Jump to content

Yeter Ki Sonu İyi Bitsin...William Shakespeare...


pithc

Önerilen Mesajlar

Yeter Ki Sonu İyi Bitsin...William Shakespeare...

Shakespeare’in, bugüne kadar dilimize çevrilmesi savsaklanmış oyunlarından biri de All’s Well That Ends Well adlı “Sorun Komedyası”dır Bunun bir nedeni, bazı incelemecilerin bu oyuna üvey evlat gibi davranmış olmalarıdır. Avrupa tiyatrolarının oyun dağarlarında sık sık yer alan bu oyun seyirciler tarafından beğenilmiştir. Ancak oyunun renkli kişisi Helena’yı seven, oyunu yer yer öven bu incelemeciler, oyunun bütünü üzerinde pek de olumlu olamamışlardır. Bu oyunda eleştirilen noktalar karşısında, Shakespeare’in başarılı uyaksız şiiri yanında, acemice koşuklara yer vermesi, konuyu süslemeyişi, yatak sahnesini, soytarılığı hoyratça ve biraz da kabaca gösterişi, Parolles’in çelişkili karakteri, Bertram’ın sevimsiz bir kahraman oluşu, Helena’nın -erdemli oluşuna karşın- entrika çevirmesi; kısacası oyundaki raslantısal uyumlu ve başarılı sahnelere karşın, genelde kötü bir oyun oluşu gösterilmiştir.

 

Ne ki, bu eleştirilerde gözden kaçan bir nokta, bu incelemecilerin yalnızca olumsuz noktalar üzerinde durup olumlu olanlardan hiç söz etmemeleridir. Hele çağdaş bir gözle bakıldığında, yani kategorik bir iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin ayrımı yapmadan, diyalektik olarak olumlu-olumsuz içiçeliği ile bir yoruma gidildiğinde bu oyunun erdemleri bir bir ortaya çıkmaya başlar. Neden kahramanımız Bertram klasik oyunlardaki gibi yüceltilsin? Neden sevimli ve erdemli Helena entrika çevirmesin? Soytarılık neden Kral Lear’daki gibi illaki felsefi bir boyuta oturtulsun?

 

 

Aslında böyle bir komedyada oturtulması da doğru mudur? “Ahlâk dışı”dan ne kastedilmektedir? Kime ve neye göre ahlâk? İnsansal olan her şeyin içinde olumlu ve olumsuzu aynı anda içeren çelişkiler yok mudur?

 

Doğal olarak, önyargılarla ve birtakım kalıplı düşüncelerle oyunun kahramanı Betram’a yönelenler onu bir kahraman olarak görmeyeceklerdir. Oysa onun gençliğini, yetiştiği çevreyi, anlayışını ve konumunu dikkatlice izleyenler, Betram’ın yanlışlarını inansal olanla birleştireceklerdir. Oyunun komedya oluşunu düşünüp bu oyuna gidenler, oyunu “eğlenceden yoksun” ya da “esprisiz” bulabilirler. Oysa bazı komedyaların güldürmeden çok insansal zayıflıklar açısından uyardığını da düşünmek gerekmez mi?

 

Shakespeare’in bu komedyası, onun öteki komedyalarında gördüğümüz şenlikli öğelerini içermez: Bu oyunda, neşeli çıkışlar, eğlendirici ezgiler, kemanlar eşliğinde aşk sahneleri, çekici dans sahneleri, oyun içinde oyun, cümbüşlü geçişler yoktur. Bu da gösterir ki, Shakespeare’in bu komedyadaki amacı, öteki komedyalarından daha değişiktir; yazar, mutlu bir komedya değil, daha değişik etkileri sağlayacak bir komedya yazmayı düşünmüş olamaz mı? Shakespeare’in öteki komedyalarındaki aşk sahnelerine alınmış olup bu komedyayı da aynı kalıplar içinde görmek isteyenler için bu oyun gerçekten de düş kırıcı olabilir. Bu komedyada, ona yukarıdan bakan bir erkeği deli gibi seven, yaşamını tehlikeye atıp sevdiği erkeğe kavuştuğu ve hatta evlendiği anda erkek tarafından terkedilen bir kadın vardır. Soylu olan erkek, ünlü bir doktorun kızını soylu olmadığı için aşağılar: Burada onur kavramı, o dönemin birçok yazarının tersine, sorguya çekilmektedir. Onur mu aşk mı? Sonunda sevginin onurdan çok daha önemli olduğu anlaşılacaktır. Ya soyluluk? Soyluluk aileden değil, insanın kendi ahlâkından, meziyetlerinden gelir. İnsan olmanın yanında, soyluluk unvanı bir hiçtir.

 

Yazarın aynı tavrını soytarıyı ele alırken izleriz. Bu oyunda, zeki, ama mutsuz bir soytarı vardır. Dünyanın çılgınlığını, budalalığını akıllıca açıklayabilen, ama bu dünyanın nimetlerinden hoşnut olmayan bir soytarıdır bu. Davranışlarını cinsel dürtülerine göre ayarlayan insanların acımasız eleştirisini yapan Soytarı Lavatch, bilinçli bir seyirciye, dolaylı yoldan o çevrenin yaşayışını, politikasını, ikiyüzlülüğünü ve ilkelliğini vurgular.

 

Shakespeare, oyununu geliştirirken -öteki komedyalarının tersine- rahatlamayı ve uyumlu durumları getireceği yerde, bu komedyasında, bilinçli olarak çatışma üzerine çatışma ekleyerek seyirciyi durmadan yeni kararsızlıkların içine sokar. Oyunun sonunda da seyirci kuşkulu ve düşünceli olarak salonu terkeder.

 

Yazarın, bu komedyadaki tutumunu, kusurlar ya da zayıflıklar olarak düşünmek yerine, oyundaki değişik yaklaşımları, alışılagelinmemiş aşk ilişkisini, soytarının soğuk duş etkisi yapan konuşmalarını, final sahnesinin belirsizliğini, Shakespeare’in bilerek tasarladığı özellikler oludunu anlamalıyız. Bu bakışla oyunu ele aldığımızda kendine özgü bir Shakespeare komedyasıyla karşı karşıya olduğumuzu anlamakta gecikmeyiz. Çağdaş tiyatro anlayışı ve seyirci açısından bu oyun, yönetmene, oyunculara ve seyircilere değişik düşünceleri ve duyguları, bugünün insanlarına çok daha uygun bir yorumu getirecektir.

 

 

Yeter ki Sonu İyi Bitsin başlığıyla dilimize çevirdiğimiz bu komedya, ilk kez 1623 yılında yayımlanmış olan folio’da karşımıza çıkar. Oyunun yazılış tarihi, ya da ilk oynanışı üzerine hiçbir kanıt bulunamamıştır. Ancak Shakespeare incelemecileri üsluba ve Kısasa Kısas başlığıyla dilimize çevrilen Measure for Measure’a olan benzerliklerini göz önüne alarak, oyunun aşağı yukarı 1602 ile 1604 yılları arasında yazılabileceğini belirtmektedirler. Yine bu incelemeciler, oyunun Troilus ile Cressida’ya olan bağlantılarına bakarak, her iki oyunun Troilus ile Cressida’ya olan bağlantılarına bakarak, her iki oyun gibi bunun da bir “Sorun Komedyası” olduğunu yazmışlardır.

 

Çağdaş incelemecilerce, bu oyun, Shakespeare’in son olgunluk dönemi yapıtlarıyla bir tutulmaktadır. Gerçekten de çağdaş yorum ve anlayış içinde, bu oyun Shakespeare komedya geleneğinin önemli yapıtlarından biridir. Yeter ki Sonu İyi Bitsin, bütün öteki Shakespeare komedyaları gibi, bir aşk serüveni ile taşlama kutupları arasında gidip gelir. ayrıca, büyü ve olağanüstü rastlantılarda anlatım kazanan yaşamın iyi, güzel yanları ile ahmaklığı ve tersinlemeyi sağlayan sahnelerle gösterilen yaşamın saçma ve yozlaşan yanları arasında başka bir gelişim vardır. Bu iki yaklaşım dışında, bir de üçüncüsü vardır: Bu da, İngiliz töreci oyunlarının mirası olan bir öğretidir: Yaşam denilen şey insanoğlunun, ömrü boyunca kurtuluşu arayışıdır. İnsanoğlu sık sık yanlış yollara sapar, ormanların labirentlerinde kaybolur, acı çeker ve acı çektikte sonra doğru yolu bulur.

 

Oyunun olay dizisi, Boccaccio’nun bir öyküsünden alınmıştır. Shakespeare’in bu öyküyü, onaltıncı yüzyılda herkesçe bilinen, Paynter adlı bir yazarın Palace of Plaasure (Zevk Sarayı) başlığı altında çevirmiş olduğu İtalyan öykülerini kapsayan bir seçkiden aldığı bilinmektedir. Yazar, öyküyü yeni baştan özgürce biçimlendirmiş, ama aşk serüvenini, Helena’nın büyülü ilacını, haç yolculuğunu, yalandan ölümünü ve mutlu rastlantıları d eğiştirmemeye dikkat etmiştir. Aynı zamanda, aşk dokusuna, töreci oyun dokusunu kaynaştırarak Bertram’ı oyunun anahtar kişisi yapmıştır. Öyküde ise anahtar kişi Helena’dır. Bilindiği gibi, eski töreci oyunlarda kahramanın yaşamı doğumundan ölümüne kadar, belli ahlâksal evreler içinde geliştirilirdi. Bazen bu oyunlarda kahramanın en çok yanlış yapma olasılığı olan gençlik evresi üzerinde dikkat odaklanırdı. Genç kahraman, deneyimsizliği, ataklığı ve cinsel itkileriyle garip yanlışlıklar içine düşer, sonunda da doğru yolu bulup erdemli bir genç olarak mutlu olurdu. Bu oyunda da Bertram aynı yolun yolcusu, deneyimsiz, atak, cinsel dürtülerinin kurbanı olan bir gençtir. Onun için de, bir yanlıştan başka bir yanlışa düşer. Kendi akıl hocası olarak seçtiği ise Parolles adıyla palavracı biridir. Başlarda bu çıkar düşkünü, kendini olduğundan başka gösteren palavracının verdiği öğütlere kapılarak onu sevenlere ihanet eder, onlara kötü davranır. Helena’yı reddederek toplumun bütün geleneksel değerlerine ve dolayısıyla ölmüş olan babasına, annesine, krala karşı çıkmış giib olur.

 

Onun bu başkaldırısının, bir de küçük bir olumlu yanı vardır: Savaşta bir kahraman olarak ünlenmek. O dönemde, askerlik ve yiğitlik geleneksel değerlerden biriydi. Onun bu alandaki başarısı, başından geçenler ve bir de Helena’nın planı sonuçta, onun, toplum değerlerini ve kendi konumunu tanımasını sağlar, Bertram, Floransa Savaşı’nda yararlık gösterir. Dük’ün gözüne girer ve kendine güven kazandıkça o zamana kadar farkedememiş olduğu gerekçeleri yavaş yavaş görmeye başlar. Önce onu yanlış yöne çeken ve onun dengi olmayan Parolles’in ikiyüzlülüğünü, korkaklığını ve palavracılığını anlar, ondan ayrılır. Annesinin mektubundan karısı Helena’nın onun yüzünden evi terkettiğini öğrenince bundan vicdani bir sorumluluk duyar; Soylu’nun dediği gibi, tam anlamıyla “başka bir adam” olmasa bile, değişmeye başlamıştır. İki genç Soylu, oyunun ahlâksal eğilimini sağlayan iki karakterdir. Shakespeare, kendi düşüncelerini bu iki genç saraylının ağzından verir:

 

“2. SOYLU: Yaşamımızın dokusu karmakarışık bir masal, iyiyle kötü yanyana, eğer yanlışlarımız onları kırbaçlamasaydı erdemlerimiz gurur duyardı; ve eğer erdemlerimiz onları bağrına basmasaydı suçlarımız umutsuzluğa kapılırdı.”

 

 

Bu sözler aynı zamanda, Shakespeare’in karakterlere ve durumlara olan yaklaşımına da ışık tutar: Olumlu ile olumsuz iç içedir; kötünün içinde iyi olabileceği gibi, iyi de içinde kötülük taşıyabilir. Bu tamamen çağdaş, diyalektiğe uygun bir görüştür ve Shakespeare çağının kategorik, iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin biçimindeki doldurulmuş kalıplarından arındırılmış, insansal ve gerçekçi bir yaklaşımdır. Bertram da bu yaklaşım içinde ele alınınca insanlığın bir temsilcisi olur: Onda, iyiyle kötünün girift bir biçimde iç içeliği ile oluşmuş insan yaşamının dokusu vardır. İki Soylu da insanlığın bu durumunu Bertram yoluyla vurgulayan yazarın sözleridir.

 

Bertram daha çok ciddi çağdaş oyunlarda görebileceğimiz bir olumsuz kahraman’dır. Oyun komedya olduğu için, değişimi de yanlıştan doğruya olur. İki genç Soylu, Bertram hakkında konuşurlarken, Bertram da Diana sandığı, karısı Helena ile birliket olur. Helena’yı baştan reddettiği için onu tanımayan Bertram, bir de gece karanlıkta yatağına giren kadının, yine pek fazla tanımadığı Diana olduğunu sanır. Bundan kısa bir süre sonra da Parolles’in maskesinin düşürüldüğü sahne gelir. O andan itibaren, Bertram, Parolles’in kötü atmosferinden çıkıp Helena’nın çekim alanına girmeye başlar. Parolles’in dıştaki cilası yerine, Helena’nın gösterişsiz dış kabuğu altındaki gerçek değerlerini görmeye başlar.

 

Bertram’ın öyküsünün bir başka önemli ögesi, ilk kez onaltıncı yüzyılda ortaya atılan ‘babadan oğula geçen soyluluk mu, kişisel erdem ile elde edilen soyluluk mu?” tartışmasıdır. 1573 yılında, bir Rönesans düşünürü olan Poggio’nun Soyluluk Üzerine adını verdiği ‘diyalog’larında, “kişisel erdem dışında bir soyluluk olmayacağını” kanıtlamaya çalıştığını görürüz. Oyunun başından itibaren bu tartışma seyirciye açılmıştır. Kontes, oğlu Bertram’dan ayrılırken ona şu öğütte bulunur:

 

“Baban gibi ol davranış ve tavırlarında

Soyun, meziyetlerin yol göstersin sana”

 

Kral’ın da belirttiği gibi, Bertram’ın babası, Rossillion Kontu erdemli ve alçakgönüllü bir adamdır:

 

“Kendinden aşağı olanlara bile,

Sanki ondan yüksek kişilermiş gibi davranırdı

Ve o seçkin, o yüce başını eğer,

Gururlandırdı onları alçakgönüllü haliyle.

Onlara iltifat eder,

Büyük bir incelikle geri plana çekerdi kendini.

Böyle yüce bir kişi zamanımızda örnek alınmalı.

İyi izlenip anlaşılmalı bazı üşengeç gençlerce.”

 

Oysa Bertram aşırı bir sınıf bilinci içinde, babasının bu özelliklerinden hiçbirine sahip değildir ya da daha doğrusu gençliğinin aşırılığı içinde soyluluğu yalnızca babadan oğula geçen bir şey sanmaktadır. Onun için, annesine, saraylılara, hatta Krala karşı gelerek aileden soylu olmayan, ama kişilik olarak soylu bir kız olan Helena’yı reddeder. Soyluluk, Bertram’ın babasına bir olgunluk, bir anlayış içinde seçkinleşmişken, Bertram’da bu kaba bir züppeliğe dönüşmüştür. Başlarda, o bu aristokratik mirası basit bir sahiplenme olarak görmüş, bunun asıl olan manevi yönünü kavrayamamıştır. Bunun için de, Kral, Helena ile evlenmek istemeyen Bertram’ı şöyle azarlar.

 

“Onda küçümsediğin ünvandan başka bir şey değil,

O ünvanı da ben verebilirim.

Asıl önemli olan şu: kanlarımız renk, yoğunluk ve ısı açısından

Birbirinin aynıdır; bunlar karıştırılınca ne soy kalır, ne ünvan.

Ama yine aralarında bir uzaklık vardır.

Eğer o çok erdemli bir kızsa

-Yoksul bir doktorun kızı diye ondan hoşlanmaman dışında-

Ünvanı yok d iye sevmemezlik etme!

En umulmadık bir yerden erdem yeşerirse

Onu yapan çıkıtğı yeri de yükseltir.

Erdem yoksa eğer ünvanlarla şişindiğimiz yerde

Sabun köpüğüdür onur dediğimiz şey de.

İyi olan için ünvana gerek yoktur;

Nitelik ünvanla gelmez, ama kötülük gelebilir.

Bu kız genç, zeki ve güzel;

Öyleyse o doğrudan doğanın mirasçısıdır;

Soyluluğu ona doğa vermiştir.

Ünvanı olanların çelişkili küçümseyişi,

Soylu bir kandan geldiğini savunup soylu davranmamaktır.

Soyluluk, atalarımızdan geçmez bize, davranışlarımızdadır.

Soyluluk, hemen her mezar taşına yazılan,

Bizleri tutsak eden, akıl çelen bir sözcüktür sadece,

Aldatıcı, ölü bir ganimettir;

Soyluluk, toztoprağa karışmış, unutulmuş soylu kemiklerin

Çoğu kez suskun mezarıdır. (...)”

 

Bertram’ın soyluluk simgesi, parmağından hiç çıkarmadığı, ailede babadan oğula geçen değerli yüzüktür. Ama kahramanımız bunu hiç düşünmeden bir gecelik zevki için tanımadığı bir genç kıza verecek kadar cinsel dürtülerinin kölesidir. Bu yüzüğü Diana’ya vermesi, Bertram’ın, anlık bir tutkusu uğruna bu simgeyi bile feda edebileceğini gösterdiği gibi, onun soyluluğu sahiplenişindeki yüzeydeliği ve boşluğu da belirler. Son sahnede, Bertram’ın, iyi bir aile kızı olan Diana’yı fahişelikle suçlaması üzerine, Diana’nın bu aile yüzüğünü Bertram’ın ona kendisinin verdiğini kanıtlaması, “soyluluk onuru” da ne kadar boş bir şey olduğunu ortaya çıkarır.

 

Bertram’ın gelişmesinde ters orantılı bir değişim vardır. Kendini beğenmiş, soğuk, fazla konuşmayan, katı Bertram, aldatıldığını gördükçe, ve bu aldatmacayı en çok kendinin yaptığını anladıkça büyük bir utanç duyar, vicdan azabı ile bir arınmaya yönelir. Bu arınma da onu giderek yumuşatır, daha sevimli ve sıcak yapar. Ancak Bertram, karakter olarak zaten soğuk, katı ve soyluluğu sindirememiş bir gençtir. Bu yönden de Helena’ya bir karşıtlık kurar. Helena’nın sevimli, sıcak, alçakgönüllü, nitelikli davranışları, Bertram’ın karakterine hiç uymaz. Aslında Bertram, oyun boyunca, seyirciler için de yarı karanlıkta olan bir karakterdir. Bertram’ın, onu yakından tanımamızı sağlayacak tek bir tiradı yoktur. Yine onun başka kişilerle olan ilişkilerinde yalnızca silueti belirlenir. Hatta Betram’ın yanından ayırmadığı Parolles’in maskesinin düşürüldüğü sahne bile, tepkisi kısa ve tekdüzedir. Öfkesinin ölçüsü belli değildir: Öfkenin doruk noktasında, üç ayrı yerde “o****u çocuğu!” demekle yetinir. Bertram’ın bu tepkisi, bazı incelemecilerin belirttiğinin tersine, onun sevimsizliğinden değil, onun donuk, kendini beğenmiş, kaygısız karakterindendir. Böyle bir karakter oyun geliştikçe, yavaş da olsa, parlayacak, hanyayı konyayı anlayacak ve duyarlık kazanacaktır. Bu da, başta belirttiğimiz gibi, Bertram’ın bu töreci oyun (moralite) kahramanı olarak düşünülmüş olmasından gelmektedir. Bertram edilgen (pasif), yönetmekten çok yönetilen bir kişiliğe sahiptir.

 

Parolles, Bertram’ı sürükleyen kötü güçtür. Henüz deneyimsiz oludğu için, Bertram’ın savaşa gönderilmeyişindeki hoşnutsuzluğunu körükleyen odur; Kral’a rağmen saraydan kaçmasını öğütleyen odur; Bertram’ın evlendiği Helena’yı bırakıp kaçmasında ısrar eden odur; Floransa’da, Diana ile onun arasında arabuluculuk yaparken, efendisini kötüleyip kızı elde etmek isteyen yine odur. Adı, Fransızca’da söz anlamına gelen “parole”den türetilmiş ve “sözler” anlamını vermesi için adına Parolles denilmiştir. O, bir lafazandır, daha doğrusu yapmadığı şeylerle böbürlenen palavracının tekidir. Kendini yetenekli bir asker, çok iyi bir silahşör olarak gösterir, ama aşırı da korkaktır. Bu bize Latin komedyasındaki “Miles Gloriosus”u, yani Palavracı Asker’i anımsatır. Savaştaki yeri davulculuk olur, yani içi boş bir çalgıdan gürültünü sesler çıkartma uzmanıdır; başkalarını aksiyona iten, ama kendisi hep geri planda kalan biridir. Maskesi, savaşta kaybettiği davulunu bulmak için gönderilmesiyle hazırlanan bir planla düşürülür. Parolles, süslü püslü giyinmeyi seven züppenin tekidir. Giysisinde atkılar, renk renk kurdeleler vardır. Davulun gürültüsü onun kofluğunu simgelerken, süslü giysileri de onun cilalı dış kabuğuyla gelen yüzeyselliğini gösterir. İç güzelliği ve değeri olan Helena’nın tersine, Parolles tümüyle dış görünüşten ibarettir.

 

Parolles’in oyundaki yeri, olay dizisinin taşlama dokusunu sağlar. O, önce de belirttiğimiz gibi, Latin komedyasındaki Palavracı Asker, Commedia dell’Arte’deki Il Capitano, Ben Jonson’un oyunlarındaki pozcu şarlatandır. Oyundaki işlevi, bir süre için başkalarını kendine inandırarak onlara yanlış işler yaptırmak ve kritik bir noktada ne mal olduğunu göstermektir. Jonson’’un komedyalarındaki bu gibi şarlatanlar açığa çıktıkları anda ortadan kaybolurlar, oysa bu oyunda Parolles, herkes tarafından aşağılanmasına karşın, en altlarda da olsa yaşamayı sürdürür; nitekim Kral son sahnede onun tanıklığına başvurur. Bu da Shakespeare’in gerçekçi yaklaşımına başka bir örnektir. O, bir korkak, bir alçak da olsa, bir insan olarak bağışlanır ve yaşlı Soylu Lafew’ün hizmetine girer.

 

Helena, oyundaki aşk serüveninin baş karakteridir; aynı zamanda, oyunun en çekici, en duyarlı kişisi ve olay dizisinin mimarıdır. Bernard Shaw’un deyimiyle, o, yaşam doludur ve kadınsı üretkenliğin enerjisini simgeliyen bir temsilcidir. Gerçekten de, Helena, ilgilendiği kimsenin ya da şeyin iplerini elinde tutabilecek güçte zeki bir kızdır. Onun bu etkin kişiliği birçok eleştirmeni rahatsız etmiştir; çünkü onu “hesaplı” ve fazla girişken” bulmuşlardır. Şurası kesin ki, Shakespeare, Helena’yı böyle düşünmemiştir. Asıl öyküde de böyle değildir. Öyküde, Narbonalı Giletta, halk kahramanının bilinen bir kategorisi içinde yer alır; sevdiği için bütün güçlüklerin üstesinden gelebilen ve amacına ulaşmakta ölümü bile göze alabilen bir kadındır. Sonunda da, aristokrat sevgilisiyle evlenir. Shakespeare, Helena karakterini ortaya çıkarırken, Gietta’da görülen kararsızlığın izlerini tamamen ortadan kaldırmış ve onu, seyircinin gözünde daha hızla sempatik bir duruma getirmiştir. Bundan başka, yazar, Helena’nın duygularını yoğun bir biçimde göstermiş ve onun çırpınışlarını, arayışlarını etkili yapmıştır. Helena, Shakespeare’in yarattığı en bilinçli, en ateşli kadın karakteridir; ve onun, olup bitenlerin ateşleyicisi olması, daha çok onun canlı karakteri ve coşkun ciddiyeti açısından önem kazanır.

 

Shakespeare, Helena ile Bertram arasında, onların büyüklükleriyle olan ilişkileri, hak aramadaki tavırları, onur anlayışları, vb. açısından bir karşıtlık kurmuştur. Helena’nın babası da, tıpkı Bertram’nki gibi oyun başlamadan önce ölmüştür. Ancak oyunun başında Kontes’in Bertram’a söylediklerinden anladığımıza göre, o yalnızca babasının fiziğini (görünüşünü) almıştır:

 

“Baban gibi ol davranış ve tavırlarında.

Soyun, meziyetlerin yol göstersin sana

Gönlündeki ülken için.”

 

Oysa bu sözlerden biraz önce, Kontes’in Lafew’e, Helena için söyledikleri değişiktir:

 

“Dürüstlüğünü babasından almış, kendini iyi bir insan olarak yetiştirmiştir.”

 

Helena daha şimdiden babasının değerli yanlarıyla donanmıştır. Bertram’ın tersine, o kalıtım yoluyla sahip olduklarını günlük yaşamda gerçekleştirmekte olan bir insandır. Helena’nın kalıtım yoluyla sahip olduğu erdemdir. Bertram’ınki ise soyluluk; ve Bertram’ tavırlarında ve davranışlarında değil, yalnızca görünüşte soyludur.

 

Bu katılım simgeleri, Helena’nın büyülü ilaçları, Bertram’ın aile yüzüğüdür. Bertram, yüzüğü bir saatlik geçici bir zevk uğruna elden çıkarabilirken, Helena, kendini yaşamını ortaya koyarak Kralın hastalığını iyileştirir; bu da Bertram’a kavuşmak içindir. Bertram’ın gösterişli, ama üstünkörü anlık kapılmalarına karşın, Helena, her şeyiyle kendini Bertram’a adamıştır:

 

“(...) Benim için her şey bitti artık.

Bertram’la birlikte hayatım da gitti.

Bu, tıpkı gökteki parlak bir yıldızı sevip

Onunla evlenmeyi düşünmek gibi.

Oysa o kadar yukarlarda ki o.

Onun dünyasına giremediğime göre,

Yetinmeliyim uzaklardan gelen parlak ışığıyla.

Kendi kendinin işkencecisi oldu sevgimin istekleri:

Bir aslanla çiftleşmek isteyen dişi geyik,

Sevgisi uğruna ölmek zorundadır.

Her an, her saat onu görmek güzeldi, ama işkenceydi;

Ne güzeldi onun kemerli kaşlarını,

Şahin gözlerini, dalgalı saçlarını

Gönlümün tuvaline çizmek. “

 

Ama onun sevgisi, Bertram’ın taş gibi yüreğine çarpar; çünkü Bertram o anda sarayın yaldızlı duvarlarını, kavuk büyüklüğündeki peruklarıyla yüzleri pudralanmış saray kadınlarını düşünmektedir. Kral iyileştikten sonra, sözünü tutarak Bertram’ı zorla Helena’yla evlendirince, Bertram’ın ilk sözleri “Hapı yuttum ben, sonsuza dek yitirdim kadınların ilgisini,” olur.

 

Helena’nın tek yanlışı, hizmet karşılığında aşkın kazanabileceğini sanmasıdır; Kral’ı iyileştirerek, Bertram’ın eşi olmaya hak kazanabileceğini d üşünmüş olmasıdır. Burada, Helena’nın Kral’la olan anlaşması, Bertram’ın Diana ile olan aşk pazarlığına benzer. Oysa aşk, Venedik Taciri’nde Portia’nın söylediği gibi, “zorla elde edilemez, ama yağmur gibi cennetten damla damla yağar”. Helena, bunu başta görmez, ama kısa bir süre sonra böyle yapmakla günah işlediğine inanır ve bunu temizlemek için Ermiş Jacques’ın mezarına adak adamak için yollara düşer. Böyle yapmakla bir taşla iki kuş vurmuş olur, çünkü yolu Bertram’ın savaştığı Floransa’ya düşer. Shakespeare arak arkaya ironik sahneler yaratmayı bilen bir usta; bu oyunda da, Bertram’ın aşktan nefret edip kendini Savaş Tanrısı Mars’a adaması, sevgilisinin savaş oludğunu belirtmesi, buna karşılık kendini bitmeyen aşkına adamış olan Helena’nın savaştan duyduğu dehşet anlamlı bir karşıtlık kurar.

 

Üçüncü ve dördüncü bölümler, oyunun en hareketli sahnelerini kapsar; sonucu getirecek düğümlerin atıldığı, oyunun anlamı açısından tersinlemeleri getiren sahnelerin birbiri ardına geldiği bu bölümler, aynı zamanda Helena’nın en aktif olduğu zaman dilimini içerir. Aşk ile Savaş kavramlarının karşı karşıya geldiği bu zaman diliminde, yatak sahnesiyle bu kavramlar iç içe girer: Bertram’ın savaşla gelen başarısı, aşktaki başarısızlığı ile gölgelenir; bu da ileriki sahnelerin ve finalin hazırlığını getirir.

 

Yatak sahnesi bazı incelemecileri neden rahatsız etmiştir? Açık saçık olmadığı gibi, uygunsuz da değildir; ancak sanırım incelemecileri rahatsız eden şey, bu sahnenin oldukça mekanik ve aynı zamanda ilerdeki gelişmeleri hazırlayacak olan bu durumun nüanslarımı getirmekten uzak oluşudur. Öykü atmosferi ve mantığı içinde kabul edilebilecek olan bu sahne, tiyatro sahnesi için inandırıcı olmayabilir. Birbirinden değişik iki kadın, karanlık da olsa birbirinden ayırt edilebilir; hele Helena ile Diana gibi kişiler söz konusu olduğunda, Bertram’ın yatakta Helena’yı Diana’dan ayıramaması yalnızca mekanik değil, aynı zamanda şaşırtıcıdır. Oyundaki zeki ve duyarlı Helena’nın da bu işe girişmesi, onun zekası ve nitelikleri ile bağdaşmaz. Neyse ki, bu yatma olayı sahne üzerinde geçmez. Yalnızca konuşmalardan anlaşılır; ama böyle de olsa bu mekaniklik yine de rahatsız edicidir.

 

Ancak Helena’nın babasından kalan “kutsal göklerin yardımıyla” yapılmış olan büyülü ilaç ne kadar inandırıcıysa, yatak sahnesi de o kadar inandırıcıdır. Metinde saptanan bu kusurlar, bir yönetmenin sahne büyüsüyle oyunun mantığına uydurularak kabul edilebilir duruma getirilebilir sanırım.

 

Helena, planını zekice yürüten bir kızdır. Kralın önünde, Diana ile Bertram karşı karşıya gelmeden, Parolles dinlenmeden kendini göstermez. Kralın önüne çıktığında, iş istediği kıvama gelmiştir. Bertram, yavaş yavaş örülen ağın içinde çırpınırken, ölü bilinen Helena ortaya çıkar. Bir incelemecinin dediği gibi, Helena, “çevrelerini daha çok doğal öğeler ve doğaüstü güçlerin dış etkileriyle değiştiren Shakespeare’in ilk komedya kahramanları olan Portia, Rosalind, Viola ile onun son romanslarındaki eşsiz, dobra dobra dünyalara egemen olan Cerimon’ların, Prospero’ların arasında bir geçiş figürüdür.”

 

Oyunun başlarında, Kral’ın hastalığı umutsuz görünürken Helena, onu nasıl babasının eşsiz ilacıyla iyileştirirse, oyunun sonunda da Bertram’ın umutsuz durumunu iyice Helena mutluluğa dönüştürür. Bu sahne, Shakespeare’in oyunları içinde, en ayrıntılı biçimde ve titizlikle işlenmiş bir yargı sahnesidir. Burada Kral, gerçeği bulmak için, daha önce olmuş olayların herkesin önünde aydınlığa çıkmasını sağlar. Diana’nın Kral’ın huzuruna çıkmasıyla, Bertram, örülmesinde kedinin de yardımcı olduğu ağın içine düşer. Bu ağ daraldıkça, kapana kısılmış bir vahşi hayvan gibi oraya buraya saldırmaya başlar; bu da onun geçmişte yaşamış olduğu yanlışları yinelemesine neden olur: Sözgelimi, bir zamanlar Helena’yı soylu olmadığı için reddettiği gibi, iyi bir aileden gelen Diana’yı da ahlâksızlıkla suçlar. Ama Diana, Bertram’ın parmağından çıkarıp verdiği aile yüzüğünü ortaya çıkarınca, bu kez de yalana başvurur. Bütün bunlar, Kral’ı kuşkuya düşürür; çünkü Kral’ın başı sıkıştığında kullanması için Helena’ya verdiği yüzük, Bertram’ın parmağından çıkmıştır. Helena belki de Bertram tarafından öldürülmüştür. İşin içine Diana da karışınca Kral, Helena’nın ölümünden her ikisini de sorumlu tutar. İşler böyle arap saçına dönmüşken, Helena ortaya çıkar ve oyun mutlu sonla biter.

 

Burada seyirciyi şaşırtan, bütün bunlar karşısında, Bertram’ın fazla renk vermemesi ve kendini beğenmişliğinden bir şey kaybetmemesidir. Bu da Bertram’ın oyunun başından bu yana olan gelişmesini belirleyen, onun donuk, kendini beğenmiş ve kayıtsız karakterini bütünleyen bir görünüştür. Onun bu görünüşü, daha önce Birinci Soylu tarafından söylenen “başka bir adam oldu sanki” sözlerine uymaz. Hatta onun Parolles tarafından “yanlışa itildiği” konusunda bile kuşkuya kapılırız. Yazar, burada bir insanda değişim olduğunu sandığımız şeyin gerçekten bir değişim olmadığını vurgular. Görünüşteki değişimler, her insanın kendi dokusunu etkileyecek değişimler değildir. Öyleyse, Bertram, oyunun sonunda, neden Helena’nın ortaya çıkmasıyla, onun sayesinde kurtarılmış ve mutluluğa götürülmüştür? Bertram bunu hak etmiş midir? Evet, çünkü gerçek yaşamda da bu böyledir? Bu durumu idealize edip kalıplı bir değişimi göstermek doğru mudur? Shakespeare, burada insan ilişkilerini diyalektiğini ortaya koyar. Bertram, Diana’nın dediği gibi, “hem suçludur, hem değildir”. Onun bu duruma düşmesinde kendi elinde olmayan etkenler de vardır. Sevmediği bir kızla evlenmeye zorlanması, ona yanlış üstüne yanlış yaptırmıştır. Kendini özgür hissetmek isteyen henüz olgunlaşmamış bir delikanlının, Kral’ın bir kulu, bir kölesi olduğunu anlamış bir delikanlının, Kral’ın bir kulu, bir kölesi olduğunu anlaması, onu içten içe öfkelendirmiş ve “Bağışlayın efendim, / Sizin ayağa kalkmanız beni yerlere mi düşürmeli?“ sorusunu sorarak Kral’a başkaldırmıştır. Sonra yanlış da davranmış olsa, kendinden başka kimseye bir zarar vermemiştir. Bilmeden de olsa, karısından başkasıyla yatmamıştır. O gülünç bir dünyada, kapana kısılmış, oldukça trajik bir figürdür.

 

Tragedya, insanların hatalarından daha fazlasını ödediklerini gösteriyorsa, komedya da insanların hak ettiklerinden daha fazlasıyla ödüllendirildiklerini vurgular. Bu oyunda da Bertram’ın kurtuluşu, birçok kişinin kurtuluşu olur. Oyunun kahramanı Bertram’ı “sevmemiz gerekir” diye bir koşul yoktur. Bertram, bir olumsuz kahramandır ve oyun Bertram’ın değil, Helena’nın çevresinde gelişir; daha doğrusu oyunun aksiyonunda en etkin oyun kişisi Helena’dır.

Yeter ki Sonu İyi Bitsin, Bertram’ın olumsuzluğuyla gelişen bir komedyadır. Ham delikanlılığı, onu mutsuzluk ile mutluluğun kesiştiği noktaya getirmiştir; iyilik meleği onu sonunda mutlu yola çıkarmıştır. Acının ödülünü getiren final, aynı zamanda, Kral’ın son sözlerinde izlendiği gibi, tatlılığın önlemini de almıştır:

 

“Şimdi her şey yolundaysa

Ve sonunda her şey birbirine uyduysa

Acı geçmiş geride kaldı, tatlı gelecek, merhaba!”

 

Bu final, seyirciyi ne neşe içinde salondan çıkarır, ne de onu kederli düşüncelere iter; ama insanın varoluşu yoluyla, mutlu felakete sürüklenmesini gösteren, hayranlıkla karışık korkuyla seyirciyi arındıran bir oyun gördüğümüzü hissettirir. Bu oyunun bir anlamı da insanın kendine olan ihanetini göstermesiyle ortaya çıkar.

 

 

 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Bu çalışma, All’s Well That Ends Well’in ilk Türkçe çevirisidir. Metnin çevirisi için üç baskı esas alınmıştır: Alfred Narbage’ın, Peter Alexander’in ve Craig’in metinleri karşılaştırmalı olarak çalışmamıza ışık tutmuştur. Ayrıca, Eric Patridge’in Tarihsel Argo Sözlüğü çeviri için yardımcı olan önemli kaynaklardan biridir. Bugün İngilizce’de kullanılan bazı sözcüklerin, Shakespeare döneminde farklı olduğunu bildiğimizden çeşitli sözcüklere ve kaynaklara başvurduk. Bundan önceki çevirilerimizde yaptığımız gibi, oyunun düzyazı bölümlerini düzyazıyla, manzum bölümlerini manzum olarak çevirmeyi doğru bulduk. Ama sırf uyaklı olacak diye, oyuncunun sahne konuşmasına aykırı gelecek tekdüzelikten ve yapaylıktan olabildiğince kaçındık. Sahne dilinin kendine özgü ilkelerine uyarak, dil-tavır özelliklerini ve oyuncunun hareket düzenini olabildiğince dikkate aldık. İleride yenileri ve daha iyileri yapılacak olan çevirilere bu çevirinin ışık tutması dileğiyle...

 

Özdemir Nutku

1987

 

TROILOS ile KRESSIDA

William Shakespeare

Çeviren; Özdemir Nutku

Remzi Kitabevi

3. Basım, Haziran 1998, Sf. 5-20Özgün Adı

All’s Well That Ends Well

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...