalmış, olanları hayret dolu bakışlarla izliyordu. Daha sonra durumdan faydalanmayı düşündü ve  bakkaldan bir kutu kesme şeker alıp dinleyenlere dağıtmaya başladı. Bedavaya değil canım hediyesi 1 lira. Yeni biri gelip kenara çömelirse dükkân sahibi onun yanında bitiyor ve şeker kutusunu burnuna dayıyordu:   “ Dinlerken ağzın tatlansın bey abi, ücreti 1 lira, kulak kirası. “ 
Akşam olduğunda bir aylık kazancını bir günde doğrultan dükkân sahibinin ağzı kulaklarına kadar açılıyordu. 
Kazım sazı dükkâna bırakıp ilerideki bir bahçede yarı uykulu, yarı uyanık geceyi geçirdi. Sabah erkenden dükkânın önüne geldi, dükkân kapalıydı ama yarım saat sonra açıldı. Kazım sazı aldı ve kapı önündeki sandalyeye oturup saz çalmaya, türkü söylemeye başladı. Sesi duyan, sazı duyan geliyordu. İstek türkü, şarkı olursa Kazım onları da çalıp söylüyordu. Kazım gelişinin beşinci gününün akşamı dükkân sahibine köye arkadaşlarının yanına döneceğini, giderken sazı başarı ödülü olarak vermesini istedi. 
Buna dükkân sahibi karşı çıktı: “ Olmaz, ödül falan yok. Sana bu sazı satarım ama parayla. 1.000 lira. O da senin için, tanıdık diye. “ 
Kazım: “ Ne, 1.000 lira mı? Sen araba mı satıyorsun arkadaş? Beş gün önce sazın üstündeki etikette 100 lira yazıyordu. “
Dükkân sahibi: “ O beş gün önceydi. Zam yaptım. Saz 1.000 lira. Alırsan. “ 
Kazım: “ Tüh sana. Her gün bin kişi dinlese tanesi 1 liradan beş günde 5.000 lira kazandın. Bana beş para vermedin. Bari sazı ver. “ 
Dükkân sahibi: “ Olmaz Kazım, saz 1.000 lira. Sazı verirsem zarar ederim. “ 
Kazım adama baktı, baktı ne dese az gelecek, bir şey söylemedi ve hızlı adımlarla yürüdü, gitti. 

Ertesi gün öğle vakitleri Kazım dükkânın önünden geçiyordu. Baktı adam içeride kafayı önüne eğmiş, gazete okuyor. Dükkânın önündeki sandalyede duran sazı kaptığı gibi kaçmaya başladı. Adam anında ayağa fırlayıp dükkânın önüne çıktı ve avazı çıktığı kadar: “ Kazım sazı çaldı kaçıyor, Kazım sazı çaldı. “ 
Olaydan haberi olup yoldan geçmekte olan biri: “ Evet, dün Kazım’ı dinledim. Pek güzel saz çalıyor canım bu Kazım. “ 
Bir başkası: “ Pardon ve de bravo, beş gün işe gitmedim, onun saz çalmasını, türkü söylemesini dinledim. Bu kadar olur. “ 
Dükkân sahibi: “ Benim sazı çaldı diyorum size. Çaldı kaçıyor. “ 
Az önceki adam: “ Hep biliyorduk. Daha dün sazı çalıyor ama saz benim diyordun. Saz senin o çaldı, herkes farkında. Çalmasını istiyordun ya o da çalıyordu. Saz çalan Kazım işte bu. “ 
Kazım köye döndü. Artık beş gün sabahtan akşama konser vererek, alın teri dökerek elde ettiği saz yanındaydı. O, doğuştan yetenekliydi. Çok iyi saz çalıyordu, şurup gibi akıyordu gönüllere, çok iyi türkü söylüyordu, can veriyordu ömürlere. 

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş


GEZGİN ŞEHMUZ İLE VEZİR CAMBAZ ALİ
Gezgin Şehmuz daha önce adını hiç duymadığı bir ülkeye gitmiş. Bu ülkenin insanları mert, dürüst ve cengâver kimselermiş. Komşu ülkelerden birisi hariç diğerleriyle iyi geçinirlermiş. O iyi geçinemedikleri ülkenin kralı kendi halkına bile rahat, huzur vermezmiş. Ortada hiçbir sebep yokken sefere çıkılacak diye para toplar, genç-yaşlı demeden herkesi silah altına alır, küçük bir sınır olayını bahane ederek komşu ülkelerden birine saldırıp savaş çıkarırmış. Gezgin Şehmuz’un ziyaret ettiği ülkenin hükümdarı iki ay önce ordusuyla birlikte şımarık krala haddini bildirmek için, sınırı geçmiş. Oğlu on dört yaşında olduğundan ülkenin yönetimini Vezir Cambaz Ali’ye bırakmış. 

Gezgin Şehmuz köy, kasaba, şehir demeden ülkenin birçok yerini gezmiş, dolaşmış, yeni insanlarla tanışmış. Anlatmışlar, dinlemiş; anlatmış, dinlemişler. Bir gün akşamüzeri gecelemek için bir han önünde durmuş. Atını ahıra bakan hizmetkâra teslim edip hana çıkmış. Akşam yemeği biraz sonra yenilecekmiş. Kendisini sofraya buyur etmişler. Yemekler yendikten sonra,  Gezgin Şehmuz ocağın önüne oturmuş, diğer dört yolcuyla sohbet etmeye başlamış. Aradan yarım saat geçmiş geçmemiş, han kapısı kuvvetlice çalınmış. Hancı kapıyı açar açmaz içeri on bir tane asker girmiş. Gezgin Şehmuz ve öteki yolculara: “ Bize karşı gelmezseniz, size zarar gelmez. Sesinizi çıkarmayın. Yemek yiyip birkaç saat sonra çekip gideceğiz “  demişler. Orada bulunanların ellerini, ayaklarını bağlayıp, mahzene kapatmışlar.

Yüzbaşı Halil ve askerleri Vezir Cambaz Ali görevli olarak göndermiş. Cambaz Ali, maliye işlerinden sorumluymuş. Hazinede toplanan paralar, altınlar, gümüşler, onun hazine defterine yazılırmış. Gelirler, giderler, harcamalar bu defterde açıkça belirtilirmiş. Vezir olduğu ilk yıllarda maliye işlerini dürüst bir şekilde idare etmiş ve padişahın güvenini kazanmış. Sonraları padişahın güvenini kötüye kullanmaya başlamış, yoksulluk sınırının biraz ötesinde yaşayan halktan alınan vergileri çoğaltarak, bu paralarla akıl almaz harcamalar yapmaya, kendisine evler, araziler satın almaya başlamış. Padişahın iki aydır ülke dışında olmasından yararlanan Cambaz Ali, üst düzeydeki yöneticiliklere kendi adamlarını tayin ederek, bir oldu-bitti ile padişah olmak istiyormuş. Padişahın oğlu Şehzade Veli bir ay önce bu durumun farkına varmış. Bir gece gizlice vezirin odasına girip hazine defterini, padişahın mührünü ve önemli evrakları almış, padişaha durumu haber vermek için, dört adamıyla birlikte saraydan ayrılmış.   Sabahleyin hazine defteri, padişahın mührü ve önemli evrakların çalındığını, gece yarısı şehzadenin saraydan ayrıldığını öğrenen Cambaz Ali,  Yüzbaşı Halil’i takibe çıkarmış. Yüzbaşı Halil askerlerle birlikte şehzadenin peşine düşmüş. Günlerce şehzadenin izini sürdükten sonra, kestirmeden onların önüne çıkıp, bu hana gelmişler. Şehzade mecburen bu hana uğrayacakmış, çünkü şehirler arasındaki yollarda dinlenme yerleri fazla değilmiş ve araları oldukça uzakmış. Gece yarısına doğru şehzade ve dört adamı han kapısından içeri girer girmez kıskıvrak yakalanmışlar. Hazine defteri, padişahın mührü ve önemli evraklar gelenlerin üstünde bulunamamış. Bu duruma çok sinirlenen Yüzbaşı Halil: “ Ben size onları sakladığınız yeri söyletirim “ diye bağırmış ve askerlere dönerek: “ Bunları mahzene indirip bağlayın. Ben az sonra geliyorum “ diye emir vermiş. 

Yüzbaşı Halil mahzende direklere bağlanmış olan şehzade ve adamlarının karşısına geçerek: “ Beyler, şimdi söyleyin bakalım, evraklar nerede? “ diye sormuş. 
Şehzade Veli:   “ Evraklar padişah babamın, neden sana vereyim? Evrakları aldığın zaman Vezir Cambaz Ali’ye vermeyecek misin sanki? O vezir ki, bu ülkeyi uçuruma sürüklüyor. Halkın parasını kendi çıkarı için kullanıyor. Babam iki aydır seferde olduğundan saraydaki ve ülke içindeki yöneticileri değiştiriyor. Amacı belli: Tahtı ele geçirip, padişah olmak. Böylesine hıyanet içinde bulunan birinin oyuncağı olduğun için utanç duymalısın yüzbaşı. “ 
Şehzadenin söyledikleri karşısında önce bir adım gerileyen yüzbaşı:   “ Yalan bunlar, yalan!    Padişahımızı çok severiz ve gönülden bağlıyız. Vezir için söylediklerinin hepsi iftira. Padişahımız kendisine güvenmeseydi sefere giderken ülke yönetimini bırakmazdı. Sense veziri kıskandın. Evrakları çaldın, kaçıyorsun. Tahtı ele geçirmek isteyen sen olmayasın sakın. “ dedikten sonra tekrar sormuş: “ Son defa soruyorum. Evrakları nereye sakladığınızı söyleyin? Yoksa zor kullanmak zorunda kalacağım. “ 

Yüzbaşı Halil biraz bekledikten sonra, şehzadenin üstüne yürüyerek, yumruğunu vurmak için kaldırmış. İşte, tam bu sırada han görevlileri ve yolcularla birlikte elleri, ayakları bağlı vaziyette oturan Gezgin Şehmuz söze karışmış ve şöyle demiş:   “ İnsan yumruğunu sıktığı zaman gerçeği, avucunun içinde parmaklarıyla tuttuğunu sanır. Gerçekleri göremeyen gözler daima yanılırlar. Yüzbaşı!.. Parmaklarını gevşetip yumruğunu açmanı isterim. Avucunun içinde sandığın gerçek kocaman bir hiç. “ Mahzende bulunanlar başlarını Gezgin Şehmuz’un bulunduğu tarafa çevirmişler. Yüzbaşı daha sonra havada asılı kalan yumruğunu açmış, bakmış.

Gezgin Şehmuz:   “ Bir ay önce ülkenize geldim. Şehirler, kasabalar, köyler gördüm. Pek çok insanla tanıştım. Vezir Cambaz Ali’nin on kuruşluk bir işi elli kuruşa mal ettiğini söylediler. Şehzadenin söylediklerine katılıyorum. Az önce, padişahımızı çok severiz ve gönülden bağlıyız, dedin. Bu bağlılığı göstermenin zamanı geldi. “ 

Bunun üzerine yüzbaşı şunları söylemiş:  “ Bunlar ne kadar derin ve anlamlı sözler. Etkilenmemek elde değil. Ancak bir bilge bu şekilde konuşabilir. Arkadaş, kimsin sen böyle? “ 
“ Ben Gezgin Şehmuz’um. “ 
“ Vay, sen Gezgin Şehmuz musun? Neden daha önce söylemedin? Çözün gezgini. “ 
Şehzade ve diğer bağlı bulunanlar da serbest bırakılmışlar. Yıllardır maceralarını dinledikleri Gezgin Şehmuz karşılarındaydı. O, daima doğru düşünür, doğru söylerdi. Mutlak tarafsızlık ilkesine sıkı sıkıya bağlıydı. Şimdiye kadar gezdiği, dolaştığı birçok ülke halkına büyük yararları dokunmuştu. Herkes, onun öğrettiklerinden payını alıyordu. Daha sonra Gezgin Şehmuz, Şehzade Veli, Yüzbaşı Halil ve askerler atlarına binip padişahı karşılamak üzere güneye doğru yollarına devam etmişler. Padişah ise, ordusuyla birlikte sınırı geçtikten sonra düşman karargahına yaptıkları ani bir baskınla şımarık kral öldürülmüş, yerine barış yanlısı bir kral tayin edilmiş. Büyük bir savaş olmadan iki ülke arasında barış antlaşması imzalanmış. 

Dönüş yolunda padişahı, Gezgin Şehmuz, Şehzade Veli, Yüzbaşı Halil ve  askerler karşılamış. Şehzade, padişaha, Gezgin Şehmuz’u tanıştırdıktan sonra olanları anlatmış. Buna çok sinirlenen padişah ordusuyla birlikte ileri yürüyüşe geçmiş. Planlarının bozulduğunu öğrenen Cambaz Ali, devlet hazinesinde altın-gümüş değerli ne varsa bir arabaya yükleyip saraydan kaçmış. Komşu bir ülkeye sığınmak için batıya doğru giderken, yolda kendisini tanıyan köylüler tarafından yakalanmış. Padişaha teslim edilmiş. Şehzadeden şüphelendiği ve hata yaptığı için onuru kırılan Yüzbaşı Halil’in istifası kabul edilmiş. Gezgin Şehmuz, sarayda iki ay misafir kalmış. Padişah, şehzade ve diğer yöneticilerle en iyi devlet yönetiminin halk yararına olan birçok sorunun çözümlenmesiyle gerçekleşeceği konusunda fikir birliğine vardıktan sonra, yeni ülkeler görmek, yeni insanlarla tanışmak üzere atına binip yollara düşmüş. 

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş


KANATLI KARINCA

Zamanımızda en çalışkan ve en tutumlu yaratıklar olarak bilinen karıncalar bundan on binlerce yıl önce yine çok çalışkandılar fakat tutumlu oldukları söylenemezdi. Çalışkanlık karıncaların yaratılışlarında vardı. Onlar yaratılırken çalışkan olarak yaratılmışlardı. Tutumlu olmak ise bambaşka bir şeydi. Tutumlu olarak yaratılınmaz, bu özellik sonradan öğrenilirdi. Sadece çalışkan olmayı o kadar büyütmemek gerekirdi. Ne kadar çalışkan olunursa olunsun, tutumlu olmak bilinmedikçe başarı tam olarak gerçekleşmezdi. Çalışkan olmakla tutumluluk ikisi bir arada bulunursa eğer başarı tamam olurdu. 
 
Önceleri karıncalar günlük güneşlik yaz günlerinde hiç durmaksızın, yorulmak nedir bilmeksizin çalışırlar, çevreden buldukları yiyecekleri yuvalarına bırakırlar, tekrar yiyecek aramaya çıkarlardı. Hava kararmaya başladığında bütün karıncalar yuvalarında toplanır, gündüz topladıkları yiyecekleri yerlerdi. Ertesi sabah hangi karınca yuvasına bakarsan bak dünden kalmış bir buğday tanesi bulamazdın.  Çalışıp kazandılar, kazandıklarını istedikleri gibi yerler içerler, isterlerse gider dereye dökerler, bu, onların en doğal hakları…denir denmesine de, durum öyle sanıldığı kadar basit değil. Biraz ileriyi düşünüp soğuk ve karlı kış günlerini aklımıza getiriversek…Kış günlerinin ne kadar çetin geçtiği bilinen bir gerçek. Bu doğal engelin mutlaka aşılması ve yaz günlerine ulaşılması lazım. Eğer yazın, kışı düşünerek, yuvaya getirdiğin üç buğday tanesinin birini kenara koyabilirsen, o doğal engelin önünde saygıyla eğildiğini ve üzerinden aşıp yaza ulaşabilmeni kolaylaştırdığını görürsün. Yoksa bugün gelen bugün gider yarını yarın düşünürüm dersen, doğal engeli aşarsın aşmasına da, bu, çok zor olur, pek çok zor olur. 
 
Kanatlı karınca uçarken, bir su birikintisine düşüp çırpınmakta olan bir karınca gördü. Hemen aşağı süzülüp karıncayı tuttu ve onu kucağına alarak kıyıya çıkardı. Bu karınca yakınlardaki bir karınca yuvasının beyiydi. Karınca beyi kanatlı karıncayı yuvasına davet etti ve akşamki ziyafeti onuruna düzenleyeceğini söyledi. Ziyafette, karınca beyi kanatlı karıncayı diğer karıncalarla tanıştırarak, ona bir can borcu olduğunu ve kendisine gösterilen saygının ona da gösterilmesini istedi. Daha sonraki günlerde karınca beyinin ricalarını kırmayan kanatlı karınca bir süre daha onlarla birlikte olmak zorunda kalacaktı. 
 
Kanatlı karınca geçen günlerle birlikte yuvaya yiyecek taşıma işine girmeye başladı. Uzaklardan bulup getirdiği yiyecekleri yuvaya bırakıyor, tekrar yiyecek aramaya çıkıyordu. Normalde bir karıncanın getirdiği yiyeceklerin dört beş katını tek başına getiriyordu. Karıncalar bu durumu görüyorlar ve memnun oluyorlardı. Bir günde toplanan yiyeceklerin ertesi güne kalmaması kanatlı karıncanın dikkatini çekmeye başladı. Bu neden böyle oluyordu? Neden ertesi güne yiyecek kalmıyordu? Yaz günleri sona erecek, kış gelecekti. Yuvadaki yüzlerce karınca kış günlerinde ne yiyecekti? Kışın on karınca yiyecek aramaya çıksa, acaba kaçı geri dönebilirdi? Dönemeyenlere yazık değil miydi? Dönenler yiyecek bulmuş olsalar bile o kadarcık yiyecek kaç karıncaya yeterdi?.. Sonuç: Açlıktan kırılırdı bunlar. Kanatlı karınca bu durumu karınca beyi ve bazı karıncalara sormak ihtiyacını hissetti. Fakat onlar kanatlı karıncanın sorduğu soruları anlamsız birtakım basmakalıp cümlelerle geçiştirdiler. 
 
Bir akşam yemeği öncesinde karıncalar yuvadaki salonda toplanmışlardı. Kanatlı karınca söz alarak, kış mevsiminin yaklaştığını, bundan sonra yuvaya getirilen yiyeceklerin küçük bir kısmının kara gün dostu diye saklanmasını, eğer böyle yapılmaz da şimdiki düzen aynen devam ederse yaz günlerine pek az karıncanın ulaşabileceğini yana yakıla anlatmaya başladı. Biraz sonra salondan “ yeter “, “ kes artık “, “ susturun şunu “ diye bağıran sesler duyulmaya başladı.  Giderek çoğalan uğultu, kanatlı karıncanın söylediklerinin duyulmasını engelliyordu. Bu sırada karınca beyi ayağa kalktı ve salondaki uğultu bir anda kesildi. Gözyaşları içinde bir şeyler söylemeye çalışan kanatlı karıncaya karınca beyinin tepkisi çok sert oldu. Ona ağır sözler söyledikten sonra zindana atılmasını emretti. Karıncalar, kanatlı karıncayı yakaladılar ve sürükleyerek salondan dışarı çıkardılar. Sonraki günlerde karınca yuvası eski, sakin yaşamına geri döndü. Karıncaların gündüz getirdikleri yiyeceklerden ertesi güne kalan olmuyordu. 
 
Aradan birkaç ay geçmişti ki, karakış, olanca ağırlığıyla karınca yuvasının üzerine abanmaya başladı. Günlerdir yağan kar bir türlü durmak bilmiyor, bu soğuk havada bırak dışarı çıkıp yiyecek aramayı, yuvanın kapısını aralayıp kafasını dışarı çıkaran karıncanın kafası donuyordu. Dışarıda hava soğuktu da içeride sıcak mıydı sanki? Karınca beyi odaları geziyor, buradaki karıncalara, biraz daha sabretmelerini, kar yağışının er geç dineceğini, o zaman yiyecek aramaya çıkılacağını ve sıkıntıların bir anda biteceğini anlatıyordu. Hele kar bir dinsindi. 
 Kar yağar yağar bir gün gelir artık yağmaz olurdu yani dinerdi. Karın dinmesiyle birlikte elli karıncadan oluşan bir grup yiyecek aramaya çıktı ve bu elli karıncadan bir tanesi bile geri dönmedi. İçerideki kayıplar çok daha fazlaydı. Kışa girerken yuvada bulunan bin civarındaki karıncanın yarısı ölmüştü. Besbelli açlıktan kırılıyordu bunlar.  Hava biraz ılışır umuduyla iki gün daha bekledi karınca beyi ve üçüncü gün yanına kırk karıncayı alarak yiyecek aramaya çıktı. Kar yağmıyordu fakat hava buz gibi soğuktu. Demek ki, iki gündür boşuna beklemişti yuvada aç bilaç. Havanın da ılışacağı yoktu. Gece yarısına kadar karınca beyi ve kırk karıncadan bir haber çıkmayınca karıncalar salonda ayaküstü bir toplantı yaptılar. Oldukça kısa süren toplantı sonunda şu karara varıldı: Kanatlı karınca hemen serbest bırakılacaktı. 
 
Ertesi gün kanatlı karınca, karınca beyi ve diğer karıncaları bir ağacın kovuğunda, birbirlerine iyice sokulmuşlar, titreşip dururlarken buldu. Onları ikişer ikişer yuvaya taşıyan kanatlı karınca daha sonraki günlerde hiç gocunmayacak ve yuvaya yiyecek taşıma işine bıraktığı yerden devam edecekti.  Kış süresince kanatlı karınca salonda pek çok defa konuşma yaptı. Onlara bundan sonraki hayatlarını nasıl yaşamaları gerektiğini ve çalışmalarını ne şekilde düzenleyebileceklerini uzun uzadıya anlattı. Sonunda, karakış bitti, yaz geldi ve kanatlı karınca tümüne elveda diyerek uçup gitti. 


SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Hikayelerle Karakter Eğitimi - Moralite Yayınları 2011 S: 364-367

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş


İNSAN YİYEN BİTKİ
Güneş Otel sahibi Ali Bulut otelin bahçesine büyük bir sera yaptırmış ve bu serada tropikal bitkiler yetiştiriyordu. Afrika’dan getirilen et yiyen bir bitki vardı ki, Ali Bulut, onun dört yıldır bir santim bile büyümediğinden yakınırdı. Et yiyordu, balık yiyordu ama büyümüyordu. Aslında bitkinin büyümesi gerekti ve büyüyordu. Öylesine büyümüştü ki, boyu yirmi metreyi geçmişti ama Ali Bulut bunu görememişti. Bitki yukarı değil, aşağı boy atıyordu. Gövde toprak altındaydı. Görünen beyindi. O beyin birkaç ay sonra inanılmaz büyüklükteki gövdeyi harekete geçirecek, bitki insan yiyen bir canavara dönüşecek ve şehrin altını üstüne getirecekti.

Aradan birkaç ay geçti. Yaz günüydü. Bitki kıpırdanmaya başladı. Beyin giderek yükseliyor ve gövde toprak altından çıkıyordu. Seranın dört metre yüksekliğindeki tavanına çarpan beyin gövdeye yakın kökleriyle serayı kaldırarak Güneş Otel’e fırlattı. Otelin ikinci katının bazı camları kırıldı. Ne oluyor diyerek pencerelere koşan insanlar bahçedeki dev bitkiyi gördüler. Devamlı olarak daha uzun ve kalın kökler topraktan çıkıyordu. Korkuya kapılan insanlar otelin çıkış kapısına ve yangın merdivenine hücum ettiler. Bu insanlardan çoğu kökler tarafından yakalanarak kuyu biçimindeki ağza atıldılar. Bitki insan yedikçe büyümesi hızlanıyordu. Bitkinin kökleri şehrin başka yerlerinde  topraktan çıkarak insanları yemeye ve evleri yıkmaya başladı. Koşarak kaçan veya arabasına binerek şehri terk eden insanlar çoktu. Bir saat sonra ise, şehirde kimse kalmamıştı. Şehrin çevresi askeri birlikler tarafından sarılmıştı. Askeri birlikler insan yiyen bitkiye binlerce kurşun ve bomba attılar. Gelen bir emir üzerine ateş kesildi, çünkü insan yiyen bitkiye bunlar tesir etmiyordu.
Ali Bulut bir haftadır kaçakçılık anlaşması yapmak için yurtdışındaydı. Olayı televizyon haberlerinden öğrenince özel uçağına atladığı gibi geldi. Bir aralık yardımcısına: “ Kızdığım zaman köse bitki diyordum. Şuna istediğimi yaptırabilirsem dünyaya hakim olurum. “ Ali Bulut komutandan izin alarak asker kordonunu aştı: “ Canım, yavrum benim. Ben geldim, bak baban geldi. Çok insan yemişsin ama beni yeme. Ben seni et ve balıkla besledim. “ Ali Bulut hem konuşuyor hem de kökler arasından yürüyordu. Kökler uzun süre ona dokunmadı ama gövdenin yanına gelince yakaladılar. Ali Bulut bağırmaya başladı: “ Dur, beni bırak. Bütün servetim senin olsun. Milyarlarım senin olsun. “

İnsan yiyen bitki ilk kez konuştu: “ Hangi senin servet, hangi milyarlar? İnsan sağlığına zararlı maddeler satarak, kaçakçılık yaparak, onun bunun hakkını çalarak zorla sahiplendiğin paralar. Senden nefret ediyorum Ali Bulut, artık parayı unut. Bak ağzıma, dışarıdan belli olmuyor ama içerisi çok sıcaktır. Bundan sonra kötülük yapamayacaksın.” İnsan yiyen bitki Ali Bulut’u yedikten sonra yarım saat geçti. Onu durduracak kuvvet yoktu. İstese köklerini ayak gibi kullanıp çok uzaklara gidebilirdi. Nedeni bilinmez bir şekilde hareketsiz duruyordu.
Bitki uzmanı, tropikal bitkiler üzerinde araştırma yapmakta olan bir bilim adamı, komutanın yanına gelerek, insan yiyen bitkiyi  zararsız hale getirebileceğini söyledi. Şişedeki ilaç iğneyle bitkiye şırınga edilirse, bitki ölürdü. Komutandan izin alan bitki uzmanı elindeki iğneyle insan yiyen bitkinin köklerine yaklaşmaya başladı. Köklerin yanından geçerken aniden dönerek iğneyi köke sapladı ve ilacı şırınga etti. Bitki uzmanı daha sonra iğneyi yere atarak yürümeye devam etti. Geri dönüp kaçsa hemen yakalanırdı. Bunu biliyordu. O zaman insan yiyen bitkiyi şüphelendirebilir ve bitki durumu anlarsa ilaçlı kökü koparıp atar ve kendini mutlak bir ölümden kurtarabilirdi. On dakika sonra insan yiyen bitkinin gövdesi sarsıldı ve ağzından ahh diye bir feryat işitildi. Kökler titremeye başladı. İlaç beyine ulaşmıştı. Artık kurtuluşu yoktu. Ölüm gelmişti.

“ Ben, dedi, insan yiyen bitki, belki yanlış yaptım gibi gözüktü sana ama doğrusu buydu. O insanların ölmesi lazımdı. Özellikle Ali Bulut’un. Diğer ölenler de onun adamlarıydı. Şehri dört koldan sarmıştı Ali Bulut’un çetesi. Onları öldürdüm, onların evlerini yıktım. Hepsi kötü insandı. Bir tek iyi insanın canına, malına zarar vermedim. Askerler ezilmesin diye şehri terk etmedim. Seni gelirken gördüm elinde iğne vardı ama o iğnenin beni öldürebileceğini düşünemedim. Her neyse böylesi daha iyi oldu, tabii kötüler için. Neden var olduğum anlaşılsa ve bana yardımcı olunsa insanlar arasında zararlı olanları ayıklardım. Sessizce yeraltından sokulur, konuşmaları duyar ve onları yakalardım. “
İnsan yiyen bitki daha fazla konuşamadı. İlaç, onun beyinsel fonksiyonlarını durdurmuştu. Ölmüştü. Bitki uzmanı ise yaptığı hatayı anlamış ve dizlerinin üstüne çökmüştü. Ağlıyordu.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

yaşlandım artık. ancak cehennemde yürümeye devam ediyorum. kızıl ve kül rengi gökyüzünden lavlar akıyor isli toprağa. bataklıkların içinde zombilerin arasından sürünerek ilerliyorum. trampetleri ve çıldırtıcı flütleriyle ilkel kötülüğün zebanileri ucube sirkinde panayır düzenliyor. kafamın içi canlı bomba alanı gibi . cam kırıkları küller ve kıvılcımlar. hızla kendi kendini yiyen prometheus kargası. ebeveynlerin kuşaklardır süregelen laneti tek çocuğun üstüne toplandı. o da imalat hatası verdi. benimle bu lanet bitiyor. benden ileri gidemeyecek. fallik yozlaşmaya son ve spermlerin yeni bir köleyi yaratmasına bir dur demenin vakti. spermi öldürmenin ve ızdırap tekerine son vermenin vakti. erk patriyarşisine bireysel darbeyi pasif direniş ve dolaylı yok oluşla cevap verme vakti. neler oldu neler geçti. beynimdeki prefrontal korteks öyle zedelendi ki ileri seviye matematiksel analiz mantık hayatı idame ettirecek kararlar vermede tam felakete düşüyorum. ateş çukurlarında hoplaya zıplaya kıpkırmızı yanıklar içerisinde zamanın okunu kemiriyorum. gerçek bir bataklık faresine benzedim. iyi bir kemirgenim. göbekliyim de. ağır bir hantal kronos gibi. kum saatlerinin içinde akıp giden dünyanın suretlerini görüyorum. derin mutsuzluğun içinde kaybolmuş bir çocukluk saklı. artık onu da aramakla uğraşmıyorum. tek yol ileri. tüm hedef zamanı bir şekilde geçirerek yolun sonuna gelmek. gerisi teferruattan ibaret. ha bir de yeni dabbe filmi çıkmadı ya alacağın olsun hasan.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş


ALTIN ELMA
Genç bir adam bisikletiyle, dedesini görmek için, Elmalı Köyü’ne gidiyormuş. Genç, uzun süre yol aldıktan sonra toprak yola girmiş. Toprak yolda giderken, bisikletin lastiği patlamış. Bisikletini ilerideki çalılıklara saklamış, dönerken bisikletini almayı umuyormuş. Kestirme olsun diye patika yola girmiş ve sonunda yolunu kaybetmiş.  Genç adam günün ilerleyen saatlerinde gördüğü elma ağacına doğru yürümüş. Işıl ışıl, sapsarı bir elmayı koparmak için uzandığında:  “ Dur insanoğlu! O altından bir elmadır, sakın koparma! “ diyen elma ağacının sesini duymuş. Genç adam hangi elmayı koparmak istese aynı sesi duyuyormuş.

Bunun üzerine genç adam:  “ Elma ağacı, iyi, güzel diyorsun da, senin dallarında altın olmayan elma yok mudur? “ Diye  sormuş.

Elma ağacı:  “ Yoktur. Elmalarım altındandır, çünkü ben altından elmalar üreten bir elma ağacıyım. Bu kadar altın elmayı görüp de altın olmayan elma aramanı şaşkınlıkla karşıladım. Demek ki, gözü tok bir gençsin. Elmaların hepsi senin olabilir ama üç şartımı yerine getirmen gerekir. “

Genç adam:  “ Neymiş o üç şartın çabuk söyle. “ demiş.

Elma ağacı:  “ Birincisi, kanaat et; ikincisi, yalan söyleme; üçüncüsü, canlıların hayatına saygı duy. Bu şartlarımı kabul ediyorsan elmaları toplamaya başlayabilirsin. Sakın unutma, gölgem seni  takip edecek. “

Genç adam şartları kabul etmiş ve altın elmaları toplamaya başlamış. Oralarda bulduğu bir çuvala elmaları doldurmuş ama elli elmayı yeterli görmüş, kalan on dört elmayı dallarda bırakmış, kanaat etmiş.

Genç adam yolda giderken, önüne eşkiyalar çıkmış. Eşkiyaların reisi, çuvalda ne olduğunu sormuş. O da, çuvalda altından elmalar var, demiş. Yalan söylememiş. Eşkiyalar, gencin cevabına gülmüşler, sonra üstünü aramışlar ama para-pul bulamamışlar. Çuvalın içine bakmak akıllarına gelmemiş. Al çuvalını git yoluna, demişler.

Genç adam daha sonra yolun iyice daraldığı bir yerde yüzlerce karınca görmüş. İleriye gitmek için yürümesi pek çok karıncanın hayatına mal olacağı için, çuvalı yere bırakmış, karıncaları seyre dalmış. Canlıların hayatına saygı duymuş. Karıncalar az sonra yuvalarına girip gözden kaybolmuşlar. Ağacın gölgesi, üç şart yerine geldi, altın elmalar senin oldu, yolun açık olsun, demiş ve geri dönmüş.

Genç adam yolda bir köylüye rastlamış ve dedesinin köyünü sormuş. Şansa bak, köylü  dedesinin köyündenmiş. Tanışa, konuşa köye varmışlar. Dede, torununun ziyaretine gelmesine çok sevinmiş. Gözlerinden akan iki damla yaşı fark ettirmemeye çalışmış. Yaşlılar böyleymiş işte, bir küçük ziyaret onları duygulandırırmış.

Akşam komşular dedenin evinde toplanmışlar. Genç adam başından geçenleri anlatmış. Anlattıklarına kimse inanmamış. Şehir hayatı sana yaramamış. Gel, bu köyde yaşa, demişler. Genç adam ispat için, çuvaldaki altın elmaları odanın orta yerine dökmüş. Altın elmaları gözleriyle gören komşular, çaresiz fikir değiştirip, genci övmüşler, göğsünü kabartmışlar:  “ Biz sana şaka yapmıştık, beyim. Yoksa anlattıklarına tastamam inanmıştık. İnsanın bir çuval altın elması olur da, onun dediklerine inanılmaz mı? Her dediği doğrudur ve peşinden gidilir. Sen komutanımız ol, biz seninle savaşa gideriz. “

Bunun üzerine genç adam, dedesine ve komşulara birer altın elma vermiş. Hepsi mutlu olmuş. Dede tef çalmış, komşular oynamış. Genç adam ertesi gün öğle vakitleri uyanmış. Bakmış dışarıda bir gürültü var. Olayı duyan köy halkı, biz de altın elma isteriz, diyerek kapının önünde uzun kuyruklar oluşturmuş. Genç adam, dedesini uyandırıp kalan kırk altın elmayla birlikte arka bahçeden kaçıp gitmişler. Şehirde gencin babası, annesi ve iki kardeşi  olanlara çok sevinmişler. Neleri varsa eski evlerinde bırakıp, malikâne satın almışlar ve uzun yıllar mutlu ve zengin olarak yaşamışlar. Bu masalı okuyan herkesin bir çuval altın elması olması dileğiyle Serdar Yıldırım saygılar sunar.

 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş


SEPETÇİ İLE ZENGİN ADAM
Vaktiyle bir ülkenin bir şehrinde bir sepetçi adam yaşıyormuş. Bu sepetçi sabahtan akşama kadar dükkânında sepet yapmakla uğraşırmış. İşine saygı duyar, en ucuza satacağı sepetleri bile büyük bir özenle hazırlarmış. Bundan dolayı yaptığı sepetler çok sağlam ve dayanıklı olurmuş. Başka şehirlerden, kasabalardan, köylerden onun yaptığı sepetleri almak için dükkânına gelenler bile varmış. Bu sepetçi yalnız salı günleri dükkânında bulunmazmış, çünkü salı günleri o şehirde pazar yeri kurulurmuş ve sepetçi pazarda sergi kurar, sepet satarmış.
 
Bir gün sepetçi dükkânına çok zengin bir adam gelmiş. Zengin adam sepetçiden işlemeli, süslemeli, rengârenk boyalı, dünyada bir eşi ve benzeri yapılamayacak güzellikte üç tane sepeti üç ay içinde yapmasını istemiş. Sepetçi ise, istenen özelikleri taşıyan üç sepeti üç ay içinde tamamlayabileceğini, fakat bunun için üç yüz altın istediğini söylemiş. Zengin adam istediği parayı fazla bulduğunu söyleyince sepetçi:  “ Aslında üç yüz altını emeğimin karşılığı olarak istiyorum. Daha sırada birçok sipariş var, bunları ertelemem lazım. Ayrıca yeni siparişler gelebilir. Bu üç ay içinde pazara çıkmamam gerekir. Siz de takdir edersiniz, pazara çıkmamak kazancımın önemli bir kısmını kaybetmeme neden olacaktır “ deyince zengin adam sepetçiye hak vermiş ve ücretin yarısını peşin ödemiş. Sepetleri alırken kalan yüz elli altını ödeyeceğini söyleyip gitmiş. Sepetçi gündüzlerine gecelerini de katarak uğraşmış, göz nuru dökmüş. Sağlam ve incecik sazları birbirinin üstüne örmüş. Bunların üzerlerini resimlerle, boyalarla süslemiş. Bu arada neden pazara çıkmadığını soranlara durumu anlatmış. Sipariş için gelenlere de sürenin sonunda tekrar uğramalarını söylemiş.
 
Sonunda, üç aylık süre dolmuş. Sepetçi, zengin adamın geleceği günden bir önceki gün sepetlerin yapımını tamamlamış. İkindi vaktine doğru kahveye çay içmeye gitmiş. Kahvede zengin adamın sabaha karşı öldüğünü öğrenmiş. İyiliksever, dürüst bir tüccar olarak tanınıyormuş. Sepetçi onun nerede oturduğunu öğrendikten sonra üzgün bir şekilde dükkânına geri dönmüş. Yarın olmuş, öbür gün olmuş, aradan bir hafta geçmiş. Sepetleri arayan soran olmamış. Bu arada sepetçi eskisi gibi sepet yapmaya, pazara çıkmaya başlamış  ama dükkânının bir köşesinde duran üç sepeti gördükçe bir düşüncedir alıp gidiyormuş.
 
“ Sepetleri adamın evine götürsem karısı, oğlu, kızı vardır, yüz elli altın ödeyip alıverirler belki. Sepetleri biraz ucuza başkalarına satmaya kalksam, gelirlerse bu dükkana, sepetçi, bizim üç sepet hani? Bak bu torbada yüz elli altın var. Ver sepetleri al paranı derlerse, ben ne yaparım? “ Bakmış bu böyle olmayacak bir sabah sepetleri bir çuvala koymuş, zengin adamın konağına gitmiş. Sepetçiyi konakta zengin adamın üç oğlu karşılamış ve olanları öğrenince çok şaşırmışlar. Gençler, babalarının işlerine yardımcı olduklarını ve onun kendilerinden gizli saklısının bulunamayacağını, sepetlerin gerçekten güzel olduğunu fakat yüz elli altın verip bunları almalarının mümkün olmadığını, babalarının sepetleri üç yüz altına alıp da ne yapacağını bilmediklerini söylemişler. Bunun üzerine sepetçi sepetlerini alarak dükkânına dönmüş.
 
Aradan günler, haftalar, aylar geçmiş. Bu zaman zarfında üç sepetin hikâyesini duyan pek çok kişi sepetçinin dükkânına gelip sepetleri görmüş ve çok beğenmiş. Sepetçi üç sepet için yüz elli altın istediğinden kimse sepetleri almaya yanaşmamış. Bir gün o ülkenin padişahı ününü duyduğu üç sepeti görmeye gelmiş. Sepetlerin güzelliğine hayran kalan padişah yüz elli altın ödeyip sepetleri almış. Zamanla üç sepetin ünü dünyanın birçok ülkesine yayılmış. İmparatorlar, krallar, prensler.. Padişahtan üç sepeti alabilmek için yarış içine girmişler. Sepetçi bir kralın padişaha üç sepet için on bin altın teklif ettiğini duyunca hayretler içinde kalmış. Sepetçi yapmış olduğu sepetlerin bu derece ünleneceğini ve bu kadar pahaya çıkacağını beklemiyormuş. Bu durumun nedeninin sepetlerin çok güzel olmasının yanı sıra onların meydana geliş hikâyesindeki değişik şartların ve zengin adamın üç sepeti neden yaptırmak istediği sorusunun bir türlü cevaplandırılamamasının etkili olduğunu biliyormuş.
 
Günlerden bir gün zengin adam sepetçinin rüyasına girmiş ve üç sepeti, üç oğluna hediye olarak yaptırdığını söylemiş. "Oğullarım evlenirken, sepetleri altınla doldurup düğün hediyesi olarak verecektim." demiş.  Sepetçinin, canım efendim, tanesi yüz altına özel sepet yaptıracağınıza, benim dükkandaki beş altınlık güzel sepetlerden neden almadınız, sorusuna zengin adam şu cevabı vermiş:   " Zenginliğim fark edilsin, herkes tarafından bilinsin istedim. Ben altınları normal bir sepete koysaydım zenginliğimin ne kıymeti kalırdı? Altınların konacağı sepetler de altın gibi kıymetli olmalıydı."

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
 
 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş


GEZGİN ŞEHMUZ İLE FAKİR PADİŞAH 
Gezgin Şehmuz geze geze yoklar, yoksulluklar ülkesine varmış. Gezdikçe, insanların nasıl bu kadar yoksul olduklarına şaşırıp kalmış. Giydikleri elbiseler eski, yamalı, yırtık pırtıkmış. Ayaklarında ise, birer tahta çarık, yalınayak dolaşanlar bile varmış. Köyler, kasabalar ve şehirlerdeki evler tek katlı, ahşap yapılarmış. Tarlalar, bağlar, bahçeler belirli yerlerde bulunuyor, fakat ülkenin genişliğine oranla az yer kaplıyormuş. Başkente gitmiş. Padişahın sarayının nerede olduğunu sormuş. İleride, ağaçlar arasında demişler. Ağaçlığın kenarında atından inmiş. Ağaçların arasından yürümüş, sonunda yolu geniş bir düzlüğe çıkmış. Bakınmış ortada iki katlı ahşap bir evden başka bina görememiş. Ahşap binanın çevresinde beş altı kişi, ellerinde kazmalarla toprağı kazıyorlar, ekim - dikim işiyle uğraşıyorlarmış. Yanlarına yaklaşmış: “ Kusura kalmayın ağalar, sarayı burada diye tarif ettiler. Acaba yanlış mı geldim? “ diye sormuş. 
“ Doğru gelmişsin, beyim!..Bizim padişahın sarayı işte burası. “ demiş köylülerden birisi ve eliyle iki katlı ahşap yapıyı işaret etmiş. 

Gezgin Şehmuz, iliklerine kadar titrediğini hissetmiş. Koca bir ülkenin padişahı, nasıl olur da bu eski binada hüküm sürer?  Aklına, hayallerine sığdıramamış. Başı dönmüş, bakışları bulanmış, olduğu yere çöküvermiş. Az biraz dinlendikten sonra, başını elleri arasına almış, düşünceye dalmış. ‘ Vah bana, vahlar bana. Nasıl oldu da düşünemedim? Onca yoksulluk varken, bu yoksulluğu yöneten padişahın da yoksul olacağını, fakir padişah olacağını. Çok yerler gördüm, çok insanlar tanıdım. Demek ki, tecrübe de bazı durumlarda pek işe yaramazmış. Neyse, kalk bakalım, Şehmuz. Gidelim, görelim şu fakir padişahı, yoksulluğunun derecesini ölçelim. ‘ 

Etrafında toplananlara: “ Yok bir şeyim. Yorgunluktan herhalde başım döndü. Padişahınızla görüşmek isterim. Gezgin Şehmuz geldi deyin kendisine.“ demiş. Oradakiler, sevinçle birbirlerine bakınmışlar. İçlerinden birisi dönmüş. Koşarak, padişaha haber vermeye gitmiş. 

Gezgin Şehmuz, biraz sonra padişahın odasına girmiş. Orta yaşlı padişah, kendisini ayakta karşılamış, gülerek: “ Hoş geldin!  Sefalar getirdin. Demek Gezgin Şehmuz sensin. Yıllardır hakkında anlatılanları can kulağıyla dinlerim. Gittiğin yerlere hareket, bereket getirirmişsin. Bilgine,sözüne,sohbetine doyulmazmış. Ben seni daha yaşlı zannederdim; pek gençmişsin. “ 

“ Hoş bulduk, padişah hazretleri. Hakkın ihsanları üzerinize olsun efendim. On beş yaşlarında ilk gezilerimize başladık, bir o kadarı da, yollarda geçti. Yıllar yollarda kaçar, yollarda yılları kovalar dururum. Gezerim, dolaşırım, sorarım, öğrenirim. Öğrendiklerimi, bilmeyenlere öğretirim. Bilgiyi bilen yerlerden, bilgiyi bilmeyen yerlere bilgi taşırım. Benim yaptığıma bir nevi bilgi hamallığı denebilir. “ 

“ Doğru dersin Şehmuz, öğretenin olmadığı yerde bilginin varlığı bilinmiyor, hiçbir şey de öğrenilemiyor. Neyse, yorgunsundur. Buyur, geç otur şöyle, rahatına bak. ” diyerek padişah, Şehmuz’a tahta bir sandalye uzatmış, kendisi de başka bir sandalyeye oturmuş. 

“ Şehmuz, sanırım buraya gelene kadar ülkemin birçok kasabasını, köyünü görmüşsündür. Halkımın çok yoksul oluşu, şehirlerde tüccar bulunmayışı, toprakların büyük kısmının verimsiz oluşu mutlaka dikkatini çekmiştir. Yabancı ülke tüccarları gelmezler benim ülkeme. Mal getirseler kime satacaklar? Halkım kendi karnını doyuramazken elbise mi, ayakkabı mı düşünecek. O boş gördüğün topraklarda çok denemeler yaptık, her türlü ürünü yetiştirmeyi denedik. Sonuç sıfır. ” 

“ Değerli padişahım. Arazilerinizin büyük kısmı killi toprak tabir edilen cinsten. Killi topraklar geçirimsiz topraklardır. Bu toprağa dikilen nebatların kökleri hava ile temas edemez. Yağan yağmur suları bitkinin köklerine ulaşamaz. Hava ve su olmayınca da bitkiler yaşayamaz. Ülkeniz topraklarının verimli olan küçük bir bölümü kumlu topraklardır. Kumlu topraklar, bazı sebze ve meyvelerin yetişmesine elverişlidir. Fakat  kum oranı biraz fazlacadır. Uygun yerlerde killi toprakları kumlu topraklarla karıştıralım. Bu karışım gübre ile desteklenirse humuslu toprak oluşur. Humuslu topraklar verimli topraklardır. Bol ürün elde edilir. Ayrıca suni göletler yapılırsa, buralarda balık nesli çoğaltılabilir. Ülke insanlarının et ve protein ihtiyacı karşılanabilir. Zamanla ihtiyaç fazlası ürünler ve balıklar komşu ülkelere satılıp para bile kazanılabilir. “ 

Gezgin Şehmuz’un anlattıklarını dikkatle dinleyen padişah: “Aman be Şehmuz, yeter ki kendimizi doyuralım, para kazanması eksik kalsın. Duymadığımız, bilmediğimiz nice şeyler söylersin. Ağzından bal akar. Demek ziraat işlerinde böylesine metotlar geliştirilmiş. İki yarımın toplamı bir değil, dört edermiş, beş edermiş demek ki. Hiç vakit kaybetmeye gelmez. Şehirlerden, kasabalardan, köylerden temsilciler gelsin. Burada yapmaları gerekenleri öğrensinler. Öğrendiklerini gittikleri yerlerde öğretsinler. Şu andan itibaren ülkemde genel tarım seferberliğini başlatıyorum. “ demiş. 

Ekim - dikim işlerinin başladığı günlerde, Gezgin Şehmuz’un gelişi, fakir ülke için büyük bir şans olmuş. Herkes, Gezgin Şehmuz’un anlattıklarını can kulağı ile dinlemiş. Bilenler, bilmeyenlere anlatmış. Günlerce, haftalarca arabalarla kumlu toprak taşınmış. Yumuşak bir toprak çeşidi olan killi toprakla karıştırılmış. Hazırlanan tarlalar sürülmüş, gübrelenmiş, tohumlar atılmış. Su kanalları açılmış. Tarlalar sulanmış. Sonbahar yağmurları toprağın sulanma işine kesin çözüm getirmiş. Ekim - dikim işleri bittikten sonra uygun yerlerde suni göletler hazırlanmış. Buralarda balık yetiştirilmeye başlanmış. Aradan zaman geçmiş. Ülkenin birçok yerinde başaklar boy atmaya, sebzeler olgunlaşmaya başlamış. Herkes, sevinç içindeymiş. Sebzeler ve meyveler toplanmış. Ambarlar ürünle dolmuş. Büyük ve küçükbaş hayvanlar çayırlarda, çimenlerde otlamışlar. Eskiden, zayıflıktan kemikleri sayılacak halde olan hayvanlar gelişmişler, semizleşmişler. 

Ertesi yıl tarım yapılan topraklar daha da genişletilmiş. Tarlalara yeni tarlalar katılmış. Kendilerine yetecek kadar yiyecek yiyen fakir ülkenin insanları daha bir hırsla, azimle işlerine sarılmışlar. Çok çalışmışlar. Hasat mevsiminden sonra ürün fazlasını elbise, ayakkabı, kumaş, ev eşyası gibi acil ihtiyaçlar karşılığında komşu ülkelerle takas etmişler. Önceleri bu ülkenin adını bile anmayan yabancı tüccarlar gelir, gider olmuşlar. Ticaret gelişmeye başlamış. 

Daha ertesi yıl ürün bol olmuş. Elbise, ayakkabı gibi ihtiyaçlarını karşılayan halk, ürünlerini parayla satmışlar. Eski ahşap evler yıkılıp, yerine taştan, tuğladan, sağlam, iki üç katlı evler yaptırmaya başlamışlar. Padişah ise, iki katlı ahşap sarayının tam karşısına büyük bir saray yaptırmış. Bu saraya taşınmış. Eski saray Gezgin Şehmuz’un ricası üzerine yıktırılmamış. Kapısına büyükçe bir levha asılmış. Levhaya Gezgin Şehmuz’un şu sözleri yazılmış. “ Yok vardır. Var yoktadır. Önemli olan, yoktan varı ayırıp çekip almaktır. Yok bir tanedir. Bir yok, iki yok olmaz. Var yoktan ayrılırsa çoğalır: İki olur, üç olur, beş olur. Yok varın gelişmesini önler, hapseder. Var yokun yokluğunda var olur, varlık olur. “ 

Gezgin Şehmuz, üç yıldır bu ülkede olduğunu, ülkede yaşayan insanlara biraz olsun yardımcı olabildiyse kendisini bahtiyar ve mutlu hissedeceğini; öğrenme, inceleme, araştırma ile çıkar gözetmeksizin çok çalışmanın toplumları kalkındıracağını söyleyerek, padişahtan gitmek için izin istemiş. Padişah ve halk, her şeylerini borçlu oldukları, yoksulluğu yok eden bu değerli adamın kalması için fazla ısrar etmemişler. Biliyorlardı ki , O, bir gezgindir. Yardıma, öğrenmeye ihtiyaçları olan başkaları da bulunabilir. Gezgin Şehmuz padişah ile vedalaşıp saraydan ayrıldıktan sonra  padişah gözyaşlarını tutamamış. Evet…Bir padişah ağlıyormuş. 


Yazan: Serdar Yıldırım

Gezgin Şehmuz İle Fakir Padişah - Serdar Yıldırım -Sıradışı Yayıncılık - Yayın Yılı: 2011 - 16 sayfa


 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

SERDAR YILDIRIM FABL HİKAYELERİ  
ŞANSSIZ KÖYLÜNÜN ŞANSI  
 Köylünün birinin hiç şansı yokmuş. Doğuştan şanssızmış. İşleri ters gidermiş. Günlerce uğraşmış, tarlasını kazmış, tohum atmış. Sonbahar yağmurları başlamış ama çevredeki tarlalara yağmur yağmasına karşın, şanssız köylünün tarlasına bir damla yağmur düşmemiş. Köylü çaresiz dereden taşıma suyla tarlasını sulamış.
 Mart ayında hava ısınmış, güneş çıkmış, tarlalarda ekinler boy atmaya, sebzeler olgunlaşmaya, ağaçlar çiçek açmaya başlamış. Bu yalancı bahar uzun sürmemiş, aniden yağan dolu tarlaları alt üst etmiş. Tahmin ettiğiniz gibi, şanssız köylünün tarlasına dolu yağmamış, o da bol ürünü, şu yokluk zamanında iyi bir fiyata satarak zengin olmuş.   
 Şansım yok diye dövünme, şanslıyım diye sevinme. Devran döner ve öyle bir gün gelir ki, şansım yok diyen sevinir, şanslı dövünür.

-----------------------------------------------------------
DOMUZUN AŞKI
 Genç bir erkek domuz, genç bir dişi domuza âşık olmuş. Ona aşkını anlatmış ve aşkına karşılık bulmuş. Bir gün genç domuz, bir kutu çamur hediye götürerek dişi domuzu babasından istemeye gitmiş. Dişi domuzun babası bir kutu çamuru az bulmuş ve içinde çamur banyosu yapabileceği kadar geniş bir çamur havuzu istemiş.
 Genç domuz, babanın bu isteğini karşılayıp, dişi domuzla evlenmiş. Dört ay sonra on tane yavrusu olan genç evliler, dededen izin alarak, yavrularıyla birlikte çamur havuzunda yuvarlanmışlar. Bu çamur, onların derilerindeki parazitlerden kurtulmalarını sağlarmış. Böylece sağlıklı ve zinde olmuşlar.
 Sanma ki anneler ve babalar gençlerin kötülüklerini isterler. Onlar, şunu bunu istedi diye kızılmaz. Böylece bazı şeylerin geri dönüşümü kolaylaşır.

-----------------------------------------------------------
KURDUN TİLKİYE OYUNU HAZIRLADI SONUNU
Kurdun biri tilkinin mağarasını elinden almak için, yalancıktan kavga çıkarmış. Bunun üzerine tilki kurdu dövünce, kurt ağlayarak aslanın huzuruna çıkıp olanları anlatmış ve tilkinin kendisini döverek, mağarasını sahiplendiğini söylemiş. Kurda inanan aslan mağarayı tilkiden alarak kurda vermiş ve tilkiyi ormandan kovmuş.
 Tilki bunun altında kalır mı, ona boşuna kurnaz dememişler. Ormanı terk edip giderken, kurdun aslanın tahtında gözü olduğunu etrafa yaymış. Bunu duyan aslan kurdu yakalayıp öldürmüş, mağarayı tilkiye geri vermiş ve tilkiyi yardımcısı yapmış.
Birine tuzak kurmak istiyorsan vazgeç, alelacele kazdığın derin olmayan çukura o basar, çıkar ama sen onun kazdığı derin çukura bastığında bir daha çıkamazsın.

-----------------------------------------------------------
ODUNCUNUN İKİ KIZI
Oduncunun iki kızı varmış. Kızlardan biri zengin ama gönlü fakirle, diğeri fakir ama gönlü zenginle evlenmek istermiş. Sonunda bu kızlar muratlarına ermişler ve istedikleri gibi birer koca bulmuşlar.
Zengin olan katı yürekli ve cimri, fakir olan yufka yürekli ve eli açıkmış. Zenginle evlenen kızın kocası paraya acımış, karısına yıllarca elbise almamış, cebine beş kuruş koymamış. Fakirle evlenen kızın kocası paraya acımamış, her sene bir elbise almış, cebine kuruşları koymuş.
Zenginle evlendim diye sevinme, fakirle evlendim diye yerinme. Bu iş kısmet işi, zengin olsun, fakir olsun, evleneceğin olmalı er kişi.

-----------------------------------------------------------
KEDİLER VE FARELER
İki katlı villanın iyi kalpli ama uykucu bir kedisi varmış. Villanın sahibi olan adam ve karısı sabah erkenden bürolarına gidince bütün gün yan gelip yatarmış.
Bir gün buraya anne fare ile dört yavrusu gelmiş. Salonun köşesine yuvalarını hazırlayıp, mutfaktan yiyecek aşırmaya başlamışlar.
Günler geçip gittikçe fareler burasını çok sevmişler ama kediye bir türlü ısınamamışlar. Kendilerine nazik davranan, yiyeceklerin yerini gösteren kediyi sonunda kovmuşlar. Villa sahibi, bakmış kedi gitmiş, yerine Canavar adında bir kedi satın almış. Canavar, bırak farelerin mutfağa gitmesine, burunlarını yuvadan çıkarmasına izin vermemiş.
Yavrularıyla birlikte aç kalan anne fare bir fırsatını bulup villadan kaçmış ve iyi kalpli ama uykucu kediyi ormandaki bir kulübede bulmuş. Ona durumu anlatmış, af dilemiş ama kedi kesinlikle geri dönmemiş. Daha sonra yavrularını yanına alan anne fare, gözyaşları içinde, villadan ayrılmış. İyi kalpli ama uykucu kediyi ne kadar sevdiğini hep yavrularına anlatmış.

-----------------------------------------------------------
BAL ARISI VIZ VIZ
Bal arısı vız vız uçarken, bir evin duvarına çarpıp, yere düşmüş. Bir süre baygın kaldıktan sonra kendine gelmiş. Sağ tarafında büyük bir acı hissetmiş. Kanadı yerinde yokmuş. Anlamış ki kopmuş. Kanadını arayıp bulmuş ama yerine takamamış. Bu duruma çok üzülmüş. Kopan sağ kanadını sol kanadının altına kıstırmış. Ormana doğru yürümüş. Onu bu halde gören birkaç arı yanına gelmiş. Vız vız, kanadım, demiş; arılar, kanatçı baba, demişler. Kanatçı baba, karşı dağda yaşar. Dağa git, onu bul, kanadını yerine takar.
Vız vız dağa çıkmış, kanatçı babayı bulmuş. Bal arısı kanatçı baba, vız vızın kanadını yerine takmış. Vız vız çok sevinmiş, kanatçı babayı öpmüş. Sevincinden yerinde duramamış, havalara uçmuş. 

-----------------------------------------------------------
KRAL VE İKİ EJDERHA
Vaktiyle çok yüksek surları olan ve bir kral tarafından yönetilen bir şehir devleti varmış. Halk huzur içinde yaşıyormuş. Günlerden bir gün ormandan gelen iki ejderha şehrin giriş kapısının sağ ve sol yanına oturmuşlar. Kendilerine her gün birer insanın kurban olarak verilmesini yoksa şehri yıkacaklarını söylemişler. Kral, baş vezirin itirazına karşın, ejderhaların isteğini kabul etmiş ve her gün iki insanı ejderhalara vermiş. Sonradan ejderhalar isteklerini giderek arttırarak beşer insana kadar çıkarmışlar. Şehir halkı giderek azalmaya başlamış.
Gece baskınıyla ejderhaları yok edelim, diyerek ilk günden beri kralın başını ağrıtan baş vezir şehirden kaçarak kurtulmuş. Şehirde son kalan insan olan kral ise, ejderhalara yem olmuş.
Sen kral bile olsan önerilere kulak as. Önerilere kulak asmazsan, öneriyi yapan kaçar gider, sen ise, kaçamaz yakalanırsın.

-----------------------------------------------------------
SİMİTÇİ MAYMUN VE YABAN DOMUZU AİLESİ
Bir maymun varmış. Ormanda simit satarmış. İyi kalpliymiş ama fakirmiş. Bir gün bu maymuna kaldırımda yürürken, yolda aşırı hızla giden ve virajı alamayan genç yaban domuzunun kullandığı motosiklet çarpmış.
Çarpmanın şiddetiyle maymunun kafası bir binanın duvarına çarpmış. Çok kan kaybeden maymunu hastaneye kaldırmışlar ve ameliyata almışlar. İki ay komada kalan maymun nihayet kendine gelmiş. Bir ay kadar daha hastanede yatan ve hastane koridorlarında gezmeye başlayan maymun mahkemeye çağrılıp sanık sandalyesine oturtulunca ne yapacağını bilememiş. Motorda hasar bıraktı diye, genç yaban domuzu ve ailesi tarafından mahkemeye verilmiş.
Mahkemede, yaban domuzu ailesinin avukatı, maymunu suçlamış. Maymun, yarası iyileşmediği ve beyninde hasar olması sebebiyle konuşma zorluğu çektiği için, kendini savunamamış.
Hâkim, maymunu suçlu bulmuş. Bunun üzerine maymun, yaban domuzu ailesine, avukata ve hâkime yalvarmış, ağlamış, gözyaşı dökmüş. Sonunda maymunun haline acıyan yaban domuzu ailesi, şikâyetini geri almış ve hâkim de, maymunu serbest bırakmış.

-----------------------------------------------------------
CESUR TAVŞAN  
Kral aslan sarayda yapılacak toplantıya bazı hayvanların liderlerini çağırmış. Bunlar kaplanların, tavşanların, kurtların, geyiklerin, ayıların ve domuzların liderleriymiş. Kral aslan toplantının yapılacağı gün nezle olduğu için toplantıya katılamamış ama bir genelge yayınlamış. Bu genelgede katılımcıların aralarından oy birliğiyle bir başkan seçmelerini ve bu başkanın kendisine vekalet etmesini istemiş.  Vekilin alacağı kararlar benim kararım sayılır, demiş. 
Seçimde tavşanların lideri cesur tavşan oyların büyük çoğunluğunu alarak başkan seçilmiş. Bu tavşan geceyarısı ormanın derinliklerinde yalnız gezecek kadar korkusuzmuş. Onun cesaretine saygı duyan panterler, leoparlar karanlıkta cesur tavşanı görünce saklanıp geçip gitmesini beklerlermiş. Cesur tavşanın ilk işi toplantıya katılanlarla birlikte giderek tahtı ele geçirmek olmuş. Kral aslan bağlanarak zindana atılmış. Cesur tavşan kral olmuş ve uzun yıllar boyunca ordusuyla birlikte diğer ormanlara saldırmış, pek çok can almış. 
Kral olmadan önce savaşa karşı olan cesur tavşanın bu derece başkalaşması, değişime uğraması, can alması, cesurken zalim olması yaşanmamış değildir. Prens kral olur, şehzade padişah olur, değişir. Hele hele çobanın hükümdar olup da diğer ülkelere saldırması, taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakmaması açıklanamaz bir faciadır.

-----------------------------------------------------------
KUKLACI
Köy, kasaba, şehir demeden gezip dolaşan ve kukla oynatarak insanları eğlendiren bir kuklacı varmış. Kuklacı oyun bittiğinde şapkasını uzatır, seyircilerden para toplarmış ama para veren az olurmuş. Kukla oynatırken devleşen kuklacının neşeli hali, oyun bitince üzgün bir hal alır, başı önde seyir meydanından ayrılırmış. Az önce onu alkışlayanlar, acıyarak bakarmış.
Bir gün bu kuklacı bir kasabada kukla oynatırken, açlıktan başı dönmüş, gözleri kararmış, düşüp kafasını taşa çarpmış ve oracıkta ölmüş. Olanları oyunun bir parçası sanan seyirciler, kuklacıyı çılgınca alkışlamışlar. Seyretmeye beş yüz kişinin geldiği kuklacının cenazesinde beş kişi varmış.
Yol kenarlarında kukla oynatan, gitar çalan, şarkı söyleyen sokak sanatçıları görürseniz boş geçmeyin, onlara para verin. Sanat parayla satın alınmaz ama aç karnına da sanat yapılmaz, bunu unutmayın.

-----------------------------------------------------------
KURBAĞALAR        
Eski zamanlarda bir dere kenarında yüzlerce kurbağa yaşıyormuş. Bu kurbağalar neşeliymiş, güler yüzlüymüş. Savaş nedir bilmez, barış içinde yaşarlarmış. Bir gün bu dere kenarına hayalperest bir kurbağa gelmiş. Nana adındaki bu kurbağa devamlı olarak hayal görürmüş ve gördüğü hayalleri gerçekmiş gibi anlatırmış. Nana kısa zamanda kendine pek çok yandaş bulmuş. Yandaşlarıyla birlikte ayaklanmış ve kendine inanmayanlara karşı savaşıp, onları yenmiş. Böylelikle onlarca kurbağanın canı pahasına hükümdarlığını ilan etmiş. Nana tahta oturur oturmaz kurbağalara neşelenmeyi, güler yüzlü olmayı yasaklamış. Onların üstünde baskı kurmuş, yediklerine, içtiklerine karışır olmuş. 
Maşumu adındaki genç bir kurbağa Nana'nın fikirlerini anlamsız bulmuş. Kurbağaların en üstün canlı varlıklar olduğu düşüncesi üstüne yaşam felsefesini kurmuş. Kısa zamanda kendine pek çok yoldaş bulmuş. 
Günlerden bir gün Maşumu'nun yoldaşları Nana'nın yandaşlarıyla savaşmışlar ve onları yenmişler. Sonraki yıllarda kurbağalar, özgür düşünce sistemini kurmuşlar, her çeşit konuda fikir ileri sürüp, yorum yapmışlar. Yokmuş öyle, böyle düşün, şöyle düşünme. Kim kimin özgür düşünme yeteneğine pranga vurabilir? Kim kimin yaşantısına karışabilir? Böylelikle kurbağalar mutlu bir şekilde yaşantılarını sürdürmüşler.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

 


ZÜRAFA İLE KARINCA
Zürafa ile karınca arkadaş olmuşlar. Zürafaların ses telleri yokmuş, konuşamazlarmış ama bu zürafa konuşuyormuş:  " Sen ne diyorsun arkadaş? Dünyada insan nüfusu çok fazla. Yedi milyar kadar var. Orta ölçekli bir şehir nüfusu üç milyon. "
Zürafa konuşmasını bitirince karınca başlamış anlatmaya:  " Yedi milyar insan çok az. Dünyadaki karıncaların toplamı sekiz yüz milyardan fazla. Bir şehir üç milyon diyorsun. İçinde benim de yaşadığım orta boy bir karınca yuvası beş metre derinliğinde ve on iki metre eninde sekiz milyon karıncayı barındırıyor. Karıncalar dünyadaki karada yaşayan canlıların toplamından daha çoktur. "
Zürafa:  " Biz zürafalar ise, uzun boyluyuz ama sayımız azdır. Dünyadaki zürafaları toplasan yirmi bin etmez. Nedeni az ürememizden. Yavru zürafaların büyümesi yıllar alır. Aslanlardan başka düşmanımız yoktur. Mağaramız, evimiz yoktur. Tabi siz toprak altında yaşadığınız için türlü tehlikelerden uzaksınız. "
Karınca:  " Neden? Karıncaların hiç mi düşmanı yok sanıyorsun. Bir karıncayiyen yuvanın başına çöreklense birkaç yüz karınca yemeden gitmez. Uzun, ip gibi dili yapışkanlıdır ve her dilini ağzına çekişte pek çok karınca yakalar. "
Zürafa:  " Bak karınca, benim dilim de uzundur. "
Zürafa yanındaki ağacın üst dallarında durmakta olan karıncaya dilini göstermiş. Zürafanın kırk santimetre boyundaki uzun dilini gören karınca hayretler içinde kalmış ve bir an boş bulunarak aşağı düşmüş.  Karıncanın düşüşünü çaresizlik içinde seyreden zürafa birkaç adım geri gitmiş. Sağa sola bakınmış. Karınca ağacın alt dallarına, yapraklarına mı takıldı, yoksa yere, çimenlerin arasına mı düştü belli değilmiş. Üstüne basarım, karıncaya bir zarar veririm diye arayamamış. Zürafa daha sonra yürüyüp gitmiş.
Birkaç gün sonra zürafa o ağacın yanından geçiyormuş. Bir ses duyunca başını çevirmiş, aynı karınca, aynı dalın üstünde duruyormuş. Seslenen oymuş.
Karınca:  " Zürafa, baksana buraya. Öyle geçip gidiyorsun. İki gündür buradayım. Ben yere düştükten sonra hemen toparlanıp ayağa kalktım. Sen bakındın, beni göremedin, gittin. Ertesi gün bu dala çıktım. Seni bekledim. Her neyse sonunda geldin ya seni çok özlemiştim. "
Zürafa:  " Ben de seni çok özledim, karınca. Hayatta olman beni sevindirdi. "
Karınca:  " Bak zürafa, konuşmamıza devam ederiz ama bir daha dilini göstermek yok. Tamam mı? "
Bunun üzerine zürafa:  " Tamam karınca kardeş, bir daha dilimi göstermem. " demiş ve gülüşmüşler.

-----------------------------------------------------------
GERGEDAN, FİL, ZÜRAFA VE MAYMUN
Fil, gergedan ve zürafa ile arkadaşmış ama gergedan ile zürafa arkadaş değilmiş. Filin zürafa ile konuştuğunu gören gergedan bunu önemsemezmiş. Zürafa fili gergedanla konuşurken görünce üzülür ve gergedanla arkadaşlığına bir son vermelisin, dermiş.  Oralarda büyük bir yemiş ağacı varmış. Gergedan dallara ulaşamaz ağacın dibine düşen yemişlerle idare edermiş. Fil alt dallarda bulduğu yemişleri koparıp yermiş. Zürafa ise, orta seviyedeki dallardan kopardığı yemişleri yermiş. Esas olgun ve tatlı yemişler üst dallardaymış ama hiçbiri bu yemişlere ulaşamazmış.
Günün birinde bir maymun yemiş ağacına çıkmış ve üst dallardaki yemişleri yemeye başlamış. Maymunu gören gergedan, fil ve zürafa öylece bakakalmışlar. Durumu farkeden maymun, yemişler bana da onlara da yeter deyip, topladığı yemişleri ikram etmiş.  Maymunun yardımlaşma ve paylaşma isteğini gören gergedan ile zürafa maymundan utanmışlar. Önce file sonra da birbirlerine sıkıca sarılmışlar. Sonsuza kadar arkadaş kalacaklarına söz verip maymunu dördüncü olarak aralarına almışlar.

-----------------------------------------------------------
ŞARKI SÖYLEYEN AYICIK
Ayıcığın annesini avcılar vurmuş. Yalnız kalan ayıcık ormanda zor günler geçirmeye başlamış. Çok dertliymiş. Derdini şarkı söyleyerek hafifletmeye çalışmış. Şarkılarında annesinin vuruluşunu ve yalnız kalışını anlatmış. Ayıcık şarkı söylerken bülbüller, kanaryalar bile susarmış.  Geçen günlerle birlikte orman hayvanlarından pek çok taraftar toplamış. Annesini vuran avcıları taraftarlarına yakalatmış. Onları korsanlardan kalmış demir parmaklıklı bir mağaraya hapsetmiş.  Uzun yıllar mağaranın önünde nöbet beklemiş. Annesini geri getiremezmiş ama bu avcılar cezasını çekmeliymiş. Zamanla avcılar ölüp gitmiş. Ayıcık kocaman bir ayıymış artık ve iki yavrusu olmuş. Yavrularını büyütürken, avcıların acımasız olduğunu ve onlardan sakınmak gerektiğini bıkmadan anlatmış.
Bizim ayının sonu annesinin sonu gibi avcıların elinden olmuş. İki yavrusuyla birlikte yaban armudu yemeye gidiyormuş ki, avcılar onu görmüş. Avcıların attığı kurşunlardan kurtulamamış ve son sözleri, yavrularım, ah yavrularım, olmuş. Yavruları yakalayan avcılar, onları ayıcılara satmış. Ayıcılar, yavruları altında ateş yanan kızgın saç üzerinde yürüterek eğitmeye başlamışlar. Onları sopayla döverek boyun eğdirmişler. İki yavru büyüdüklerinde burunlarında birer zincirli demir halka varmış. Zincirin ucu ayıcının elindeymiş. Ayıcı zinciri çektiğinde can acısından bağırırlar ve seyirciler de gülermiş.

-----------------------------------------------------------
YEŞİL AYICIK  
Yeşil ayıcık uzaydan gelmiş. Dünya onun  bilmediği bir yermiş. Uçan dairesini bir dağın yamaçlarına indirmiş. Bu dağ Uludağ'mış. Uludağ'da gezmiş, dolaşmış. Ağaçları, çiçekleri görmüş. Çimenlere uzanmış, yatmış. Şarkılar söylemiş. Çok mutluymuş. İyi ki, bu gezegene indim, diye düşünmüş. Burası ne güzel yermiş. Havası, suyu ve toprağıyla dört dörtlükmüş.
Yeşil ayıcık daha sonra uçan dairesine binmiş. Bursa semalarında bir süre uçtuktan sonra, Marmara Denizi'ne doğru yönelmiş. Orada gemileri, kayıkları görmüş. Uzaklarda bir plaj varmış. Bu plajda insanlar denize giriyorlarmış. İyice alçalmış, insanlara selam vermiş, el sallamış. İnsanlar da ona selam vermişler, el sallamışlar. Denizin üstüne inecekmiş ki, bip bip sesini duymuş. Annesi arıyormuş. İnmekten vazgeçmiş ve hızla yükselerek geldiği gezegene doğru yola çıkmış.

-----------------------------------------------------------
İPEK BÖCEKLERİ VE CEVDET
İpek böceği dut yaprağı yiyerek büyür, gelişir. Daha sonra kozasını örer ve bu kozadan kelebek olarak çıkar. Onların bu özelliğini bilen on iki yaşındaki Cevdet ipek böceklerinden kendisi için, büyük bir koza örmelerini istedi. Kozanın içinde değişim geçirerek kelebek olacaktı. Yüce dağdaki sarp ve yalçın kayalıklardan kartal yumurtası bulup getirecekti. Kartal yumurtasının üstüne delik açarak, buraya sokup çıkaracağı öğretmen kalemleri öğrencilere 10, 20 yerine 30, 40 verecekti.
Örneğin, matematik dersi sınavında öğrenci soruyu doğru yorumlamış, işlem de doğru ama sonucu yanlış bulmuş. Bu durumda öğretmen öğrencisinin bilgisini ve çabasını gözardı etmeyecek ve 10 puanlık soruya hiç olmazsa 5 puan verecekti. O sorudan 5 puan bu sorudan 3 puan derken, öğrenci 40 alırsa , bir diğer sınavda 50 - 60 alıp o dersten geçme şansını yakalar. Gayrete gelir çalışır. Ama 10 alan öğrenci, nasıl olsa bu dersten geçemem deyip o derse çalışmaz. Bu durum bilgi kaybına neden olur.  Cevdet'ten bunları dinleyen ipek böcekleri birkaç saat içinde büyük bir koza ördüler. Cevdet ertesi gün kozadan kelebek olarak çıktı ve yüce dağdan bir kartal yumurtası bulup getirdi. Daha sonra kartal yumurtasına batırdığı tükenmez kalemleri sınıf arkadaşı Ali'ye verdi ve kalemleri öğretmenler gününde okuldaki öğretmenlere armağan etmesini istedi. Kelebek Cevdet eğitimdeki büyük bir sorunu çözmüş olmanın verdiği keyifle bir daha dönmemek üzere gökyüzüne doğru kanat çırparak uçtu, gitti.

-----------------------------------------------------------
SERDAR BEY+ÇİLEK=BÖBREKTE KUM 
Serdar Bey akşamüstü kırtasiye dükkanını kapamış, evine dönerken pazardan 1 kg. mis kokulu çilek aldı. Yolda birkaç kere çileklerden yemek istedi fakat etrafta insanlar olduğu için yiyemedi. Akşam yemeğinde çilek yedi sonra yattı, uyudu. Gece yarısı uyandı, sağ ayağı kasılıyordu. Sol tarafındaki böbreği ağrıyordu. Sabahı zor etti ve hastaneye gitti. Doktora gece olanları kısaca anlattı.
Doktor:  " Dün akşam çilek yedin mi? " diye sordu.  Serdar Bey'in kafasına dank etti. Zalim çilek, diye düşündü. Demek sabaha kadar çektiğim acının sebebi çilekmiş:  " Evet yedim, dedi. Ama bir daha yemem. "
Doktor reçete yazdı. Ağrı kesici iğne verdi. İğne, Serdar Bey'in böbrek ağrısını ve sağ ayak kasılmalarını yok etti.
Aradan 12 yıl geçti. Serdar Bey bu sürede çilek yemedi. Çileğin mis kokusuna aldanmadı. Onun üstünde mikroskobik kumların olduğunu hiçbir zaman unutmadı. Sağlığına önem veren herkesten kesinlikle çilekten uzak durmalarını istemeyi ihmal etmedi. Yılda 3-4 defa çilek yemedi diye bir şey kaybetmedi.

-----------------------------------------------------------
BATAKLIKTA KURBAĞA ARAYAN LEYLEK
Bataklıkta kurbağa arayan bir leylek varmış. Günlerini kurbağa aramakla geçirir ve yakaladığı kurbağayı yutarmış. Kurbağalar, bakmış olacak gibi değil, gün gelir bu leylek bizi de yutar ve bataklıkta kurbağa bırakmaz diyerek aralarında bir toplantı yapmışlar.  Toplantıda bilge kurbağanın fikri öne çıkmış. Bataklığın derinliklerinde yaşayan zehirli kurbağaya rica edilecek ve leylek tarafından yutulması istenecekmiş. Leylek zehirli kurbağayı yutunca hayatı sona erecek ama diğer kurbağalar kurtulacakmış.
Bilge kurbağa ve birkaç kurbağa giderek zehirli kurbağayı bulmuşlar ve olanları anlatmışlar. Eğer bu fedakarlığı yaparsa kurbağaların kendisini hiç unutmayacaklarını ve adını altın harflerle bataklıktaki ağaçlara yazacaklarını söylemişler.
Bunun üzerine zehirli kurbağa:  " Dediğinizi yapmazsam yıllar sonra beni kimse hatırlamaz mı? " diye sormuş.
Bilge kurbağa:  " Tabi hatırlamaz. Ancak kahramanlar hatırlanır. Dediğimizi yapmazsan unutulur gidersin. "
Zehirli kurbağa:  " Ben unutulmak istemiyorum. Kahraman olmak istiyorum. " demiş ve arka ayakları üstünde doğrulup göğsünü şişirmiş ve leyleğin yanına gitmiş. Leylek onu görmüş ve yakalayıp yutmuş. Böylelikle leyleğin de zehirli kurbağanın da hayatı son bulmuş.  Bataklıktaki kurbağalar, zehirli kurbağanın adını altın harflerle ağaçlara yazmışlar. Aradan yıllar geçmesine karşın unutmamışlar. Adını hep Kahraman Kurbağa olarak hatırlamışlar.

-----------------------------------------------------------
YAVRU AYI TOMBİK
Ayının biri üçüz yavrulamış. Son doğan yavrunun adı Tombik'miş. Bir ay geçmiş, iki ay geçmiş Tombik'in boyu kardeşlerinin yarısı kadarmış. Anne ayı bakmış Tombik büyümeyecek yavrusunu terk etmiş.  Tombik'i ormanda ağlarken gören bir geyik onu sahiplenmiş. Sütüyle beslemiş, annelik yapmış. Geçen yıllarla birlikte Tombik büyümüş, kocaman bir ayı olmuş. Bu arada geyik yaşlanmış ve eskisi gibi hızlı koşamaz olmuş.
Bir gün geyik ayılara yakalanmış. Bu ayılar, Tombik'in annesi ve büyümüş olan iki kardeşiymiş. Geyik bağırmış, Tombik'ten yardım istemiş. Tombik hızla gelerek kendisini besleyip büyütmüş olan geyiği kurtarmış.  Bunun üzerine anne ayı yıllar önce terk ettiği yavrusunu tanımış:  " Tombik, sen misin yavrum? Ben senin annenim. Bak bunlar kardeşlerin. Geyiği bırak da kendimize ziyafet çekelim. "
Tombik:  " Evet, ben Tombik'im. Sen de beni yıllar önce terk eden annemsin. Beni bu geyik buldu. Sütüyle besledi, büyüttü. Bana iyi bakın, onu size yedirmem. "
Anne ayı:  " Benim güzel oğlum, ben seni terk etmedim, ormanda kaybettim. Sonra çok aradım ama bulamadım. "
Tombik:  " Çok mu aradın? Onun için defol git, gelme peşimizden diyordun. "
Anne ayı:  " Tombik, ben senin annenim, seni ben doğurdum. "
Tombik:  " Doğru, doğurdun ama beni bu geyik büyüttü. Doğuran mı, büyüten mi dersen, ben büyüten diyorum. "
Anne ayı, Tombik'in geyiği bırakmayacağını anlamış ve iki yavrusuyla oradan uzaklaşmış. Tombik yaşlı geyiği kucağına alarak barınak olarak kullandıkları mağaraya götürmüş.

-----------------------------------------------------------
KARTALLAR ÖRDEK OLMAZ 
Ördekler, daireler çizmişler, aralarında oyunlar oynarlarmış. Bu oyunların kendilerine yararı çok, başkalarına zararı yokmuş. Gün gelmiş bir ördek çıkmış, diğer ördekleri bir oyun oynamaya zorlamış. İlk anda taraftar toplamış ama pek çok ördek bir oyun oynamaya razı gelmemiş. Sonra kavga çıkmış. Tek tekçi ördek kararında diretmiş. Zamanla taraftarları çoğalmış. Kavgalarda galip gelen taraf olmuş. Ünü giderek yayılmış.  Tek tekçi ördekten sonra pek çok ördek onun tahtına oturmuş ama bunlar tek tekçi ördeğin reklamını yapmışlar, onu övmüşler, göklere çıkarmışlar.
Aradan yüzyıllar geçmiş. Bir gün ördekler bir kartalı yakalamışlar ve boyun eğdirmeye çalışmışlar. Ayaklarına pranga vurmuşlar. Kartal bir oyunun zararını, çok oyunun yararını bıkmadan ördeklere anlatmış, durmuş.  Ördekler, kartalın fikirlerini alkışlıyorlarmış ama nedeni bilinmez bir şekilde bir oyun kuralına bağlı kalmışlar.  Yıllar sonra ördekler, kartallar ördek olmaz diyerek gitmesi için, onun ayaklarındaki prangaları sökmüşler.

-----------------------------------------------------------
KORKAK ASLAN
Kral aslan çok korkakmış. Çevredeki ormanların kralları elçi göndererek savaş çıkaracaklarını söyleyip altın isterlermiş. Korkak kral da, aman, savaş çıkmasın, barış içinde yaşayalım, deyip istenen altınları gönderirmiş. Yapılan antlaşma bir yıl sürermiş. Süre sonunda bir elçi gelir ve yeniden anlaşmak için altın istermiş. İstenen altının dozu giderek artmış ve beş bin, on bin altını bulmuş. Hazinedeki altınlar giderek azalmış.  Kral aslan vezirlerini toplamış ve soruna çözüm aramaya başlamış. Vezirlerin ortak görüşü, sorunu kurnaz tilkinin çözeceği şeklindeymiş. Kurnaz tilki saraya davet edilmiş, olanlar anlatılmış.
Kurnaz tilki:  " Sayın kralım, beni baş vezir yaparsanız sorunu kısa zamanda çözerim. " demiş.
Kral aslan:  " Yeter ki savaş çıkmasın, altınlar bitmesin de ne istersen yap. Kurnaz tilki şu andan itibaren baş vezirimsin. Tam yetkiyle işe başla. "
Baş vezir tilki saraydan çıkıp gitmiş. Bir kaç saat sonra döndüğünde yanında uzun yeleli bir aslan varmış. Bu aslanı tahta oturtmuş ve gelirken verdiği talimatı aynen uygulamasını istemiş. Elçiler, salona alınmış ve onlar savaş tehdidiyle yüksek miktarda altın istemişler ama dublör aslan bağırıp çağırmış. Kalabalık bir ordu kurduğunu, savaş istediğini ve eğer canları tatlıysa  on biner altın getirmelerini ihtar etmiş: " Yoksa ordumla gelirim ve taş üstünde taş bırakmam. " demiş.  Koşar adım salondan çıkan elçiler, birkaç gün sonra on biner altın vererek birer yıllık barış antlaşması imzalamışlar. Olanları gizlice yan odadan izlemekte olan korkak kralın neşesine diyecek yokmuş. Dublörünü yüksek bir maaş karşılığında işe almış ve uzun yıllar onun gölgesinde krallığını sürdürmüş.

----------------------------------------------------------------

MAVİ YARASA
Çok büyük bir mağarada milyonlarca yarasa yaşıyormuş. Bu yarasalar, gündüzleri mağara tavanına tutunarak uyurlar, hava karardıktan sonra, mağaradan çıkıp yiyecek ararlarmış. Doğada yiyecek bol, meyveler, yemişler, dala konmuş böcekler, havada uçuşan sinekler, kelebekler, arılar. Yarasalar, sabaha karşı, mağaralarına dönerlermiş. Bu böyle günlerce, aylarca, yüzyıllarca devam etmiş.
Yarasalar, fikir üstüne fikir eklemeyi bilmezlermiş. Kendilerine yavruyken öğretilen fikirler varmış ve bunlara göre hareket etmeleri istenirmiş. Şu şöyle olmasa böyle olsa demek yasakmış. Şuradaki iki durum birbiriyle çelişiyor demek yasakmış. Yasaklara uyarlarmış çünkü özgün düşünme yetenekleri varmış ama kullanmamaları öğütlenirmiş. Pek çoğunun bu yetenekleri kullanılmadığı için körelmiş.
Bir genç yarasa varmış ki, bambaşka duygular içindeymiş. Geçmişten gelen, bugünü karartan, geleceği yok etmeye hazırlanan eskimiş fikirlerden hoşlanmıyormuş. Zamanla taş eskiyormuş, neden fikirler eskimesinmiş. Yarasalar, genelde siyah renkli olurlar ama kahverengi, beyaz ve sarı renkli olanlar varmış. Genç yarasa mavi renkliymiş. Mavi yarasa bu özelliğiyle diğer yarasalardan ayrılıyormuş.
Mavi yarasa aylar boyunca düşüncelerini diğer yarasalara anlatmış. Zamanla söyledikleri kabul görmeye başlamış. Mavi yarasa onların gündüzleri de mağaradan çıkmasını istiyormuş.
Bir gün öğleye doğru milyonlarca yarasa mağaradan dışarı çıkmış. Ne demek yarasa sadece gece uçarmış. İşte gündüz de uçuyormuş.  Yarasalar, o gün, mavi yarasanın önderliğinde güzel bir gün geçirmişler. Ortalık günlük güneşlik ve aydınlık, karanlıkta bir şey göreceğim diye gözlerini kısmak yokmuş, beynini büzmek yokmuş. Basmakalıp düşüncelerle donanıp mavi yarasayı üzmek yokmuş.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım


 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Mutluluğun Sırrı Nedir ?

 

Bu gün mutluluğu ele alacağız. Hislerimizin karmaşık ve çözülmesi zor olup olmadığına şöyle birlikte zevkli bir inceleme ile bakacağız.

 

Her birimiz bir ülkede ve bu ülkede yaşayan bir ailede doğmaktayız, ne hoştur ki kimse doğacağı yeri, bedeni, ailesini vs. seçmemiş olduğu aşikar, belkide seçsek mutlu olurduk, mu acaba ?

 

İçinde yaşadığımız kültürün bizlere katmış olduğu davranış, yaşama biçimi, ahlak kuralları vs. bir yazılım gibi her kültürde farklılık göstermektedir.

Kimi toplumlarda çocuk evlilikleri normal iken bir diğerinde tabudur, bir toplumda uyuşturucu kullanmak problem değil iken bir diğerinde ise bir tabu ? gibi gibi bir sürü örnekler saymak mümkün.

 

Mutluluğu elde etmek istiyor isek öncelikle mutluluğun ne olduğunu analiz etmemiz gerekiyor ve bunun zıttı olan mutsuzluğun ne olduğunu.

 

Mutluluk nedir ?

 

Mutluluğun bildiğim yada sandığımız farklı çeşitleri mevcut, bunlardan birisi bir çok toplumda ve kültürde aşılanan bir takım sonuçlar doğrultusunda elde edeceğimizi sandığımız tercih sebebi olan bir "ruh halidir", örneğin iyi bir iş sahibi olmak, iyi bir aile sahibi olmak, saygın birisi olmak vs. Toplumda üstün bir yer edinmenin bizi mutlu edebileceği düşüncesi zaman zaman aklımızı kurcalamaktadır.

 

Bir diğeri ise kişinin kendi içerisindeki şartlanmaları ile elde etmeyi hedeflediği ruh hali, örneğin bir telefon almak, hoşlandığı kişi ile birlikte olmak, iyi para kazanmak, saygı duyulmak, güçlü olmak, iyi bir iş sahibi olmak, şan şöhret itibar sahibi olmak vs.

 

İnsanlar arzuları doğrultusunda bir takım arzularını elde ettiklerinde yaşadıkları haz ve mutluluk hali için bir çok şeyi feda ederek koşmaktadırlar, birisi daha iyi bir işte çalışmak için sürekli ders çalışır çabalar ve bunun karşılığında beyninin yaptığı alacağı hazza vereceği çaba zaman değer mi hesaplaması neticesinde kişi motive olur, bir diğeri daha çok para kazanmanın onu mutlu edeceğini düşünebilir, örneğin bunun yüksek derecelerinde büyük soygunlar planlayan insanlar, elde edecekleri para doğrultusunda haz alıp mutlu olacaklarını düşünürler. Haz almayacak ve mutlu hissetmeyecek isen bir şey için çabalamanın anlamı ne ki ?

 

Toplumumuza baktığımızda çok iyi işlere sahip zengin insanların dahi mutsuz olduklarını görmekteyiz, hep daha fazla para kazanıp hep daha fazlasını istiyor ve bir türlü sonuna ulaşamıyor ve sonu gelmeyen bir çıkmazın içinde hep daha fazlasını arzuluyorlar, buradan anladığımız bir türlü tatmin olmayan bir haz arayışı içerisinde oldukları için mutlu olamıyorlar, çünkü bir türlü o hazzı sonuna kadar alamıyorlar. Steve Jobs'un ölmeden önce yazdığı mektupta belirttiği üzere "Çocuklarınızı zengin olması için eğitmeyin, onları mutlu olmaları için eğitin" Anlaşılan o ki bu insanları çok zengin olmak ve büyük paralar kazanmak mutlu etmiyor ve pişmanlıklar içerisindeler.

 

Ünlü rock yıldızları dahi mutsuzluktan intihar ediyorlar örneği yakın zamanlardaki Linkin Park'ın solisti Chester Bennington gibi ve "One More Light" adlı parçasında bize söylediği "Ama ne kadar denersem deneyeyim, hiçbir anlamı olmuyor. Tek bildiğim şey, zaman denen kavramın ne kadar değerli olduğu. Gerçek dışı gibi, ama saat ilerledikçe hayatı da peşinde götürüyor / Milyonlarca yıldızın bulunduğu bir gökyüzünden, bir ışık daha sönse kimin umurunda olur ki?" Anlaşılan o ki, Şan, Şöhret, İtibar da insanı mutlu etmiyor ki yaşamak istemiyorlar çünkü bir türlü o eksiklik dolmuyor bir türlü mutluluğa ulaşılamıyor.

 

Ne ola ki bu mutluluk, bir hapı falan olsa da alsak mutlu olsak ?

 

Anladığımız üzere "Ruh Hali" dediğimiz bu durum para veya her hangi bir şey ile satın alınamıyor, mutluluğu elde etmek için şan şöhret para mal mülk itibar vs. yetmiyor, yetseydi eğer bu insanlar mutlu olurdu, belkide mutluluk tek bir şeyden değilde farklı şeylerin kombinasyonundan meydana gelebilir mi acaba ?

 

Bir işte çalışıyoruz, çalışmamız gerektiğini düşünüyoruz çünkü bazı ihtiyaçlarımız var, ev kiramız, faturalarımız, almak istediğimiz eşyalar vs. Bir evimiz olmalı faturalarımızı ödeyebilmeliyiz ki rahat bir şekilde yaşayabilelim, bir şeyler satın alabilelim ki belki hayatımızı kolaylaştırdığı için mutlu olalım.

Örneğin kişi bir araç istiyor veya bir ev, ardından bu evi arabayı almak için müthiş bir çaba gösteriyor ve bir süre sonra elde ediyor, ilk zamanlar bu başarının hazzını yaşıyor ve zaman içinde bu hazzın kaybolduğunu görüyoruz, ne alırsak alalım neyi elde edersek edelim bir süre sonra hazzı yok oluyor, bir Steve Jobs'un tonla parası olmasına rağmen hazla dolup sürekli mutlu olamaması, bir Cheester'ın ona tapan hayranlarının olması el üstünde tutulması dahi bu arzuları doyuramıyor, sanki kısır bir döngünün içerisinde yaşıyoruz, sürekli arzularımızın peşinde koşturuyor onları elde ediyor bir süre hazzını yaşıyoruz ve sonra o haz kayboluyor, işin ilginç tarafı artık o arzumuzda yok olmuş oluyor, yani aldığımız ev ve araba dahi bir süre sonra hazzını kaybediyor ve yeni bir şeye yönelmemize sebep oluyor, hoş kredilerle aldığımız ev ve arabalar bu borcu nasıl ödeyeceğiz diye düşünmekten veya bir takım endişelerden ötürü o kısa hazzı da yaşayamamıza neden oluyor.

 

Belkide "Mutluluk" bir şeyleri elde etmek değildir, insanların bize karşı saygı göstermeleri hayran olmaları vs. bizi mutlu etmiyor, etseydi bu insanlarda mutlu olurdu, belki mutluluk bu haz değildir, belkide her seferinde tamamen dolamıyoruz tıpkı boş bir kap gibi, bu kabın içerisine araba ev şan şöhret para ıvır zıvır vs. giriyor kısa bir haz veriyor ve sonra elimizde yine bomboş bir kap kalıyor. Her seferinde boş bir tas ve adam soruyor bu hayatın anlamı ne mutlu olamıyorsam yaşamamın anlamı ne ?

 

Bizler bu ünlü isimler gibi bir çok arzuyu elde etmediğimiz için belki farkına varamayacağız ama onlardan pekte farklı değiliz, hepimiz aynı bedenlerde farklı algılarda fakat aynı şeyin peşinde koşuyoruz "HAZ".

 

Aslında karmaşık değilde belkide çok basit makinelerizdir, "Haz" olana koş, haz olmayan acı verenden kaç, tıpkı haz var ve haz yok, ikilik sistem gibi var ve yok, 0 ve 1 gibi, önümüzdeki bilgisayarlardaki bu devasa evrenin yapı taşı sadece var ve yoktan ibaret 0 ve 1, ying ve yang gibi, iyi kötü, siyah beyaz vs. her şeyin bir zıttı var, haz ve acı gibi.

 

Bu haz ve acı ikilisinin çeşitli kombinasyonları neticesinde haz almak için para kazanmak istiyor, bu parayla bir şeyler satın almak veya itibar kazanmak, saygı duyulmak gibi çeşitli kombinasyonlar oluşuyor ve neticesinde temelimiz yine haz almak oluyor, fakat ne kadar haz almak istesekte boş bir tastan bir farkımız yok.

 

Belkide mutluluk bir şeyler almakla elde edilmiyordur, belkide bu ilizyonun içinde, çarkta dönen hamsterlar gibi sadece olduğumuz yerde koşturuyor ve bir süre sonra koşmaktan çatlıyor ve ölüyoruz. Çünkü asla dolamıyor ve asla mutlu olamıyoruz.

 

Belkide bizi mutlu edeceğini sandığımız şeylerde yanılıyoruzdur...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

KIRMIZI BALIK MEGA             
Büyükçe bir bahçenin ortasında küçücük bir havuz. Bu havuzda minicik bir balık. Kırmızı balık Mega. Onun hikayesi inanıyorum ki, pek çok okuru derinden etkileyecektir. Sarsılmaz bir iradesi vardı Mega’nın, taş gibi. Asla yolunu şaşırmadı. Ayrıca mangal gibi yüreği vardı, korkusuzdu. Haksızlıkları gördüğü anda resmen patlardı. 
Mega bir gün yüzerken aniden irkildi. Şimşek hızıyla başını çevirdi. Kendisini seyreden kediyi görünce duraladı. Böylesine kocaman bir kediyi ilk kez görüyordu:  “ Ne o, korktun mu balıkçık? “ dedi kedi. 
Bunun üzerine Mega:  “ Senden korksaydım dibe dalardım, ama ben öyle yapmadım. Demek ki, korkmamışım. “ 
“ Vay canına! Dilin ne kadar uzunmuş senin. “ 
“ Önce sen sataştın. İlk saldırı hakkı senin. Haydi, bekliyorum, atla suya. “ 
“ …… “ 
“ Neden sustun? Dilini mi yuttun? Konuşsana! “ 
“ Sonra konuşuruz. Çok acıktım! Ben gidiyorum. “ 
Kedi havuzun az ilerisindeki bir ağacın altına gitti. Kafasını kaldırıp yukarı baktıktan sonra ağaca tırmanmaya başladı. Hedefi kuş yuvasıydı. Mega kedinin niyetini anladı. Yuvada yavru kuşlar vardı. Daha uçamıyorlardı. Onları ancak anneleri kurtarabilirdi, ama o da görünürde yoktu. Besbelli yavrularına yiyecek bulmak için gitmişti. Belki yakında olabilirdi. Mega avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı:  “ Anne kuş, yetiş, yavruların tehlikede. Kedi onları yiyecek. Yetiş anne kuş, yuvaya gel. Yavruların tehlikede. “ 
Mega’nın feryadını anne kuş duydu. Bir kurşun hızıyla uçup yuvasına çöreklenmiş yavrularını yemekte olan kediye saldırdı. Kedi boş bulundu, saldırıyı karşılayamadı ve ağaçtan aşağı düştü. Anne kuş, kedi  ağaca tırmanırken, yavrularından önce birini, daha sonra diğerini havuzun kenarına indirdi. Yuvada kalan yavru cansız yatıyordu. Dördüncü yavru ise, ortada yoktu. Demek ki, kedi onu yemişti.  Aynı anda anne kuş iki yavrusunu ayaklarıyla kucaklayıp havalandı. Zorlukla uçuyordu. Bazen ağaçların dallarına çarpıyor, yavrularıyla birlikte yere düşüyordu. Kedi  peşlerindeydi. Mega, anne kuşun iki yavrusuyla uçup gidemeyeceğini anladı: “ Anne kuş, yavrularından birini havuza at. Ben onu kurtarırım. Sen ötekini emin bir yere götür, sonra gelip buradakini alırsın. Bırak birini, haydi, havuza bırak. “ 
Anne kuşun başka çaresi kalmamıştı. Mega’nın dediğini yaptı. Biraz alçalıp yavrularından birini havuza attı ve uçup gitti. Mega yavru kuşu sırtına bindirdi. Yavru kuş kurtulmuştu. Emin ellerdeydi, Mega’nın ellerindeydi. Kedi ağır adımlarla havuzun kenarına geldi:  “ Onu hemen bana vereceksin! Sallanma çabuk ol! “ 
“ Öyle yağma yok. Alabilirsen  gel kendin al. “ 
“ Yoksa bana karşı mı geliyorsun? “ 
“ Çarşı da gelirim, karşı da gelirim. Ben her türlü haksızlığa karşıyım, çünkü benim adım Mega. “ 
“ Mega, haksızlık dedin, kim yapmış haksızlığı? “ 
“ Kim yapacak, tabii ki sen. Biraz önceye kadar şu karşıdaki ağaçta bir kuş yuvası vardı. Yuvada dört yavru kuş vardı. Günahsızdılar. Cıvıldaşıyorlardı. İkisini sen yok ettin, biri burada, birini anne kuş gö türdü. Anne kuşun yavrularını kurtarmak için yaptığı amansız mücadeleyi çaresizlik içinde seyrettim. Ne istedin onlardan bilmem ki? “ 
“ Ama ben karnımı doyurmak zorundayım. Kuş yavruları benim için sadece birer yiyecek. Senin duygusallığın hiçbir şey ifade etmiyor. Ağaca çıkıyorum ve kuş yavrularını yiyorum, mesele bu kadar basit. “ 
“ Peki, ben şimdi üzüntü içindeyim. Anne kuşun durumunu sorma. O, herhalde kahroluyor. Yanında götürdüğü yavrusunu bırakıp sırtımda gördüğün şu garibi kurtarma telaşesi içinde. Yavrucuğun kalbi nasıl da küt küt atıyor. Bu seni hiç etkilemiyor, yani duygusuzsun. Yavru kuşu sana versem yersin değil mi? “ 
“ Aman Mega, ne demek? Yavruyu çıtır çıtır yerim. Hele havuzun kenarına sokuluver. İzin ver seni de yiyeyim be Mega. “ 
Kedinin sözleri üzerine Mega gülümsedi. Her şey o kadar basitti ki. Açıklaması çok kolaydı. Biraz zeka gelişimi bunun için yeterliydi. Mega kendi kadar ağır olan yavru kuşu sırtında taşımaktan yorulmuştu. Geçen her dakika bir saat kadar uzun geliyordu. Anne kuş neredeydi? Niçin gelmiyordu? Mega yavru kuşla birlikte bir batıp, bir çıkmaya başladı. Yavru kuş su yutuyordu, boğulacaktı. Mega onun kaçıp gidebileceğini düşündü:  “ Yavru kuş, seni havuzun kenarına bırakacağım. Kanatlarını çırp, uçmaya çalış, koş, kaç, canını kurtar, olur mu? “ 
Yavru kuş olur anlamında başını salladı. Mega onu havuzun kenarına bıraktı. Yavru kuş fırladı, uçamıyordu ama kaçıyordu. Kedi sevinç çığlıkları atarak yavru kuşun peşine takıldı. Yavru kuş, birden durdu, geriye döndü. Kanatlarıyla yerdeki taşı alarak üstüne doğru gelmekte olan kedinin kafasına tüm gücüyle savurdu. Taş, kedinin kafasına geldi. Canı yanan kedi yavru kuşun peşini bırakıp oradan uzaklaştı. Mega şaşkın bir halde bu cesur yavru kuşu alkışlarken, anne kuş gelerek yavrusunu alıp gitti. 
Kedi bir hafta ortalıkta gözükmedi. Bir öğle vakti tavuklar bahçede yem yiyorlardı. Mega bahçe duvarı üstünde kediyi görünce bağırmaya başladı:  “ Kedi geldi. Çabuk kaçın tavuklar, kümese kaçın. Canını seven kaçsın. “ 
Biraz sonra kümese giren tavuklar kapıyı içeriden sürgülediler. Kedi duvardan atlayıp havuzun kenarına geldi:  “ Sen ne biçim balıksın? Hiç utanma yok mu sende? Niye yaygara yapıyorsun? Kedi gelmişse ne olmuş? “ 
“ Kes gürültüyü pis kedi. Asıl utanmaz sensin. Kuş yavrularını ben mi yedim? Gözün tavuklarda ama bana iyi bak, tavukları yutturmam sana: “ 
“ Tavuk eti sevmem ben. Hem o kuş işi geçen seneydi. “ 
“ Ne geçen senesi? Daha bir hafta oldu. Arsız olduğun kadar yalancısın da. Bas git buradan. “ 
Mega oldukça ağır konuşuyordu ama kedi bunu hak etmişti. Onun gibilere başka türlü davranılamazdı. Rüzgar ekersen, fırtına biçerdin. Eğer Mega kedinin yaptıklarına göz yumsa, daha alt perdeden konuşsa, kedi Mega’yla alay ederdi. 
Kedi uzunca bir sopa alarak havuzun dibindeki tıkacı çıkardı:  “ İntikam için dönmüştüm. Sonun geldi Mega. Seni kimse kurtaramaz. “ 
Mega kendini koy vermedi. Canla başla giderden uzak durmaya çalıştı, var gücüyle ters yöne yüzmeye çabaladı. Havuzdaki su giderek azaldı. Mega’ya yardım edilemez miydi? 
“ Edilir, neden edilmesin? Mega kurtarılsın. “ 
Dünyanın dört bir yanındaki yağmur bulutları gökyüzünde toplandı ve yağmur yağmaya başladı. Yağmur damlaları birbirleriyle yarış ediyordu. İlk damlalar beton zemine çarptığında havuzda su kalmamıştı. Mega can çekişmekteydi. Zaman geçtikçe su seviyesi yükseldi. Mega nefeslendi, rahatladı, gücü yerine geldi. Mega’nın kurtulduğunu görmek, kediyi çileden çıkarmaya yetmişti. Sopayla Mega’ya vurmaya başladı. Bir iki derken, ayağı kaydı kedinin ve havuza düştü. Mega kedinin üstüne atıldı. Canavar kedi, planın geri tepecek dedikten sonra sopanın ucundaki ipi kedinin boynuna dolayıp sopayı gidere iyice soktu. Suyun içinde nefessiz kalan kedi  can verdi. Yaptığı kötülükler yanına kar kalmamıştı. Giderdeki sopa su kaçağını çok aza indirince yağmur yavaşladı. Yarım saat sonra bahçeye çıkan ev sahibi Kerem Bey havuzun içindeki kediyi gördü. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemez bir halde ağzını açıp öylece bakakaldı. 

SON

Yazan: Serdar Yıldırım 

Kırmızı Balık Mega -  Serdar Yıldırım - Sıradışı Yayıncılık - Yayın Yılı: 2011 - 16 sayfa

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...