Jump to content

Savaş Karşıtı Şiirler Antolojisi..


raskolnikov

Önerilen Mesajlar

SONRA YAPILACAK TEK ŞEY VAR

 

 

Sen. Makine başındaki adam ve atölyedeki. Sana yarın su boruları ve vanalar yerine

çelik miğferler ve makineli tüfekler yapmanı emrederlerse, yapılacak bir tek şey var:

HAYIR de!...

 

Sen. Tezgahı ardındaki kız ve bürodaki kız. Sana yarın bomba doldurmanı ve keskin

nişancı tüfekler için hedef dürbünleri monte etmeni emrederlerse,

yapacağın bir tek şey var:

HAYIR de!...

 

Sen. Fabrika sahibi. Sana yarın pudra ve kakao yerine barut satmanı emrederlerse,

yapacağın bir tek şey var:

HAYIR de!...

 

Sen. Laboratuardaki araştırmacı. Sana yarın eski yaşama karşı yeni bir ölüm icat

etmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:

HAYIR de!...

 

Sen. Odasındaki ozan. Sana yarın aşk şarkıları yerine nefret şarkıları söylemeni emrederlerse,

yapacağın bir tek şey var:

HAYIR de!...

 

Sen. Hastası başındaki doktor. Sana yarın savaşa adam yazmanı emrederlerse,

yapacağın bir tek şey var:

HAYIR de!...

 

Sen. Kürsüdeki din adamı. Sana yarın savaşa dair kutsal sözler söylemeni emrederlerse,

yapacağın bir tek şey var:

HAYIR de!...

 

Sen. Vapurdaki kaptan. Sana yarın buğday yerine top ve tank taşımanı emrederlerse,

yapacağın bir tek şey var:

HAYIR de!...

 

Sen. Havaalanındaki pilot. Sana yarın kentler üzerine bomba ve fosfor yağdırmanı emrederlerse,

yapacağın bir tek şey var:

HAYIR de!...

 

Sen. Dikiş masası başındaki terzi. Sana yarın üniformalar dikmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:

HAYIR de!...

 

Sen. Cübbesi içindeki yargıç. Sana yarın savaş mahkemesine gitmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:

HAYIR de!...

 

Sen. İstasyondaki adam. Sana yarın cephane treni ve kıt'a nakli için kalkış sinyali vermeni emrederlerse,

yapacağın bir tek şey var:

HAYIR de!...

 

 

Sen. Kentin varoşlarındaki adam. Sana yarın gelir de siper kazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:

HAYIR de!...

 

Sen. Normandiya'daki ana ve Ukranya'daki, sen Frisko ve Londra'daki ana. Sen Hoangho ve Missisippi' deki

ve Hamburg ve Kore ve Oslo'daki ana., bütün toprak parçaları üzerindeki analar, dünyadaki analar, sizden

yarın yeni kırgınlar için hemşireler ve çocuklar doğurmanızı isterlerse, dünyadaki analar, yapacağınız bir tek şey var:

HAYIR deyin!... Analar, HAYIR deyin!...

 

Çünkü eğer hayır demezseniz, eğer hayır demezseniz analar, sonra, sonra:

 

Gürültülü vapur dumanlarıyla yüklü liman kentlerinde büyük gemiler inildiye inildiye sessizleşecek, dev mamut

kadavraları gibi su üstünde ölgün ve hantal, su yosunu, deniz bitkileri ve midye kabuklarıyla kaplı, önceleri

öyle ipildeyip çınlayan gövdesi mezarlık ve çürümüş balık kokusuyla yüklü, yıpranmış, hasta ve ölü gövdesi

rıhtım duvarlarına karşı, ölü ve yalnız rıhtım duvarlarına karşı yalpalanacak.

 

Tramvaylar beyinsiz, ışıltısız, cam gözlü kafesler gibi yamru yumru olacak. Çürümüş hangarların arkasında, büyük

çukurlar açılmış yitik caddelerde raylar öylece duracak.

 

Çamur grisi, pelteleşmiş, kurşuni bir sessizlik dönenecek ortalığı, her şeyi unutarak, büyüyecek okullarda ve üniversitelerde

ve tiyatro salonlarında büyüyecek, stadyumlarda ve çocuk parklarında, korkunç ve hırslı kesintisiz bir sessizlik büyüyecek.

 

Güneşli taze bağlar yıkık yamaçlarda çürüyecek, kuraklaşan toprakta kuruyacak, pirinç ve patates ekilmeyen tarlalarda

donacak ve sığırlar katılaşmış bacaklarını devrilmiş iskemleler gibi dikecek gökyüzüne.

 

Enstitülerde büyük doktorların dahi buluşları asitlenecek, çürüyüp, mantarsı küfle kaplanacak.

 

Mutfaklarda, hücre odalarda ve kilerlerde, soğuk hava depolarında ve ambarlarda son torba un, son kase çilek, kabak

ve diğerleri bozulup gidecek, ekmek ters çevrilmiş masaların altında, parça parça olmuş tabakların üstünde yemyeşil kesilecek,

ortalığa yayılan yağ arap sabunu gibi kokacak, tarlalarda buğday paslanmış karasabanların yanına düşüp kalacak, yok edilmiş

bir ordu gibi ve tüten tuğla bacalar, demirci ocakları ve yıkık fabrika bacaları sonsuz çimle kaplanarak ufalanacak, ufalanacak,

ufalanacak.

 

Sonra son insan dökülüp parçalanmış barsaklarıyla ve kirlenmiş ciğerleriyle zehir gibi kızaran güneşin altında yalnız ve yanıtsız

ve yalpalayan yıldızların altında bir yanılgı gibi ordan oraya dolaşacak, o kocaman beton yığınları, tenha kentlerin soğuk putları

ve gözden kaçması olanaksız toplu mezarlar arasında yalnız, son insan, kupkuru, delirmiş, allaha küfrederek, yakınarak o korkunç

soruyu soracak : NEDEN? Bu ses bozkır derinliğinde yiterek duyulmaz bir hale gelecek, yıkıntılar üzerinde esecek, çatlaklar

arasından akacak, bu ses, ibadethane enkazları içinde ve sığınaklara çarparak şaklayacak, kan birikintileri üzerine düşecek,

duyulmayacak, yanıtlanmayacak, son insan-hayvanın son hayvanca bağırışı.

 

Tüm bunlar olacak, yarın, yarın belki, belki hemen bu gece, belki bu gece, eğer-eğer-eğer siz.

HAYIR demezseniz!...

 

 

 

Wolfgang BORCHERT

 

Çeviri : Rahman HAYDAR

 

 

 

BAZI ŞEYLERİ AÇIKLIYORUM

 

 

Soracaksınız: Leylaklar nerede hani?

Gelincik yapraklı metafizik nerede?

Sözcüklerine incecik delikler açıp

onları saçan yağmur nerede?

Kuşlar nerede hani?

 

 

Her şeyi anlatayım.

 

 

Kent dışında yaşardım,

Madrid dışında, çanlarla,

saatlerle, ağaçlarla.

 

 

Görülürdü oradan

kurumuş yüzü Kastilya'nın

meşin bir okyanus gibi.

Evime

çiçek-evi derlerdi, sardunyalar fışkırırdı

duvarlarından çünkü:

güzel bir evdi

köpekleriyle, çocuklarıyla.

Hatırladın mı, Raul?

Rafael, hatırladın mı?

Hatırladın mı, Federico?

yerin altında,

hatırladın mı, balkonlarında o evin

Haziran ışığı çiçekler doldururdu ağzına.

Kardeşim, kardeşim!

 

Her şey

o kalın sesler, tezgâhların tuzu,

kabarmış ekmekler çıkaran fırın

ve heykelleriyle Argüelles pazarı

kurumuş bir mürekkep hokkasıydı sanki aldatmalar içinde:

yağ akardı kaşıklara,

ayakların, ellerin derin çarpıntısı

sokaklarda büyürdü,

metreler, litreler, temel

ölçüsü yaşamın,

balık yığınları,

rüzgâr gülünü bile şaşırtan

soğuk güneşiyle kiremitler,

patateslerin ince, çıldırmış beyazlığı,

domatesler yuvalanırdı denize dalga dalga.

 

Bir sabah tutuştu bunların hepsi,

bütün canlıları yutmak için bir sabah

fışkırdı topraktan

şenlik ateşleri,

silah vardı artık,

barut vardı artık,

artık kan vardı.

Haydutlar geldi uçaklarıyla,

yüzükleriyle, düşesleriyle haydutlar,

takdisler dağıtan kara keşişleriyle

haydutlar geldi gökyüzünden

çocukları öldürmek için,

çocuk kanı aktı sokaklarda

düpedüz çocukların kanı aktı.

 

Çakalların bile tiksindiği çakallar,

kuru çalıların bile tükürdüğü taşlar,

yılanları bile iğrendiren yılanlar!

Yüzyüze gelince bunlarla

kanını gördüm İspanya'nın,

kabarıyordu

bir onur ve bıçaklar dalgasında boğmak için sizleri!

 

Hain

generaller:

ölü evimi görün,

bakın paramparça İspanya'ya:

erimiş maden akıyor her evden

çiçek yerine,

her çukurundan İspanya'nın

İspanya yükseliyor,

her ölü çocuktan bir tüfek fışkırıyor,

gören bir tüfek,

kurşunlar doğuyor her cinayetten,

o kurşunlar günün birinde

on ikisinden vuracak yüreğinizi.

 

Soracaksınız: Şiiri neden

düşleri anlatmıyor, yaprakları

ve büyük yanardağlarını anayurdunun?

 

 

Gelin görün kanı sokaklardaki.

Gelin görün

kanı sokaklardaki.

Gelin görün kanı

sokaklardaki.

 

 

Pablo NERUDA

 

 

Çeviren : Ülkü TAMER

 

 

 

KÜÇÜK ASKER

Küçük asker, silah elde

Kahramanca ilerliyor

Karşısında bütün belde

"Kahramanım, yaşa!" diyor...

 

Küçük asker, küçük asker!

Vatan senden hizmet ister.

 

Vatan için çeker emek

Herkes; bu borcu herkesin.

Vatan demek ninen demek,

Sen nineni sevmez misin?..

 

Küçük asker, küçük asker!

Vatan senden şefkat ister.

 

Vatan senden hayat umar,

Sen yaşarsan o canlanır;

Vatan için ölmek de var,

Fakat borcun yaşamaktır...

 

Küçük asker, küçük asker!

Vatan senden kuvvet ister.

 

Minimini omuzların

Taşıyacak yarın tüfek;

Tüfek değil, vatan yarın

O omuza yüklenecek...

 

Küçük asker, küçük asker!

Vatan senden gayret ister.

 

Küçük asker dinle bunu:

Sakın boşa silah atma;

Kılıcını, kurşununu

Haksızlığa karşı sakla...

 

Küçük asker, küçük asker!

Hak da senden kuvvet ister.

 

Tevfik FİKRET

 

 

 

BİTİŞ VE BAŞLANGIÇ

 

Her savaşın ardından

birileri ortalığı temizlemeli.

Az buçuk bir düzen

kendiliğinden kurulmaz

 

Birileri temizlemeli kürekle

yollardaki döküntüleri

ki ceset dolu arabalar

devam edebilsin yollarına

 

Birileri tıkanıp kalacak elbet

çamurlarda ve küllerde

parçalanmış koltuklarda, cam

parçalarında

ve kanlı bezlerin arasında

 

Birileri kütükleri bulup

dayamalı duvarlara

pencerelere cam takmalı

kapıları geçirmeli menteşelere

 

Kendiliğinden olmaz bunlar,

fotoğraflarda

yıllar, yıllar alır.

Tüm kameralar şimdiden

başka bir savaşa gitti.

 

Köprüler yeniden kurulmalı

ve istasyonlar yenilenmeli.

Kolları sıvamaktan

gömleğin kolları parçalanmalı

 

Birisi elinde süpürge

anlatıyor savaşın nasıl olduğunu.

Öbürü dinliyor

ve parçalanmamış başını sallıyor.

Fakat hemen çok yakında

bulunmalı böyleleri

tüm bunlardan yorgun.

 

Birileri bazen

kazıp çıkarmalı çalıların altından

o boktan gerekçeleri

fırlatıp atmak için çöplüğe

 

 

Onlar ne yaptıklarını bilenler

yer açmalı

kendilerinden az bilenlere

azdan daha az bilenlere.

Hiç bilmeyenlere.

 

Çimenler örtüyor şimdi

nedenleri ve yaşananları.

Birileri yattığı yerden

ağzı açık

bakıyor bulutlara.

 

 

Wislawa SZYMBORSKA

 

Çeviri: Özkan MERT

 

 

 

KAFATASI

Yurdundan çok uzaklarda

ölen bir askerin

kafatası

kendisini bulan

çocukların ellerinde

hiç bilmediği oyunlara

alet oluyor

İkinci defa!

 

Sunay AKIN

 

 

 

ÖLÜ ASKER

Zeynep ve Derviş' e

Nasıl da istemiştim

savaşa gitmeden

sevgilimle evlenmeyi

ama nereden bilebilirdim

ki silahın

demirine çarpıp

saklandığım yeri belli edeceğini

parmağımdaki yüzüğün...

 

Sunay AKIN

 

 

BOLİVYALI KÜÇÜK ASKER

 

Bolivyalı küçük asker,

Bolivyalı küçük asker,

sırtında tüfeğin, gidiyorsun

tüfeğin Amerikan malı

tüfeğin Amerikan malı

Bolivyalı küçük asker

tüfeğin Amerikan malı.

 

Sinyor Barrientos verdi onu sana

Bolivyalı küçük asker

Mister Johnson' un armağanı

kardeşini vurman için

kardeşini vurman için

Bolivyalı küçük asker

kardeşini vurman için.

 

Kim bu ölü, bilmiyor musun

Bolivyalı küçük asker?

Bu ölü Che Guevara,

Arjantinliydi Kübalıydı

Arjantinliydi Kübalıydı

Bolivyalı küçük asker,

Arjantinliydi Kübalıydı.

 

En iyi dostundu senin,

Bolivyalı küçük asker,

yoksulların dostuydu

doğudan dağlara kadar

doğudan dağlara kadar

Bolivyalı küçük asker

doğudan dağlara kadar.

 

Gitarım tepeden tırnağa

Bolivyalı küçük asker

yas tutuyor, ağlamıyor

ağlamak insan işi

ağlamak insan işi

Bolivyalı küçük asker

ağlamak insan işi.

 

Sırası değil ağlamanın

Bolivyalı küçük asker

ele mendil yakışmaz şimdi

ele tırpan yaraşır

ele tırpan yaraşır

Bolivyalı küçük asker

ele tırpan yaraşır.

 

Para veriyorlar sana

Bolivyalı küçük asker

alıp satıyorlar seni

bu iş zalimin işi

bu iş zalimin işi

Bolivyalı küçük asker

bu iş zalimin işi.

 

Vakti geldi uyanmanın

Bolivyalı küçük asker

dünya ayağa kalktı

erkenden doğdu güneş

erkenden doğdu güneş

Bolivyalı küçük asker

erkenden doğdu güneş.

 

Doğru yolu tutmaya bak

Bolivyalı küçük asker

kolay bir yol değil bu

kolay değil, düzgün değil

kolay değil, düzgün değil

Bolivyalı küçük asker

kolay değil, düzgün değil.

 

Şunu öğrenmen gerek

Bolivyalı küçük asker

kardeş dediğin vurulmaz

kardeşini vurmaz insan

kardeşini vurmaz insan

Bolivyalı küçük asker

kardeşini vurmaz insan.

 

 

Nicolas GUILLEN

 

Çeviren : Ülkü TAMER

 

 

 

 

NERDEN ÇIKARIYORSUN, ASKER

 

Nerden çıkarıyorsun, asker

seni sevmediğimi,

aynı değil miyiz ikimiz de,

sen de,

ben de.

 

Sen yoksulsan ben de yoksulum işte;

sen halktansan ben de halktan gelmeyim;

nerden çıkarıyorsun öyleyse, asker,

seni sevmediğimi?

 

Ama unutuyorsun bazen,

benim kim olduğumu;

sen değil miyim ben, söylesene,

sen nasıl bensen, ben de senim.

 

Kin tutacak değilim ya

bu yüzden sana, asker;

aynı kişiysek ikimiz eğer

sen de,

ben de,

nerden çıkarıyorsun, asker,

seni sevmediğimi öyleyse.

 

Karşılaşıyoruz birbirimizle

aynı sokakta, aynı yolda,

omuz omuza, seninle ben!

Aramızda kin yok, düşmanlık yok,

biliyoruz nereye gittiğimizi,

ikimiz de, sen de ben de...

 

Nerden çıkarıyorsun asker,

seni sevmediğimi öyleyse!

 

 

 

Nicolas GUILLEN

 

Çeviri : Ülkü TAMER

 

 

DUA

Bombalar düşüyor: koparıyor başlarını çocukların,

Yakıp kül ediyor bir anda ihtiyarları

Kardeşinin gelini değil mi şu parça parça olan

Annenin göğsünde bak işte bir onmaz yara

 

Neredesiniz şimdi, ta güneşe dek uzattığımız kutsallıklar,

Cana yakınlık, anlayış ve ak yücelik?

Görmem zorunlu mu yok ediciliği tekrar tekrar

Hep sessiz bakıp kalacak mıyım olup bitenlere

 

Nereye kaçılabilir, insanlar öylesine dehşet içindeyken,

Kan ve göz yaşından gayrı beklenen kalmamışsa

Boğmuşken baygın türkülerin sesini yalan, korku

Çığlık çığlık biçerken tırpanıyla dört bir yanı

 

...............................................

 

D o ğ a beşiği ve gömütü olan her şeyin

Tazele beni, kurtar varlığımı bu pis karanlıktan

Geri ver sevincimi, umudumu, şarkılarımı

Geri ver bana insan yaşamının kaderini.

 

 

Jóhannes Jónasson Úr KÖTLUM

Çeviri: Atâ KARATAY

--------------------

BAĞIŞLA BENİ ŞİİR

 

Bağışla beni şiir,

 

Bu yıl da yeni yılın umut veren ilk şiirini yazamadım...

 

Bu ayazda, sokakta evsiz barksız insanları düşündüm...

 

Daha dün güneşe aldanıp da sürgün veren filizi;

 

Kursağı boş sığınağına varamayan kuşu,

 

Bir şiirde okyanusu üç yılda geçen serçeyi düşündüm...

 

Dünyanın dört bir yanında ölüm gibi büyüyen açlığı;

 

Bitmek bilmeyen savaşları,

 

Acılı anaların daha da artacağını,

 

Ölüm oruçlarını, acıyı, zulmü ve kan emicileri;

 

İşbirlikçileri, itirafçıları,

 

Yağlı urganlarıyla iftiracıları düşündüm...

 

Yeni Hiroşimalara gebe dünyayı;

 

İşkenceyi, kayıpları, katliamları,

 

Zevki sefa içinde tepinen

 

Kapitalizmin insan kanlarıyla besili hayvanlarını düşündüm...

 

Üzüldüm, ağladım, tiksindim...

 

Ve sıktım yumruğumu dağ gibi bir öfkeyle

 

Kavgayı güzel eyleyen emeğin önünde saygıyla eğildim...

 

Bağışla beni şiir,

 

Bu yıl da yeni yılın umut veren ilk şiirini yazamadım...

 

Bülent ÖZCAN

 

 

 

 

BİR NİNNİ YA DA TÜRKÜ

 

Çocuğum uyusan bir güzel

Ölümleri düşünmeyi bıraksan da

Nasıl olsa şimdi korkunç amcalar

Ateşler akıtmıyor göklerden

Çocuğum güzelce uyusan da

Uyansan güneşli bir güne

Nasıl olsa şimdi uzaktan

Tank gürültüleri gelmiyor

Nasıl olsa dindi yağmur gibi

Makineli tüfeklerin sesleri

Sanırım yarına kadar bizi

Öldürmeyi düşünmez kimseler

Sen de bilirsin ki bir akşamla bir sabah

Arasında ne güzel yüzyıllar vardır

Uyu tadını çıkar yaşamanın

Değil mi ki savaşların çocuğusun

Daha çok sevmelisin her şeyi

Çocuğum bir güzel uyu şimdi

Hem o kadar üstünde durma

Öleceksek öleceğiz nasıl olsa

Yaşam dediğimiz bu güzellik

Kırılgandır dayanamaz korkuya

 

 

 

 

 

Afşar TİMUÇİN

 

 

 

HİSSEN YOK BU AKŞAMDA SENİN

 

 

Hissen yok bu akşamda senin

sen öğleden beri

bu renk renk

bu çeşit çeşit söylenen şarkının

artık haricindesin.

 

Tankın gölgesi uzandı üstüne kadar,

nerdeyse, habersiz gün batacak.

Tamamen çekmiş göğsünden akan kanı

büyük ve mütehammil toprak.

Her şeyin ne kadar şikâyetsiz

saatin hâlâ işliyor bileğinde,

onu akşamdan akşama kurardın,

tabii biraz sonra duracak.

Bugün günlerden cumartesi,

dün yazdığın mektup,

ancak, dört gün sonra eline değecek karının.

Senin orada eskisi gibi sesin işitilecek,

sesin teselli edecek

düşünür gibi gülecek,

kısaca : Yaşayacaksın.

Çocuğun o akşam yazdığı cevapta

bahsedecek çiçek açtığından

bahçenizdeki ağaçların.

 

Güneş battı,

yıldızlar doğacak biraz sonra,

şimdi karnın acıkmış olacaktı.

Çantanda tayının ve konserven var,

cebinde, yemekten sonra içecek sigaran.

 

Düşman bozguna uğratıldı arkadaş,

mısralarımda olsun uyan!..

 

 

 

 

 

 

Arif DAMAR

 

 

 

BAYRAMLIK

 

Koyunlar keçiler ve koçlar için

Ne kadar bayramsa Kurban Bayramı

Bu barış var ya, bu barış

Cephedekiler için o kadar barış

 

Can YÜCEL

 

 

 

SEVGİLİMİN TÜRKÜSÜ

 

Sevgilimin türküsüydü deniz

mavi sesine demir attı savaş

sevgilim,

ölü asker.

 

Sevgilimin türküsüydü buğday

altın bakışlarına kelepçe vurdu savaş

sevgilim,

ölü asker.

 

Sevgilimin türküsüydü barış

beyaz gülüşünü ikiye böldü savaş

sevgilim ölü asker.

 

Duyuyorum sevgilimi

türkü söylüyor ölü asker,

evimizin kapısını çalıyor mavi türküler.

Duyuyorum,

barış için en güzel türküleri söyler

savaşta ölenler

 

 

Mehmet YAŞIN

 

 

ASKER

Savaşta geçti tüm yaşamım,

yağmurlu siperlerden gördüm a

doğuşunu güneşin.

Irmaklardan geçtim geceleri.

Bir elim, bir ayağım ve başım sarılı.

Bir elim, bir ayağım ve bağrım çamur.

Gözlerim suskun, kederli.

Dudaklarımın arasında bir gül,

gülün ucunda bir gülümseme,

yaşamım boyu tüm kazandıklarımla dolu

bir arka çantası gibi.

 

 

 

Nikiforos VRETTAKOS

 

Çeviren : A. KADİR / Panayot ABACI

 

 

 

KİTLE

 

Sona ermişti savaş,

asker ölmüştü, bir adam geldi yanına,

"Seviyorum seni; ölme!" dedi.

Ama asker dirilmedi.

 

İki kişi geldi sonra, yalvardılar:

"Bırakma bizi! Yürekli ol! N'olur diril!"

Ama asker dirilmedi.

 

Yirmi kişi, yüz kişi, ben, beş yüz bin kişi,

bağırarak geldiler: "Bunca sevgimiz var ölüme karşı!"

Ama asker dirilmedi.

 

Milyonlar toplandı başına,

hep birden konuştular: "Gitme kardeş, gitme!"

Ama asker dirilmedi.

 

Sonra bütün insanları yeryüzünün

koştu yanına; kederle baktı onlara asker,

doğruldu ağır ağır,

kucakladı ilk adamı, yürüdü gitti...

 

César VALLEJO

 

Çeviri : Ülkü TAMER

 

 

 

BAYRAK

Ey bir muharebe meydanında

Avuçları kanımla dolu,

Kafası gövdemin altında,

Bacağı kolumun üstünde,

Cansız uyanan insan kardeşim!

Ne adını biliyorum,

Ne günahını.

İhtimal aynı ordunun neferleriyiz,

İhtimal düşman.

Belki de tanırsın beni.

Ben İstanbul' da şarkı söyleyen

Teyyareyle Hambur' a düşen,

Majino' da yaralanan,

Atina' da açlıktan ölen,

Singapur' da esir edilenim.

Alınyazımı kendim yazmadım.

Bununla beraber biliyorum,

O yazıyı yazanlar kadar olsun,

Çiçekli dondurmanın tadını,

Cazbant sesindeki sevinci,

Meşhur olmanın azametini.

Sen de nimetler tanırsın biliyorum;

Çaydan, simitten,

Kalınca bir paltodan gayrı.

Zeytinyağlı enginar, kremalı keklik

Bir kadeh

Black And White viski,

Kıl pranga kızıl çengi bir esvap.

Kimi yıllık çalışmanın

Bir kurşunluk hükmü varmış,

Hayata

Harkof bölgesinde atılmakmış nasip;

Aldırma.

Biz bir bayrak getirdik buraya kadar;

Onu daha ileriye götürürler;

Şu dünyada topu topu

İki milyar kişiyiz,

Birbirimizi biliriz.

 

Orhan VELİ

 

 

 

TAŞTAN ASKER

İlk oyuncak neydi?

Kilden mi yapılmıştı, sazlardan mı?

 

-Taştan bir asker yaptım

kurtarsın diye babamı,

sonra boyadım onu

yağmurla.

 

Asker, dağları aş bu gece,

o iri adamın mağarasına git,

köşede duran babamı getir.

 

Ülkü TAMER

 

 

 

ASKER MARŞI

 

İki asker kışlanın dışında

gece soğukta - taratata!

iki kuş gibi donmuş, afallamış ve aptal

yapayalnız kış ortasında;

geceleyin kışlanın dışında.

 

Köylülerim uykudadır

bu saatte soğukta - taratata!

yüreğim desokağın ayazında

yaralı ve ayaklar altında

bu saatte, sokağın ayazında.

 

Koca bir başkent, donanmış

otomobillerle tramvaylarla - taratata!

gönlümse korkak ve öfkeli

yalpalayıp duruyor asfaltta

yabancı ve kocaman bir başkentin ortasında.

 

Uyuyordur bu saatteköyümde herkes

sevgilim unutmuştur beni - taratata!

zavallı, öksüz gönlüm

savurup attığı cılız ot rüzgarın

köyümde bu saatte herkes uykuda.

 

İki asker kışlanın dışında

gece soğukta - taratata!

donmuş kara kuşlar, afallamış ve aptal

yapayalnız kış ortasında,

geceleyin kışlanın dışında.

 

 

Mihalis STASINOPULOS

 

Çeviri: Marianna YERASIMAS / Kemal ÖZER

 

 

GÜN AĞARIRKEN SİPERLERDE

 

Karanlık eriyip gidiyor -

Zaman hep o tekinsiz zaman.

Sadece bir canlı varlık sıçrıyor elinden -

Garip alaycı bir fare -

Kulağıma takmak için

Bir gelincik koparırken siperden.

Hey gidi garip farecik - vururlardı seni de

Bilseler böyle ırk ayrımı gözetmediğini

Şimdi dokundun ya şu İngiliz eline,

Aynı şeyi bir Alman'a da yaparsın kuşkusuz -

Çok geçmeden canın çeker de geçersen

Aramızda uyuyan çayırları.

İçinden gülüyorsundur giderken

Baktıkça o delikanlılara:

Sırım gibi, korkusuz bakışlı,

Senden daha az yaşama şansı olan

Ve ölümün keyfine bırakılmış,

Uzanıp sere serpe toprağın bağrına

Fransa' nın delik deşik edilmiş ovalarında.

Nedir gözlerimizde gördüğün

Çelikle alevin gürlemesinde

Şu dingin havanın içinde?

Nasıl bir çırpınış - hangi korkulu yürek?

Gelincikler ki - kökleri insan damarlarında-

Soluyorlar, durmadan solup düşüyorlar;

Oysa güvenlik içinde benim gelincik

Kulağımın ardında,

Yalnız tozlanmış biraz.

 

 

 

Isaac ROSENBERG

 

Çeviri : Cevat ÇAPAN

 

 

 

ŞEHİTLİK

 

 

I

 

Ben bir bahriye neferiyim

Gözlerimi balıklar yedi

Görmek ve ağlamak bitti benim için

Uzun boylu adamdım sağlığımda

İnanmazsanız elbiselerime bakın

 

Biri diyor ki ben de askerim

Ne farkım var öteki ölülerden

Eskiden evlerde otururduk

Dışında kaldık bütün kapıların

Şimdi duvardan geçiyoruz

 

Biri de diyor ki

Uzunluğuna kollarımın hâtırası

Hâlâ başım ağrıyor

 

Yalan hepsi bunların inanmayın

Biz yokuz diyor bir başkası

 

 

II

 

Akraba ölülerin kılığında geliyorlar

Kolayca girmek için odama

Bir bakıyorum amcam kardeşim

Bir bakıyorum Polonyalı bir gedikli çavuşu

Hemen de konuşuyor

 

Bir kızım vardı beş yaşında

Ölmüş şimdi beraberiz

İçi sıkılıyor burada

Ellerini Varşova'da unutmuş

Çember çeviremiyor

 

Ve bir ses

Ne patates çapalamak

Ne taş kırmak

Ne de yük taşımak pazara

Burada rahatım iyidir

 

Biri de karısını merak etmiş

Evden haber soruyor bana

 

Üstümden kaputumu aldılar

Öldüğüm zaman

Üşüyorum

Önümüz de kış

 

Sonra bir ağızdan konuşuyorlar

 

 

III

 

Bir bardaktan su içiyoruz

Birlikte yemek yiyoruz akşamları

Kimisi sevgilimize âşık

Kimisi evlât olmak istiyor anamıza

Sebepsiz gidip geliyorlar vapurlarda

Tramvayda aramıza giriyorlar

Yeniden uzun uzun yaşamak istiyorlar

Bizden ayrılmadıklarına bakılırsa

 

 

 

 

 

 

OKTAY RİFAT HOROZCU

 

 

 

KIŞLANIN DIŞINDA

Kalpağımı kafese

Kuşu kafama koydum dışarı çıktım

Ne o dedi komutan sokakta

Selam vermek yok mu artık?

Hayır, dedi kuş;

Selam vermek yok artık.

Bağışlayın, dedi komutan:

Ben var sanıyordum da.

Aldırmayın canım, dedi kuş,

Her insan yanılabilir.

 

Jacques PRÉVERT

 

Çeviren : Teoman AKTÜREL

 

 

 

İMZASIZ MEKTUP

 

Anasına yazdığı

mektubu buldular

askerin alnında,

bitiremeden daha

kapmıştı rüzgar.

Şaşırdılar hangisine vereceklerini

bekleyen bunca ananın

imzasızdı çünkü.

 

Kostas PIGADIOTIS

 

Çeviri : Marianna YERASIMOS, Kemal ÖZER

 

 

KURŞUN ASKER

Kent yaşamı bu

bir oyun oynanır ki geceleri

bulan hınzırca bulmuş

deli eder adamı.

 

Buyurun işte.

Tam geceyarısı.

Zırrr telefon.

Sesi kargadan beter.

-Bölüyor uykunu ortasından.

Ve sen kurşun asker

fırlıyorsun yataktan

arıyorsun almacı karanlıkta

-oldum olası görev duygusu yani-

ve güçlükle yutkunarak

Aloo, diyorsun, alo!..

Ama kaskatı susuyor

öbür uçtaki.

Bir kötücül soluma kulağında.

Belli ki nişan alıp sıkıyorlar birine kurşunu

ve zonklamayabaşlıyor şakakların

düş falan değil

yanlışlık ise hiç değil

işte acımasız oyun

 

Söz götürmez

sinirlenmeye de gelmez efendim

yokluyor işte birisi bizi.

Görünmez kulağını dayamış da uzaktan

izliyor ne yapıp ettiğimizi.

Belki aklından çıkmış

bir eski göz ağrın

düşün dur bakalım

hangisi?

Sakın Ölüm hazretleri olmasın?

 

Ve artık

başka çare yok

açık bırakarak almacı öylece

kalk

aç bütün ışıkları

düğmesine basıver teybin

doldur iki bardak

ağzı ağzına

geç masa başına hemen

iyice yerleş

olup olacağı bu, tacın tahtın

çek kağıdı önüne

sarıl kalemine

işte efendim alınyazın!

Ve ben

böyle bir saatte zehir zemberek

kadeh kaldırmak istiyorum

ve içmek iri iri yudumlarla

yaşasın şiir diyerek.

Şiirler!

Tek varlık, elinde avucunda ozanın,

düşmanı bile varsa

şiirler onun en bağlı düşmanı.

Var olun şiirler!

Kaldırma gücü neyse kanatların

sizin sessiz direnişiniz de öyle,

doğal yeteneğin ürünü olun şiirler

ve öncüye öncülük edin hep!

Edin ki

onurlandırsın bizi

ulaştığımız düzey,

sağlığınıza

-bilinenler ve bilinmeyenler-

sağlığınıza,

kaldır kadehini heyy

kurşun asker!

Bizi

dostlarımız unutabilirler

- bu olağan-

ama düşmanlarımız

hiç bir zaman!

 

 

Lubomir LEVÇEV

 

Çeviri : Fahri ERDİNÇ, Kemal ÖZER

 

 

 

HARP İÇİNDE

 

Babalar evlerine mahçup döndü her akşam

Harp içinde.

Anaların sütü kesildi,

Çocuklar ağladı,

Erkekler askere gitti.

Kadınlar bir deri bir kemik.

Harp içinde kızlar sarardı.

 

Savaşanlardansa

Ancak bir hatıra kaldı.

 

 

 

Cahit KÜLEBİ

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

SAVAŞA GİTMEMİZ BUYRULDU -

 

Bir Asker Türküsü

Savaşa gitmemiz buyruldu

“Toprak için aslanlar gibi dövüşün” diyerek

Toprak için! Ama kimin toprağı? Söylenmedi bu

- Dere beyinin toprağı olsa gerek!

Savaşa gitmemiz buyruldu

“Özgürlük adına” diyerek

Özgürlük adına! Ama kimin özgürlüğü? Söylenmedi bu

Halkın özgürlüğü olmasa gerek!

Savaşa gitmemiz buyruldu

“Bizden” dendi “yardım bekliyor müttefik uluslar”

Ama en önemli şey unutuldu:

Kimin cebine girecek banknotlar?

Savaş kimisi için hayatla ödenen bir fatura

Milyonluk kazançtır kimisine

Çoçuklar, daha ne kadar -

Katlanacağız bu ağır işkenceye?

 

 

Demyan BEDNIY

 

Çeviri: Ataol BEHRAMOĞLU

 

 

ÇOCUKLARINIZ İÇİN

 

Savaş sonrası sayımlarda

Şu kadar ölü, şu kadar yaralı

Kadın, erkek sayısız kayıp…

Elden ayaktan düşmüş

Geride bir o kadar da sakat,

O kara günleri anımsayalım diye…

 

Zorumuz ne insan kardeşlerim,

Amacınız kökümüzü kurutmaksa,

Yetmiyor mu tayfunlar, taşkınlar,

Bunca aç, bunca sayrı, kırım, kıyım,

Sayısız işkence kurbanları…

En kötüsü,

Güngünden başımıza inen bu gökyüzü!

 

Bu toplanıp dağılmalar ne oluyor

Yüksek düzeylerde?

Neden alçakgönüllü değilsiniz,

Sözünüz mü geçmiyor birbirinize,

Hangi dilden konuşuyorsunuz?

Barışsa eğer istediğiniz

Uçaklardan başlayın işe

Önce çirkinleşen savaş uçaklarından…

Ya insanları bir yana bırakıp

Sivrisineklerin kökünü kurutun

Ya da bataklıkları!

 

Sonra geçin karasineklere!

Ne kadar da çoğaldılar son sıcaklarda

Yer gök tüm karasinek,

Yaşamımızı karartmak için.

Bir güç denemesi yapsanız da,

Onların yaşamını siz karartsanız!

Yoksa siz de mi barıştan yanasınız,

Onların özgürlüğünden yana?

 

Kolay değil, barıştan yana olmak

Özveri gerek yüksek düzeylerde.

Gene de bir nedeni olmalı, diyorum.

Bu toplanıp toplanıp dağılmaların.

Phantom'ların pazarlanması değilse

Denizaltıların sığınmasıdır

Dost limanlara

Ya sağcı gerillaların barındırılması…

 

Ah uzak görüşlü yetkililer,

Bıraksanız da büyük sorunları bir yana,

Biraz da ulusunuz için,

Halkınız için konuşsanız…

Çocuklarınız için…

Kökleri kuruyup gitmeden!

 

Ocak Katırı Alagöz adlı şiir kitabından 1987

Bütün Şiirleri 1927-1991(Çınar Yayınları)

 

 

 

Rıfat ILGAZ

 

 

TOPRAĞA DÜŞEN

 

Ona "Haydi

Savaşa dediler

Başkaca birşey

Söylemediler

 

Aldılar köyünden

Davulla zurnayla

Geride üç çocuk

Bir eş ve bir ana

 

Eline bir silah

Tutuşturdular

Ve karşılaştı

Düşman ordular

 

Vurulup düştü

İlk çatışmada

Göğsünde bir oyuk

Üç delik alnında

 

"Ey bu topraklar için

Toprağa düşen"

Bir karış toprağın

Var mıydı yaşarken?

 

 

Ataol BEHRAMOĞLU

 

 

BİR AMERİKAN ASKERİ İÇİN KİTABE-İ SENGİ-İ MEZAR

Kasap olarak gönderildi

Kasaplık hayvan olarak

Sona erdi

 

Wolf BIERMANN

Çeviri : Yüksel PAZARKAYA

 

 

 

DUVARA TEBEŞİRLE YAZILAN

 

"Savaş istiyoruz!"

En önce vuruldu

bunu yazan

 

 

 

 

Bertolt BRECHT

 

Çeviri : A. KADİR - Asım BEZİRCİ

 

 

BİR ALMAN ANASININ AĞITI

 

Bu çizmeleri bendim sana giy diyen, oğlum,

bu haki gömleği bendim sana giy diyen.

Nerden bilecektim bu kara günleri göreceğimi,

bilseydim, giydirmem, derdim, giydirmem,

asın beni, derdim, daha iyi.

 

Elini görürdüm hani ben senin, oğlum,

"Hayl Hitler!" diyerek kaldırdığın elini,

Hitler' i selamladın diye, nerden bilecektim,

kuruyacağını bir gün elinin.

 

Duyardım, oğlum, söz ettiğini senin

üstün bir ırktan.

Nasıl varacaktım farkına, nerden bilecektim, nerden

celladıymışsın meğer sen kendinin.

 

Gittiğini görürdüm senin, oğlum,

uygun adımla Hitler' in ardından.

Nerden bilecektim, onu izleyenin

artık bir daha geri dönmeyeceğini.

 

Bana derdin ki, oğlum, derdin ki:Almanya

gelecek bir gün atnınmaz hale.

Nerden bilecektim, oğlum, bu yerin nerden bilecektim,

küller ve kanlı taşlar arasında kalacağını böyle.

 

Haki gömlek vardı her zaman sırtında senin.

Giyme şu gömleği demedim sana, demedim, oğlum.

Bu günleri göreceğimi bilmiyordum, ne yapayım,

sana o gömleğin kefen olacağını bilmiyordum.

 

 

 

Bertolt BRECHT

 

Çeviren : A. KADİR

 

 

 

BİR BARIŞ ŞARKISI

F.P.R. için *

 

Dedenin başka dedelerden çaldığı

o çiçekli California' nın portakal ağaçları altında

düşlemiştin belki bir zamanlar

başkanı olmayı ulusunun,

onurlu bir yurttaş olmayı ya da.

Dedenin dedesi İtalya' dan

bir düş yüzünden kaçmıştı belki,

bir ev, bir yuva ve yeni umutlar kurmuştu

yeni bir ülkede, Kuzey Amerika' da.

 

(Varsayım olabilir bunlar,

ama sayfalarını okumaya çalışıyorum tarihinin,

düşlerin gerçekleşmeyecek,

o ülke mezarını kazdı çünkü

portakal ağaçlarının çok uzaklarında.)

 

Bilmiyordun belki de

nerede olduğunu Vietnam' ın,

şimdi her öldüğün yerin,

yarıda kalmış çocukluğun orada yitirdi

sağduyu adına ne varsa,

-bilmiyorum neden, sen de bilmiyorsun-

orada sarıldın sahici bir silaha,

gölgelerle, ağaçlarla savaşıyorsun,

yollar, kayalar, taşlar ve rüzgar

ve tüten dumanı kendi ateşinin

ve senin olmayan bir ormanın sessizliği,

su, sıcak, yağmur ve kurşunlar,

kendi getirdiğin kurşunlar senin karşında şimdi.

 

Olamaz sanmıştın bütün bunlar,

düş görmüyordun oysa,

içinde bir şeyler kırılmıştı

bir şeyler kırmıştı dallarını

dedenin diktiği portakal ağaçlarının,

orada olmak isterdin, uzaklarda,

bir barış şarkısının gölgesinde,

ama o şarkı kesildi şimdi,

gelip yıktılar evlerini, yuvalarını, yeni umutlarını

Vietnam adı verilen ülkenin,

bu adı hiç duymamıştın belki

seni yolladıkları o acı güne kadar

dostlarında birlikte, hiç bir şey söylemeden,

açıklamadan nedenlerini;

yolladığın o topraklardasın yine

ölüyorsun, ölüyorsun, her gün ölüyorsun

kendi getirdiğin silahların altında.

 

 

 

David Fernandez CHERICIAN

 

Çeviri : Ülkü TAMER

 

 

 

 

*

Redwood City, California,

17 Kasım (A.P.) - Bay ve Bayan Silvio Carnevale, oğullarından gelen bir mektubu okuduktan dört gün sonra onun Vietnam' da öldüğünü bildiren bir telgraf almışlardır. Oğulları, mektubunda şunları yazmıştı: "Tiksiniyorum, kendi yaptıklarımdan ve arkadaşlarıma yapılanlardan tiksiniyorum...Yüz yaşında gibiyim...Talihim de artık ters dönüyor. Benim için elinizden geleni yapın. Ölmek istemiyorum, baba. Beni buradan kurtarın..."

 

 

MUHAREBE GÖRMÜŞ BİR ADAM ANLATIYOR

 

 

Muharebede ne ölüm korkusu gelir

İnsanın aklına

Ne, evi barkı düşünürsün

Gezin üst kenarın ortasından

Arpacığın tepesinden

Beğendiğin yerini seçersin hedefin

Tetiği elin titremeden çekersin

 

Artık karşındaki sana benzemez

O da küçük bir dükkân işletir memleketinde

O da karısını sever

Onun da senin gibi

Küçük bir çocuğu var

Aklına bile gelmez

Artık senin yaşaman için

Onun ölmesi lâzımdır.

 

 

 

 

 

 

Necati CUMALI

 

 

 

TİBERİUS’UN BÜSTÜ

1.

Selamlıyorum seni, iki bin yıl

sonra. Sen de bir fahişe ile yaşadın.

Çok şey birleştiriyor bizi.

Ve kentin dışı da senin: alarmlar,

soğuk kapı girişlerindeki uyuşturucu çeteleri,

yıkıntılar, arabalar. Ben sıradan bir gezgin,

boş galerideki tozlu büstünü

selamlıyorum senin. Ah, Tiberius, sen

otuzunda bile değilsin burada. Yüzünün gücü

kaslarının dinginliğinde yatıyor

onların toplamının geleceğinden daha çok.Yontucunun

yaşamı boyunca biçtiği baş

geleceğin gücünün temelini oluşturuyor.

Aşağıda uzanan herşey – Roma :

hukukçular, döküntü mahalleler ve Romalı askerler,

ayrıca binlerce bebek

senin kaba cinsine şapırdatıyor dudaklarını – bir zevk

dişi bir kurda yaraşan,

Romus ve Romulus’u emziren. (Aynı dudaklar!

dilin kıvrımlarında şaşkın ve şefkâtle

mırıldanan.) Sonuç: bir büst,

vücudun yaşamında beynin bağımsızlığının ve imparatorluğun

sembolü. Boyadığın kendi portren

beyninin kıvrımları oldu, ana kıvrımları.

 

 

2.

Otuzunda bile değilsin. Sendeki

hiç bir şey an’ı kalıcı kılamaz.

Nesnelerin karşısında kendini durdurmak isteyen

sabit bakışın kadar az:

ne bir yüz

ne de klasik bir manzarada. Ah, Tiberius!

İzin ver Suetonius ve Tacitus

senin kan dökücülüğünün nedenleri üzerine

konuşsun! Nedenler yoktur, yalnız

sonuçlar. Ve insanlar sonuçlara katlanır.

Özellikle karanlık hücrelerde, orada, herkes

suçunu kabul eder – bir çocuğun günah çıkarışı

kadar monoton işkence altında. En güzel alınyazısı

gerçeğin hiçbir parçasına ortak olmamaktır. Fakat bu,

kimseyi onurlandırmaz. Çarları

bile. Sen kendi çöplüğünde, derin bir düşünceden bile daha çok,

şaşırtılamayacak kadar bilgilisin. Belki de

yalnız kanalıcılık değildir nesnenin

alınyazısını hızlandıran? Basit bir vücudun

özgürce düşüşü boşlukta? Orada insan düşüş anına yakalanır hep.

 

 

3.

Ocak. Bulutlar kış kentinin üzerinde toplanmış

bir mermer parçası gibi.

Tiber nehri gerçekten kaçışta.

Fıskiyeler kimsenin bakmadığı yöne

fışkırıyor – ne parmakların arasından

ne de kısık gözlerle görülebilen. Bir başka zaman!

Ve kızgın kurdu kulaklarından tutarak

durdurmak olanaksız artık. Ah, Tiberius!

Biz kimiz seni mahkûm edecek?

Sen bir canavardın, duygusuz bir

canavar. Fakat işte bu canavar –

kurban değildi hiç – doğanın kendi benzerini

yaratması gibi. Daha da

önemlisi – seçeceksek –

bir deli tarafından değil de,

şeytanın yavrusu tarafından yokedilmek.

Senin henüz otuz yaşını doldurmamış

ikibin yıllık taş yüzün

doğal bir tahrip makinasına benziyor,

acıların kölesi, düşüncenin ateşli ruhu

ya da başka şeylere değil. Seni savunmak

tüm efsanelere karşı,

bir ağacı yapraklarına – onların ilişkisiz

açık hışırtılı çoğunluğuna – karşı savunmak demek.

 

 

4.

Boş bir galeri. Öğle sonrası. Güneş batmakta,

pencere kış aydınlığıyla örtülü.

Sokağın alarmı. Odanın yapısına hiç tepki

göstermeyen bir büst…

Beni işitmediğini düşünmek olanaksız!

Ben de kaçtım başıma gelenlerden sonra

yıkıntılar ve seraplarla dolu bir

ada’ya dönüştüm. Bir lambanın

yardımıyla doğradım profilimi.

Söylediklerim ise, benim tarafımdan söylenen

değer taşımayan şeylerdir –

sonradan değil, şimdi.

Bu tarihin hızının ifadesi

değil mi? Sonuçlar ah ne başarılı

deneyler, nedenlerden önce gelmek için?

Ve boşluk, ayrıca – ciddi bir şekilde oyalanmak için

bir güvence değil.

Pişmanlık? Alın yazısında çalkalanım yaratmak?

Yeni bir kart açmak?

Fakat değer mi? Senin tarihçinin sana çarptığı

kadar, sert, radyoaktivite bize çarpacak.

Kim kalacak arkamızda küfredecek bize? Bir yıldız?

Ay? Yanlış kromozom karışımlarıyla, sarkık gövdesiyle

şeytanımsı o korkunç dev böcek? Belki?

Fakat o, çarparsa içimizdeki sert bir şeye

şaşırır mutlak bir parça

son verir delişine.

 

“Büst” – diyor o, yıkıntıların ve kasılmış

kasların dili – “büst, büst.”

 

 

Joseph BRODSKY

Çeviri:

Özkan MERT

 

 

 

 

GAZİ

 

Gövdesi çelik, yüzü çocuksu

yiğitlik ve sevinç doluydu

aç kurtlar gibi saldıran düşmanı

öldürmek için yola koyuldu.

Altı azizler gibi parladı askerde

alçakgönüllü her yana koştu

birinci atıldı savaşa

sonuncu bıraktı.

 

Arkadaşları yaydı ününü

dört yana

dağlar, ovalar

hep onu alkışladı.

 

Karanlık ve korku diyarında

yıllarca bir hayvan gibi

yaşayan bir kahraman

şimdi bir insan paçavrası,

 

Yüzü sapsarı

saçları omuzlarında

baktım

sanki bir zafer anıtı.

Çakılıp kalmış

yolun ortasında

sağ eli

koltuk değneğine dayalı.

 

İncil' den barış ve sevgi üstüne

bir söylev dinliyordu sırıtarak

el yerine

ceketinin boş kolunu sallayarak.

 

Markos CIRIMOKOS

 

Çeviri :Y. BOZ / Refik DURBAŞ

 

 

 

YENİ ER

 

Savaş çıkmıştı

Orduya aldılar onu

Tüfek verdiler

Mermi verdiler

Süngü verdiler

Bomba verdiler

Gaz maskesi verdiler

Tanımadığı adını bilmediği

Bütün gereçleri verdiler

Dağ başında gözcüydü o

Aşağıda ırmak sanki bir gelin-

Sanki bir kuş - yeryüzünde akan bir kuş

Orman koyu yeşil - yeşil - açık yeşil

Sanki bilgeler arası çağsal toplantı

Ki mavi söylencelere benzemektedir

Yarısı görünen göl

İşte başaklar sallana sallana

Sürezi yenilemekte evrensel bir devinim

Hepsi bir severlik içinde sessiz

Ötelere ulaşmaktadırlar kendi varlıklarından

Baktı yeni er üstüne başına mırıldandı:

Peki niye

Bunca güzelliklere karşı

Böylesine çirkin giyinmek

 

 

 

Fazıl Hüsnü DAĞLARCA

 

 

 

SAVAŞTA ÖLENLER

 

 

Her yer tıklım tıklım ölü

Acı boğacak beni boğacak beni

Otlar yalnızlıktan kupkuru

Ama suçlu ben değilim ben değilim

Katillerle bir olmadım olmayacağım da

Özgür kalacağım işte böyle bir başıma

Ve insanoğluna bundan sonra da

Ne ölüm dokuncak ne dirim.

 

 

 

Paul ELUARD

 

Çeviren : A. KADİR / Asım BEZİRCİ

 

SAVAŞA HAYIR

 

Halk, dört duvar cenderede,

Düşünür mü özgürlüğü, karın zil

Gözlerinde güvercin kanadı,

Uzatır düşsü duyargalarını;

Kendi kendilerini görürler.

Işıklanıverir yollar bir gün:

Birden, yıkılır kara duvarlar.

Her varlık yerini alır,

Çalışan bilekler isteyince:

Hele de sevi dolu yürekler,

Barış yazılır gökyüzüne;

Barış içinde olmalı evren.

Doğmak da, ölmek de, dostlukla.

Var olmanın soylu yasası:

Barış, Sevi. Barış, Sevi. Barış...

 

 

Oğuz TANSEL

 

 

 

HÜCUMDAN ÖNCE

 

Ölüme giderken şarkı söylenir,

Ama önce

ağlayabilirsiniz gönlünüzce,

Çünkü hücumdan önce o bekleyiş

en korkunç olayıdır savaşın.

Ve siyah bir tozla kirlenen

Bir maden gibidir kar

Patlayış!

ve bir dost öldü işte.

İşte beni görmeden geçti ölüm.

Ama şimdi sıra bende.

Benim, avcıların önündeki

tek av parçası şimdi.

 

 

Semyon GUDZENKO

 

 

 

MEMLEKETİMDEN İNSAN MANZARALARI

İKİNCİ BÖLÜM

I

Atlantiğin dibinde upuzun yatıyorum, efendim,

Atlantiğin dibinde

dirseğime dayanmış.

Bakıyorum yukarıya:

bir denizaltı gemisi görüyorum,

yukarıda, çok yukarıda, başımın üzerinde,

yüzüyor elli metre derinde,

balık gibi, efendim,

zırhının ve suyun içinde balık gibi kapalı ve ketum.

Orası camgöbeği aydınlık.

Orda, efendim,

orda yeşil, yeşil,

orda ışıl ışıl,

orda yıldız yıldız yanıyor milyonlarla mum.

Orda, ey demir çarıklı ruhum,

orda tepişmeden çiftleşmeler, çığlıksız doğum,

orda dünyamızın ilk kımıldanan eti,

orda bir hamam tasının mahrem şehveti,

mahrem şehveti efendim,

gümüş kuşlu bir hamam tasının

ve koynuna ilk girdiğim kadının kızıl saçları.

Orda rengarenk otları, köksüz ağaçları

kıvıl kıvıl mahlukları deniz dünyasının,

orda hayat, tuz, iyot,

orda başlangıcımız, Hacıbaba,

orda başlangıcımız

ve orda hain, çelik ve sinsi

bir denizaltı gemisi.

400 metroya kadar sızıyor ışık.

Sonra alabildiğine derin

alabildiğine derin karanlık.

Yanlız ara sıra

acayip balıklar geçiyor karanlığın içinde

ışık saçarak.

Sonra onlar da yok.

Artık dibe kadar inen

kat kat kalın sular kati ve mutlak

ve en dipte ben.

Ben, upuzun yatıyorum, Hacıbaba,

upuzun yatıyorum dibinde Atlantiğin

dirseğime dayanmış,

bakıyorum yukarlara.

Avrupa Amerika' dan Atlantiğin yüzünde ayrıdır

dibinde değil.

Gazgemileri gidiyor yukarda, çok yukarda, birbiri peşi sıra.

Omurgalarının altını görüyorum,

omurgalarının altını.

Dönüyor keyifili keyifli pervaneleri.

Dümenleri ne tuhaf suyun içinde

İnsanın tutup tutup kıvırası geliyor.

Köpekbalıkları geçti gemilerin altından,

karınlarını gördüm

ağızları da orda.

Gemiler şaşırdılar birdenbire,

herhalde köpekbalıklarından değil.

Denizaltı gemisi bir torpil attı, efendim

bir torpil.

Gemilerin dümenlerine baktım:

telaşlı ve korkaktılar.

Gemilerin omurgalarında imdat arar gibi bir hal vardı,

gemiler bir bıçak darbesinden en yumuşak yerini

karnını saklamak isteyen insanlara benziyorlardı.

Denizaltılar birden üç oldular, derken, altı, yedi, sekiz.

Gazgemileri düşmana ateş açarak

insanlarını ve yüklerini suya döküp saçarak

batmaya başladılar.

Mazot, gaz, benzin,

tutuştu yüzü denizin.

Bir alev deryasıdır şimdi yukarda akan,

yağlı ve yapışkan

bir alev deryası efendim.

Kıpkızıl, gömgök, kapkara,

arzın ilk teşekkülü hengamesinden bir manzara.

Ve denizin yüzüne yakın suyun içi allak bullak.

Köpürüp, dağılıp parçalanmalar.

Yukardan dibe doğru inen gazgemisine bak.

Gece uykuda gezenler gibi bir hali var:

lunatik.

Geçti kargaşalığı,

girdi deniz dünyasının cennetine.

Fakat durmadan iniyor.

Kayboldu ıslak karanlıkta.

Artık baskıya dayanamaz, parçalanır.

ve direği, efendim, bacası yahut

nerdeyse yanıma düşer.

Yukarda insanla dolu denizin içi.

Bir tortu gibi dibe çöküyorlar

tortu gibi çöküyorlar, Hacıbaba.

Baş aşağı, baş yukarı,

uzanıp kısalıyor, bir şeyler aranıyor kolları bacakları.

Ve hiçbir yere, hiçbir şeye tutunamadan

onlarda iniyorlar dibe doğru.

Birden bire bir denizaltı düştü yanıbaşıma.

Parçalanmış bir tabut gibi açıldı köprüüstü kaportası

ve Münihli Hans Müller dışarı çıkıverdi.

39 ilkbaharında denizaltıcı olmadan önce

Münihli Hans Müller

Hitler hücum kıtası altıncı tabur

birinci bölük

dördüncü mangada sağdan üçüncü neferdi.

Münihli Hans Müller

üç şey severdi:

1-Altın köpüklü arpa suyu

2-Şarki Prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli Anna.

3-Kırmızı lahana.

Münihli Hans Müller için

vazife üçtü:

1-Çakan bir şimşek

gibi mafevke selam vermek.

2-Yemin etmek tabancanın üzerine.

3-Günde asgari üç çıfıt çevirip

sövmek silsilelerine.

Münihli Hans Müller'in

kafasında, yüreğinde, dilinde üç korku vardı:

1-Der Führer.

2-Der Führer.

3.Der Führer.

Münihli Hans Müller

sevgisi, vazifesi ve korkusuyla

39 ilkbaharına kadar

bahtiyar

yaşıyordu.

Ve Vagneryen bir operada do sesi gibi heybetli

Şarki Prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli

Anna'nın

tereyağı ve yumurta krizinden şikayet etmesine

şaşıyordu.

Diyordu ki ona:

-Bir düşün Anna,

yepyeni bir manevra kayışı takacağım,

pırıl pırıl çizmeler giyeceğim ben.

Sen beyaz ve uzun entari giyeceksin,

balmumundan çiçekler takacaksın başına.

Tepemizde çatılmış kılıçların altından geçeceğiz.

Ve mutlak

hepsi erkek 12 çocuğumuz olacak.

Bir düşün Anna,

tereyağı, yumurta yiyeceğiz diye

top, tüfek yapmazsak eğer

yarın 12 oğlumuz nasıl muharebe eder?

Münihlinin 12 oğlu muharebe edemediler

çünkü doğamadılar,

çünkü henüz, efendim, Anna'yla zifaf vaki olmadan önce

bizzat harbe girdi Hans Müller.

Ve şimdi 41 sonbaharı sonlarında

dibinde Atlantiğin

benim karşımda durmaktadır.

Seyrek sarı saçları ıslak,

kırmızı sivri burnunda esef,

ve ince dudaklarının kıyılarında keder.

Yanı başımda durduğu halde

yüzüme çok uzaklardan bakıyor,

İnsanın yüzüne nasıl bakarsa ölüler.

Ben biliyoum ki, o bir daha görmeyecek Anna'yı,

ve artık bir daha arpa suyu içip

yiyemeyecek kırmızı lahanayı.

Ben bütün bunları biliyorum, efendim,

ama o bütün bunları bilmiyor.

Gözü bir parça yaşlı,

silmiyor.

Cebinde parası var,

çoğalıp eksilmiyor.

Ve işin tuhafı

artık ne kimseyi öldürebilir

ne de kendisi ölebilir bir daha.

Şimdi şişecek birazdan,

yükselecek yukarıya,

sular sallayacak onu

ve balıklar yiyecek sivri burnunu.

Ben

Hans Müller'e bakıp, Hacıbaba, bunları düşünürken

yanımızda peyda oluverdi

Liverpul Limanından Harri Tomson.

Gazgemilerinden birinde serdümendi.

Kaşları ve kirpikleri yanmıştı.

Gözleri sımsıkı kapalıydı.

Şişman ve matruştu.

Bir karısı vardı Tomson'un:

tavan süpürgesi gibi bir kadın,

tavan süpürgesi gibi, efendim, zayıf, uzun, titiz, temiz

ve tavan süpürgesi gibi münasebetsiz.

Bir oğlu vardı Tomson'un:

altı yaşında bir oğlan, Hacıbaba,

tombul mu tombul, pembe beyaz, sarı papa mı sarı papa.

Tuttum Tomson'un elinden.

Açmadı gözlerini.

"-Vefat ettiniz" dedim.

"-Evet " dedi, "İngiliz imparatorluğu ve hürriyeti için:

Canım isterse, harp içinde bile Çörçil'e sövmek hürriyeti

ve canım istemese de aç kalmak hürriyeti uğruna.

Fakat değişecek hürriyette bu son bahis,

harpten sonra artık işsiz ve aç kalacak değiliz.

Planı hazırlıyor Lordlarımızdan biri.

Adalet: ihtilalsiz.

Ben İngiliz İmparatorluğu'nu dağıtmaya gelmedim, dedi Çörçil.

Ben de ihtilal çıkarmaya gelmedim:

buna Kenterburi başpiskoposu

bizim tredünyonun reisi

ve karım razı değil.

Ay bek yur pardın.

İşte bu kadar,

nokta, son."

Sustu Tomson.

Ve ağzını açmadı bir daha.

İngilizler fazla konuşmayı sevmezler,

hele hümoru seven ölü İngilizler.

Tomson' la Müller'i yanyana yatırdım.

Şiştiler yan yana,

yan yana yükseldiler yukarı doğru.

Balıklar Tomson'u afiyetle yediler,

fakat dokunmadılar ötekisine,

Hans'ın etiyle zehirlenmekten korktular anlaşılan.

Hayvan deyip geçme, Hacıbaba,

sen de hayvansın ama

akıllı bir hayvan...

 

Nazım HİKMET (1902 - 1963)

--------------------

RÜZGARLARIM KONUŞUYOR

VII

 

Ben bir harp esiriydim

Bulutları seviyordum, hürriyeti seviyordum

İnsanları seviyordum, yaşamayı seviyordum

Bulutları gözlerimden boşalttılar bir gece.

 

Yalan söylemeyen bir dünyada.

Ben de yalan söyleyemem.

Ve ben şeffaf, tertemiz

Pırıl pırıl bağırıyorum:

Yetişir oltaya yem

Dile küfür olduğumuz,

Yetişir bozuk para gibi savrulduğumuz.

 

Gözlerim var, görüyorum:

Yarı çıplak, çırılçıplak

Ölülerle dolu toprak

Ölüler sarmaş dolaş

Ölüler sivil, asker, ihtiyar

Ölüler buram buram

Nefret kokuyor

 

Ve dilim var, söylüyorum:

Benim de altçenemi

Gözlerimi alacaklar belki de

Yaşamak ve hürriyet istedim diye

Ve belki de bir sabah

Gün doğmadan az önce

Heykelim dikilecek

Bir darağacına.

 

 

 

Cahit IRGAT

 

 

DÜŞMAN YAKMIŞTI EVCEĞİZİNİ

 

Düşman yakmıştı evceğizini

Yok etmişti kimi var kimi yoksa.

Nereye gitsindi şimdi asker

Kime anlatsındı kederini.

 

Yürüdü asker, acılar içinde,

Köyün bitimindeki mezarlığa.

Üstünü ot bürümüş bir tümsek

Bekliyordu onu orda.

 

Durdu asker, sanki bir yumruk-

Tıkamıştı boğazını.

Dedi ki: "Geldim, bak, Proskovya

Karşıla kahraman kocanı.

 

Büyük bir sofra donat hemen

Konuklarla dolsun evimiz.

Böyle bir günde eğenmeyip

Ne zaman eğleneceğiz?..."

 

Yanıt veren olmadı askere

Ne de bir karşılayanı...

Sıcak yaz rüzgarı sadece

Sallıyordu tümseğin üstündeki otları...

 

 

Mihail ISAKOVSKI

 

 

CAMICHI

 

Giyotinle ölüm cezası bugün,

Kırallar hariç, istenmiyor.

Bu satırları yazan sana

Ölümüm çarmıhta olsun diyor.

Kanıma banıp yazıyorum:

 

Ündü, şuydu buydu, boş hepsi,

Tanrı da duysa kınardı sizi.

Bir yerde ipe çektirin kendinizi.

İple gecenin barınağı

Sizin için biçilmiş kaftan.

 

Ormanın kıyısında yüksükotları şaşkın,

Sarsınlar isterdim etrafını mezarımın.

Bir dal kopar da kaynat iç bu ottan

Kurtulursun o ağrılarından.

 

Bana bir parça iyi bir mermer verin

Üstüne adımı altın harflerle yazın,

Rastgele bir ağacın yanına dikin

Ölüm tarihimi koymayı unutmayın.

 

Askerliğe alışamadım gitti,

Yarı demir yarı pamuk ipliği

Ama dosta canımı vermeyi bildim

Yasaklarına karşı kilisenin.

 

Bu çilek kokuları nerden geliyor?

Koruyucu-yargıçlar, kıral içiyor, diyorlar

Ben, Bourtibourg vursunlar beni istiyorum

Durun! Ben çarmıhta ölmek istiyorum.

 

Ben aşkımı işte kağıda döktüm

Benim de kısmetim bu yeryüzünde!

O kutsal-ruh olsaydı bende de

Ölümümden başka bir şey istemezdim

Onun ışığı yanıp dururken böyle.

 

 

Max JACOB

 

Çeviri : İlhan BERK

 

 

 

BİR İSPANYOL ÇİFTÇİSİNİN MEZAR TAŞI

 

 

İlençli bir asker olayım diye askere aldı beni Franco,

Kaçmadım, korkuyordum çünkü, adamı kurşuna dizerlerdi.

Korkuyordum - özgürlüğü, hakka karşı geldim bu yüzden

İrun varoşları altında. Ama ölüm yine yakamı bırakmadı işte.

 

 

Attila JÒZSEF

Çeviri : İlhan BERK

 

 

 

KOĞUŞ

 

Tekmil koğuş uyudu şimdi.

On bir nöbetçisi,

belki dört defa saydı uyuyanları.

Sonra kendi kendine bile görünmeden,

o kadar yorgun ve bitkin

yere çöktü.

 

Artık herkes başka uykuda.

Hüseyin onbaşı,

çıplak yolunda yürür Avanos' un.

Beyşehir' li Ahmet,

bir tas ayranla çıkarır yorgunluğunu

talim yerinin.

 

Nalbant İsa,

bir dağ ortasında oturmuş,

ev ekmeği yer.

 

Maksut çavuş çarşıdadır.

Merzifonlu tarlada.

Çorumlu türkü söyler Karacaoğlan' dan.

 

Biride bizim Darendeli,

gerine gerine bir şeyler oluyor,

hiç utanmadan.

 

 

 

A. KADİR

 

 

 

TANRI AMERİKA'YI KUTSASIN

 

İşte gidiyorlar gene

Yankiler zırhlı alaylarıyla

Keyifli türkülerini şakıyarak

Dört nala büyük dünya boyunca

Amerika'nın Tanrısı'na övgülerle

 

Hendekler tıka basa ceset dolu

Bu birileri, savaşa katılmayanlar

Öbürleri, övgüye katılmayanlar

Bu birileri, seslerini yitirmekte olanlar

Bu birileri, türkünün ezgisini unutanlar

 

Süvarilerin şaklayan kırbaçları var

Kafanız kumda yuvarlanıyor

Kafanız pislik dolu bir havuz

Kafanız toz duman

Gözleriniz çürümüş ve burnunuz da

Yalnızca ölülerin kokusu

Ve bütün o ölüm havası taptazedir

Amerika'nın Tanrısı'nın kokusuyla

 

 

Harold PINTER

Çeviri:

Tuğrul Asi BALKAR

 

 

MİHALİYOS

 

Askere aldılar Mihaliyos' u bir gün.

Güzeldi, yiğitti, çalımla gitti,

Maris ve Panayotis' le birlikte.

"Hizaya gel" i bile öğrenemedi.

Mırıldanıp durdu hep: " Onbaşım,

"köyüme döneyim ne olur bırakın beni..."

Ertesi yıl, bir hastanede,

konuşmadan göğe bakıyordu...

Dikmişti sulanan gözlerini yukarı,

sıla özlemiyle, sessizce,

yalvarıyor gibi söylüyordu:

"Evime döneyim ne olur bırakın beni..."

 

Mihaliyos öldü bir gün.

Askerler soydular onu,

bir çukura koydular

Maris ve Panayotis'le birlikte.

Toprak attılar üstüne,

ama ayaklarını dışarda bıraktılar:

Boyu pek uzundu fukaranın!

 

Kostas KARYOTAKIS

 

Çeviri : Ahmet YORULMAZ, Asım BEZİRCİ

 

 

 

ASKERLER ŞARKI SÖYLEYEMEZ

 

Başçavuş! Başçavuş!

Nasıl istersin şarkı söylememizi,

kısılmışken sesimiz

sıla özlemiyle?

 

Emrediyorsun, gözdağı veriyorsun,

ama şarkı söylemek istemiyor canımız.

Bırak da dinlemeyelim emrini,

bu yıl baharın ovalara getirdiği

acının lavları akıp gitsin, bırak,

renkli oyunlarda kaybolsun...

 

Başçavuş! Başçavuş! ,

Askerler şarkı söylemez.

Uyarlar ancak

sessizce emirlere,

göğüslerine dayıyarak

tüfeklerini temizlerler.

Ama iyi bilesin:

Şarkı söylemez askerler!

 

Kostas KOVANIS

 

Çeviri: Ahmet YORULMAZ

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...