Jump to content

Polisiye Edebiyat


Kinyas

Önerilen Mesajlar

Polisiye Edebiyat Hakkında

 

 

Polisiyeler, 150 yıllık tarihi geçmişlerinde çok farklı okumalar, eleştiri ve değerlendirmelerle karşı karşıya kaldı. İlk örnekleri alt/üst farkı gözetmeksizin edebiyat içi sayılırken, artık farklı bir kategori olduğu kabul görülmekle birlikte saygınlığının tartışmasız olduğu 'altın çağ'ın ardından gözden düştü. Son yıllarda, postmodern bakışların da etkisiyle, yeniden üzerine konuşulmaya değer edebî ürün muamelesi görüyor. Biraz literatür karıştırdığımızda, polisiye edebiyat üzerine yapılmış, değişik disiplinlerde çok sayıda araştırma olduğunu hemen farkediyoruz. Konuya edebiyat içinden bakanlar kadar, okuyucu profilini yakalamaya çalışan sosyolojik araştırmalar, neden okunduğuyla ilintili psikolojik tahliller veya yayın dünyasına yönelik ekonomik incelemeler var. Türkiye'de ise, satış potansiyeli küçümsenmeyecek bir tür olmasına karşılık fazla ciddiye alınmadığını, polisiye romanyazılmayışının yanı sıra, edebî ve estetik tartışmalarda da bahis konusu edilmediğini söyleyebiliriz.

 

Arada bir, onu bu üvey evlatlık halinden kısa bir an için de olsa kurtaran kitaplara rastlıyoruz. Bu yazıya neden olan Thomas De Quincey'in 'Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet' denemesi de onlardan bir tanesi. Öncelikle Ayraç Yayınlarını kutlamak, ardından da bir eleştiri notu eklemek istiyorum. Kitaba, Türkiye'de doğal olarak hiç tanınmayan bu yazarla ilgili bir tanıtım bölümü eklenebilirdi. Yayıncıların belki de gerekli görmedikleri bu tanıtımı -Borges'in 'İngiliz Edebiyatına Giriş' kitabından yararlanarak- kısaca yapmanın yararlı olacağını düşünüyorum.

 

İngiliz yazar Thomas De Quincey (1785-1859), romantik akımının önemli üyelerindendir. 'Klosterheim, or, The Masque' adlı romanı dışındaki bütün yazdıkları, ki toplamı on dört cilt tutuyor, eleştiri, deneme veya otobiyografi tarzında kaleme alınmış makalelerden oluşuyor. Borges'e göre, bu ondört cilt içinde 'Bir İngiliz Afyonkeşin İtirafları' en önemli yapıtı. Kendi deneyimlerinden yola çıkarak, uyuşturucuyla duygusal, düşünsel, ruhsal dünyası arasındaki ilişkileri anlatan yazarın diğer -ayrıksı- ilgi alanı; suç ve cinayet. 1827 yılında yazdığı ve 1854'de genişlettiği 'Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet' kitabından çok önce, editörlüğünü yaptığı Westmoreland gazetesinde başlamış cinayet anlatılarına. Biraz daha ileri giderek, popüler gazeteciliğe getirdiği bu 'kanlı' yenilik nedeni ile, onu Türk haber programcılığının atası olarak da ilân edebiliriz!

 

Garip ve esprili bir metin var elimizde. Yazar, önce cinayet -ama gerçek anlamıyla cinayet-pratiği üzerine alışık olmadığımız görüşler ileri sürüyor. Ona göre, cinayet üzücüdür ama düzeltilemez ve ondan ahlakî olarak birşey çıkarılamaz. Oysa ki ahlâkçılıktan sıyrılarak değerlendirdiğimizde; 'artık zevkin, beğeninin, güzel sanatların sırası gelmiştir'; 'Cinayetlerin de, heykeller, resimler, oratoryolar, mine ve oyma işleri ve daha birçok şey gibi, birbirlerine göre küçük farkları, üstünlük dereceleri vardır'. Quincey, katil ya da sanat erbabının bazı sıkıntılarını da boş geçmiyor; 'Hiçbir sanatçı eserini tastamam kendi tasarladığı incelikle icra edeceğinden emin olamaz. Her girişimde bazı olumsuzluklar mutlaka çıkacaktır; insanlar boğazlarının kesilmesine hiç ses çıkarmadan razı olmayacak, kaçacak, tepinecek, ısıracaklardır. Portre ressamı çoğu kez konusunun aşırı uyuşukluğundan yakınırken, bizim daldaki sanatçı genellikle konusunun fazla canlı ve devingen oluşundan dolayı sorunla karşılaşacaktır'.

 

Yazar, cinayet sanatı için bazı kurallar koyuyor; öldürülecek kişinin çok tanınmış olmaması, öldürülecek kişinin iyi bir insan olması ve seçilenin sağlığının yerinde olması gibi kıstaslarının nedenlerini ironik bir ciddiyetle kanıtlamaya girişiyor okuyucuya. Kitabın son bölümünde ise, gerçek cinayetlerden yola çıkarak -TV kanallarımızın canlandırma bölümleri gibi- bu cinayetleri adım adım öykülendirmiş. Yaşanmış olayları dramatize ederken Quincey, hayal gücünü şiirsel bir dille aktarıyor ve ortaya polisiye edebiyatın belki de ilk örnekleri çıkıyor.

 

Mandel, 'Hoş Cinayet' adlı incelemesinde, Quincey'in metninin ortaya çıkışını, cinayetin toplumda zihinleri daha çok meşgul etmesine bağlar. Ona göre Quincey, amatörler ve meraklılar arasında cinayetten zevk alınmasında ve detektif romanları hakkında kafa patlatılmasında ısrar ederek, E. A. Poe, Gabariou ve C. Doyle'un, yani polisiye edebiyatın yolunu açmıştır. Ancak bu görüşe bütünüyle katılmak mümkün görünmedi bana. Quincey'in metninin düz okunuşu Mandel'i haklı çıkarabilir, oysa yazar, Aydınlanmanın temsil ettiği düzen, uyum, rasyonellik ve idealleştirme gibi kavramlara karşı çıkan İngiliz Romantizminin önemli bir sözcüsüydü. Bu nedenle metnin içeriğine ve kullandığı temalara, bu akımı gözönüne alarak bakmak gerekir. Cinayet, gizem, korku gibi öğeler, romantik edebiyatın manevî bir gerçekliğe ulaşabilmek için yararlandığı hayal gücü uyarıcıları, yabancılaştırma efektleri olma niteliğindedir. Nitekim Quincey, kitabına koyduğu ekte, abartılı, esprili ve ironik anlatısını anlamamıza yardımcı olacak görüşlerini 'uçukluktaki aşırılığın kendisi, bütün uydurmaların buhar olup uçacak kadar maddesiz ve temelsiz olduğunu sürekli olarak hatırlatmak suretiyle, onu duygularını sarabilecek dehşetten kurtarıp kendine getirmenin en iyi çaresini sunar' biçiminde özetliyor.

 

'Büyük Romantik Başkaldırısı' -Frankeistein'ı da kapsayan- korku öyküleriyle olmuş, aynı akımdan gelen -Quincey, Poe, Collins gibi- yazarlar, daha sonra polisiyenin ilk örneklerini vermişlerdir. Ancak, çelişik bir oluşumdur polisiye metin. Hem akıldışı, irkiltici, insanın iç dünyası ile ilgili motifleri nedeni ile romantizmi, hem de edebiyat tarihinde o ana dek ulaşılmış en akılcı izleği ve analitik çözümleme yöntemleri ile Aydınlanma düşüncesini barındırır. Bugün de aynı ikili niteliğini Postmodern roman içinde sürdürüyor; modernin eleştirisini düşleyen postmodern metne, 'modernin rasyonel aklı', polisiye kurgunun çözümlemesi noktasında sızıveriyor. Akıl bir kez daha kutsanıyor.

 

Polisiyelerin bu ikili yapısı bende, Poe'nun Dubin ve Doyle'un Sherlock Holmes tiplemelerinin, aslında rasyonel aklın eleştirisi için birer yabancılaştırma öğesi olduğu kuşkusunu yaratmıştı. Bu kuşkum, fazla abartılı olmasa bile hâlâ sürüyor. Holmes, Gotik bir atmosfer altında, inanılmaz hatta uçuk denebilecek bir analitik çözümleme ile gizi çözüp bizi hayrete düşürürken, okuyucuda bu akıl yürütmenin olamayacağına ilişkin bir düşünceyi ve bu üstün akılcılıkla dalga geçme duygusunu da yaratma işlevi görmüyor mu? Ne yazık ki, Doyle yaşamıyor ve naçizâne tezimi doğrulama şansı yok!

 

Türkiye'de bugüne dek yayınlanmış ve polisiye edebiyatı konu edinen dört çalışma var. 1985 yılında basılan 'Hoş Cinayet', polisiye okurlarının karşılaştığı ilk ciddi inceleme metniydi. O ana dek neredeyse gizli gizli sürdürdüğümüz bu tutkunun Mandel gibi saygın bir Marksist tarafından da paylaşılıyor olması, doğrusu bu ya, bir nevi icazet alma anlamındaydı. Mandel, her ne kadar polisiyelerin ortaya çıkışını ve farklı gelişme evrelerini kapitalist üretim ilişkilerinin buna tekabül eden gelişmeleriyle açıklasa bile, kendisinin de türün bir tutkunu olduğunu açıkça itiraf ediyordu. Şaka bir yana, 'Hoş Cinayet', yalnızca polisiye üzerine bir çalışma olmanın ötesinde bir öneme sahiptir. Tarihî materyalizmin bütün toplumsal olgulara uygulanması gerektiği tezinden yola çıkarak, kolay kolay altından kalkılamayacak bir işe girişir Mandel.

 

'Suçun tarihi polisiye romanlarını tarihinin anahtarıdır'. Yazarın kanıtlamak istediği şey; polisiye romanın tarihinin burjuva toplumunun tarihiyle, yani mülkiyetin ve mülkiyetin yadsınmasının, başka bir deyişle suçun tarihiyle içiçe geçmiş olduğudur. Tezini kanıtlamak için, polisiye edebiyatın başlangıcı olan 19. yüzyıldan günümüze kadar olan zaman dilimi içinde, kapitalist üretim ilişkilerindeki değişimlere paralel olarak değişen 'suçun' niteliğini ve onun polisiye edebiyata yansımasını örneklerle incelerken, zaman zaman reddedilemez kanıtlar getiriyor Mandel ve hem polisiye metinleri hem de burjuva toplumunu çözümlüyor.

 

Konu ile ikinci bir kaynak bulabilmek için aradan on sene geçmesi gerekti. 1995'te İletişim Yayınları 'Polisiye Roman'ı bastı Cep Üniversitesi dizisinden. Elbette konularıyla ilgili 'komprime' bilgiler sunan böylesi dizilerden doyurucu çalışmalar beklenemez, ama Andre Vanonci'nin 'Le Roman Policier'i, bu konuda ciddi bir boşluk olan Türkiye'de polisiye okuyucuları açısından gözardı edilemeyecek bir kitap. Genel bir değerlendirmenin ardından, polisiye edebiyatın dönem ve akımlarını beş bölüme ayırmış yazar. Bir Fransız'dan beklenileceği gibi, ulusal gururları Simenon'un tek başına bir bölüm oluşturduğu inceleme, başlangıcından bu yana bütün önemli polisiye yazarlara değiniyor. Kitabın sonunda, S. S. Van Dine'nin 'Polisiye'nin Yirmi Kuralı' manifestosu da var.

Önce, 'Dime Novel', 'Nick Carter' , 'Sherlock Holmes' ve 'Nat Pinkerton' serileri yayınlanmış. Ardından yerli yazarların ürettikleri romanlar geliyor. Ahmet Mithat Efendi'nin kaleminden çıkan 'Esrar-ı Cinayet' 1884 tarihli. Herhalde çeviri serilerinin etkisiyle olacak, yazarlarımız birbiri ardına yerli polisiye diziler yaratmışlar bu tarihlerde. 'Türklerin Sherlock Holmes'u Amanvermez Avni'nin yazarı E. Sami. Hemen sonra, E. Ali ve S. Sadi'nin 'Türk Arsen Lüpin'i Nahit Sami'ni Sergüzeştleri' başlıyor. Pandora'nın kutusu açılmıştır artık; 'Fakabasmaz Zihni', 'Cingöz Recai', 'Civa Necati', 'Kartal İhsan', 'Kara Hüseyin', 'Elegeçmez Kadri', 'Kandökmez Remzi' ve kadın kahramanlar 'Çekirge Zehra', 'Tilki Leman', 'Şeytan Hadiye' okuyucuları hayrette bırakan sergüzeştleri ile popüler olmuşlar. Sanıyorum bu sevimli isimler nedeniyle bile ilgi çekecek Türk polisiyelerinin arkeolojisini yapan 'Korkmayınız Mr. Sherlock Holmes', polisiyeseverler kadar edebiyat tarihçileri için de kaynak olma niteliğinde.

 

Aynı somut tarihe baktıkları için, yukarıda saydığım dört inceleme kitabının da pek çok ortak noktası var. Başlangıcı, gelişme evreleri, büyük ustaları aynı. Bazen bir yazarı birbirine yakın ama farklı akımlarda görmek gibi ufak tefek farklılıkların yanı sıra, mesela Boris Vian gibi bir yazarı hiç birinin polisiye yazımına dahil etmeyişi tarzındaki eksikleri de farkedebilirsiniz. İncelemecilerin ilgi alanları daha çok tarihsel gelişim ve nedenler üzerine odaklandığı için, konunun edebiyat boyutu, yani roman estetiği ihmal ediliyor. İşin bu yönün de izini sürmek isterseniz, bugüne dek çıkmış edebiyat dergilerinde, konuya ayrılmış dört sayı var; Nisan (4)-1984, Milliyet Sanat (115)-1985, Varlık (1007)-1991 ve Virgül (5)-1998. Bu dergi sayfalarındaki polisiye metin analizlerinde, polisiye okumanın keyfine ilişkin ipuçlarını bulacaksınız.

 

Son bir hatırlatma: Romantiklerden sözederken, polisiyelerin atası sayılabilecek roman türünün korku edebiyatı, yani Gotik olduğunu söylemiştim. Belki, polisiyelerin izini oraya dek sürmek isteyen daha inatçı okurlar da vardır. Öyleyse bir kitap daha önerebilirim. Sinema alanındaki çalışmaları ile tanıdığımız Giovanni Scognamillo'nun 1994 yılında basılan 'Dehşetin Kapıları' adlı incelemesi bütünüyle 'korku Edebiyatı'na ayrılmış. Türün bütün ustalarını, bütün başyapıtlarını ve önemli temalarını anlatan çok geniş kapsamlı bir korku antolojisinin tek kusuru, Türkiye'de hiç bilinmeyen çok sayıda ismin birbiri ardına sıralanmış olmasında.

 

A. ÖMER TÜRKEŞ,Milliyet Sanat Dergisi

 

Türkçe ' de İlk Polisiye

 

Tanzimat Edebiyati'nin en önemli isimlerinden Ahmet Midhat Efendi; bilindigi gibi her eserinde okuyucusunu aydinlatmayi, bilgilendirmeyi amaçladigindan hace-i evvel, yani ilk ögretmen diye anilir. Aslinda Bagdat'ta Midhat Pasa'nin valiligi sirasinda onun maiyetinde çalisirken, sanat okulu ögrencileri için yazdigi ders kitaplarinin adi olan hace-i evvel, kendisine bihakkin lakap olmustur.(1)

Hocamiz Tanzimat Edebiyati'nin en popüler yazaridir. Düzyazinin bütün tür ve konularinda telif ve çeviri iki yüz kadar eser vermistir. Ahmet Midhat'in yapitlarinin özgün niteligi, akla gelen her konuda okuyucusunu aydinlatmasi, ona bilgi ve bunun yaninda çikarilacak bir ders vermesidir. Bu bilgiyi vermek için konuyu kesip araya girer; diyecegini der ve sonra yine konuya döner.

Efendi Babamiz (bu söyleyis de dönemin gazetecilerinin Ahmet Midhat Efendi'ye taktiklari bir diger lakaptir); yalniz edebi eserler yazmamistir. Matematikten askerlige, iktisattan tarihe, felsefeden teolojiye, astronomiden cografyaya her alanda kalem oynatmistir.

Edebi alanda ise her çesit edebi yapiti, siir hariç, denemistir. Roman, öykü, oyun, ani, gezi, inceleme, mektup, deneme türünden pek çok yapiti vardir. Dili biraz savruk ama amacina uygun olarak dönemine göre çok sadedir. Sohbet eder, karsinizda konusuyormus gibi yazar. Yazdigi edebi eserlerinde de çok çesitlilik egemen bir olgudur. Örnegin romanlari incelense; döneminde geçerli her cins roman türüne uygun eserleri vardir. Mesela romantik (Henüz Onyedi Yasinda), toplumsal (Felatun Bey ile Rakim Efendi), serüven (Hasan Mellah, Hüseyin Fellah), siyasi içerikli (Jöntürk), tarihi (Yeniçeriler), töresel (Arnavutlar, Solyotlar), bilimkurgusal (Dünyaya Ikinci Gelis), natüralist (Müsahedat) romanlari oldugu gibi ilginç ve ilk uygulamalar da onun kaleminden çikmistir. Örnegin yazinimizda feminizmi konu alan ilk romanlari da o yazmistir (Felsefe-i Zenan ve Diplomali Kiz). Hatta bilimsel roman yazdigini da iddia etmistir (Fenni Roman yahut Amerikali Doktorlar).

Iste bu çesitlilik içinde Ahmet Midhat Efendi gibi ilginç bir kisinin, özünde ilginç bir ugras olan polisiye romani ihmal etmesi herhalde beklenemezdi. Türkçemizde pek çok ilke imza atan Efendi Babamiz, dilimizde yazilan ilk polisiye romanin da yazaridir.

Türkçe'de nesredilen ilk çeviri polis romanlarindan biri olan dönemin ünlü Fransiz polisiye yazari Emile Gaboriau'nun Orcival Cinayeti isimli ilginç romanini çevirip 1883'te gazetesi Tercüman-i Hakikat'te tefrika olarak yayimladi ve ayni yil kitap olarak basti. Yine 1883 yilinda ilk telif polisiye romanimiz Esrar-i Cinayat'i yine gazetesinde tefrika ettikten sonra 1884'te kitap olarak yayimladi. Büyük boy (27x25 cm) 225 sayfalik kitabin basinda bu romanin gazetede tefrika edildigi belirtilip "ilk defa olmak üzere ayrica risale seklinde dahi tab olunmustur" ifadesi bulunmaktadir.

Esrar-i Cinayat, Ahmet Midhat Efendi'nin Gaboriau'dan etkilendigi ama yine de yerli renkleri ustalikla kullanip, konunun yerel yönünü iyice belirledigi bir polisiye romandir. Ahmet Midhat, bu romaninda, tipki Gaboriau ve Edgar Allen Poe ile baslayan geleneksel polisiye romanlarda oldugu gibi salt analitik çikarsamalarla sonuca varan bir polisiye roman yazmamis; melodramin insan kaderiyle ilgili trajik yazgisina; islenen cinayetler kadar basat bir yer vermistir. Romanda bütün Ahmet Midhat romanlarinda oldugu gibi; naif bir anlatim ve konuyu kesip okuyucuya genel anlamda bilgiler verme açikca görülür. Kitabin dili, dönemine göre çok sadedir; özellikle diyaloglarda bu durum daha belirgindir. Olaylarin gelisimi içinde mekan olarak Istanbul'un çesitli semtleri basarili bir sekilde kullanilmistir.

Dilimizdeki bu iki polisiye romani biraz ayrintili olarak vermek istiyoruz; çünkü bu kitabi bulmak bugüne kadar hemen hemen olanaksizdi; (2) ancak Türk Dil Kurumu Yayinlari Ekim 2000 tarihinde Esrar-i Cinayat adli kitabin yeni baskisini yayimladi. Ayrica geleneksel edebiyat kitaplarinda ve edebiyat ansiklopedilerinde, bu kitap Ahmet Midhat'in diger eserleri kadar önemsenip anlatilmadigindan; özellikle konuya ilgi duyabilecek genç okuyucular için bunun gerekli oldugunu düsünüyoruz.

Hediye Hanim'in konaginda...

Olay "Binikiyüz $u kadar sene-i hicriyesine müsadif olan Temmuz ayinin onyedinci Sali günü" Istanbul'da yayimlanan gazetelerdeki bir haberle baslar. Karadeniz'de balik avindan dönen balikçilar, Bogaz'in girisindeki Öreke Tasi denilen yerde bir genç kizla iki adamin cesedini bulmuslardir.

Duruma, Beyoglu mutasarrifligi müstantiklerinden (sorusturma memuru, dedektif) Osman Sabri el koyar. Osman Sabri'nin kimligi söyle çizilir: Nazik olmak gibi bir kaygumuz olmazsa ciliz sözcügüyle tanimlayabilecegimiz, ufak tefek, karikatür gibi bir adamsa da; beyince ve onun sonucu olan zekaca zenginligine gözlerinden yayilan anlayis atesleri taniklik eder. Cinayet yerindeki kanitlara dikkat edilmedigi ve bozuldugu için ilk sorusturmadan fazla bir sonuç çikarilamaz. Efendi Babamiz, bu arada hemen araya girer; bir cinayet olunca; arastiricilarin yararlanabilmesi için hiçbir seye el sürülmemesinin önemini bir iki sayfacik anlatir.

Bu olaydan bir ay sonra Beyoglu'nda Halil Suri adinda Hiristiyan bir Arap evinde asili olarak bulunur. Halil Suri, dönemin önemli kisileriyle sIkI ancak karisIk iliskileri olan, zengin bir adamdir. Olay ilk önce intihar sayilir. Bu olasiligi belirttikten sonra Hace-i Evvel'imiz kalemi eline alip tam bes sayfa intiharin ne kadar kötü bir eylem oldugunu anlatir ve sonunda "konu hakkinda daha çok sey yazilabilir.. ama biz simdilik bu kadarini yeterli bulduk" der! Olay yine Osman Sabri'ye havale edilir. Dedektifimiz, bu kez bilimin de yardimiyla olayin intihar degil cinayet oldugunu ortaya çikarir. Bilimin katkisi doktorlarin tanisiyla gerçeklesmistir. Pek dogal olarak Efendi Babamiz yine sazi ele alir; tip biliminin çok gelistigini; dallara ayrildigini; artik bir doktorun bütün hastaliklardan anlayamayacagini anlatip, bagimsiz bir tip dali olan adli tibbin önemini vurgular.

Olaylarla, romanda anlatici olarak gördügümüz bir gazeteci de ilgilenmektedir, ancak Osman Sabri'den pek bilgi alamaz. Ama gazetelerde adinin anilmasindan ve övülmekten pek hoslanan Beyoglu mutasarrifi Mecdalettin Pasa, tanistigi gazeteciye, Osman Sabri'nin kendisine sundugu raporu bütün ayrintilariyla açiklar. Bereket versin gazetecimiz sorumluluk sahibidir(!), Osman Sabri'nin iznini almadan bu bilgileri yayimlamaz ve aralarinda bir dostluk kurulur.

Osman Sabri Efendi, iki cinayet arasinda bir bag oldugunu kesfeder. Öldürülen kizin elbisesindeki bir etiketten, elbiseyi diken terziyi bulur, ondan da elbisenin Hediye Hanim Konagi'nda dikildigini ve parasinin Halil Suri tarafindan ödendigini çikarir. Bu bilgiler bizi romanin renkli kisilerinden Hediye Hanim'a götürür... Hediye Hanim 35-40 yaslarinda, kocasinin gelirine göre çok lüks bir hayat yasayan bir kadindir.

Olaylari aydinlatmak için kararli olan dedektifimiz, gazeteciden yardim ister ve müstereken bir plan uygularlar. Osman Sabri bir ak hadim olan yardimcisi Köse Necmi bohçaci kadin kiligina girip, söz konusu konaga gider ve Osman Nuri'nin tanidigi bir kuyumcudan ariyet olarak aldigi elmaslari çok ucuza satar gözüküp, Hanim ile dostlugu ilerletir. Bu arada da dedektifimizin Mutasarrif Pasa'ya kafa tutup kendini azlettirirdigini duyan ve korkan kuyumcu geçici olarak verdigi elmaslari geri ister. Osman Sabri veremeyecegini, isterse kendisini Mutasarrif Pasa'ya sikayet etmesini söyleyerek kuyumcuyu kizdirir. Kuyumcunun sikayeti üzerine de Pasamiz büyük bir keyifle Osman Sabri'yi tevkif ettirir ve gazetecilere onu küçük düsürecek beyanlarda bulunur.

Halbuki Osman Sabri'nin amaci olayin mahkemeye intikalini saglamaktir; mahkemede gazetecimiz ve Köse Necmi'nin tanikligi ile cinayetleri aydinlatmak gayesiyle elmaslari Hediye Hanim'a gönderdigini yargiçlara anlatir ve Hediye Hanim'in sorgulanmasini saglar. Bu arada Köse Necmi, Mecdalettin Pasa'nin Hediye Hanim'a yazdigi bir mektubu da ele geçirmistir. Pasa da mahkemeye gelip ifade vermek zorunda kalir. Hediye Hanim sIkIsInca, Öreke Tasi'nda ölü bulunan kizin kendi evlatligi olan Peri adli bir kiz oldugunu kabul eder ve onu Halil Suri'yi sevdigi için, Peri'ye deli gibi a$ik olan Kalpazan Mustafa adli bir kisinin öldürdügünü ve sonra da Halil Suri'yi öldürmesinin mümkün oldugunu ifade eder. Osman Sabri, Hediye'nin verdigi ifadeye inanmaz ve merkezi hükümetin verdigi emirle görevine döndügünden ve artik Mecdalettin Pasa'dan da bir tehlike gelmeyeceginden gerçegi bulmak için çalismaya baslar.

Polisiyenin kurallari...

Ancak, Efendi Babamiz, buraya kadar pekala ilginç bir polisiye roman niteligini basariyla koruyan yapitini, bundan sonra kendi eliyle yok eder.Tefrika mi çok uzamistir, Ahmet Midhat Efendi mi sIkIlmIstir bilinmez ama; bir polisiye romanda yapilmamasi gereken bir hatayi yapar. Polisiye roman meraklilarinin bildigi bir hususu burada hatirlatalim. Polisiye roman yazmanin olmazsa olmaz bazi kurallari vardir. Bunlari ünlü polisiye roman yazari S. S. Van Dine 1928'de yirmi madde halinde toplamistir. Bu kurallarin en önemlisi de "Suçlunun kim oldugu, durup dururken yapilan bir itiraf ile degil; kanitlar incelenip, taniklar dinlenip, bir dizi çikarsama yaptiktan sonra belirlenmelidir" der.

Ahmet Midhat Efendi'nin yazdigi bu ilk polisiye roman; yukarida degindigimiz zaafina karsin yine de ilginç özelliklere sahiptir. Bir kere Edgar Allen Poe ve onu izleyenlerin; olaylarin toplumsal yönleriyle hiç ilgilenmeyip, sirf analitik çözümleme ile muammayi halletme seklindeki geleneksel polisiye roman çizgisinden epeyi uzak bir yapittir. Daha çok Gaboriau'nun basini çektigi; melodram ögelerine öncelik veren; kahramanlarini sosyal ortamlarindan soyutlamayip aksine toplumsal ögeleri öne çikaran bir yapidadir.

Sefih ve dalavereci bir mutasarrif, dönemin adliye örgütünün eksiklikleri, bu bozukluklarin dürüst ve görevine bagli Osman Sabri'nin isinden atilmasina neden olan sonuçlari romanda açikca belirtilmektedir. Bir üst yöneticinin suçlularla isbirligi yapabilecegini ilk kez bu romanda görüyoruz. Tabii bu arada Efendi Babamiz, söz konusu toplumsal elestirilerini yaparken; egemen güçlerin hismini üstüne çekmemek için kendine özgü tavriyla araya girip sevgili karilerine söyle der:

"Okurlarimiza ihtar etmeliyiz ki Öreke Tasi cinayetinin ortaya çiktigi dönemlerde simdiki mahkeme usulleri ve mahkemelerin düzenlenmesi ve bugünkü adliye örgütü yoktu. Son dönemdeki adli alandaki gelismeler ve yeni adliye örgütü; özellikle velinimetimiz, reformcu Padisah Efendimiz Hazretleri'nin basarilari kapsamindaki islerdendir ki; bu devleti, bu ülkeyi yeniden yaratircasina basardiklari bunca önemli reformlar arasinda; kamu güvenligi açisindan en yararli olanlardan birisi de yeni adliye düzenlemeleridir."

Esrar-i Cinayat romaninin bir önemli özelligi daha vardir. Bu satirlarin yazari, Paul Fesch'in Abdülhamid'in Son Günlerinde Istanbul adli kitabini(3) çevirirken; gözüne dönemin basin hayatini anlatan bölümde su satirlar çarpti (4)

"Kavgaci Hayal gazetesinin kapatilmasi; olaylari ve hükümetin davranislarini kontrol etmeye devam eden; elestiri ve kinamalarini ondan esirgemeyen basini korkutmamisti. Hücumlari çogu zaman dogru amaçlara yönelik oluyordu ve basinin elestirilerinin en yüksek makamlarca dinlenip kabul edilmesi de hiç ender rastlanan bir olay degildi. Bunu kanitlamak için bir örnek yeterlidir: Dönemin Beyoglu mutasarrifi yüz kizartacak kadar sefih bir hayat yasiyordu. Bugünlerde de çikan bir gazete; Tercüman-i Hakikat; onu adam edebilmek için bir girisimde bulundu. Kahramanlarindan biri tipki tipkisina Beyoglu mutasarrifina benzeyen bir tefrika roman yayinina basladi. Bu yüksek görevli memur tefrikada çok ustaca tasvir edilmisti. Hayatinin bütün çirkef yanlari göz önüne seriliyordu. Kamuoyunun gücünde gülünç duruma düsen mutasarrif, kurnaz tefrikacinin açiga çikardigi utanç verici durumdan kurtulmak için ülkeden Avrupa'ya kaçmak zorunda kaldi."

Yazarin bu satirlarinda söz konusu ettigi zaman, II. Abdulhamid'in saltanatinin ilk yillaridir. Bu yillarda Tercüman-i Hakikat gazetesinde tefrika edilmis ve kahramanlarindan biri de Beyoglu mutasarrifi olan tek roman ise size yukarida anlattigimiz Esrar-i Cinayat'tir. Türkçedeki ilk polisiye roman türünde ilkligi yaninda; görevini kötüye kullanan bir üst görevliyi de açiga çikararak ülkeden kaçmasina neden olmak gibi bir baska islevi de üstlenmesi gerçekten ilginç bir rastlantidir ve 1883 yilinin sefih ve mürtekip Beyoglu mutasarrifi, tipki romandaki Mecdalettin Pasa gibi Avrupa'ya kaçmak zorunda kalmistir.

 

Erol Üyepazarci

 

------------------------------------------------

(1) Bu Hace-i evvel isimli ve çesitli bilimlerle ilgili ilk bilgileri veren kitap ilk kez 1286'da (1869) Bagdat Vilayet Matbaasi'nda , bir yil sonra ikinci baskisi ayni yerde ve ayni yil Istanbul'da üçüncü kez basilmistir. (2) Türkiye Basmalari Toplu Katalogu. Cilt I, Ankara, 1990'a göre bu yapittan bütün Türkiye kütüphanelerinde 6 adet vardir. Bu satirlarin yazari da, bütün sahaf dostlarinin yakin ilgisine karsin bu kitabin pesinde on yil kosmustur. (3) Paul Fesch, Abdülhamid'in Son Günlerinde Istanbul, Istanbul, 1999. Pera Yayinlari. (4) Paul Fesch, Constantinople aux derniers jours d'Abdul-Hamid, Paris, 1907, s. 38.

------------------------------------------------

Not: Bu yazi Iletisim Yayinlari'nca çikarilan Tarih ve Toplum'un Kasim 2000 tarihli Ahmet Mithat sayisindan kisaltilarak alindi.

Cumhuriyet Gazetesi Pazar Dergi eki, 12 Kasim 2000, Sayi: 764, Sayfa: 6-7

 

Polisiye Türünde Açılımlar

 

Suça ve suçlulara bütünüyle yer veren edebiyat, çok çeşitli açılımlar yaratmıştır. T.Kakınç’ın “100 Filmde Başlangıcından Günümüze Gerilim/Polisiye Filmleri” adlı kitabında bu açılımlar genel olarak şu başlıklar altında incelenmiştir;

 

1-Gerilim Romanları:

Genelde serüven hikayeleridir. Olayların gelişimi kimi zaman yaşamın gerçeklerine dayanmaktadır. Kimi zaman da düşlere, gerçek dışına ve gerçeküstüne dayanır. Amaç, okurda merak uyandırmaktır.

 

2-Casus Romanları:

Bir gizli servis ajanının serüvenlerini anlatan tek boyutlu hikayelerden; psikolojik, bazen de siyasal havalı olanlara, Bond ve benzerleri gibi bilim-kurgu sınırlarına dayananlara dek uzanan geniş bir yelpazede yer alır.

 

3-Suç Romanları:

Yer altı dünyası da denilen suçlular dünyasını anlatır. Gangster çeteleri, örgütlü suç, adam öldürme şebekeleri, kaçakçılar, hırsızlar ve yer altı dünyasının olanca pisliği bu romanların işlediği ana konulardır.

 

4-Gerçekçi Gangster Romanları:

Bunlarda gerçekten yaşamış ünlü gangsterlerin, çetebaşılarının, örgüt ve mafya önde gelenlerinin portreleri çizilir, hayat hikayeleri anlatılır.

 

5-Kahraman Polis Romanları:

Polis örgütlerinin çalışmalarını, yöntemlerini, olumlu ve olumsuz yanlarıyla anlatırlar. Kimi zaman aşırı gerçekçidirler, bütünü belgelere dayandırılmıştır. Kimi zaman da güvenlik görevlilerinin günlük yaşamları hikaye edilmiştir.

 

6-Polisiye Romanlar:

Bir suçun, çoğunlukla da cinayetin kimin eliyle işlenmiş olduğunu bulma odağı etrafında gelişen romanlardır. Kimi zaman okur, tüm roman kişilerini şüpheli görür. Romanın meslekten gelme veya amatör hafiye olan kahramanı, olayı saklayan giz perdesini bir takım kanıtlara dayanarak, aşama aşama kaldırıp olayı çözümlerken okur da onunla bu çözüm eylemine katılır. Roman gerçek katilin saptanmasıyla son bulur.

 

7-Tersine Polisiye Romanlar:

Polisiye romanlar bir bilinmeyenle başladığı halde bu türde daha kitabın başında katil apaçık ortadadır. Roman, olayı aydınlatıp suçluyu yakalamak isteyen hafiye ile yakalanmamak için çaba gösteren suçlu arasında bir çekişme şeklinde gelişir. Bu arada yeni cinayetlerin işlenmesi de söz konusu olabilir.

 

8-Cinayet Romanları:

Bir cinayeti, nedenleri, işlenişi ve sonuçlarıyla bir arada ele alan romanlardır. Burada cinayet ve cinayetin işlenmesine neden olan etkenlerin irdelenmesi, asıl cinayetin aydınlanmasından da, suçlunun cezalandırılmasından da daha fazla önem kazanır.

9-Tarihsel Cinayet Romanları:

Geçmiş zamanda işlenmiş, fakat bir türlü aydınlatılamamış cinayetleri ya da başka suçları konu alan, eldeki bilgilere dayanarak ye da kanıtlar uydurup yakıştırarak olayları yeni baştan canlandırıp aydınlatmaya çalışan romanlardır.

10-Psikolojik Gerilim Romanları:

Olaylar dizisinin kuruluşunu başka bir eserden iğreti olarak alırlar. Romanın ağırlık noktası; katil ile kurbanı, kimi zaman da katil ile hafiye arasındaki ilişkilerde psikolojik ortak paydalara dayanmaktadır.

 

11-Korku Romanları:

Öncelikle bir dehşet ortamı, bir gerilim havası yaratma amacını gütmektedir. Romanda olayların gelişimi çoğunlukla akıl dışı niteliklerde olabileceği gibi, doğaüstü güçler ve doğaüstü varlıklar da ortaya çıkabilmektedir. Burada önemli olan okurda ürperti yaratmaktır.

Alıntıdır..

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Polisiye literetür araştırmacısı ve yazar S.S. van Dine'ın "Polisiye yazmak için uyulması gereken 20 kural"ı şöyle:

1 - Okuyucudan ipucu saklanmamalı, okuyucu ile dedektife eşit imkanlar sağlanmalı.

2 - Suçlunun dedektife oynadığı oyunların haricinde okuyuca akıl karıştırıcı fazladan oyun yapılmamalı.

3 - İşin içine aşk girmemeli. Asıl konu bir suçluyu adalete teslim etmek olmalı.

4 - Dedektif asıl suçlu çıkmamalı.

5 - Suçlu, akıl yürütme ile bulunmalı, Tenten'in yaptığı gibi tesadüfen değil. (Tenten kısmını biz ekledik elbette!)

6 - Bir dedektif ipuçlarını toplamalı, analiz etmeli ve çözmeli.

7 - Mutlaka bir cinayet olmalı, 300 sayfada cinayetten az bir şey anlatmak okuyucunun çabasına saygısızlıktır.

8 - Suçlar doğal yoldan çözülmeli. Fal baktırmak, ruh çağırmak, kristal küre döndürmek gibi paranormal yöntemler sayılmıyor.

9 - Kahraman sadece bir dedektif olmalı, birden çok dedektif, okuyucuya haksızlık ve 1. ile 2. maddeye ihanettir.

10 - Suçlu, hikayede önemi olan biri olmalı, okuyucu tarafından tanınmalıdır.

11 - Katil uşak çıkmamalıdır. Bu en çaresiz yazarların yöntemidir.

12 - Kaç suç işlenirse işlensin tek bir suçlu olmalıdır.

13 - Gizli örgütlerin, mafyanın dedektif öykülerinde yeri yoktur.

14 - Suç ve araştırma bilim kurgu sınırlarına girmemeli, mantıklı olmalıdır.

15 - Gerçekler hep göz önünde olmalıdır. Okuyucu kitabı bir kere daha okursa finalden önce de her şeyin yerli yerine oturduğunu görebilmelidir.

16 - Bir polisiye uzun betimlemelere, edebi karakter çalışmalarına yer vermemelidir. Bunlar heyecanı düşüren etkenlerdir.

17 - Porfesyonel bir suçlu, suçluluk duygusu duymaz, polisiye romanlardaki suçlular da duymamalıdır.

18 - Polisiye romandaki suç asla kaza ya da intihar çıkmamalıdır. Okuyucunun kalbini kırmamak için suçun dahiyane şekilde önceden planlanmasına özen gösterilmelidir.

19 - Suçun arkasındaki sebepler kişisel olmalıdır, uluslararası komplolar ya da sadece para sebebiyle işlenen suçlar ucuz numaralardır.

20 - Aşağıda sayılacak durumlar ve objeler, kendine saygısı olan bir yazar tarafından asla kullanılmamalıdır. O kadar çok kullanılmışlardır ki, türün sevenlerine çok aşinadırlar, yazarın orijinalliğine büyük zarar verirler:

 

a) Suç mahalinde bırakılan sigaranın markası ile suçluyu tanımak.

b) Suçluyu korkutmak için kullanılan sahte ruh çağırma seansları.

c) Parmak izleri.

d) Suçluya havlamayan ve içeriden biri olduğunu ortaya çıkaran köpek.

e) Suçlu sanılanın şeytani ikizinin suçlu çıkması.

f) Bayıltıcı şırınga.

Polisiye ' de Türk Dedektifler..

 

Amanvermez Avni (Osmanlı Polis Hafiyesi) – Yazarı Ebüssüreyya Sami

 

Albay Haki (Gizli Polis Teşkilatı Şefi) – Yazarı Eric Ambler

 

Badik Hilmi – Yazarı R. Cahid

 

Başkomiser Nevzat Çiçekçi –Yazarı Ahmet Ümit

 

Burçak Veral (Bar İşleten Entelektüel Delikanlı Travesti) – Yazarı Mehmet Murat Somer

 

Can Davetçi (Entelektüel Bir Polis Şefi) – Yazarı Ender Sevinç

 

Cem Beyoğlu (Özel Dedektif) – Yazarı Nihan Taştekin

 

Cingöz Recai (Hırsız) – Yazarı Server Bedii Takma Adıyla Peyami Safa

 

Muhabir Ece (Gazeteci) – Yazarı Nihan Taştekin

 

Evan Taner (Türk Polisi) - Yazarı Lawrence Block

 

Fakabasmaz Zihni ( Dedektif) – Yazarı Hüseyin Nadir

 

Ferit Pamir (Gazeteci) - Yazarı Eşref Bağrım

 

Francis (Kedi Dedektif) – Yazarı Akif Pirinççi

 

Haldun Kurter (Emekli Komiser) - Yazarı Yıldırım Üçtuğ

 

Kemal Aslan (Kgb Casusu) - Yazarı Cengiz Abdullayev

 

Kemal Kayankaya (Özel Dedektif) – Yazarı Jacop Arjouni

 

Kıskaç Hamdi - Yazarı Yavuz Turgut

 

Komiser Atakan (Polis-Psikolog) - Yazarı Mehmet Söztutan

 

Komiser Ceyda – Yazarı Müzeyyen Yılmaz

 

Komiser Çetin İmken - Yazarı Barbara Nadel

 

Komiser Agnes Hatice Kemahlıoğlu – Yazarı Erdal Erkut

 

Komiser Cemal Bozkurt – Yazarı Muvaffak Akman

 

Metin Çakır (Kadın Satıcısı ) - Yazarı Armağan Tunaboylu

 

Murat Davman (Detektif İle Ajan Arası Bir Gazeteci) – Yazarı Ümit Deniz

 

Nahit Sami (Türk Arsen Lüpin'i) - Yazarları E. Ali Ve S. Sadi

 

Orhan Çakıroğlu - Yazarı Murat Akdoğan

 

Orhan Demir (Özel Dedektif) - Yazarı Sadık Yemni

 

Osman Sabri Efendi (Beyoğlu Sorgu Yargıçlarından) – Yazarı Ahmet Mithat Efendi

 

Remzi Ünal (Özel Dedektif) – Yazarı Celil Oker

 

Rüzgar Kızıldeniz (Arkeolog) - Yazarı Ayşe Akdeniz

 

Sarp Sapmaz (Kimyager) - Yazarı Sadık Yemni

 

Sinan Dorukan (Özel Dedektif) – Yazarı Hakan Karahan

 

Suat Erez (Özel Dedektif) - Birol Oğuz Adını Kullanan İngiliz Yazar Brunel Hawes

 

Yağız Balcı (Cinayet Masası Başkomiseri) - Yazarı Cüneyt Ülsever

 

Yılmaz Ali (Polis) - Yazarı Vala Nurettin

 

Uzay Polisi Kim Kessler -Yazarı Cenk Eden

 

Cıva Necati, Çekirge Zehra, Ele Geçmez Kadri, Kara Hüseyin, Kan Dökmez Remzi, Kartal İhsan, Pire Necmi, Şeytan Hadiye, Tilki Leman gibi polisiye macera kahramanlarımızı da anmadan geçmek olmaz.

 

Alıntıdır..

--------------------

Neden Polisiye Okuruz?..

 

Yıllardır dedektif romanlarından söz edildiğini duyarım. Aşağı yukarı tanıdığım herkes onları okuyor ve bu kitaplar hakkında içine dahil olmayı başaramadığım uzun tartışmalar yürüyor gibi. Bana hep Woodrow Wilson’dan W.B. Yeats’e kadar çağımızın en ciddi kamusal figürlerinin çoğunun bu kurgu biçiminin tutkunu olduğu anımsatılır. Pek hoşuma gitmeyen birkaç Chesterton hikâyesi dışında, Sherlock Holmes’un erken dönem taklitçilerinden bu yana dedektif romanı okumamıştım. Okuduğum taklitçi, Düşünen Makine adında bir karakter icat eden ve bu karakter hakkındaki öykülerinin ilk cildini 1907 yılında yayımlayan merhum Jacques Futrelle idi. Oniki yaşımda bu edebiyat biçiminden sıkıldığımı hissetmeye başlamış, Sherlock Holmes’un beni büyülemesine karşın, Düşünen Makine’den sıkılmış ve onu terk etmiştim.

 

Kısa bir süre önce değişik popüler kitap türlerini örneklemeye başladığımdan beri, üretim hacmiyle baş etmek için kitap dergilerinin özel editörler istihdam etmek zorunda kaldıkları bir ölçekte üretilen ve olağanüstü popülerleşen bu kurgu türünün örneklerini incelemem gerektiğini düşünüyordum. Okuduklarımın ortalamanın üzerinde kitaplar olacağından emin olmak için, mütehassısların özellikle saygı duyduğu yazarların yeni kitaplarını bekledim. Rex Stout’un Nero Wolfe öykülerinin son cildi Not Quite Dead Enough (Yeterince Ölü Değil) kitabıyla işe başladım.

Bulduğum şey beni oldukça şaşırttı ve hevesimi kırdı. Kitabın, aşağı yukarı kırk yıl önce Jacques Futrelle’in ürettiğinden daha büyük bir sadakatla eski Sherlock Holmes formülünü yeniden ürettiğini gördüm. Her şeyden önce başkalarıyla kıyas kabul etmez, emsalsiz bir özel dedektif vardı. Kokain ve viyolin müptelası olmasına karşın, her daim entelektüel yetenek ve dehasını kullanmaya hazır olan Holmes gibi, Nero Wolfe da, üstün zekâlı, resmi ve törensel davranışlara meraklı bir adamdır. Kinayeli konuşma ve egzantrik alışkanlıkları olan dedektif, orkide yetiştirme ve gurme yemeklerin müptelasıdır. Kahramanın yanında da ona hayran olan çömezi vardır. Azıcık kalın kafalı Scotland Yard müfettişi Lestrad, karşımıza Polis Departmanı’nın şaşkına dönmüş, enerjik müfettişi Müfettiş Cramer olarak karşımıza çıkar. Aşağı yukarı tek fark, ince ve hareketli bir adam olan Holmes’un yerine, Nero Wolfe’un şişman ve uyuşuk bir adam olmasıdır. Canileri intihar etmeye zorlamaktan hazzeden Holmes’un aksine Wolfe onları adalete teslim etmekten hoşlanır. Thirty-fifth Street West’in uzak köşelerindeki evinde kendisine daima eşlik eden birası ile koltukta sadizmin tadını çıkaran Nero Wolfe’un sessiz geceleri ve zengin yemeklerinden hoşlandım. Rex Stout’un kitabını oluşturan iki öykü Not Quite Dead Enough (Yeterince Ölü Değil) ve Booby Trap (Bubi Tuzağı) beni hayal kırıklığına uğrattı. İki öykü de, alışılagelmiş öykülerden daha kısaydı. Bu öykülerde büyük dedektif, ordu için ciddi bir askeri eğitimden geçtiğinden dikkatini asıl mesleğine veremiyordu. Bu nedenlerle sözünü ettiğim öykülerin, yazarın bu türde verdiği örneklerin en iyisi olmayabileceği sonucuna vardım. The Nero Wolfe Omnibus (Bütün Nero Wolfe Öyküleri) kitabında yer alan, daha önce yazılmış iki öyküyü de okudum: The Red Box (Kırmızı Kutu) ve The League of Frightened Men (Korkmuş Erkekler Cemiyeti).

 

Her iki öykü de bana umut ettiğim heyecanı vermekten uzaktı. Daha sonraki hikâyeler yarım yamalak ve derinlikten yoksun ise, bunlar da karman çormandı. Öyküler hiçbir yere ulaşmayan ve hikâyede gerçek hiçbir işlevi olmayan bölümlerle doluydu. Sherlock Holmes’a dönüp baktığım zaman Nero Wolfe’un orijinalinin ne kadar uzak ve soluk bir kopyası olduğunu gördüm. Conan Doyle’un eski hikâyelerinde mizah, şık at arabalarının masalsı şiiri, Londra’nın kasvetli kulübeleri ve yalnız taşra malikâneleri vardır ki, Rex Stout’un öykülerinin arka planını oluşturan modern New York’ta bunları taklit etmesinin yolu yoktur. Sürprizler bile orijinal metinde daha eğlencelidir; Sherlock Holmes’da en azından tavanı aşağı inen bir yatak odanız, hizmetkârların zilinden aşağı inen eğitimli bir yılanla karşılaşırsınız. The League of Frightened Men (Korkmuş Erkekler Cemiyeti) adlı öyküde zeki akıllıca bir psikoloji numarası kullanılsa da – gizemli sorunun cevabı genellikle ne beklenmedik ne de hayal mahsulüdür. Birkaç tane eğilmiş paslı çivinin altındakini bulmak için, talaş yutarak çok sayıda sandığı açmak zorunda olduğum hissine kapılmaya başladım. Dedektif romanlarının, romanın tanıtım ve değerlendirme yazılarını hazırlayan eleştirmenlerin gizemin çözümünü kamuya açıklamasını yasaklayan gelenekten yararlanarak haksız kazanç sağladığı gibi beni dertlere sevk eden bir inanç beslemeye başladım. Bu gelenek hem kurgunun önemli bir bölümünün anlamsızlığının gizlenmesine yarıyor, hem de dedektif romanı yazarlarının başka hiçbir türün yazarına nasip olmayan türden bir korumadan yararlanmasını sağlıyor. Sırrın açığa çıkacağı beklentisiyle gerilim yaratmak zor değildir; ama okurda beklediğine değdiği hissini uyandıracak kadar dâhice, pikaresk ya da eğlendirici bir suç işleme yolu bulmak için biraz yetenek gereklidir. Rex Stout’un yanlış izler, ipuçları ve bitmek tükenmek bilmeyen sapmalarla gizlediği asıl sır, ancak kitabın son bölümünün boşluklar bıraktığı anlaşıldığında ölçeği kavranabilen hayal gücü yoksunluğudur.

 

Uzmanlar, devam ettirilen Doyle geleneğinin, dedektif romanının yaygınlaştığı on yıllar boyunca dedektif romanı janrında yapılanların hepsini veya türün en iyilerini de kapsamadığı düşüncesindedirler. Bulmaca içeren dedektif romanları da vardı; bana bu türün Agatha Christie’nin öykülerinde yaratıcılığın doruklarına ulaştığı yönünde güvence de verilmişti. Böylece Agatha Christie’nin Death Comes As the End adlı yeni kitabıyla beni oyuna getirdiğini itiraf etmeliyim. Katilin kim olduğunu tahmin edemiyor, kitabı okumaya ve katili tahmin etmeye teşvik ediliyordum. Kitabın sonunda katilin kim olduğunu öğrendiğimde şaşırmıştım. Ama Agatha Christie’den hiç hoşlanmadım, umarım hayat boyu onun bir kitabını daha okumak zorunda kalmam. Bu noktada muhtemelen Death Comes As the End kitabında anlatılan öykünün MÖ 2000 yılında Mısır’da geçtiğini ve kitabın yazarın tipik eserlerine tam da benzemeyen Lloyd C. Douglas türü bir tadı olduğundan da bahsetmeliyim kuşkusuz. (“Güneşin altında kayığın içine kucağında küçük Teti ile serilip uzanırken, Nil üzerinde beraber yelken açmak, balık tutmak ve gülmek için Khay yoktu artık.”) Yazım tarzının aşırı duygusallığı ve bayağılığı, kitapları okumayı edebi açısından imkânsız hale getiriyordu. Sırf sorunun çözüldüğünü görmek için baştan sona bu tür bir kitabı okuyamazsınız. İkiboyutlu bir evrende bile kendi başlarına var olmalarına izin verilmeyen, kitabın hangi bölümünde ya da zaman çizelgesinin hangi dakikasında olduğunuza bağlı olarak güvenilir veya tekinsiz görünmesi, kuşku uyandırmak için yapmacık davranması gereken karakterlere ilgi duyamazsınız. Anlatılan suç öykülerinde karakterler geliştirmeye çalışan ve belli bir tarzda Nero Wolfe ve Archie Goodwin karakterlerini yaratan Bay Stout’un durumunda, bunu oldukça rahatsız edici bulmuştum. Ama Mrs. Christie Mr. Stout’tan daha uzmanlaşmış olduğundan ve çözülmesi gereken bulmaca üzerinde daha az zaman harcaması gerektiğinden, insanı alakadar eden öyküleri ya tümüyle bertaraf etmek ya da metni bu öykülerin oldukça tatsız parodisiyle doldurmak zorunda kalıyor. Yeni romanında gerilimin üç aşamasında kendisine yarar sağlayacak kuklalar üretmek zorunda: ilk önce kimin öldürüleceğini, daha sonra kimin cinayetleri işlediğini, son olarak da kadın kahramanın iki adamdan hangisiyle evleneceğini önceden kestiremiyor olmanız gerekli. Bütün bu oyunlar, sihirbazın dikkatinizi kartlardan uzaklaştırmak için kullandığı garip ve gereksiz el hareketlerine benziyor. Oyunlar, bir sihirbazlık gösterisi gibi sizi hafifçe şaşırtıp, hafifçe eğlendirebilir. Ama Death Comes as the End gibi bir gösterideki konuşmalar sürekli sıkıcı ve bir kâğıt oyununun zarafetinden yoksundur.

 

Edebiyatın çok sayıda kişinin ilgisini çekiyor gibi gözüken bir alanına haksızlık edebileceğimden korkarak, Alexander Wollcott’un “Amerika’nın ürettiği en iyi dedektif romanı olarak nitelendirdiği” ve yayımlanmasından itibaren Dashiel Hammett’in Jimmy Durante’nin deyimiyle “entelektüellerin baş tacı” olmasına yol açtığı için bu alanın klasiklerinden biri olduğunu varsaydığım Malta Şahini’ni okudum. Ama 1930 yılında neyi baş tacı ettiklerini düşündüklerini anlamak zordu doğrusu. Mr. Hammett, Pinkerton dedektifi olarak gerçek bir deneyimin avantajına sahipti. Hammett, Sherlock Holmes’un eski formülü ile gangesterlere ilgi duymanın moda olduğu günlerde okurların yeni bir biçimde ürpermesini sağlayan yeraltı dünyasının soğuk zulmünü kaynaştırmıştı. Ama bunun ötesinde, öyküye hayali bir yaşam kazandırma becerisinden yoksundu. Yazar olarak yeri, Rex Stout’un mertebesinin de altındadır, tıpkı Rex Stout’un James Cain’in altında olduğu gibi. Malta Şahini, her gün günümüz gazetelerinde güçlü çene yapılı kahraman ile kaşarlanmış güzel maceraperest kadının iniş ve çıkışlarla dolu maceralarını izlediğiniz çizgi dizilerin pek de üstünde görünmüyor.

 

Dedektif romanının T.S. Eliot ve Paul Elmer More’un hissettiği ve benim hissetmeyi başaramadığım büyüsü nedir? Hayal gücü ile dolu bir kurgu eseri olarak bana tümüyle ölü gibi gözüken bir tür bu. Graham Greene’ın hayranlarının iddia ettiği gibi, casus romanları şiirsel olanaklarını ancak şimdi gerçekleştiriyor olabilir; psikolojik dehşet duygusunu sömüren cinayet romanları ise tümüyle farklı bir konudur. Ama gerçek anlamıyla dedektif öyküsü en iyi ürünlerini ondokuzuncu yüzyılın sonunda vermiştir. Edgar Allan Poe’nun mantıksal çıkarsama yoğunluğunun bir kısmını M. Dupin’e aktardığı, Dickens’ın sunduğu gizemleri toplumsal ve ahlaki önem taşıyan konularla zenginleştirdiği, sırrın çözümünün cidden söylemek istediği bir şeyin dışavurumcu sembolü olduğu bu dönemden sonra dedektif romanı gerilemeye başlamıştır. Yine de dedektif romanı okur üzerindeki etkisini korumuş, hatta iki dünya savaşı arasındaki yirmi yılda öncesinden daha da popüler hale gelmiştir. Bu durumun ciddi bir nedeni olduğuna inanıyorum. Bu yıllarda dünya, her şeye işleyen yaygın bir suçluluk duygusu ve sorumluluk sahibini nihai olarak saptamak mümkün olmadığı için kaçınılması imkânsız gibi gözüken ve her an gerçek olabilecek bir felaket korkusunun egemenliğindeydi. İlk günahı kim işlemişti ve bir sonraki günahı işleyecek olan kimdi? Romanlarda ikinci cinayet daima beklenmedik bir anda, soruşturmanın devam ettiği bir noktada işlenir; Nero Wolfe’un öykülerinin birinde cinayet tam da büyük dedektifin ofisinde işlenir. Herkes şüphelidir ve caddeler kime sadık olduğunu bilemediğimiz pusuda ajanlarla doludur. Hiç kimse suçsuz değildir; hiç kimse güvende değildir; sonuçta katil saptandığında hissedilen duygu rahatlamadır – ne de olsa katil sizin ya da benim gibi normal bir insan değildir. Katil, meslek erbabının “George Gruesome” olarak tanıdığı kötü kahramandır. Katil, yanılması imkânsız bir Güç, suçun kimin üzerinde kalması gerektiğini çok da iyi bilen mağrur ve her şeyi bilen dedektif tarafından yakalanmıştır.

 

(Edmund Wilson, A Literary Chronicle: 1920-1950, 1952)

Edmund Wilson imzalı bu yazı, Mart 2005 tarihli Kitap-lık dergisi sayı 81’de İdil Eser çevirisiyle yayınlanmıştır.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Jean-Christophe Grangé

 

Fransız yazar Jean-Christophe Grangé 1961’de Paris’te doğdu. Serbest gazeteci olarak çeşitli haber ajansları ve gazeteler için çalıştı. "Paris-Match" için gezi-macera röportajları, "Figaro Magazine" için bilimsel röportajlar hazırladı. Leyleklerin göçü üzerine hazırladığı yazı dizisinden esinlenen "Leyleklerin Uçuşu" adlı ilk romanı 1994’te yayımlandı. Bu kitap sekiz bölümlük bir TV dizisi haline getirildi. Fransa’da 450 000 adet satan ve dünyada 20 dile çevrilen "Kızıl Nehirler" yazarın ikinci romanı. Grangé’nin üçüncü romanı "Taş Meclisi" ise eylül 2000’de çıktı ve yalnız Fransa’da kısa sürede 150 000 adet sattı. Fransız Polisiye - Gerilim Yazarı Jean Christophe Grange'nin Üç Romanı Sinemaya Uyarlandı.

 

Dedektifi : Komiser Niemans

 

GRANGÉ ROMANLARI :

 

KIZIL NEHİRLER (Les Rivieres pourpres) - 2001

Biz Efendileriz, Biz Köleleriz.

Biz Her Yerdeyiz, Hem De Hiçbir Yerde,

Biz Karar Verenleriz.

Kızıl Nehirlerin Hakimiyiz.

Kalbinize güvenmiyorsanız ya da ocakta yemeğiniz varsa, bu kitabı okumaya başlamayın. Grange'nin sınır tanımayan hayal gücü, sürekli artan gerilim, etkileyici karakterler, birbirinden korkunç cinayetler; hepsi daha ilk satırlardan itibaren size hükmedecek...

"Kızıl Nehirler" sadece Fransa'da 450 000 sattı ve 20 dile çevrildi.

Soluk kesen bir tempo.İnsanı hemen saran bir hikaye. Çok gerçekçi şiddet sahneleri. İki sıradışı insanın çevrinde gelişen olaylar, bir enerji dolu, tecrübeli bir polis, diğeri sokaklardan gelme Mağripli bir çaylak..."İnsan daha ilk sayfalardan itibaren sarsan, altüst eden, yatan o kitaplardan biri. Sizi sürekli olarak gerilimin sınırlarından dolaştıracak; akkor haline gelmiş bir telin üzerinde yürüyormuş hissi verecek kusursuz bir tbriller."

 

TAŞ MECLİSİ (Le Concile de pierre ) - 2001

Jean Chirstophe Grange, "Kızıl Nehirler"in ardından "Taş Meclisi"yle yine sahnede. Gerçekten şaşırtıcı bir hayal gücü... Dayanılmaz bir gerilim... Fiziksel ve psikolojik şiddek... Parapsikoloji.. Şamanizm..Telapatiyle gerçekleştirilen bir trafik kazası.. Esrarengiz akapunkturcu... Türk ve Moğol şamanlarının mirasçıları arasındaki savaş... Mucizevi tedaviler, ani ölümler... Bilimsel referansları, polisiye vakaları ve parapsikolojik olguları etkileyici bir psikolojik atmosfer içinde birleşen bir hikaye. Eski Sovyetler Birliği'nin gömülmüş sırları, nükleer füzyon, Mayıs 68'in hala varlığını sürdüren derin izleri, peş peşe bulunan ipuçları. Kurbanların cellat, kahramanların hep kötü olduğu fantastik bir gerilim.....

 

LEYLEKLERİN UÇUŞU (Le vol des cigognes) -2002

Göçmen kuşlardır leylekler. Her bahar Avrupa'ya gelir, yaz sonunda tekrar Afrika'ya doğru yola çıkarlar. Ama bu yıl geri dönmeyecekler.. Louis Antioche'un kayıp leyleklerin sırrını çözmek için çıktığı yolculuk kısa sürede kabusa dönüşür. Parçalanmış cesetler, nereden çıktığı belli olmayan katiller... Arayışı onu, Bulgaristan'daki Çingene mahallerinden işgal altındaki toprakların güneşte kavrulan kibutzlarına, Orta Afrika Cumhuriyeti'nin balta girmemiş ormanlarından Kalküta'nın araka sokaklarına kadar götürecektir. Hatta cehenneme kadar..

 

KURTLAR İMPARATORLUĞU (L'Empire des Loups) - 2003

Her şey korkuyla başladı. Ve yine korkuyla sona erecek. Paris'te sokak sokak, cadde cadde yaşanan bir kedi-fare oyunu... İstanbul'a kadar süren ve Nemrut Dağı'nda sona eren bir kaçma-kovalamaca.. Seri cinayetlere, uyuşturucu kaçakçılığı, Strasbourg-Saint-Denis'deki küçük Türkiye, Fransız polisindeki iç hesaplaşmalar, tıbbın karanlık amaçları alet edilmesi, Paris'i kana boyayan Türk mafyası..

 

SİYAH KAN (La Ligne Noir) - 2004

Yazarın bir yıl gibi kısa bir sürede kaleme aldığı kitap serbest dalış şampiyonu bir katil ile eski paparazzi, kötülük fikrine ve kaynağına takıntılı bir gazeteciyi karşı karşıya getiriyor. Katil hapiste… Ama daha önce Kamboçya, Tayland, Malezya’da kan dökmüş. Kadınların kanı… Gazetecinin onunla temasa geçmek için oynadığı oyun romanın temelini oluşturuyor. Ama katil bu yemi bir süre sonra yutmuyor. İşte gerçek heyecan da orada başlıyor. Kim av, kim avcı, birbirine karışıyor. Grangé hayranlarını hayal kırıklığına uğratmayacak bir roman "Siyah Kan".

 

ZENER'İN LANETİ – SİBYLLE (Bir Çizgiroman)

Yer: Paris. Yıl: 1968. Henüz Mayıs Olayları başlamamış. Öngörü yeteneği olan genç bir kadın, parapsikoloji alanında uzman bir profesöre yakınlaşmanın yollarını arar ve bulur. Sonunda onun deneği olmuştur. Ancak çalışmalar sonucunda gördüğü kâbuslar onu şüphelendirir. Profesörü ve onun Zener projesi adını verdiği çalışmalarını araştırmaya başlar. Denek olarak kullanılan tek insan olduğunu fark eder. Bu çalışma aslında farelerle yapılmaktadır. Gizem işte bu noktadan itibaren çözülmeye başlayacak, heyecanın dozu da artacaktır. "Zener’in Laneti" ilk cildi "Sibylle"le okuyucularıyla buluşuyor. Gerilim edebiyatının ustası Jean-Christopher Grangé’nin kaleminden çıkan kitabı, ünlü çizgi romanların yaratıcısı Phillippe Adamov resimlemiş. Çizgi roman severler Doğan Kitap’ın bu yeni dizisiyle keyifli anlar yaşayacaklar.

--------------------

ve büyük usta Edgar Allan Poe

 

19 Ocak 1809’da Boston’da dünyaya geldi. Küçük yaşlarda annesini kaybetmesi üzerine John Allan tarafından evlat edinilen Edgar, 1815 yılında Allan’lar ile birlikte İngiltere’ye taşındı. İlk ve ortaokul hayatını burada geçiren Poe, 1820 yılında tekrar Amerika’ya taşındı. 1826 yılında Virginia Üniversitesi’ne giren Poe, burada ancak 10 ay okuyabildi. 1827 yılında da Edgar A Perry adıyla Amerikan ordusuna yazıldı ve öncü birliklere katıldı. Bu sırada “Tamerlane ve Öteki Şiirler”i yayınlandı.

 

1829’da ordudan ayrılarak Washington’a taşındı ve yine o yıl “Al Araf”ı yayımladı. Gezgin hayatı Clemm’lerle tanışana kadar süren Poe, 1831 yılında Baltimor’a yerleşti. 1833 yılında "The Baltimore Saturday Visitor"ın açmış olduğu yarışmada ilk ödülünü "Şişedeki Mesaj"la kazandı. "Southern Literary Massenger"da editör yardımcılığına başlayan Poe, 1836 yılında Bayan Clemm’in 13 yaşındaki kızı Virginia ile evlendi. Bu evlilikten bir yıl sonra tekrar yollara düşen Poe Newyork’a taşında ve burada “Arthur Gordon Pym’in Öyküsü”nün yayımladı.

 

1840’ta Gülünç ve Arabesk Öyküler’i yayımlayan Poe, 1841 yılında da Graham’s dergisinin editörü oldu. Poe burada da ancak bir yıl çalıştı ve tekrar Newyork’a taşınarak “New York Evening Mirror’da asistan olarak çalışmaya başladı. 1845’te “Kuzgun”u yayımladı. 1847’de karısı ölen Poe, özellikle onun hayatında önemli bir yere sahip olacak olan Sarah Helen Whitman ile tanıştı. Bayan Witham’ın çok etkisinde kalan Poe, Kasım 1848’de intihara kalkıştı. Artık hayatındaki dengeler bozulmaya başlamıştı. Temmuz 1848’de delilik nöbetleri geçirdi. Bu aralar Şiir Sanatı Kuralı yapıtının yayımladı. Ve bu kitabın yayımlanmasından iki ay sonra da bilinmeyen nedenlerden kendinden geçmiş bir biçimde bulundu ve Washington Üniversitesi Hastanesi’ne kaldırıldı. Bilincini kazansa da nöbetleri geçmedi ve gitgide daha büyük acılar içinde kaldı. 7 Ekim 1848’de de öldü, Baltimore’de gömüldü.

 

Polisiye Akımı O’nunla Başladı. Kısacık hayatında bize çok önemli eserler bıraktığı için O’na borçluyuz.

 

YAZARIN ÜLKEMİZDE YAYINLANMIŞ KİTAPLARI

ÖLÜMCÜL ÖYKÜLER

KIZIL ÖLÜMÜN MASKESİ

MORGUE SOKAĞI CİNAYETİ

ÇALINAN MEKTUP

ÇÖLDE İHTİRAS

ARTHUR GORDON PYM'İN ÖYKÜSÜ

ŞEHRAZAT'IN BİN İKİNCİ GECE MASALI

BİLİMKURGU ÖYKÜLERİ

BİR MUMYA İLE KÜÇÜK BİR HASBIHAL

GERGİN RUHLAR ANTOLOJİSİ

ÖYKÜLER

KUZGUN

BÜTÜN ŞİİRLERİ

ŞİİRLER

BÜTÜN HİKAYELERİ

BÜTÜN HİKAYELERİ II

BÜTÜN HİKAYELERİ III

BÜTÜN HİKAYELERİ IV

BÜTÜN HİKAYELERİ V

--------------------

Dan Brown

 

Amerika Devlet Başkanlığı ödülünü kazanan matematik profesörü bir baba ile profesyonel dini müzik öğretmeni bir annenin oğlu olan Dan Brown, ilim ve din gibi iki paradoks felsefe içinde büyümüştür. Amherst koleji ve Phillips Exeter Akademisinden mezun olduktan sonra bu kuruluşlarda bir süre İngilizce öğretmenliği yaptıktan sonra tüm zamanını roman yazmaya adamıştır. Şifre çözme ve gizli hükümet kuruluşlarına duyduğu merak onu bu konularda gerilim romanları yazmaya sürüklemiştir. Sanat tarihçisi ve ressam olan eşi de araştırmalarında yardım etmektedir. 1996’da ilk romanı Digital Fortress, yayınlanmasından hemen sonra bir anda elektronik kitap listelerinde bir numaraya yükseldi. Ulusal Güvenlik Teşkilatı’nı konu alan roman sivil halkın mahremiyeti ile ulusal güvenlik arasındaki ince çizgiyi irdeliyor.

 

Dedektifi : Robert Langdon

Boston’da Harvard Üniversitesi’nin ünlü simgebilim profesörü. Ama biz onu Harvard’da değil, Fransa’da, İsviçre’de, İtalya’da, simgelerin, gizli Katolik tarikatların, şifrelerin peşinde koşarken görüyoruz hep. Kadınlardan yana da şansı çok açık. Daha doğrusu, yanında zeki, genç ve güzel bir kadın olmadan şuradan şuraya adımını atmıyor. İlk macerasında İtalyan Vittoria Vera, ikincisinde Fransız Sophie Neveu: Her iki kadın da Robert Langdon’ın olayların içine çekilmesine yol açan kurbanın kızı ya da torunu. Langdon’da Ortaçağa özgü bir şövalyelik ruhu var. Dördüncü romanı Da Vinci Şifresi’yle meşhur olan Amerikalı yazar, bu romandaki ana karakter Robert Langdon’ı, aslında ikinci romanı olan Melekler ve Şeytanlar’da yaratmıştı. Diğer iki romanında Robert Langdon yoktu.

 

DAN BROWN ROMANLARI :

 

DA VINCI ŞİFRESİ (The Da Vinci Code) - 2003

Langdon, Paris’te iş gezisindeyken, gece yarısı, Louvre’un yaşlı müdürünün ölü bulunduğu haberini alır. Langdon ve yetenekli Fransız kriptoloji uzmanı Sophie Neveu, cesedin etrafındaki izleri takip ederek bu garip esrar perdesini araladıkça, ipuçlarının onları Da Vinci’nin tablosuna götürdüğünü keşfederler. Büyük usta bu sırrı herkesin görebileceği bir yere, ünlü eseri Mona Lisa tablosunun içine gizlemiştir.Langdon bu garip bağlantıyı açığa çıkarınca tehlike artar. Cinayete kurban giden müze müdürü de, Sir Isaac Newton, Botticelli, Victor Hugo, Da Vinci ve aralarında diğer ünlülerin de bulunduğu gizli bir kuruluş olan Sion Manastırı Derneği’nin bir üyesidir. Langdon, aydınlatmaya çalıştıkları bu tehlikeli sırrın yüz yıllardır tarihin derinliklerinde gizlendiğinden şüphelenir. Böylece Paris ve Londra sokaklarında amansız bir kovalamaca başlar. Langdon ve Neveu, kendilerini, atacakları her adımı önceden bilen esrarengiz olduğu kadar da çok zeki olan bir adamla karşı karşıya bulurlar. Eğer bu karmaşık bilmeceyi çözemezlerse Sion tarikatının büyük yankılar uyandıracak bu çok eski gerçeği ebediyen kaybolacaktır.

 

MELEKLER VE ŞEYTANLAR (Angels and Demons) - 2004

İsviçre’deki Nükleer Araştırma Merkezi’nin (CERN) başarılı fizikçilerinden Leonardo Vetra cinayete kurban gitmiştir. Vetra’nın tek gözü oyulmuş ve göğsü “Illuminati” sembolüyle dağlanmıştır. Ancak CERN’in tek kaybı Vetra değildir. Ünlü fizikçinin son derece tehlikeli buluşu “Karşı madde”de çalınmıştır. Cinayeti büyük bir özenle gizleyen CERN’in direktörü, Harvard Üniversitesi Simgebilim Profesörü Robert Langdon’u İsviçre’ye çağırır. Langdon efsanevi gizli örgüt Illuminati’nin böyle bir cinayete karışmış olduğunu öğrenince çok şaşırır. Galileo zamanından beri Katolik Kilisesi’nin bağnaz inançlarını lanetleyerek bilimin yararlarını yücelten Illuminati’nin böyle bir cinayeti işlemiş olması imkansızdır. Üstelik Illuminati, yüz yıllardır faaliyet göstermemektedir.

 

DİJİTAL KALE (Digital Fortress) - 2004

Amerikan Ulusal Güvenlik Teşkilatı NSA'nın şifre çözücü süper bilgisayarı TRANSLTR'nin bile üstesinden gelemediği, çözülmesi imkansız görünen bir şifre... ABD'den ve NSA'dan intikam almak isteyen bir dahi... Dünyanın dört bir yanında ve sanal ortamda yaşanan nefes kesici bir kovalamaca... Cinayetler, casusluk oyunları ve müthiş bir macera!..

 

İHANET NOKTASI (Deceptions Point) - 2005

NASA uydusu, kuzey kutbunda buzlaryn derinliklerine gömülü az bulunur bir nesnenin varlığını belirleyince herkes şaşkına döner. Uzun süredir yeni arayışlar içinde bocalayan Uzay Dairesi bu buluşu bir zafer olarak niteler. Bu durum, Amerika Birleşik Devletleri uzay politikası ve eli kulağyndaki başkanlık seçimlerini derinden etkileyecek bir zaferdir aynı zamanda.

Oval ofisin yeni sahibinin kim olacağı belli değildir, ama Başkan, Beyaz Saray Gizli Servis analizcisi Rachel Sexton’u, bu yeni buluşun gerçekliğini kanıtlaması için Milne buzuluna gönderir. Karizmatik bilim adamı Michael Tollan ve uzmanlardan oluşan bir ekip eşliğinde Rachel akla hayale gelmeyen ve tüm dünyayı korkunç ihtilaflara sürükleyecek bilimsel bir sahtekarlığı ortaya çıkarır.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Arthur Conan Doyle

 

Sir Arthur Ignatius Conan Doyle, (22 Mayıs 18597 Temmuz 1930) İskoç doğumlu bir yazardır. Suç hikâyelerinde bir çığır açmış olduğu söylenen karakter Dedektif Sherlock Holmes ve Profesör Challenger'ın fikir babasıdır. Yazmış olduğu diğer eserler arasında bilimkurgu, tarihi kitaplar, oyunlar ve şiirler ve kurgu dışı düzyazılar vardır

 

Arthur Conan Doyle 22 Mayıs 1859'da, Edinburgh, İskoçya'da doğmuştur. Babası bir İngiliz olan Charles Altamont Doyle, annesi ise İrlandalı Mary Foley'di. Soyadı "Conan Doyle" ise de, bu bileşik soyadının kökeni bilinmemektedir. Kaynaklardan biri, Arthur ve ablası Annette'in bileşik soyadlarını büyük amcaları olan usta gazeteci Michael Conan'dan aldığını yazmaktadır. Aynı kaynak 1885 yılında, evinin dışarısındaki pirinç levhada ve doktora tezindeki imzada adının "A. Conan Doyle" olarak geçtiğini belirtmektedir. Fakat 1901 Nüfus Kaydı gibi diğer kaynaklar Conan Doyle'un soyadının "Doyle" olduğunu, ve ancak yıllar sonra "Conan Doyle" olarak kullandığını yazmaktadır. Conan Doyle'un babası da kardeşleri (içlerinden bir tanesi illüstratör Richard Doyle'du) ve babası gibi bir ressamdı. Conan Doyle, dokuz yaşındayken St Mary's Hall Katolik Cizvit Stonyhurst hazırlık okuluna gönderildi. Daha sonra Stonyhurst Koleji'nde öğrenimine devam etti, fakat Hıristiyanlığı reddederek 1875 yılında bir agnostik olacaktı.

1876'dan 1881'e kadar Edinburgh Üniversitesi'nde tıp öğrenimi gördü, bu eğitimin bir kısmında şimdi Birmingham'ın bir parçası olan Aston şehrinde çalıştı. Öğrenimine devam etmekteyken kısa hikâyeler yazmaya başladı; 20 yaşından önce Chambers's Edinburgh Journal isimli dergide ilk hikâyesi yayımlandı. Üniversitedeki yıllarının ardından Batı Afrika sahillerine gemi hekimi olarak yolculuk etti, arkasından 1882 yılında Plymouth kentinde kendi muayenehanesini açtı. Doktorasını 1885 yılında "Tabes Dorsalis" üzerine yaptı.

1882'de Portsmouth'ta hekimliğe başladı. Mesleğinde ilk başlarda çok başarılı sayılmazdı; odasında hasta beklerken tekrar hikâyeler yazmaya başladı. İlk önemli eseri, 1887 yılında "Beeton's Christmas Annual"da basılmış olan "Kızıl Dosya" isimli hikâyeydi. Bu hikâye Sherlock Holmes'un ilk kez göründüğü hikâye olma özelliğini taşımaktadır ve karakter kısmen üniversitedeki profesörlerinden bir tanesi olan Joseph Bell'e benzemektedir. Sherlock Holmes'un göründüğü diğer hikayeler Strand isimli dergide basılacaktı. Garip bir şekilde, İngiliz yazar Rudyard Kipling de başarılarından ötürü Conan Doyle'u kutladı ve "Acaba bu karakter arkadaşım Joe olabilir mi?" diye sordu. Joseph Bell'e olan benzerlik gözünden kaçmamıştı. Fakat Sherlock Holmes için, Bell'den çok, Edgar Allan Poe'nun karakteri C. Auguste Dupin'i model almıştı. Southsea şehrinde ikamet etmekteyken Portsmouth Futbol Kulübü adlı amatör bir futbol takımı için top koşturdu.

1885 yılında Louisa (veya Louise) Hawkins ile evlendi. "Touie" diye hitap ettiği Louisa vereme yakalandı ve 4 Temmuz 1906'da vefat etti. 1907'de, 1897 yılında tanışıp aşık olduğu fakat eşine olan sadakatinden dolayı hislerini açılamadığı Jean Leckie ile evlendi. Conan Doyle'un ikisi ilk eşinden, üçü ikinci eşinden toplam beş çocuğu oldu.

1890 yılında Conan Doyle Viyana'da göz üzerine araştırmalar yaptı; 1891'de optalmolog olarak Londra'da bir muayenehane açtı. Otobiyografisinde tek bir hastanın bile kapısına gelmediğini yazacaktı. Bu onun yazarlığa daha fazla zaman ayırmasına fırsat verdi; Kasım 1891'de annesine, "Holmes'u öldürmeyi düşünüyorum... hikâye bitsin gitsin istiyorum. Aklımı daha iyi şeylerden çeliyo," diye yazacaktı. Annesi şöyle yazdı: "Sana nasıl uyuyorsa öyle yap, ama insanlar bunu pek hoş karşılamayacaktır." 1893'de, daha "önemli" eserlere (örneğin tarihi romanlarını yazmak için) öncelik vermek için böyle yaptı.

"Son Sorun" isimli hikâyede Holmes ve ezeli düşmanı Profesör Moriarty bir şelaleden birlikte düşerek ölüyorlardı. Karakterin ölmesine isyan eden okurları dinleyerek Sherlock'u tekrar hayata döndürdü; Holmes, "Boş Ev Macerası" isimli hikâyede geri dönüyordu, verilen açıklama ise sadece Moriarty'nin düştüğü, ama Holmes'un diğer tehlikeli düşmanları da olduğundan kendisini de ölmüş gibi gösterdiğiydi. Holmes toplamda 56 kısa hikaye ve 4 Conan Doyle romanında yer almaktadır (bu süreden sonra pek çok kez diğer yazarların hikâye ve kitaplarında da gözükmüştür). Güney Afrika'daki İkinci Boer Savaşı'nı takiben 20. yüzyılın başlarında, Birleşik Krallık'ın bölgede olan idaresine olan eleştirilere cevaben Conan Doyle, Krallık'ın Boer Savaşı'ndaki rolünü haklı çıkartan kısa bir kitapçık yazdı ve yayınladı. "The War in South Africa: Its Cause and Conduct (Güney Afrika'daki Savaş: Nedeni ve İdaresi)" isimli bu kitapçık pek çok dile çevrilecekti.

Conan Doyle, 1902 yılında şövalye ve Surrey'nin "Deputy Lieutenant" (Teğmen Vekili) olarak ilan edilmesinin nedeninin bu kitapçık olduğunu düşünmekteydi. 1900 yılında daha uzun bir kitap olan "Büyük Boer Savaşı" isimli kitabı da yazmıştı. 20. yüzyılın başlarında Sir Arthur Parlamento'ya iki kez aday oldu, dikkate değer oylar almış olsa da ikisinde de seçilemedi.

Conan Doyle, başını gazeteci E. D. More ve diplomat Roger Casement'ın çektiği Kongo'nun Özgürleştirilmesi Kampanyası'na destek veriyordu. 1909 yılında Kongo'daki dehşeti yerden yere vurduğu "Kongo'daki Suç" adlı uzun bir kitapçık yazdı. Morel ve Casement ile arkadaş oldu, 1912 yılındaki "Kayıp Dünya" isimli kitabındaki baş karakterlerden ikisi için onlardan ilham alacaktı.

İkisiyle de arkadaşlık bağları daha sonra koptu: Solcu görüşleri olan Morel I. Dünya Savaşı sırasında pasifist hareketin liderlerinden biriydi; Casement ise İrlanda milliyetçiliğinden dolayı hapishanedeyken İngiltere'ye ihanet etmişti. Conan Doyle, Casement'ın delirmiş olduğunu söyleyerek onu ölüm cezasından kurtarmaya çalıştı, fakat başarısız oldu.

Conan Doyle adaletin yılmaz bir savunucusuydu, iki davayı şahsen inceledi ve araştırdı. Sayesinde bu iki davada mahkum edilmiş iki kişi salındı. İlk davanın sanığı 1906'da iddiaya göre tehdit dolu mektuplar yazan ve hayvanlara işkence yaptığı söylenen yarı-İngiliz, yarı-Hintli George Edalji isimli bir avukattı. Polis Edalji'yi hapse tıktı, halbuki hayvanların gördüğü işkence şüphelinin hapse girmesinden sonra da devam etmişti.

Temyiz Mahkemesi'nde bu davadan çıkan karar 1907'de yürürlüğe girdiğinde Conan Doyle sadece George Edalji'ye yardım etmiş olmuyordu, çalışmaları adaletin başarısız olduğu diğer noktaları düzeltmekte de büyük rol oynadı. Julian Barnes'ın 2005'te yazdığı roman "Arthur & George"da Conan Doyle ve Edalji'nin hikâyesi kurgusal olarak anlatılmaktadır.

İkinci davanın sanığı 1908'de Glasgow'da 82 yaşında bir kadını sopayla dövmekten ieçeride olan Alman Yahudi kumarhane işletmecisi Oscar Slater'dı. İddia makamının öne sürdüğü savdaki tutarsızlık ve birinin onu ispiyonlamış olduğu hissi Conan Doyle'da merak uyandırmıştı.

1906'da karısı Louisa'nın, ve oğlu Kingsley, kardeşi, iki kayınbiraderi ve iki yeğeninin I. Dünya Savaşı'nda ölümünden sonra Conan Doyle bunalıma girdi. Ruhaniyet ve bu düşüncenin sağladığı ölümden sonra yaşamın güya bilimsel kanıtına destek vererek biraz huzur buluyordu.

Kingsley Doyle, 1916'daki feci Somme Çarpışması sonrasında yara aldıktan sonra iyileşmekte olduğu sene, Ekim 1917'de zatürreden öldü. Baba Doyle Ruhaniyet ile öyle ilgilenmişti ki karakteri Profesör Challenger'ın bir romanı olan "Sis Diyarı" tamamen bu konu hakkındaydı. Bu dönemdeki hayatının garip örneklerinden bir tanesi de "Perilerin Gelişi" (1921) isimli kitaptı. Cottingley perileri fotoğraflarının gerçekliğine öylesine inanmıştı ki, bunlara ve ayrıca perilerin ve ruhların doğaları ve varlığı konusunda sunduğu teorilere kitabında yer verecekti.

Bu konuda yazmış olduğu yazılar kısa hikâye antolojilerinden biri olan Sherlock Holmes'un Maceraları'nın 1929'da Sovyetler Birliği'nde yasaklanmış olmasının nedenlerinden biriydi. Bu yasak daha sonra kalkacaktı. Rus aktör Vasili Livanov, Sherlock Holmes'u başarılı bir şekilde canlandırmasından dolayı İngiliz İmparatorluğu Nişanı'na layık görülecekti.

Conan Doyle bir süre Amerikalı sihirbaz Harry Houdini ile arkadaş oldu; 1920'de annesinin ölümünden sonra Houdini de Ruhani hareketin öncü aleyhtarlarından biri olmuştu. Houdini, Ruhani medyumların numara yaptığında ısrarcı olmasına rağmen, Conan Doyle Houdini'nin kendisinin de doğaüstü güçlere sahip olduğunu düşünmekteydi; bu görüşünü "The Edge of the Unknown" isimli kitabında yazacaktı. Houdini, yaptıklarının alt tarafı sihirbazlık numarası olduğuna Conan Doyle'u ikna edemedi. Bu da iki arkadaş arasında herkesin bildiği buruk bir uzaklaşmaya neden oldu. Doyle, Houdini baş parmağını çıkarıp tekrar yerine koyduğunda şaşkınlığına engel olamamıştı.

Amerikalı bir bilim tarihçisi olan Richard Milner, Conan Doyle'un 1912'de ortalığı kasıp kavuran Piltdown Adamı aldatmacasını başlatan kişi olabileceğini iddia etti. Bu sahte hominid fosili bilim dünyasını 40 yıl boyunca kandırmıştı. Milner, Conan Doyle'un en sevdiği medyumlardan birinin adının lekelenmesinden ötürü intikam arayışında olduğunu ve yazarın bu aldatmacadaki rolünün "Kayıp Dünya" eserinde fark edilebileceğini söylemekteydi.

Samuel Rosenberg, 1974 tarihli kitabı "Naked is the Best Disguise (Çıplaklık En İyi Kamuflajdır)"da Conan Doyle'un yazıları sayesinde akıl sağlığının bastırılmış ve gizli yönlerine nasıl açık ipuçları bıraktığını yazmaktadır.

7 Temmuz 1930'da Conan Doyle aile bahçesinde elini göğsüne bastırmış bir şekilde bulundu. Hemen sonra kalp krizinden öldü, ve New Forest, Hampshire, İngiltere'de Minstead'deki kilise bahçesine gömüldü. Son sözlerini karısına söylemişti: "Sen harikasın." Mezar taşında şu sözler yazar

STEEL TRUE (YAMAN ÇELİK)

BLADE STRAIGHT (KESKİN BIÇAK)

ARTHUR CONAN DOYLE

ŞÖVALYE

VATANSEVER, DOKTOR VE EDEBİYATÇI

Londra'nın güneyinde Hindhead'de Conan Doyle'un inşa ettiği ev Undershaw'da hayat en az bir on yıl kadar daha devam etti; arkasından 1924'ten 2004'e kadar otel ve restoran olarak işletildi. Daha sonra bir müteahhit tarafından satın alındı; çevreciler ve Conan Doyle hayranları buranın korunması için savaşmaktadır. Ev şu an boş

Doğu Sussex'te, Crowborough'daki Crowborough Cross'ta Sir Arthur Conan Doyle'un onuruna bir heykel dikildi. Sir Arthur burada 23 sene yaşamıştı. Edinburgh, İskoçya'da, Conan Doyle'un doğduğu eve yakın Picardy Sarayı'nda Sherlock Holmes'un da bir heykeli bulunmaktadır

 

Sherlock Holmes

 

Sherlock Holmes, Sir Arthur Conan Doyle tarafından oluşturulan hayali dedektif kahraman, polisiye edebiyatının önemli ilk figürlerinden biridir. Gazetelerde tefrika edilmiş, ve polisiyenin halk arasında popülerleşmesine vesile olmuştur.

Sherlock Holmes serüvenlerinin Türkiye'de ve dünyada birçok taklidi yazılmıştır. 50'li ve 60'lı yıllarda Türkiye'de onun adına Conan Doyle tarafından yazılmamış öyküler dahi yayımlanmıştır.

İlk hikaye olan Kızıl Soruşturma 1887 yılında gazetede tefrika edilmeye başlanmıştır. Sherlock Holmes, dedektif kahramanlar içerisinde belki de en meşhur olanıdır. Olayları gözlem yoluyla çözmesi ile ünlüdür. Tümdengelim yöntemini çok iyi kullanmaktadır, soruduğu soruların cevaplarınının birbiriyle tutarlı bir bütün oluşturmasına dikkat eder, yani yöntemindeki fark, ipuçlarını biraraya getirip bir çözüm bulmak yerine, elindeki ipuçlarından anlamlı bir bütüne ulaşmaya çalışmaktır; bunu yanı sıra kendi kendine yaptığı laboratuar araştırmaları sonucunda elde ettiği bilgileri tekil olaylara uygular ve sigara izmaritlerinden, el yazılarından, ayak izlerinden, ve her türlü bilgi kırıntısından sonuca ulaşır. Ancak Holmes, işiyle ilgili olmayan hiçbir konuya ilgi duymaz, işine yarar diye sosyete haberlerini takip eder ama Dr. Watson'ın Holmes'ün politika bilgisine verdiği not on üzerinden sıfırdır. Hatta bu konuda abartıya kaçıp, "dünyanın güneş etrafında döndüğünü bilmek işime yaramıyorsa, neden bu bilgiyi kafamda tutayım ki" dahi diyebilmiştir. Dönemin pozitivizmi, kendisi bir doktor olan Conan Doyle tarafından, Holmes karakterine fazlasıyla giydirilmiştir.

Aslında varolmayan bu detektifin kitaplarda her zaman adresi olarak gösterilen ve bugün müze olan evi İngiltere'de Baker Sokak 221B'dedir. Holmes, kendi dönemi için oldukça bohem bir adamdır, garip zevkleri de vardır ve aynı zamanda bipolar kişiliğe sahiptir. Morfin ve kokain kullanır ve bunları evdeki garip yerlere koyar, usta bir eskrimcidir,çok iyi keman çalar, Irene Adler dışında takdir ettiği bir kadın veya hayatına giren bir kadın hikayelerde yoktur. Holmes oldukça kibirli bir adamdır ancak Dr. Watson'a yaklaşımı herkesten farklıdır.

Dr. Watson, bu kurgudaki en önemli yere sahiptir çünkü yazarın okuyucuya anlatmak istedikleri onun Holmes'e sorduğu sorular sayesinde ortaya çıkar. Holmes, hem onu kıskanan hem de ona hayranlık duyan ve asla olay çözmeyi beceremeyen Scotland Yard dedektifleri tarafından ya da Baker Sokak'taki evine gelen müşteriler tarafından yardıma çağırılır.

Daha ilerleyen hikayelerde, Holmes'ün aslında ondan daha zeki ve yetenekli bir ağabeyi olduğu ortaya çıkar. Mycroft, gizli servis adına çalışan bir yöneticidir ve Holmes'e yardım ettiği olur.

Holmes'ün kullandığı birçok metot bugün bile kriminoloji açısından tam olarak kullanılmayan yöntemlerdir.

Conan Doyle, bir noktada Holmes öyküleri yazmak dışında şeylerle uğraşmak ister, ve Son Soruşturma adlı hikayede Holmes'ü en büyük düşmanı Profesör Moriarity'nin öldürmesini sağlar, ancak halkın buna tepkisi büyük olur ve Conan Doyle'un diğer yazıları Holmes kadar başarılı olmayınca, Holmes yazarı tarafından uygun bir şekilde diriltilir.

Sir Arthur Conan Doyle'un oğlu ve ünlü polisiye yazarı John Dickson Carr tarafından ortaklaşa yazılmış bir biyografisi de vardır

--------------------

Maurice Leblanc

 

1864 (Rouen) - 1941 (Perpignan)

 

Çoğu kişi tarafından, Arsene Lupin (Arsen Lüpen) karakterinin yaratıcısı olarak bilinir.

 

1864'te Kuzeybatı Fransa'daki Rouen'de doğdu. Küçük yaşta İskoçya'da bir yıl geçirdi. Fransa'daki eğitiminin ardından, Almanya ve İtalya'da aile şirketlerinde çalıştı.

 

Hukuk eğitimini yarıda bıraktı ve Paris'e yerleşerek polisiye romanlar yazmaya başladı. Fransız gazetelerinde polis-adliye muhabirliği yaptı.

 

İlk eserleri gazetelerde yayımlandı. 1887'de ilk romanı Une Femme (Bir Kadın) yayımlandı.

 

Kimilerine göre Robin Hood geleneğinin devamı olan kibar hırsız Arsene Lupin'in ilk öyküsü, 1905'te "Je Sais Tout" adlı dergide okuyucuyla buluştu.

 

Lupin'in birçok macerasını kaleme alan Leblanc, 1908'de yayımlanan "Arsene Lupin Herlock Sholmes'e Karşı" adlı yapıtında, Arthur Conan Doyle'un Sherlock Holmes karakterine göndermede bulundu.

 

Leblanc'a büyük ün getiren Arsene Lupin'in maceraları, birçok kez filme de çekildi.

 

Arsen Lüpen

 

Arsen Lüpen (Arsene Lupin), Fransız roman karakteridir. Yazarı Maurice Leblanc'tır. Güncel Yayıncılık tarafından basılan Arsen Lüpen serisi 7 kitaptan oluşmaktadır. Sherlock Holmes'un tek rakibidir. Hırsızların piri denilebilinir. Her zaman esprili ve kibardır. Kandan nefret eder, olabildiğince silah kullanmaz, Jiu Jitsu bilir, iyi rol yapar, iyi nişancıdır. Her zaman istediğini elde eder. Kadınları kendine âşık etmekte üzerine yoktur fakat her zaman onları bir şekilde kaybeder.

 

2004 yılında yönetmen Jean-Paul Salome tarafından beyaz perdeye tekrar aktarılmıştır. Film serinin tüm kitaplarından kesitler içerir. Peyami Safa, "Cingöz Recai" isimli karakteri Lüpen'den etkilenerek yaratmıştır.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Polisiye ' ye ' Kadın Eli ' Değince..

 

Polisiye romanlar da tıpkı aşk romanları gibi edebiyatın varoşlarıdır. Kendini bilen, damağını eğitmiş hiçbir okur, sıkı bir gerekçesi olmadan bu semtlere uğramaz. En yaygın ve en kabul gören gerekçe ise; "kafamı boşaltmak, boş şeyler okumak istiyorum"dur. Ciddi bir edebi eser, defalarca okunur; oysa polisiye, olay örgüsünün çözülmesiyle biter. Kim cevabını bildiği bir bilmeceyi tekrar tekrar okur ki?

 

Polisiye roman, okurla daha ilk sayfada bir sözleşme yapar; dedektif (yani yazar), bildiği hiçbir şeyi okurdan saklamayacaktır. Bu kurala uymayan, yolun yarısında şapkasından ipucu çıkaran yazarlar, okurda kandırılmışlık duygusu yaratırlar. Ki sözleşmeye uymayan yazar, bir daha okunmamakla cezalandırılır. Polisiye roman, yazarla okur arasındaki dostane bir yarıştır. "Hadi bakalım" der yazar, "şu durumda katil kim?" Okur genellikle çözemeyecek, yarışı kazanan yazarın elini centilmence sıkacaktır. Yazar işte o zaman, "Neyse canım, bir dahaki sefere artık" diye okurun sırtını sıvazlayacak ve onun, kendini aptal gibi hissetmesini önleyecektir.

 

Polisiyeler, olağanüstü kontrollü romanlardır. Herşey kontrol altındadır, herşey dakiktir, herşeyin nesnel bir nedeni vardır. Tam da bu yüzden, özellikle kadın okurlar, hayatının iplerinin ellerinden kaydığını, herşeyin kontrolden çıktığını hissettikleri kriz zamanlarını polisiye okuyarak geçirirler. Polisiyeler, çabuk tesirli depresyon romanlarıdır. Kendi minicik hayatını düzenlemekten o an için aciz depresif okur, "Saat sekizi tam 17 dakika geçiyordu" gibi kesin cümlelerle kısa bir kontrol hissi yaşar. Bu yüzden de bir dönemin toplumcu romanlarında, bunalım geçiren küçük burjuva kadınları polisiyeyi ellerinden düşürmezler.

Gizli Felsefe

 

Polisiyeler, dağınık ve şekilsiz bir halde duran olguları uyumlu bir biçimde biraraya getirme romanlarıdır. Yani "bilgiye ulaşma" romanları. Ve bilgiye ulaşmak, elbette farklı yöntemlerin savaşımı demektir. Örneğin, İngiliz materyalizminin kusursuz birer örneği olan Sherlock Holmes, ampirik bir biçimde "kanıtların ucuca eklenip teorinin ortaya çıkması" yöntemini kullanır. Kanıt (yani deney) teoriden önce gelir. Fransız materyalizminin temsilcisi Hercule Poirot'da ise, teori önceliklidir. Poirot "gri hücre"lerini çalıştırarak bir teori üretir ve kanıtlarla bunu sınar. Holmes nesnelere; Poirot insan psikolojisine yaslanır. Yıllar sonra Amerika'lı bir polisiye yazarı, psikolojiyi en uç noktaya kadar götürecek, Freudyen bir dedektifle Gestaltçı bir katili yöntem savaşlarına sokacaktır.

 

Polisiyeler, analitik düşünme yeteneğini geliştirir. Yalçın Küçük, Türk aydınının düşünsel zaaflarında polisiye okumamanın önemine işaret ederken haksız değildir.

 

Kriminoloji icat oldu

 

Kriminolojinin gelişmesiyle birlikte, dedektiflerin gri hücreleri önemsizleşti. Artık katili bulmak için düşünmek değil, cesedin giysilerindeki saç tellerinden DNA testi yapmak yetiyordu. Bu biçimde yazılmış bir romanda da okur, etkinliği yitirip pasifleşiyordu. TV'lerde yayınlanan polisiye dizilerde bile izleyici, o maharetli makinelere şaşmak dışında ancak çekirdek çitlemekle yetinebilirdi. Onun analitik zekası, şu minicik makinenin yaptıklarının onda birini bile yapamazdı nasıl olsa. Hayatın diğer alanlarında olduğu polisiyede de makine istibdadı başlayınca, polisiye, başka alanlara kaymak zorunda kaldı.

 

Çağdaş polisiye

 

Çağdaş polisiye kriminolojinin bu atağına, kuralları değiştirerek yanıt verdi. Okurla sözleşme yenilendi; yeni sözleşmede, katil daha ilk sayfadan ilan ediliyor ya da klasik polisiyenin tersine yazar, katilin tarafını tutuyor ve bize de tutturuyordu. Cinayet sebepleri de o akılcı 20.yy'ın maddi, akılcı sebepleri olmaktan çıkıyor, modern insanın irrasyonel, sebepsiz cinnetinde aranıyordu. Çağdaş polisiyenin konusu, sıradan ve "iyi" insanların cinnet ya da şiddet eşiğini atlayıvermeleri olmuştu. Bu öyle ince bir eşikti ki, okur katille rahatlıkla empati kurabiliyor, katile anlayışla yaklaşıyordu. Neticede hepimiz, oradaki katil kadar sıradan ve iyi insanlarız. Ve modern dünya, bizi de sürekli o eşiğin ucunda tutuyor.

 

Çağdaş polisiye kıyıcı akılcılıktan gündelik hayatın ve insan psikolojisinin irrasyonelizmine evrildikçe, kadın polisiye yazarları öne çıkmaya başladı. Gündelik hayatın delirticiliğinin en fazla farkında olan ve ayrıntılara duyarlı "kadın aklı", çağdaş polisiyeyi gündelik hayatın yabancılaşma sularına sokuverdi. Erkek polisiye yazarları devlet komploları, büyük suç teşkilatları, şirket savaşları gibi bireyin biricik varlığının önemsizleştiği romanlar yazarken kadın yazarlar; klasik polisiyedeki bireyi modern dünyada yeniden yaratarak polisiyeyi asıl sırtlayanlar oldu. Erkek yazarların suçluları yaptıkları vahşeti soyut, ulvi tutkularla izah etmeye çalışır ve sahtekarlıkları üzerlerinden akarken kadın polisiyecilerin suçluları, en azından dürüstler. Suçu ya da amacı büyük örgütler ve amaçlarda değil, kendi benlikleri ve dünyalarında aramaya, arattırmaya devam ediyorlar. Üstelik bunu, sırf merak duygusuyla değil, edebi niyetlerle de okunacak muazzamlıkta romanlarla yapıyorlar.

 

Yelda EROĞLU

 

---------------------------------------------------------------------------

 

Osman AYSU : '' Mecburiyetten Polisiye Yazarı Oldum.. ''

 

Türk polisiye romanina mecburi bir baslangiç yapan Osman Aysu, sürekli ithal kahramanlari okumak zorunda kalisina isyan etmis ve sorumluluk sahibi bir Türk vatandasi olarak el atmis "suç edebiyati" na.

 

Kendisini Mike Hammer ve Philip Marlowe kitaplariyla büyümüs, 'yerli polisiye romana hasret bir kusagin temsilcisi' olarak görüyor yazar Osman Aysu. Sürekli ithal kahramanlari okumak zorunda kaldigindan dolayi 1990'larin baslarinda bir gün iyice dellenmis ve sorumluluk sahibi bir Türk vatandasi olarak "suç edebiyati"na el atmaya karar vermis. Karar veris o veris, ardindan da Türk polisiye romaninin ilk ciddi örnekleri ardi ardina kaplamis kitapçi raflarini...

Polisiye yokluguna isyan ettim'

 

Kendisini yazmaya tesvik eden en temel sebebin Türkiye'de polisiye roman türünde gözlenen bu geri kalmislik oldugunun altini çizerek belirten Aysu, artik adliye koridorlarindan çekilmis olmakla birlikte, geçmiste isini coskuyla yapan oldukça iddiali bir avukat oldugunu da gururla kaydetmekte. Ünlü yazar, savunma kürsüsünü terk edip suç dünyasinin karanlik dehlizlerine dalis öyküsünü ise söyle aktariyor bizlere:

 

"70 milyon nüfusu olan böylesine dinamik bir ülkede son yillara dek bir tane bile polisiye roman yazari çikmadi. Polisiye roman okumayi sevenler bu türün Batili ustalarinin tercüme kitaplarina mahkumdu. Çünkü piyasada yerli kitap yoktu. 1989 yilinda dis dünyadan elimi ayagimi çekip eve kapandim ve inadina yazmaya basladim. Küçük çalisma odamda ardarda bes alti polisiye roman kaleme aldim. Esim ilk önce neyle ugrastigimi fark edemedi. Epey bir zaman sonra 'Kuzum sen ne yazip duruyorsun böyle her gün?' diye sordu. Ben de gülerek, 'Polisiye roman yaziyorum' dedim. Kitaplarimdan birinin taslagini okudu. Ardindan da o kitabi mutlaka bastirmam gerektigini söyledi."

 

Hayal Gücün Yoksa Yaklaşma!..

 

Iyi bir polisiye roman yazari olmak için her seyden önce zengin bir hayal gücü gerektigini vurgulayan Aysu, kitaplarini zihninde kurgularken en çok akiciligi ön planda tuttugunu belirtiyor. Derin karakter analizlerinden ziyade akiciliga prim veren polisiye türünü daha çok sevdigini söyleyen Aysu "Benim stilim de buna yakindir. Bir okuru romana baglayabilmek için hizli bir tempo ve akicilik gerekir. Bunu yakalayamazsan, hele de bu hiz çaginda okur kitaptan çok çabuk sikilir. Benim romanlarimi okuyanlar öteki sayfada ne olacak diye merakla çevirebilmeli" diyor. Sezgileri sayesinde bazi büyük toplumsal olaylari adeta Türkiye'nin gelecegini okumusçasina çok önceden yazdigini söyleyen Aysu, buna örnek olarak da Susurluk kazasinin bir baska görünümü olarak tanimladigi "Cellat" adli kitabini gösteriyor. Ona göre, "yasadigi çagin olaylarini dikkatle gözlemleyen her insan, çevresinde neler olup bittigini ve yakin gelecekte neler olacagini kolaylikla kestirebilir."

 

Popüler polisiyenin Anadolu topraklarindaki duayeni Aysu, simdilerde Türkiye'nin sicak gündeminden siyrilip daha çok psikolojik boyutu olan inceden inceye hesaplanmis suçlar ve onlari isleyen karmasik ruhlu suçlulara merak sarmis durumda. Yani kendisinin "birinci kategori" dedigi türde eserler vermenin hazirligini yapiyor.

Sözün özü, Türk edebiyatindaki detektif Mike Hammer ve yazari Mickey Spillane'e iliskin tarihsel eksiklik bir nebze giderildi gibi. Simdi sira, daha sofistike bir çizgideki türlerin, sözgelimi yamyam doktor Hannibal Lecter ve yazari Thomas Harris'in yoklugunu telafi etmede!

 

AKLI GAZETECILIKTE KALMIS!

 

"Benden sonra çikan çok usta kalemler oldu tabii, ama bu isin hiç olmazsa bir düzen içinde öncülügünü yapan kisi olmanin serefi bana aittir" diyen Osman Aysu roman yazmaktan daha çok zevk aldigini fark edince avukatligi birakip kendini tümüyle romanciliga adamis. Bir de hayati boyunca kavusamadigi bir gençlik aski var ki o da; gazetecilik. Çok istemesine ragmen gazeteci olamayan Aysu "Muhabirlik, yazarligin bir tür ön hazirligidir" diyor ve özellikle genç gazetecilere yol gösteriyor. Aysu'ya göre özellikle polis muhabirleri, iyi gözlem yapabilirlerse ileride iyi bir polisiye yazari olabilirler.

 

Sevda Alkan

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Nora Roberts

 

(Eleanor Marie Robertson, d. 10 Ekim 1950 Silver Spring, Maryland, ABD) Amerikalı ünlü aşk ve macera romanları yazarıdır. 260’dan fazla roman yazmış, kitapları uzun süre en çok satanlar listesinde kalmış ve 35 ülkede basılmıştır. Ayrıca JD Robb takma adıyla 21. yüzyılda geçen Ölüm Serileri - In Death - adında polisiye aşk romanları da yazmaktadır.

 

Ölüm (In Death) Serisi

 

Nora Roberts Ölüm Serisi kitaplarını yazarken, oğulları Jason ve Dan’in isimlerinin ilk harflerini kullanarak ve kendi soyadını da kısaltarak, JD Robb takma adını kullanmıştır. Kitaplar 2048 yılında, geleceğin New York’unda geçer. Polis memuru Teğmen Eve Dallas ve sevgilisi, sonradan kocası Roarke’un maceralarını anlatmaktadır. Yazar bu seriden toplam 37 roman ve 6 kısa hikaye yazmış, ancak şu ana dek sadece 8 tane roman Türkçe’ye basılmıştır.

 

Seri:

Çıplak Ölüm-1995

Görkemli Ölüm-1995

Ölümsüz Ölüm-1996

Mutlu Ölüm-1996

Büyülü Ölüm-1997

Kindar Ölüm-1998

Noel'de Ölüm-1998

Ölüm Tuzağı-1999

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...