Jump to content

Kitab-ı Aşk...


birunsatan

Önerilen Mesajlar

Kitab- ı Aşk

Prof. Dr. İskender Pala

ALFA YAYINLARI

 

(141 Sayfa)

 

Kitâb-ı Aşk, bütün bu kavram kargaşası içinde aşkın katmanlarını, türlerini ve asaletini irdelemek, belki her düzeyden insanın gönlünde hissettiği, dimağında algıladığı ama asla net biçimde tanımlayamadığı duygularına açıklık getirmek için düzenlendi. Kitâb-ı Aşk’ın içindeki yazılar değişik zamanlarda ve farklı zeminlerde kaleme alınmış olmakla birlikte belli bir düzen ve bütünlük içinde bir araya getirilmiştir. Bazıları farklı kitaplarımızda yayınlanan bu deneme ve öyküleri okurken bütün varlığımızı ve hatta varoluşu kuşatan aşkın yüzeysel, derin ve daha derin katmanlarında küçük yolculuklar yapacaksınız. Bu yolculuklar sırasında, duygularınızın gerçekte sizi nereye doğru götürdüğü, ayağınızı bağlayan tensel arzulardan sıyrılıp platonik veya mecazî aşka doğru kanatlandığınızda kendinizi yeniden keşfetmeye başlayacağınız noktayı da bulacaksınız. Orası, belki de sizin kendinizden vazgeçeceğiniz noktadır. Çünkü canına sevgili isteyen ile sevgili için can isteyen arasında hayat yolculuğunun ta kendisi gizlidir.

 

 

 

 

 

 

 

 

Kitabın içinde geçen ve beni mest eden hikayelerden birini yazmak istiyorum;

 

 

 

 

AYNA

 

Çok uzaklardan kalbi sevgi ve şefkat dolu bir dostu Hz.Yusuf’ a misafir oldu. Onlar çocukluktan beri birbirlerini tanırlardı, ahbaptılar. Oturup konuştular. Hz.Yusuf başından geçenleri, kuyuda iken çektikleri sıkıntıları anlattı. Hz.Yusuf, kardeşlerinin hasedinin bir zincir kendisinin de bir arslan olduğu ve o zincirin onun boynuna girdiğini anlattı. Arslan, boynuna takılan zincirden utanç duymaz. Çünkü o, Cenab-ı Hakkın takdiri ile olmuştu. Uzun süre konuşup dertleştiler.

 

Hz.Yusuf, başından geçenleri anlattıktan sonra misafirine dönerek: “Dostum” dedi. “Söyle bakalım bize ne armağan getirdin, zira dostun evine eli boş gidilmez?”

 

Misafir bu söz karşısında çok utandı. Üzüle sıkıla özür beyan etti:

 

“Sana gönlümü ve canımı hediye olarak getirsem bile Hindistan’ a baharat satmaya götürmüş gibi olurum. Senin güzelliğine layık bir hediye bulmam çok zor oldu fakat sonunda sana bir ayna getirmeye karar verdim. Ona baktıkça güneş gibi parlayan güzel yüzünü görür, sevinir, beni hatırlarsın.” Dedi ve getirdiği aynayı çıkararak Hz.Yusuf’ a sundu.

 

Allah Güzeldir…Güzel(lik)i sever…

 

Sokaktan geçen Yusuf’un yüzünün nuru o civarda bulunan köşklerin, evlerin pencerelerinden, içeriye vurur, düşerdi. Köşklerde bulunanlar: “Belli ki Yusuf gezmeye çıktı, şimdi buradan geçiyor!” derlerdi.

Köşede bucakta oturanlar da duvarlarda ışıklar, parıltılar görünce, Yusuf’un oradan geçtiğini anlarlardı. Yusuf’un geçtiği sokağa penceresi bulunan ev, onun oradan geçişinden şereflenir, nurlanırdı. Aklını başına al da evinin penceresini Yusuf’un geçtiği sokağa aç; ve pencerenin önünde oturup onu seyret.

 

Aşık olmak demek; nur gelen tarafa pencere açmaktır. Çünkü gönül, gerçek dostun yüzü ile aydınlanır…nurlanır…

 

İki parçaydı hakikatte güzellik ve her parça diğer yarısına aşık, Onunla sevilen sevene ders okutur, onunla sevgi ilmiği kilim dokuturdu. Her satırda aşkını anlatır, her nakışta mana mana onu anlatır…

 

Aşk güzelliğini göstermek için evreni bir ayna olarak var eder…

 

Kaynak: Kitab-ı AŞK - İskender PALA

 

 

 

Ve acizane kendi yorumum:

 

Aynaya her baktığımda seni görüyorum… yanımdan geçen çocuğu görünce aklıma sen geliyorsun…birisinin bana seslenişinde senin sesini duyuyorum…gözlerimi kapatıp uyku için ruhumu teslim etmek istediğimde senin güzelliğin karşımda oluyor…sabaha kadar seni görüyorum…bazen uyku nedir bilmiyorum, ay ışığıyla seni düşünüyoruz gün doğana dek… gün doğunca yine seni görüyorum, gün ışığında benimlesin… günümü aydınlatan sensin…

 

Çünkü Dünyayı Yaratan Sensin...

 

 

Kitabı büyük bir zevkle okudum. İskender Pala bildiğiniz gibi edebiyat alanında adını duyurmuş ve edebiyatı sevdirmeyi başaran öğretim üyelerindendir.

 

Yada şöyle yapayım; kendisini anlatan yazısını ekleyeyim.

 

 

Selamdan sonra, Azizim,

 

Ben İskender Pala. Ders kitaplarının arasına mahrem sevgililerin resimleri gibi saklayarak evin soba yanan tek odasındaki kış gecelerinin Teksas ve Tommiks'lerini geride bıraktığım ilk mektep yıllarından sonra -ki kendilerini takip eden soluk benizliler yanlış istikamete gitsin diye Apaçilerin atlarının ayaklarına nalları ters çaktıklarını bu vesile ile bilirim- okuduğumu hatırladığım ilk kitap Peyami Safa'nın 9. Hariciye Koğuşu olmuştu. Kitabı elime aldığımda önce Kızılderili reisi Oturan Boğa'ya ihanet ettiğimden dolayı utandığımı ve bir asker hikayesi okuyucağımı vehmederken safran boyalı koridorlardan eter kokusu duyarak sükût-ı hayâle uğradığımı hâlâ unutmam. Galiba kitabın adındaki Koğuş kelimesinin en masum askeri anlamıyla böyle düşünmüş ve yerli kızılderili hikayeleri hayal ederken Uşak sokaklarında asker koğuşu hayal eder olmuştum. 9. Hariciye Koğuşu'nu lise yıllarımda yeniden okuduğum zaman ben de roman kahramanı gibi hasta yatağındaydım ve ıztıraplarımın ince sızılarında bir haram lezzeti duymuştum.

 

Bunu Peyami'nin Yalnızız'ı takip etti. O kitaptan aklımda kalan tek cümle -eğer yanlış hatırlamıyorsam- "Kendi kendimden nefretimin çerçevelediği ve çirkinleştirdiği bir dünyada yalnızım." idi ve ben Peyami'nin, yalnızca bu cümleye anlam katabilmek için o koca romanı yazdığına inanmıştım. Gerçekten de ilk gençlik yıllarımın bütün ruh ummanları bu cümleyle çalkalandı ve Türkiye'nin 70'li yıllarına rastlayan bütün gençlik fikir ve bunalımları yavaş yavaş beynimin cidarlarında acıyla, nefretle formatlanmaya başladı.

 

Yıllarım kitap satırlarının arasından süzülürken Ömer Seyfeddin, Refik Hâlid, Reşat Ekrem ve diğerleri birer dönem benim hit'lerim oldular. Kütahya kahvehanelerinin kesif sigara dumanlarıyla grileşen duvarları ve Tekel markalı iskambil destelerinin konçinaları arasından sıyrılıp -ki heder edilmiş o birkaç yıla hâlâ acırım- sağlıklı nefesler aldığım zamanlarda kitaplarla muaşakaya devam ettim. Spor yapıyor ve kitap okuyordum. Hâlâ özlemini duyduğum ve dudağımda tatlı gülümseyişlerle hatırladığım güzel bir hayattı, herkese tavsiye olunur!..

İtiraf etmeliyim ki şiir kitapları hiç ilgimi çekmiyordu. Çünki yazdığım dörtlüklere sitayişler yağdırıp ileride büyük şair olacağımı söyleyen arkadaşlarım ve hocalarım yoktu. Bugün bir şair olamamışsam ve ömrüm şairleri kıskanmakla geçiyorsa eğer, bunun sorumluları onlardır.

 

Siz adına taşralılık kompleksi deyin, ben imkansızlık diyeyim; gençliğimi savurduğum şehirlerde kimsenin, en azından benim çevremdeki insanların kitapla alâkaları bulunmuyordu. Bu yüzden kitap biriktirmeye başlamam üniversite sıralarına rastlar. Bugün kütüphanemde ortaokul yıllarından kalma tek kitap vaktiyle cildini de kendi elcağızımla yaptığım Hayat Büyük Türk Sözlüğü'dür. Şevket Rado'nun haftalık fasiküller hâlinde yayınladığı ve inşaatlarda amelelikle geçen yorgun günlerin terapi seansları gibi bilmediğim kelimelerini okumayı alışkanlık edinerek yazdığım şiirler için kafiye kelimeleri aradığım 74 yazında şiire de tevbe etmeğe mecbur oldum. Zaten o sonbaharda üniversiteli olmuştum.

 

Osmanlı tarihi ve edebiyatıyla tanışmam, Erzurum ve İstanbul'da geçen üniversite yıllarıma rastlar. Tanpınar'ın 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi'ne çarpılmıştım. Onun açtığı kapıdan girerek artık İsmail Hami'ler, Uzunçarşılı'lar, Pakalın'lar, Öztuna'lar okuyordum. Türk Klasik Edebiyatı'nı sevmiştim ve bir dönem, onunla ayrı dünyaların insanı olduğuma yanarak geçti. Âşıktım, ama onu tanımıyordum. Nihad Sami merhumun Resimli Türk Edebiyatı Tarihi benim Divanu Lugati't-Türk'ümdü. Oradan berceste eserleri tanımaya ve okumaya başladım. Mesnevî, Gülistan, Kelile ve Dimne, Eflakî Menakıbı, Hafız Divanı vs. derken Kebikec benim de dünyamı kemirmeye başladı. Dante, Homeros, Shakeaspeare, Gothe bilgimin öteki yüzünü oluşturdular. Artık rahmetli Harun Tolasa hocamın hazırladığı Ahmed Paşa'nın Şiir Dünyası ile tanışma vakti gelmişti. Ardından Ferid Kam, Tahirü'l-Mevlevi, Köprülü, Gölpınarlı, Banarlı, Tarlan, İpekten, Alparslan, Çavuşoğlu, Karahan, Çelebioğlu vb. Hepsine Taala'dan rahmet dilerim.

 

 

Ve Stuart Mill'in ifadesiyle "Kutsal su, bir baştan yüzlerce başa ayrıldı." Şimdi size bir kütüphanede çalışıyor olmanın binbir faydasını sıralamam abes olabilir; ancak benim için ne olduysa işte o zaman oldu, bilimsel okumanın lezzetini o zaman kavradım. Artık elyazmalarının âherli dünyasını, ebru ciltlerin mikleplerini, ortaçağ Türk sanatının dizilip gelen rik'alarını, siyakatlarını anlamaya başlamıştım. Güllerin ve bülbüllerin, ebrûların ve gamzelerin, gazellerin ve kasidelerin kırkıncı kapısından girme zamanıydı o. Önümde bir medeniyet duruyordu ve şimdi ne Troya kentini keşfeden Schliemann, ne Tut-enk-Amon nam Firavun'un mumyasını çözen Champollion; ne mikrobu keşfeden Pasteur, ne de arzın cazibesi kanununu keşfeden Galileo Galilei benim kadar mutlu olamazlardı. O medeniyet aynasında hüsn-i ta'lillerin fıstıkî feracelerine bürünmüş güzellerinin ve onların müraat-i nazîrlere bulaşmış ateşi etrafında kelebekler gibi dönen derbeder şairlerin nefeslerini duyabiliyor; saraylar ve konaklarda, sokaklar ve dükkanlarda, tekkeler ve medreselerde, mesire ve sayfiyelerde hangi âhenkle yaşayıp, ne tür vezinlerde güldüklerini yahut ağladıklarını, sevindikleri yahut üzüldüklerini anlayabiliyordum.

 

Türk klasik şiiri meğer benim için bir tarz-ı hayat imiş; beni öyle buldu. Hâlâ şiir yazamam, ama şiirin has behçesindeki seyranın yolunu yordamanı iyi bilirim. Bunu, Fuzulî'den, Bakî'den, Nef'î'den, Yahya'dan, Nailî'den, Galib'den, Nedim'den öğrendim. Galib Dede "Birdenbire bul aşkı, bu tuhfe bulanındır" diyordu ve ben, tam da onun dediği bir hediye gibi birdenbire aşkımı bulmuştum.

 

Bu aşk beni iflah etmeyecekti, biliyordum. Artık kitaplarım, divanlar olmuştu ve çocukluğumda bütün merhamet duygularımı sömüren kızılderili reisi oturan boğa şimdi müstesna gazeller yazmaya başlamıştı. Üniversite yıllarından sonra yanlış bir karar ile asker olmuş, gülle bülbülle sohbet ederken birdenbire üniformayla postalla uğraşmaya başlamıştım. Onbeş yıl sürecek bu dönem içinde okumayı ve yazmayı asla bırakmadım; hatta dönem dönem okuyup yazmayı bir teselliye bile dönüştürdüm. Anladım ki Divan şiiri için yazdıkça daha çok yazmak gerekiyordu; ve daha çok yazmak için de daha çok okumak... Tarih, medeniyet tarihi, sosyal bilimler, felsefe, sosyoloji, sanat vs. Ne bulursam okuduğum yılların semeresini hiç durmadan yazmam gereken yıllarda gördüm. Divan şiirinin püf noktalarını ve eski şairlerin hayatlarını keşfetmiştim. Bu bana hem bir bakış açısı, hem de yazma kolaylığı sağlıyor; hemen her konuda eskilerin ne söylediklerine dair birkaç beyit nakletme cesareti veriyordu. Benim için yazıda bir konu sıkıntısı da yoktu üstelik.

 

En sıkışık zamanlarda bir divanın gazeller bölümünden fala bakar gibi bir sayfa açıp ilk karşıma çıkan gazel hakkında yazı yazmanın keyifli bir macera olduğunu söyleyebilirim size.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...