Jump to content

Günlerin Köpüğü; Boris Vian...


raskolnikov

Önerilen Mesajlar

- Valla... dedi Chick, ona Jean-Sol Partre'ı sevip sevmediğini sordum,

o da bana kitaplarının koleksiyonunu yaptığını söyledi... Ben de ona: «Ben de»

dedim. - Bundan sonra ona ne söylediysem o her keresinde bana: «Ben de» diye

cevap veriyordu... Ben de öyle yapmaya başladım... Sonra, sonunda, varoluşçu

bir deney yapmak için ona: «Sizi çok seviyorum» dedim, - o da: «Nee?!!»...

dedi.

 

- Böylece deney de suya düştü, dedi Colin.

 

- Evet, dedi Chick. Ama gene de hemen gitmedi. O zaman: «Ben bu

taraftan gidiyorum» dedim, - o ise - «Ben o taraftan gitmiyorum» dedi, - ve

sonra ekledi: - «Ben bu taraftan gidiyorum.»

 

- Harika bir şey bu, diye niteledi Colin.

 

- O zaman da ben: «Ben de» dedim. Bundan sonra o nereye gitse ben de

oraya...

 

- Peki nasıl bitti bu hikaye? dedi Colin.

- Valla... dedi Chick. Yatma saati gelmişti...

 

Boğuluyordu Colin, kendine gelebilmesi için yarım litre Bourgogne

şarabı içmesi gerekti...

 

- Yarın onunla buzda paten kaymağa gideceğim, dedi Chick. Nasıl olsa

pazar. Sen de bizimle gelsene? Daha az kalabalık olur diye sabah gideceğiz.

Biraz canımı sıkıyor bu iş, diye de ekledi, çok kötü paten kayarım, ama

Partre'dan konuşuruz hiç olmazsa.

 

- Gelirim, diye söz verdi Colin. Nicolas'yla gelirim... Belki başka

yeğenleri de vardır.

 

XXVIII

 

Sokağın başından beri, halk, Jean-Sol'un konferans vereceği salona

girebilmek için itişip kakışıyordu.

 

Herkes, basılan binlerce sahte davetiye yüzünden sıkı bir kontrol

yapmak üzere dizilmiş görevliler kordonunu aşabilmek için akla gelen bütün

kurnazlıkları uygulamaya çalışıyordu.

 

Bazıları cenaze arabasıyla geliyordu, ama polisler uzun çelik

mızraklarını tabuta daldırıyor ve içindekini bir daha çıkmamacasına tahtaya

mıhlayıveriyorlardı. Böylece ölüyü tabuttan çıkarma gereği ortadan kalkıyor ve

bu da cenaze törenlerini bir hayli kolaylaştırmaya yarıyordu; fakat bu arada,

olan mezarlığa giderken yanlışlıkla yolları oraya düşüp delik deşik edilen

sahici ölülere oluyordu. Başkaları özel uçaklardan paraşütle atlıyorlardı (ve

hava alanında uçağa binmek için kavgalar olmaktaydı). Böyle yapanları, bir

yangın söndürme mangası hortumlarından çıkan suyla daha havada nişanlayarak,

yollarını değiştirip Sen nehrine düşürüyorlar ve zavallılar orada

boğuluveriyorlardı. Daha başkaları da lağımlardan gelmeyi deniyordu. OOnları

da, tam çıkacakları anda, polisler altı demir pençeli ayakkabılarla ellerine

basarak itiyor ve işin geri kalan kısmını lağım farelerine bırakıyorlardı.

Fakat hiçbir şey bu taraftarları önlemeye yetmiyordu. Açıklamamız gerekir ki

boğularanlar ve hala inatla uğraşanlar aynı kişiler değildi elbette, ve

uğultu, bulutların üstünde boğuk bir şekilde yuvarlanarak taa gökucuna kadar

yükseliyordu.

 

Yalnız saf Partre'cıların, haberlilerin, yakınların ellerinde

sahtelerinden kolayca ayırdedilebilen davetiyeler vardı. Ancak bunlar, evlerin

kıyısında hazırlanmış ve her elli santimde bir el-freni biçimine girmiş gizli

polisler tarafından korunan, dar bir geçitten geçerek içeri girebiliyorlardı.

Her şeye rağmen de sayıları oldukça kabarıktı ve daha şimdiden dolmuş olan

salon, her geçen saniye, yeni gelenleri birbiri ardından barındırmaya

zorluyordu.

 

Chick daha bir gece önceden gelmişti. Kapıcıyı kandırıp yerini almak

ona çok tuzluya mal olmuştu, bunu da tam anlamıyla becerebilmek için yalnız

para vermekle kalmayıp adı geçen bu kişinin bir bacağını da kriko koluyla

kırmak zorunda kalmıştı. İşin ucunda Partre olunca, dublözonların değeri yoktu

onun için. Alise ve İsis kendisiyle birlikte, konferansçının gelmesini

bekliyorlardı. Onlar da bu önemli olayı kaçırmamak için geceyi burada

geçirmişlerdi. Koyu yeşil kapıcı üniformalarının içinde, Chick çok

yakışıklıydı. Colin'den yirmi beş bin dublözon'u aldığından beri artık işe

filan boşverir olmuştu.

 

İçerde toplananların hepsinde aynı, özgül görünüş vardı. Kendinden

geçmiş gözlüklü suratlar, karmakarışık dikilmiş saçlar, sararmış sigara

izmaritleri, sakız helvası geğirtileri ve kadınlar kısmında topuz yapılmış

çelimsiz saçörgüleri, çıplak gövdelere geçirilmiş kanadyen ceketler ve

karanlıkta uçuşan meme yuvarlakları.

 

Alt kattaki büyük salonun tavanının yarısı cam, öteki yarısı da -orada

bulunan erkekleri, yanlarındaki biçimsiz dişilerle birlikte varolmanın

ilginçliği üstüne kaygılara yönelten- resimlerle süslüydü ve herkes gittikçe

tıkılıyordu buraya. Geç gelenler ancak diplerde, tek ayaklarının üstünde

durabilecek bir yer buluyor ve öteki ayaklarından da, kendilerine çok yapışan

komşularını tepmek için faydalanıyorlardı. Üstüne Bouvard düşesiyle

adamlarının kasıldıkları bir loca, bu çelimsiz zavallılar kalabalığının

bakışlarını çekiyor ve göklere çıkartılmış bir felsefeciler sınıfının, geçici,

yetenek ve zenginliklerini gösteren şatafatıyla sanki sövüyordu onlara.

 

Konferans saati yaklaştıkça kalabalık daha da sinirli olmaya

başlıyordu. Dip taraftan doğru yıkıcı amaçları belli birtakım gürültüler

gelmeye başlamıştı. Birkaç öğrenci, Orczy baronesinin «Dağın üstünde yemin»

adlı yaptından enlemesinine çıkardıkları bölümleri yüksek sesle okuyarak

kafalarda yeni şüpheler uyandırmaya çalışıyorlardı.

 

Fakat Jean-Sol da yaklaşıyordu. Sokaktan fil sesleri geldi ve Chick

kapıcı kulübesinin penceresinden dışarıya sarktı. Uzaktan, zırhlı bir

tahtıravan içeinde Jean-Sol'un gölgesi belirmişti ve altındaki fil, buruşuk ve

pütürlü sırtıyla, kırmızı ışıkta garip bir yaratık gibiydi. Tahtıravanın dört

köşesinde, ellerinde baltalarıyla hazır durumda, keskin nişancılar

yerleşmişti. Fil, geniş adımlarıyla kendisine yol açıyor ve ezilen gövdeler

üstünde tepinen bu dört şahmerdan'ın sesi amansızca yaklaşıyordu. Kapının

önünde fil dizçöktü ve keskin nişancılar indiler. Jean-Sol da zarif bir

sıçrayışla aralarına atladı, baltalarını sağa sola savurarak kürsüye doğru

yürüdüler. Polisler kapıyı kapattılar, Chick de Alise ve İsis'i önüne katarak,

kürsünün arkasına çıkan koridorda koşmaya başladı.

 

Kürsünün dibi, iltihaplı kadifeden bir perdeyle kaplıydı ve Chick,

görebilmek için iki delik açmıştı perdeye. Yastıkların üstüne oturup beklemeye

koyuldular. Hemen hemen bir metre kadar önlerinde, Jean-Sol, yazdıklarını

okumaya hazırlanıyordu. Çevik keşiş gövdesinden olağanüstü bir çekicilik

yayılıyor ve dinleyiciler en ufak kımıldanışa kadar varolan bu korkunç

çekiciliğe kendilerini kaptırmış, yürekleri daralarak bekliyorlardı

başlamasını.

 

Özellikle bayan dinleyiciler arasında, içrahim hayranlığından

bayılmaların sayısı gittikçe artıyordu. İsis, Alise ve Chick bulundukları

yerden, kürsünün altına sığınıp bir yandan da daha az yer kaplayabilmek için

el yordamıyla soyunan yirmi dört seyircinin solumalarını rahatlıkla

duyabiliyorlardı.

 

- Hatırladın mı? diye sordu, Alise tatlı tatlı bakarak Chick'e.

- Evet, dedi Chick. Burada tanışmıştık...

 

Alise'e doğru eğildi ve usulca öptü onu.

 

- Bunun altında mıydınız? diye sordu İsis.

- Evet, dedi Alise. Çok hoştu.

- Anlıyorum, dedi İsis. O elindeki ne, Chick?

 

Chick yanında oturduğu kocaman, siyah bir sandığı açmaya başlamıştı.

 

- Bir ses alma makinası, dedi. Konferans için satın aldım.

- Ah! dedi İsis. Ne iyi bir fikir!.. Biz dinlemesek de olur artık!

- Öyle, dedi Chick. Eve döndüğümüzde, istersek bütün gece

dinleyebiliriz ama, plakları eskitmemek için bunu yapmayacağız. Önceden

kopyalarını çıkarttırırım belki, ya da «Efendisinin :ığlığı» firması

tarafından özel baskı yaptırırım.

 

- Çok pahalıya mal olmuştur bu size, dedi İsis.

- Yoo! dedi Chick. Hiç önemi yok bunun!..

 

Alise içini çekti. Öylesine hafif bir iç çekmeydi ki bu, yalnız kendi

işitti... ve de güçlükle işitti...

 

- İşte!.. dedi Chick! Başlıyor. Ben de mikrofonumu devlet

radyosununkiyle birlikte masanın üstüne koydum, hiç farkına varmayacaklar.

 

Jean-Sol henüz başlamıştı. Başlangıçta fotoğraf makinelerinin

şipşaklarından başka bir şey işitilmedi. Fotoğrafçılar, basın ve film

röportajcıları arı gibi çalışıyorlardı. Fakat içlerinden biri, elindeki

makinenin geri tepmesiyle yere düşünce korkunç bir kargaşalık çıktı. Kızgın

meslektaşları, üstüne üşüşüp adamı magnezyum tozuna buladılar. O da gözleri

kör edici bir şimşek olup, genel kıvanç bağırtıları arasında kayboldu ve

polisler geri kalanları toplayıp cezaevine götürdüler.

 

- Harika! dedi Chick. Yalnız ben kayıt yapmış olacağım.

 

O ana kadar iyi kötü rahat duran dinleyiciler de artık çığırından

çımmış ve Partre'ın her söylediği kelimeyi alkış ve çığlıklarla karşılayarak

o'na olan sevgilerini göstermeye koyulmuşlardı; bu da, tabii söylevin tam

olarak anlaşılması konusunda epey güçlük yaratıyordu.

 

- Herşeyi çakmaya uğraşmayın, dedi Chick. Kayıdı istediğimiz kadar

dinleriz.

 

- Üstelik buradan da hiçbir şey duyulmuyor, dedi İsis. Adamın sesi bir

fare kadar bile çımıyor. Bak aklıma geldi, Chloé'den bir haber var mı?

 

- Ondan bir mektup aldım, dedi Alise.

- En sonunda varmışlar mı?

- Evet, yokmuşlar en sonunda, fakat galiba tatillerini biraz kısa

kesecekler. Çünkü Chloé'nin sağlık durumu pek iyi değilmiş.

- Ya Nicolas? diye sordu İsis.

- O iyiymiş. Chloé'nin dediğine göre, kaldıkları otelde ne kadar

patron kızı varsa hepsine çok kötü davranmış.

- Nicolas çok tatlı, dedi İsis. Ne diye aşçılık yapar bilmem ki...

- Evet, dedi Chick. Garip bir şey...

- Neden garip olsun? dedi Alise. Ben bunu Partre biriktirmekten daha

akıllıca buluyorum, diye ekledi sonra Chick'in kulağını çimdikleyerek.

- Chloé'nin hastalığı pek önemli değil herhalde? diye sordu İsis.

- Nesi olduğunu söylemiyor bana, dedi Alise. Göğsünde bir ağrı varmış.

- Chloé o kadar güzel ki, dedi İsis. Hasta olabileceğini hiç

düşünemiyorum.

- Vayy! diye fısıldadı Chick. Şuraya bakın.

 

Tavanın bir parçası aralanmış, bir sıra baş görünmüştü. Cesaretli

hayranlarından bazıları camlığa kadar tırmanmayı başarmış ve bu güç işlemin

sonuna gelmişlerdi. Arkalarından başkaları onları itiyor ve ön sıradakiler

bütün güçleriyle aralığın kenarlarına tutunmaya çalışıyorlardı.

 

- Haksız da değiller, dedi Chick. Kaydadeğer bir konferans bu!..

 

Partre ayağa kalkmış ve halka, kurutulmuş çeşitli kusmuklarından

örnekler gösteriyordu. İçlerinden en güzeli çiğ elma ve kırmızı şarap

karışımından olanıydı ve çok övgü topladı. Artık Chick, Alise ve İsis'in

bulundukları perde arkasında bile kimse birbirini duyamıyordu.

 

- Pekiyi, dedi İsis. Ne zaman burada olacaklar?

- Yarın ya da öbürgün, dedi Alise.

- O kadar uzun zaman oldu ki onları görmeyeli!.. dedi İsis.

- Evet, dedi Alise, düğünden beri...

- Çok başarılıydı o düğün, diye bitirdi İsis.

- Evet, dedi Chick. O akşam götürmüştü Nicolas seni evine...

 

Neyse ki tavan bütünüyle salonun içine dökülerek, İsis'in bu konuda

ayrıntılara girmesini önledi. Kalın bir toz tabakası havalandı. Alçı

parçalarının içinden beyazımsı şekiller ayağa kalkıyor, sendeliyor ve

yıkıntıların üstünde kümelenmiş buluttan zehirlenip yeniden çöküyorlardı.

Partre durmuş, bu serüvende varoluşan bu kadar kişiyi görmekten kıvançlı,

elleriyle kıçını döve döve kahkahalarla gülüyordu. Bu arada koca bir nefes toz

da yutup deliler gibi öksürmeye başladı.

 

Chick ateşlenmiş, ses alma makinesinin düğmelerini çeviriyordu.

Makineden yeşil bir ışık çıkıp yer boyunca koşuştu ve aralıklardan birinde

kayboldu. Arkasından bir ikinci, bir üçüncü ve tam her yanı ayaklarla dolu bir

böcek çıktığı an Chick akımı kesmeyi başardı.

 

- Ne yapacağım şimdi? dedi. Takıldı bu. Mikrofonun içine giren toz

yüzünden. Salondaki gürültü en yüksek noktasını bulmuştu. Partre sürahiyi

başına dikmiş içiyor ve bir yandan gitmeye hazırlanıyordu, çünkü en son

sayfasını da okumuştu artık. Chick birden karar verdi.

 

- O'na şuradan yol göstereceğim, dedi. Siz gidin, ben arkanızdan

yetişirim.

 

XXXV

Colin ilaç satıcısının kapısını itti. Arkasından Chick geliyordu.

Kapıdan «Ding!..» diye bir ses çıktı ve kapıcamı bir sürü şişe ve laboratuvar

aracının üstüne kapaklandı.

 

Satıcı, gürültüyü duyunca koşup geldi. Uzun boylu, yaşlı ve zayıftı,

tepesinde saçları diken diken beyaz bir yele gibiydi.

 

Doğru tezgaha koştu, telefonu yakaladı ve, ancak uzun bir alışkanlık

dönemi sonunda elde edilebilecek bir hızla, numaraları çevirmeye başladı.

 

-Aloo! dedi.

 

Sesi bir sisdüdüğü gibi çıkıyordu, siyah ve yassı ayaklarının altında,

dükkanın tabanı, bir öne bir arkaya düzenli şekilde sallanırken dalga

serpintileri sıçrıyordu tezgahın üstüne.

 

-Aloo! Gershwin mağazası mı? Giriş kapıma yeni bir cam takabilir

miydiniz?!! Bir çeyrek sonra mı? Acele edin, bu arada başka alıcılar da

gelebilir... Peki...

 

Alıcı-verici'yi, bütün direnişine rağmen zorlayarak yerine koydu.

 

- Ne gibi bir yardımım dokunabilir size, baylar?...

- Şu reçetenin icabına bakılsın istiyordum, dedi Colin.

 

Eczacı kağıdı yakaladı, ikiye katladı, dar ve uzun bir şerit yaparak

masasının üstündeki ufak giyotinin içine soktu.

 

- Bakıldı işte icabına, dedi ve aynı anda kırmızı bir düğmeye bastı.

Bıçak bütün ağırlığıyla düştü, reçete gevşedi ve kendini salıverdi.

 

- Bu akşam, altı sularında gelin, ilaçlarınız hazır olur.

- Şey, dedi Colin, çok acelemiz vardı da...

- Biz, dedi Chick, alıp gitmek istiyorduk, hemen.

- Olur, dedi satıcı, öyleyse biraz bekleyin, ben gerekeni hazırlarım

şimdi.

 

Colin ve Chick, tam tezgahın karşısındaki siklamen kadife sıraya

oturup beklediler. Satıcı, tezgahın arkasına eğildi ve orada bulunan gizli bir

kapıdan geçerek, hemen hemen hiç ses etmeden odadan çıktı. Uzun ve zayıf

gövdesinin hışırtısı parkenin üstünde uzaklaştı, kayboldu.

 

Colin'le Chick duvarlara bakıyorlardı. Kalaylı bakırdan uzun rafların

üstüne dizilmiş kavanozların içinde çeşitli ilaç ve turşular vardı. Her

sıranın en son kavanozundan yoğun bir ışık çıkmaktaydı. Kalın ve aşınmış

camdan konik bir kavanozun içinde şişko kurbağa yavruları, yukardan aşağı

helezonlar çizerek inip kavanozun dibini boyluyor ve aşağı vardıklarında hemen

ok gibi su yüzüne fırlayarak arkalarında kalın bir yol bırakıp yeniden aynı

helezonları çizmeye koyuluyorlardı. Yanda, birkaç metre uzunluğundaki bir

akvaryumun içinde, satıcı, kurbağa körükleri için bir deneme tahtası

hazırlamıştı ve sağda solda, dört yüreği belli belirsiz çarpan, kullanılmaz

hale gelmiş kurbağalar yatıyordu.

 

Colin'le Chick'in arkalarında, satıcıyla anasını Sezar Borjiya'nın

yarış giysileri içinde bir şeyler karıştırırken gösteren kocaman bir resim

vardı. Masaların üstünde, bir alay hapyapım makinesi duruyordu ve bunlardan

bazıları yavaş da olsa çalışır durumdaydı.

 

Mavi camdan bir borudan çıkan haplar balmumundan yapılma eller

tarafından toplanıp kese kağıtlarına dolduruluyordu.

 

Colin, yakınında bulunan bir makineyi daha iyi inceleyebilmek için

yerinden kalktı ve makinenin paslanmış kapağını kaldırdı. İçinde,

yarı-canlı-yarı-madeni garip bir hayvan hammedeyi yutup düzgün yuvarlaklar

halinde çıkarmaya uğraşıyordu.

 

- Gel bak şuna Chick, dedi Colin.

- Ne var? diye sordu Chick.

- Çok garip!.. dedi Colin.

 

Chick baktı. Hayvanın, yatay olarak hareket eden uzun bir çenesi

vardı. Saydam bir derinin altında, ince çelik borudan kaburgaları ve tembel

tembel kımıldayan sindirim borusu görülüyordu.

 

- İşlenmiş bir tavşan bu, dedi Chick.

- Emin misin?

- Çok yapılıyor bunlardan, dedi Chick. İstediğin uzvu tutuyorsun.

Örneğin bunun sindirim borusu duruyor fakat sindirim işleminin kimyasal yanı

iptal edilmiş. Hapları hademelere yaptırmaktan daha olumlu bir yol bu.

 

- Pekiyi ne yer bu yaratık?

- Kalaylı havuç, dedi Chick. İşten ayrıldığımda bir fabrikada

çalışmıştım ya, orada yaparlardı bu kalaylı havuçları. Sonra bir de hapların

hammadesini yer...

 

- İyi bir buluş bu, dedi Colin, hem de çok güzel haplar yapıyor.

- Evet, dedi Chick, yusyuvarlak haplar.

- Baksana bana, dei Colin yerine otururken...

- Ne var?

- Yola çıkmadan önce sana verdiğim yirmi beş bin dublözondan ne kadar

kaldı?

- Valla!... dedi Chick.

- Alise'le evlenmenin zamanı geldi de geçiyor bile. Senin istediğin

gibi bir hayata devam etmenin kızın üzerinde ne kadar kötü etki yaptığını

düşünmelisin artık!!!

 

- Öyle... diye cevap verdi Chick.

- En az yirmi bin dublözon'un kalmıştır herhalde, değil mi? Eh

öyleyse... Evlenmen için yeterli bir para bu...

 

- Yalnız... dedi Chick.

 

Durdu, söylemekte güçlük çekiyordu.

 

- Yalnız ne? diye üsteledi Colin. Para sıkıntısı olan bir tek sen

değilsin ya...

 

- Biliyorum, dedi Chick.

- Öyleyse? dedi Colin.

- Öyleyse... dedi Chick, yalnız üç bin iki yüz dublözonum kaldı...

 

Colin kendini çok yorgun hissediyordu. Renksiz ve sivri bir takım

şeyler kafasının içinde deniz gelgiti homurtularıyla dönüp duruyordu. Oturduğu

sıranın üstüne dikildi.

 

- Olamaz... dedi.

 

Bıkkındı, sanki kamçı yiye yiye hipodromu turlamış bir at kadar

bıkkındı.

 

- Olamaz... diye tekrarladı... Şaka ediyorsun...

- Hayır... dedi Chick.

 

Chick ayaktaydı. Parmağının ucuyla yanındaki masanın kenarını

tırmıklıyordu. Haplar, cam boruların içinde, bilya sesleri çıkararak

yuvarlanıyor ve balmumu ellerin buruşturduğu kağıtlardan eski lokantaları

hatırlatan bir hışırtı geliyordu.

 

- İyi ama ne yaptın bu kadar parayı? diye sordu Colin.

- Partre aldım, dedi Chick.

 

Cebini karıştırdı.

 

- Hele şuna bak bir kez. Daha dün buldum. Bir sanat anıtı değil mi

yani bu?

 

Pütürlü maroken cildinin içinde «Çiçeklerden Geğirti»ydi bu. Dip

notları Kierkegaar tarafından yazılmıştı.

 

Colin kitabı alıp baktı, ama sayfaları göremiyordu. Alise'in gözlerini

görüyordu onun yerine. Alise'in düğünleri sırasındaki gözlerini ve Chloé'nin

gelinliğine kederli şaşkın bakışlarını. Ama Chick anlayamazdı. Chick'in

gözleri hiç bir zaman bu kadar yukarı bakmamıştı.

 

- Ne diyeyim sana?.. diye mırıldandı Colin. Demek hepsini harcadın?..

- İki elyazması aldım geçen hafta, dedi Chick, sesinde gizlemeye

çalıştığı bir kıvanç vardı. Ve konferanslarından yedisini de teybe aldım...

 

- Evet, dedi Colin...

- Neden soruyorsun bunları bana? Alis'e göre hava hoş, evlensem de,

evlenmesem de. Böyle de mutlu o. Biliyor musun, çok seviyorum onu, ve o da

Partre'ı çok seviyor.

 

- Ne oluyor? dedi Colin. Tehlikeli mi acaba?

- Sanmam, dedi Chick. Ne olursa olsun, pek yanında durmayalım.

 

Uzaktan bir kapının kapandığını işittiler ve ilaç satıcısı birden,

tezgahın arkasında belirdi.

 

- Sizi beklettim.

- Hiç önemi yok dedi Colin.

- Nasıl olmaz... dedi satıcı. Bilerek yaptım. Değerini göstermek

için...

 

- Makinelerinizden biri bozuluyor gibi... dedi Colin sözü geçen aracı

göstererek.

 

- Demek öyle... dedi ilaç satıcısı.

 

Eğildi, tezgahın altından bir tüfek çıkardı, acele etmeden omuzladı ve

ateş etti. Makine havada bir takla atıp sarsak bir şekilde yere düştü.

 

- Önemli değil, dedi satıcı. Zaman zaman makinenin tavşanlığı tutuyor

ve öldürmek gerekiyor.

 

Makineyi kaldırdı, alt kapağına basarak işetti, sonra bir çiviye astı.

 

- İşte ilaçlarınız, dedi cebinden bir kutu çıkararak. Dikkatli

kullanın, çok etkilidir. Doktorun verdiği ölçüyü aşmayın.

 

- Anladım! dedi Colin. Size göre, hangi hastalığa karşıdır bu ilaçlar?

- Söyleyemem... dedi satıcı.

 

Kıvrık tırnaklı uzun elesini yelesinde dolaştırdı.

 

- Bir çok şeye iyi gelebilir... diye bitirdi. Ama normal bir

bitkinin buna uzun zaman dayanacağını sanmam.

 

- Anlaşıldı! dedi Colin. Borcum ne kadar?

- Çok pahalı bir ilaç bu, dedi satıcı. Beni bayıltarak ödemeden

gitmeniz çok daha iyi olur.

 

- Yok! dedi Colin. Çok yorgunum...

- Öyleyse iki dubözon, dedi satıcı.

 

Colin para çantasını çıkardı.

 

- Biliyor musunuz, dedi satıcı, bu gerçekten soygundur.

- Bana ne... dedi Colin ölü bir sesle.

 

Parayı ödedi ve yürüdü. Chick arkasından geliyordu.

 

- Çok aptalsınız, dedi kapıya kadar onları geçiren satıcı. İhtiyarım

ve karşı koyacak gücüm bile yok.

 

- Benim de kaybedilecek zamanım yok, diye mırıldandı Colin.

- Yalan söylüyorsunuz, dedi satıcı. Bu kadar beklemezdiniz zamanınız

olmasa...

 

- Şimdi ilaçlar elimde, dedi Colin. Sağlıcakla kalın, Bayım.

 

Yolda gücünden fazla kaybetmemek için akıntı çağanozu gibi yan yan

yürüyordu.

 

- Biliyor musun, dedi Chick, evlenmiyorum diye ayrılacak değilim

Alise'den.

 

- Valla... Ne söylesem boş. Aslında salt seni ilgilendiren konu bu.

- Hayat böyle, dedi Chick.

- Hayır, dedi Colin.

 

 

LVI

 

Colin'in uzaklaşmasına bakarken, Alise bütün kalbiyle gene görüşelim

diyordu ona. Öylesine seviyordu ki Chloé'yi, ona çiçek alabilmek ve göğsündeki

o korkunç şeyle savaşabilmek için iş aramaya gidiyordu. Geniş omuzları

çökmüştü bir parça, çok yorgun görünüyordu, sarı saçları eskisi gibi taralı ve

bakımlı değildi artık. Chick Partre'ın bir kitabından konuşurken ve Partre'ı

anlatırken ne kadar yumuşak olabiliyordu. Partre'dan vazgeçmesi imkansızdı,

başka bir şey aramak aklının ucundan bile geçmezdi, Partre onun söylemeyi

bilmek istediği herşeyi söylüyordu. Partre'ın bu ansiklopediyi yayınlamasını

önlemek gerek, bu Chick'in sonu olacak, çalacak ya da bir kitapçıyı öldürecek.

Alise yavaşça yola koyuldu. Partre günlerini bir meyhanede içerek ve kendisi

gibi hem içip hem yazmaya gelmiş ötekilerle birlikte, yazarak geçiriyor.

Denizler çayı ya da başka hafif alkoller içiyorlar, böylece yazdıklarına

dikkat etmeleri de gereksiz oluyor ve bu arada bir sürü insan girip çıkıyor,

bu yüzden derin düşünceler ayaklanıyor ve içlerinden bir ikisini yakalıyorlar,

palavraları da bütün bütün itmemeli, biraz düşünce biraz palavra koyup

karıştırırlar. Böyle olunca insanlar daha kolay sindirebiliyorlar bunları;

özellikle kadınlar saf şeyleri hiç sevmezler. Meyhaneye giden yol uzun değildi

ve Alise uzaktan, beyaz ceketli, limoni pantolonlu garsonlardan birinin,

nefret ettiği içkileri içmektense komşularını susatmak için baharlı yemekler

yiyen ünlü beyzbolcu Don Evany Marqué usulü yapılmış domuz ayağı'nı tabaklara

dağıttığını gördü. İçeri girdi. Jean-Sol Partre her zamanki yerindeydi,

yazıyordu, içerisi çok kalabalıktı ve sessizce konuşuluyordu. Olağan olduğu

için olağanüstü bir rastlantı sonucu Alise, Jean-Sol'un yanında boş bir

iskemle gördü ve oturdu. Ağır çantasını dizlerinin üstüne koydu ve fermuarını

açtı. Jean-Sol'un omuzunun üstünden sayfanın başlığını görüyordu. Ansiklopedi,

cilt on dokuz. Jean-Sol'un koluna çekinerek koydu elini; adam yazmayı bıraktı.

 

- Buraya kadar geldiniz demek, dedi Alise.

- Evet, diye cevap verdi Jean-Sol. Bana bir şey mi söylemek

istiyordunuz?

- Sizden bunu yayınlamamanızı isteyecektim, dedi Alise.

- Güç bir istek, dedi Jean-Sol. Bekliyorlar bunu.

 

Gözlüklerini çıkardı, camlarını üfledi ve gene taktı; gözleri

görünmüyordu artık.

 

- Orası öyle, dedi Alise. Ama benim demek istediğim, biraz

geciktirmeniz gerekecek.

- Haa, dedi Jean-Sol, eğer hepsi buysa icabına bakarız.

- On yıl kadar geciktirmeniz gerekecek, dedi Alise.

- Öyle mi?

- Öyle, dedi Alise. On yıl, ya da daha fazla tabii. Biliyor musunuz,

insanlara bunu satın alacak kadar parayı biriktirecek zaman bırakmak çok daha

iyi olur.

- Okuması çok sıkıcı olacak, dedi Jean-Sol Partre, çünkü yazmak bile

bana sıkıntı veriyor. Kağıdı tutmaktan sol bileğime kramp girdi.

- Sizin adınıza çok üzgünüm, dedi Alise.

- Kramp girdi diye mi?

- Hayır, dedi Alise, yayınlanmasını ertelemiyorsunuz diye.

- Neden?

- Bakın anlatayım: Chick bütün parasını sizin yapıtlarınıza harcıyor,

şimdi parası bitti artık.

- Başka bir şeye harcasa daha iyi eder, dedi Jean-Sol, ben hiçbir

zaman almam kitaplarımı.

- Ne yaparsanız beğeniyor.

- Bu da onun hakkı, dedi Jean-Sol. Seçimini yapmış.

- Biraz fazla bağımlı bana kalırsa, dedi Alise. Ben de yaptım

seçimimi, ama ben özgürüm, kendisiyle yaşamamı istemediği için ve siz de yaynı

ertelemediğinizden sizi öldüreceğim.

- Varlığımı tehlikeye sokuyorsunuz ama, dedi Jean-Sol. Ölünce nasıl

alacağım yayın haklarımı?

- Bu sizin bileceğiniz iş, dedi Alise, herşeyi gözönüne alamam. Çünkü

herşeyden önce sizi öldürmek istiyorum.

- Böyle bir düşünceye kendimi teslim etmeyeceğimi de kabul edersiniz

herhalde? diye sordu Jean-Sol Partre.

- Kabul ediyorum, dedi Alise. Çantasını açtı ve içinden, birkaç gün

önce Chick'in masa gözünden almış olduğu yürek-oyucağı'nı çıkardı.

- Yakanızı açar mısınız?

- Dinleyin, dedi Jean-Sol gözlüklerini çıkartarak, bu masalı aptalca

buluyorum.

 

Yakasının düğmesini açtı Alise bütün gücünü topladı ve yürek-oyucağını

Partre'ın göğsüne sapladı. Partre kıza baktı, ölümü pek çabuktu ve yüreğinin

dörtüçgenyüzelli olduğunu görünce son bir şaşkın şaşkın bakışı oldu. Alise

sarardı. Artık Jean-Sol ölmüştü ve çay soğuyordu. Ansiklopedinin elyazmalarını

aldı ve yırttı. Garsonlardan biri gelip dikdörtgen masanın üstündeki kan ve

dolmakalem mürekkebi gibi bir alay pisliği temizledi. Alise garsona parasını

verdi, yürek-oyucağının iki kanadının açtı ve Partre'ın yüreği masanın üstünde

kaldı; pırıl pırıl aleti yeniden katladı ve çantasına koydu, sonra elinde

Partre'ın cebinden aldığı kibrit kutusu, cokağa çıktı.

 

 

LXVIII

 

- Doğrusunu istersen, dedi kedi, canım pek çekmiyor.

- Yanılıyorsun, dedi fare. Daha genç sayılırım ve şu son günlere kadar

çok iyi besleniyordum.

 

- Fakat ben de çok iyi besleniyorum, dedi kedi, hiç de intihar etmeye

niyetim yok. Anlıyorsun değil mi neden bunu olağan karşıladığımı şimdi?

 

- Sen onu görmedin de ondan, dedi fare.

- Ne yapıyor? diye sordu kedi.

 

Öğrenmek de istemiyordu doğrusu. Hava sıcaktı ve bütün tüyleri iyice

gevşemişti.

 

- Suyun kıyısında duruyor, dedi fare, bekliyor, saati gelince kalasın

üstüne çıkıyor ve ortasına kadar gidiyor. Bir şey görüyor.

 

- Pek bir şey göremez, dedi kedi. Olsa olsa bir nilüfer vardır.

- Evet, dedi fare, su yüzüne çıkmasını bekliyor öldürmek için.

- Aptalca bir şey bu, dedi kedi. Hiç ilgi çekici yanı yok.

 

- Saat geçince yeniden kıyıya dönüyor, diye devam etti fare, ve

fotoğrafa bakıyor.

 

- Hiç yemek yemiyor mu? diye sordu kedi.

 

- Hayır, dedi fare, gittikçe zayıflıyor ve ben de dayanamıyorum buna.

Bir gün şu koca kalasın üstünde yürürken tökezleniverecek.

 

- Sana ne? diye sordu kedi. Kederli olan o, sana ne oluyor?..

 

- Kederli değil, dedi fare, acı çekiyor. Benim de dayanamadığım bu

zaten. Bir de düşecek suya, çok eğiliyor.

 

- Öyleyse, dedi kedi, sana yardım edeyim, ama neden «öyleyse» dediğimi

de bilmiyorum, aslında hepsini anlamış değilim.

 

- Çok iyisin, dedi fare.

- Kafanı sok ağzımın içine, dedi kedi, ve bekle.

- Uzun sürer mi? diye sordu fare.

 

- Birinin kuyruğuma basmasını beklemek gerek, dedi kedi; hareketim çok

çabuk olmalı. Neyse, ben uzatırım kuyruğumu, sen korkma.

 

Fare, kedinin çenelerini araladı ve kafasını sivri dişlerin arasına

soktu. Ardından hemen çekti.

 

- Baksana bana, dedi, köpekbalığı yedin sen bu sabah galiba?

 

- Dinle beni, dedi kedi, beğenmiyorsan gidebilirsin. Ben zaten

istemeye istemeye yapıyorum şu işi. Git bak başının çaresine.

 

Bayağı kızmış görünüyordu.

 

- Alınma canım, dedi fare.

 

Küçük kara gözlerini yumdu ve kafasını yerleştirdi. Kedi, sivri

dişlerini yumuşak ve gri boynun üstüne usulca indirdi. Farenin bıyıklarıyla

kedininkiler birbirine karışıyordu. Tüylü kuyruğunu açtı ve kaldırımın üstüne

uzattı.

 

Aziz Jules yetimhanesinin on bir kör kız çocuğu şarkı söyleyerek

geliyordu

 

.....................

 

elesis sana gelsin bu.. :)

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...