Jump to content

Atinalı Timon...William Shakespeare...


pithc

Önerilen Mesajlar

Atinalı Timon...William Shakespeare...

 

1623 folio baskısında yayınlanan Atinalı Timon’un tam olarak hangi tarihte yazıldığı belli değildir. İleride de göreceğimiz gibi, başlıca teması ve havası bakımından Kral Lear’ı biraz andırdığı için, çoğu Shakespeare uzmanları, bu tragedyanın Kral Lear’dan ya hemen önce, ya da hemen sonra, yani 1606 ile 1608 yılları arasında yazıldığını ileri sürerler.

 

Timon’un hikâyesi, Plutarkhos’un Marcus Antonius Hayatlarında, Lucianus’un Timon the Mesanthrope diyalogunda, William Painter’in The Palace of Pleasure adlı derlemesinde anlatılmıştı. Plutarkhos, Timon üstüne ancak bir buçuk sayfa tutan pek kısa bir bilgi verdiği, Painter’in derlemesinden de ayrıca faydalanmadığı için, Shakespeare’in esas kaynağının Lucianus’un diyaloğu olduğu sanılır.

 

Kimine göre Atinalı Timon’u dikkatle okuduğumuz zaman, edebi değeri bakımından dengesizliği, yani bazı sahnelerin oldukça güçlü, bazılarının da düpedüz düşük olduğu göze çarpar. Bu durum, Atinalı Timon’un tümünün Shakespeare’in eseri olup olmadığı konusunda bazı kuşkular uyandırmış ve çeşitli görüşlerin ileri sürülmesine sebep olmuştur. Birinci varsayıma göre Shakespeare, başka bir yazarın tamamlamadığı bir oyunu ele alıp, bazı yerlerini olduğu gibi bırakarak, bazı yerlerini işlemiş, geliştirmiştir.

 

İkinci varsayım, birincisinin tam tersidir: Başka bir yazar, ya da başka yazarlar, Shakespeare’in bitirmediği bu oyunu, gereken eklemeleri yaparak tamamlamaya çalışmışlardır. Bize daha akla yakın gelen üçüncü bir sanıya göre de, bu oyuna başka bir yazarın eli değmemiştir. Atinalı Timon, yalnız Shakespeare’in eseri, ama tamamlamadığı bir eserdir. Shakespeare, önem verdiği bazı sahneleri iyice işlemiş, bazılarını da, ileride üstünden geçerim düşüncesiyle, kabataslak notlar halinde bırakmış; her nedense oyun oynanmadığı için, metni birdaha ele alıp gözden geçirmemiş, bitirmemiştir.

 

 

Atinalı Timon az okunan, Shakespeare meraklılarının bile genellikle yakından bilmedikleri, bilmedikleri için de pek tutmadıkları bir tragedyadır. Az okunduğu gibi, az da oynanmıştır.

 

Atinalı Timon’un edebi ve dramatik değeri konusunda, Shakespeare eleştiricileri, birbirine tamamıyle karşıt iki cepheye bölünmüşlerdir: Oyunu beğenenler ve beğenmeyenler. Her şeyden önce, karakter incelemelerine önem veren eski eleştiricilerin çoğu, Atinalı Timon’u beğenmezler; çünkü Shakespeare’in büyük tragedyalarından farklı olarak, buradaki kişiler psikolojik bakımdan inceden inceye işlenmemişlerdir. Ama Shakespeare’in üslup ve şiir özelliklerini de önemseyen yeni eleştiriciler, geçmişte pek tutulmayan bu tragedyaya karşı gittikçe artan bir ilgi duymaya başlamışlardır.

 

Örneğin, Atinalı Timon’u ilk savunanlardan biri olan Wilson Knight’a göre, Timon’un sözlerindeki şiir öylesine derin, heyecanla öylesine yüklü, öylesine yücedir ki, Hamlet’in, Troilus’un, Othello’nun, hatta Lear’ın söyledikleri, çocukların mızmız sızlanmalarını andırır bu muhteşem “senfoni” ile karşılaştırılınca. Son zamanlarda Shakespeare üstüne ilginç bir kitap yayınlayan Fransız eleştiricisi Henry Fluchere, “Bu şahane eser” dediği Atinalı Timon’a bugüne dek gereğince değer verilmeyişine hayıflanır ve oyunu hem dramatik bakımdan, hem de şiir bakımından ayrıca üstün bulur. Bir iki yıl önce yazdığı kitapta John Wain de aynı düşüncede olduğunu belirtir: Atinalı Timon, Hamlet kadar büyük ve Hamlet kadar anlaşılması güç bir şaheserdir. Burada Shakespeare’in şairliği ve hayal gücü görülmedik bir yüceliğe erişmiş, hatta dördüncü perdenin üçüncü sahnesinde Kral Lear’ı bile aşmıştır. Gerçi bir insan portresi olarak Timon’un çizilişinde eksik yönler vardır ama, oyundaki şiir eşsizdir. Hatta bu tragedya öylesine şiirle doludur ki, şiirin ağırlığı eserin dramatik yapısını çökertmiş, yıkmıştır bir bakıma. Böylece, Timon’un başına gelenlerden ve Timon’un davranışlarından fazla, onun sözleridir hatırımızda kalan. Bununla beraber, ilk üç perde ile son iki perde arasındaki karşıtlık sayesinde, Atinalı Timon tiyatro eseri olarak da etkilidir

 

John Wain’in ileri sürdüğü gibi, Atinalı Timon, iyi oynanırsa, sahnede etkili olabilir. Ama bu oyunun gerçek bir tragedyadan fazla Ortaçağın “morality play”lerine benzediği de su gödürmez. “Morality play”lerde olduğu gibi, Atinalı Timon’da da bir ahlak dersi verilir aslında. Dr. Johnson’un deyimiyle, bu tragedya da bir “uyarma”dır. “Morality play”lerdeki kişiler -hasislik, merhamet, kıskançlık, kurnazlık,sefahat gibi- iyi ya da kötü bir ahlak niteliğinin, yani soyut bir kavramın allegorik temsilcileridir. Bu oyundaki kişiler de, Shakespeare’in büyük tragedyalarındakiler gibi, çeşitli yönleri olan, psikolojik kurallarına göre gelişen gerçek insanlardan fazla, belirli bir özelliğin allegorik temsilcilerine benzerler. Bireyden fazla tiptirler. Örneğin, Timon ilk önce “aşırı müsriflik”, sonra da “insan düşmanlığı”, Apemantus “siniklik”, Flavius “sadakat”, Phrynia ile Timandra “şehvet”, Timon’un dostları “nankörlük”, Şair ile Ressam “dalkavukluk” allegorileridir. Ve ileride belirteceğimiz gibi, başta Timon olmak üzere, bu oyundaki kişilere candan bir yakınlık duymamızın gerçek nedenini, onların birer insandan fazla birer soyut kavram olmalarında aramak gerekir belki de.

 

Atinalı Timon’un konusu son derece basittir. O kadar ki, gerçek anlamda bir konu bile diyemeyiz buna. Bu oyunda anlatılanlar, başlangıcı, çeşitli olayların zincirlemesiyle belirli bir gelişmesi ve bir sonu olan bir hikâye değildir; bir tek kişinin, birbirine tam karşıt iki ayrı durumda nasıl davranıdığının bir tablosudur.

 

Oyun üç ayrı bölüme ayrılır:

 

1. Timon’un ihtişam ve müsriflik içinde yaşadığı bölüm.

2. Timon’un iflas ettiğini anladığı ve arkadaşlarının ona yüz çevirdikleri bölüm.

3. Timon’un bütün dünyaya küstüğü bölüm.

 

 

Timon’un konağında geçen birinci perte, ev sahibine sanat ürünlerini ve mallarını satmaya gelen bir Ressam, bir Şair,bir Tüccar ve bir Mücevhercinin, Timon’u övmeleriyle başlar: Timon’un büyülü cömertliği herkesi ona doğru çekiyordur; Timon’, üstün bir insandır, eşine ratlanmayan bir insan; Timon durmadan dinlenmeden çevresine iyilik ediyordur; bütün dünya, sonsuz bir sevgi ve saygıyla Timon’u kucaklıyordur. Evine akın akın gelenler, Timon’a hizmet etmeye can atıyorlardır; Timon, hem son derece iyi kalpli, hem de son derece zengin olduğu için, ona herkes tapıyor, herkes hayran hayran talih perisinin bu sevgili gözdesinin peşinden gidiyor ve onun atının üzengilerini bile kutsal sayıyorlardır. Ama şu var ki, Timon’un bütün şanını açıklayan, aşırı ve coşkun övgüleriyle onu göklere çıkaran Şair ile Ressam, durumun her an değişebileceğini de bilirler. Talih perisinin aklına eserse, gözdesini dakikasında alaşağı edivereceğini ve o zamana dek yerlerde sürüklene sürüklene talihli adamın peşinden gidenlerin, onu yüzüstü bırakacaklarını tam söyledikleri sırada, borular çalar; Timon, misafirleriyle birlikte içeri girer.

 

Bu iki perdede Timon, çevresine mutluluk ve bereket saçar güneş gibi ve güneş kadar da göz kamaştırıcıdır. Yalnız yüreği temiz, eli açık bir insan değildir. Eşsiz serveti sayesinde bir imparatorun gücü vardır onda. Torbalar dolusu altın vererek,dostlarından biri olan Ventidius’u hapisten kurtarır. Kendisine hizmet eden delikanlılardan birine bol bol para bağışlar, onu sevdiği kızla evlendirir. Çevresindekilerden birinin dediği gibi, cömertliği öylesine gürül gürül akan bir seldir ki, altın tanrısı Plutus bile, her şeye değerinin yedi kat fazlasını veren Timon’un kâhyası olabilir ancak. Şahane ziyafetlerinin sonunda, misafirlerine kıymetli hediyeler, cins atlar, mücevherler dağıtırken, elinde onlara hediye edecek ülkeler olmadığına üzülür. Çocukça bir güveni vardır evini dolduran, her sözünü hayran hayran dinleyen bütün bu adamlara. “İnsanın ne diye dostu olsun, dostlarından yardım görmeyecekse?” diye sorar tam bir saflıkla. Günün birinde, güç duruma düşerse, dostlarının yardımına koşacaklarından o kadar emindir ki, onlarla bağlarının sağlamlaşması, birbirlerine iyice yaklaşmaları için, daha az varlıklı olmayı bile dilemiştir zaman zaman. Ve Timon, insanların yeryüzüne iyilik etmek için, zenginliği kardeşçe paylaşmak için geldiklerini, dostlarının servetini kendi serveti saydığını söylerken, öylesine duygulanır ki, gözlerinden yaşlar boşalır.

 

Bu ilk perdedeki dünyanın, yalnız paraya dayanan bir debdebesi değil, kusursuz bir uygarlığı da var gibidir görünüşte, -sanatın, zevkin, nezaket dolu soylu davranışların, kibar ve ince duyguların, rahat ve mutlu insan bağlarının, yaşama sevincinin meydana getirdiği bir uygarlık. Ama ne yazık ki, bu kadar güzel olan bu dış görünüş, aldatıcıdır, sahtedir, yüzeyi ustaca kaplayan bir yaldız tabakasıdır sadece. Aynı dünyada Apemantus’un, ya da Flavius’un gözleriyle bakınca, her şeyi bambaşka bir açıdan görürüz. Timon’un evini dolduran insanların aslında dürüst olmadıkların; Timon’un ise, kendi de dahil, herkesin sandığı gibi, zengin olmadığını anlarız.

 

Tragedyanın kişiler listesinde Apemantus “huysuz bir filozof” diye tanıtılır okuyuculara. Hazlitt gibi ünlü bir eleştirici de Diogenes’in ruhunu bulur onun sözlerinde. Ama Apemantus, huysuz bir filozoftan, ya da bir Diogenes’den fazla, Timon’un ziyafetine gelen misafirlerden birinin dediği gibi, “huysuz bir köpeğe” benzer, içinde hep hırlayan bir köpek varmış hissini verir insana.

 

Belki Apemantus her şeyi olduğundan daha kötü görür, her şeyin ancak en iğrenç yönünü sezer; ama su götürmez bir erdemi vardır: gerçekleri görür Apemantus. İlk sözü Timon’u uyarmak, çevresindekilerin namussuzluğunu açığa vurmaktır. Apemantus’a göre, bu alçaklar, Timon’un yemeklerin ideğli, Timon’un kendini yiyorlardır. Ekmeklerini kurbanları olan adamın kanına bandırıyorlardır hep birden. Birinci perdenin sonunda da son bir kez uyarır Timon’u ve insan kulaklarının öğüt dinlemeye sağır, dalkavukluk etmeye hazır oluşuna hayıflanır.

 

Apemantus, Timon’un akılsızlığını, saflığını ayıpladığı gibi, Timon da onun geçimsizliğini, huysuzluğunu, bir türlü bitmeyen öfkesini ayıplar. Böylece Timon ile Apemantus bu ilk perdede tam bir karşıtlık içindedirler: Tamamıyla iyimser olan Timon, herkese güvenir; tamamıyla kötümser olan Apemattus hiçbir kimseye güvenmez; Timon çevresini iltifatlara, ötekisi lânetlere boğar; Timon etrafındakilere hediyeler, ötekisi küfürler saçar. Timon ile Apemantus şu sırada birbirlerine o kadar aykırı varlıklardır ki, ileride tıpatıp birbirlerine benzemeleri, kaderin acı olduğu kadar da acayip bir alayı hisssini verir bize.

 

 

Apemantus’un gözüyle bakınca, Timon’un o şatafatlı dünyasını bambaşka bir açıdan gördüğümüz gibi; kâhyası Flavius’un gözüyle bakınca da Timon’un muazzam servetini bambaşka bir açıdan görürüz. Bu servet tükenmek üzeredir, daha doğrusu, tükenmiştir bile. Timon’un toprakları rehinde, kendisi borç içindedir aslında. Yüreği kan ağlayan Flavius, efendisine durumu açıklayabilmek için, onu ikide birde kenarlara çekiyor, dinlemesi için yalvarıyordur. Ama hiçbir şeyin farkında olmayan, hiçbir şeyin farkında olmak istemeyen Timon, kâhyasının sözlerine kulak asmıyor, gerçekleri görmemekle sonuna dek direniyor. Çevresine bereket saçan bu şahane güneş, batmak üzeredir ve Apemantus’un dediği gibi, insanlar kapar kapılarını batan güneşe karşı.

 

Tragedyanın ikinci bölümünde, bu kapıların Timon’un yüzüne nasıl kapandığını görürüz. İkinci perdenin birinci sahnesinde, bir senatör, Alcibiades’in daha sonraları tefeci olmakla suçlayacağı pek saygıdeğer senatörlerden biri, elinde birtakım kağıtlarla sahneye girer, Timon’un şuna buna ne kadar para borçlu olduğunu sayıp döker; şimdiye kadareli açık, gönlü ulu diye övdüğü dostunu, çılgınca har vurup harman savurmakla suçlar. Bu ana dek bir Zümrüdü Anka gibi ışıklar saçan Timon’un, yakında tüyleri yolunmuş bir kuşa döneceğini sezdiği için, adamlarından birini hemen ona gönderir, ödünç verdiği paraları geri ister.

 

Yalnız o senatör değildir böyle davranan. İkinci perdenin ikinci sahnesinde, şaşkına dönen kâhya ne yapacağını bilemez bir hale gelmiş, Timon’un evi sözüm ona dostlarının para isteyen uşaklarıyla dolmuştur. Timon misafirleriyle avdan dönünce, etrafını sararlar bu uşaklar; birbirlerini ite kaka, ellerindeki senetleri sallaya sallaya, hep bir ağızdan niçin geldiklerini bildirirler. Flavius, efendisini bir kenara çeker, durumu ona anlatmaya çalışır. Kendisiyle konuşmak isteyen kâhyasını bugüne dek hep başından savmış olan Timon, daha önce uyarılmadığı için, suçu Flavius’a yüklemeye kalkar ilkin. Üzüntüsünden ağlayan bu dürüst adamın açıklamalarını yarım yamalak dinleyip meteliği kalmadığını, gırtlağına kadar borca battığını öğrenince, ödünç para almak için dostlarına başvuracağını söyler. Halâ gerçekleri göremez, halâ ahmakça bir iyimserlik içindedir. Asıl servetinin parası oluşundan değil, dostları oluşundan ileri geldiğini övüne övüne ilan ederken, bütün tanıdıklarının hemen yardımına koşacaklarından emindir. Hatta öylesine emindir ki, daha önce söylediği gibi, dostlarının kendisine ne kadar candan bağlı oldukları artık iyice meydana çıkacak diye, bu güç duruma düştüğüne nerdeyse seviniyordur.

 

Timon, adamlarından üçünü, üç dostuna gönderir. onların yardımına sığınmak zorunda kaldığı için gurur duyduğunu da bildirmelerini ayrıca tembih ederek, bir miktar para ister her birinden. Devletin zenginleşmesinde önemli bir payı olduğundan, senatörlere de başka birini gönderip, onlardan toplu bir para alabileceğini tasarlar. Ama Flavius bu çareye başvurmuştur bile; ve senatörler, sözbirliği etmişçesine, yarım yamalak suçlamalar, uydurma bahaneler iler sürmüşler, beş para vermeye yanaşmamışlardır. Timon ilkin afallar, inanamaz duyduklarına. Sonra senatörlerin iyice yaşlı ve dolayısıyla biraz nankör, biraz katı yürekli olmalarına yorar aklının alamadığı bu tutumlarını, Ventidius’a da bir adam gönderir. Bu dostu yoksulken, elinden tutacak kimsesi yokken, Timon, külliyetli bir miktar para verip, onu hapisten kurtarmıştır. Birinci perdenin ikinci sahnesinin başlangıcında gördüğümüz gibi, babası ölen Ventidius büyük bir mirasa konunca, bu parayı geri vermek istemiş, Timon ise kabul etmemiştir. Ama şimdi, Timon’un kendi başı derde girdiği için, bir süre önce reddettiği parayı almak zorunda kalaaktır. Gerçekleri görememek için halâ direnip duran Timon, bunca dostu olan bir insanın batabileceğini aklından bile geçirmemesini söyler kâhyasına. Böyelce bir güven içindedir.

 

Üçüncü perdeinn ilk üç sahnesinde, Timon’un güvendiği üç dostunun ona nasıl sırt çevirdikleri anlatılır. Bunlardan birincisi olan Lucullus, Timon’un adamlarından Flaminius’u görünce, ilkin sevinir; cömertliğini coşkunlukla övdüğü arkadaşının, ona yeni bir hediye gönderdiğini sanır. Zaten bir gece önce, gümüş bir ibrikle bir leğen girmiştir rüyalarına. Flaminius’un borç almaya geldiğini anlayınca, fena halde bozulur, bütün davranışı dakikasında değişiverir. Timon’un daha bir saniye önce övdüğü açık elliliğini kusur sayar şimdi. Timon iyidir hoştur ama, gereğinden fazla para harcıyordur. Sırf bu kadar çok misafir ağırlamamasını öğütlememek için, Lucullus’un sabah akşam Timon’a yemeğe gittiği olmuştur. Her insanın kusuru vardır. Timon’unki de fazla cömert olmaktır. Çok uğraşmıştır ama, vazgeçirememiştir onu bu huyundan. Bu palavralardan sonra, Lucullus, Flaminius’un yalan söylemesi, onu vede bulamadı diye bir masal uydurması için, Timon’un adamına üç altın verir. Bir uşağın, bir sözüm ona soylu kişiden çok daha soylu olduğunu anlarız o zaman: Böylesine korkunç birnankörlük karşısında öfkeden köpüren Flaminius, kendisine rüşvet olarak verilen paraları Lucullus’un başına fırlatır ve uzun uzun lânet eder bu kancık dosta.

 

Üçüncü perdenin ikinci sahnesinde, Timon’un güvendiği ikinci dostunun kalleşliğini görürüz. Lucius denilen bu adam, canciğer arkadaşı saydığı Timon’u üç yabancıya övmektedir. Yabancılardan biri, Timon’un varını yoğunu tükettiğini duyduğunu bildirince, Lucius inanmaz bu çeşit söylentilere. Lucullus’un timon’a borç vermeye yanaşmadığını duyunca da, “O değerde bir insandan para esirgemek ha?! Hiç de şerefli bir davranış denemez buna!” diye kıyametler kopararak, fena halde ayıplar bu pintice tutumu. Timon’un kendisine de para, gümüş eşyalar, mücevherler, ufak tefek başka hediyeler sunduğunu; Lucullus’a verdiklerinin yanında bunların bir hiç kalmasına rağmen, Timon’un adamlarını, kendisine başvursalardı, elleri boş dönmeyeceklerini böbürlene böbürlene tam açıkladığı sırada, Servilius sahneye girer.

 

Timon’un adamını görünce, tıpkı Lucullus gibi, Lucius gibi o da ilkin sevinir, sevgili dostunun kendisine yeni bir hediye gönderdiğini sanarak, ama durumu öğrendiği zaman, Lucullus’unkinden farklı bir hileye başvurur: Sözde akılsızca davranıp bütün parasını başka bir işe yatırmıştır. Çok güvenilir bir dost olduğunu göstermek fırsatından, canı yakın gibi sevdiği Timon’un yardımına koşmak şerefinden bu yüzden yoksun kaldığını yemin üstüne yemin ederek ve dövüne dövüne anlattıktan sonra sıvışıp kaçar.

 

Sahnede yalnız kalan üç yabancı, birçok şeyler biliyorlardır Timon üstüne. Bir çeşit koro görevini görerek, böyle bir felâket anında Timon’u kaderine bırakan ikiyüzlü dalkavukları ayıplarlar. Timon’un şu Lucius denilen adama bi baba sevgisi gösterdiğini, itibarı bozulmasın diye cebinden bol bol paralar vererek uşaklarının aylıklarını bile ödediğini söylerler. Ve Timon’un dillere destan cömertliğini, iyi yüreğini, soylu kişiliğini, şerefli tutumunu överler.

 

Üçüncü perdenin üçüncü sahnesinde, güvendiği üçüncü dostu Sempronius da kalleşçe davranır Timon’a karşı. Timon’un adamını hemen başından savmaya kalkar. Lucius ile Lucullus’un kendisinden çok daha zengin sayılabileceklerini, üstelik servetlerini Timon’a borçlu olduklarını söyler ilkin; onlara nitelenildiğini, hiçbirinin beş para vermeye yanaşmadığını öğrenince, en son kendisine haber gönderdiği için, sözde pek gücenir Timon’a. Ağır bir hakarete uğradığını, şerefiyle oynandığını bildirir; ve bu gülünç bahaneyi ileri sürerek, kesesinin ağzını açmayı kesinlikle reddeder. Timon’un adamı, haklı olarak, acı alaylarla karışık lânetler yağdırır efendisinden bunca iyilik gören, Timon’un en güvenilir dostu saydığı bu aşağılık herife.

 

Artık yalnız bu üçü değil, bütün dostları böyle nankörce davranacaklardır Timon’a karşı. Çünkü, Atina toplumunun üst tabakaları temelden çürüktür. Hiçbir ahlak değeri tanımayan, acıma nedir bilmeyen, yalnız paraya tapan ikiyüzlü adamlardır hepsi. G.H. Harrison’un dediği gibi, birer sülük misali, kanını emmişlerdir arkadaşlarının; kanı tükenince de, sülükler kopmuşlardır Timon’dan.

 

Bundan sonraki sahneden (III, 4) anladığımız gibi, bu sözümona kibar beylerin emrinde çalışan adamlar, efendilerinden kat kat daha dürüst, daha soylu, daha erdemlidirler. Eskiden Timon’dan bu kadar çok para sızdıran efendileri, şimdi para istemek üzere onları Timon’un konağına gönderdiği için utanırlar, yapmak zorunda oldukları bu işten tiksinirler, hizmet ettikleri adamların nankörlüğünü hırsızlıktan bin beter sayarlar ve Timon’a acırlar. Daha sonraları, dördüncü perdenin, ikinci sahnesinde de, Flavius başta, Timon’un hizmetkârlarının, onu sömürüp sömürüp tepen o kibar dostlarından daha soylu olduğunu görürüz. Timon’un adamları, onun yıkılışının yasını tutan bir koroyu andırırlar nerdeyse. Artık yersiz yurtsuz, meteliksiz kalmışlar; işlerini güçlerini yitirmişlerdir. Ama, kendi hallerinden fazla, bunca ihtişamdan sonra görülmedik acılarla düşen efendilerinin korkunç alınyazısını düşünürler. Onu elinden tutacak bir tek dostu çıkmayışını kınarlar. Efendilerinden artık ayrılmak zorundadırlar, ama yürekleri halâ ona bağlıdır. Timon’un kâhayı Flavius, cebinde kalan son üç beş kuruşu onlarla paylaştıktan ve Timon’un hatırı için her zaman dost kalmalarını diledikten sonra, derin bir sevgiyle anar efendisini. Durumunda hiçbir değişiklik olmamış gibi Timon’a hizmet etmeye gene kararlı olan Flavius’a göre, elinin açıklığı, ahlakının dürüstlüğü, yüreğinin iyiliğidir efendisini yıkan.

 

Üçüncü perdenin dördüncü sahnesinde, olup bitenleri belki halâ tam kavrayamayan ve öfkeden köpüren Timon, evine dönünce, borçlu olduğu dostlarının uşakları dakikasında çevresini sararlar. Şimdi Timon, av köpeklerinin kıstırdığı bir geyik kadar çaresizdir bu adamların ortasında. Ellerinde salladıkları senetleri göstererek, “İndirin hepsini başıma, esrin beni yere!” der. Şimdiye kadar sağa sola saçtığı paralar, insanlara duyduğu sevginin, yani yüreğinin ve kanının bir sembolü olduğuna göre ve artık yeryüzünde verecek hiçbir şeyi kalmadığı için borçlarını ancak yüreğiyle ve kanıyla ödeyebileceğine göre, “Kıtır kıtır kesin yüreğimi para diye, kanımı damla damla sayın... doğrayın, bölüşün beni!” diye bağırır. Sonra, bütün nankör dostlarına son bir ziyafet çekmeye karar verir.

 

Üçüncü perdenin son sahnesinde, Timon’un bu ziyafetini görürüz. Konağa gelenler, halâ misafir ağırlayabildiğine göre, Timon’un durumunun söylendiği kadar kötü olmadığını, belki de onları denemek için böyle bir hileye başvurduğunu düşünürler. Timon görünür görünmez, koşuşup gene dalkavukluğa başlarlar; yaltaklana yaltaklana yalanlar uydururlar, özür dilerler bir süre önce ona borç verecek paraları olmadığı için. Sıkı sıkı kapalı kaplarda gelen yiyeceklerin ayrıca nefis olduğundan hiç kuşkuları yoktur.

 

Timon, misafirlerini nezaketle sofrasına oturtarak, önce acı alaylarla dolu bir dua eder tanrılara. Sonra bu ikiyüzlü dostlarını lânetler; yalnız ılık suyla dolu kapları göstererek: “Açın tabaklarınızı köpekler, açın da yalayın!” diye bağırır[1]. Derken kaplardaki suları, Timon’un düpedüz delirdiğini sana, kaçmaya çalışan misafirlerin yüzüne gözüne fırlatır küfrede küfrede. Delice bir kin gösteren bu davranışıyla, Timon, sadece sofrasındaki aşağılık dalkavukları değil, sadece Atina’nın büyüklerini değil, bütün insanları yerin dibine batırmak ister.

 

Gerçekten de insanlarla bağı artık kopmuştur, Timon’un. Yalnız insanlarla değil, eski benliğiyle de bağları öylesine kopmuştur ki, Timon’un yepyeni bir kişiliğe büründüğünü söyleyebiliriz. Dowden’e göre, hayatının bu döneminde Timon, ilk kez olarak acı bir gerçekle yüzyüze gelmiş; insanların bencilliğini, nankörlüğünü, bayağılığını anlamıştır. Şimdiye kadar hayaller üstüne kurulu olan yaşamı, temelinden sarsılmış, yıkılmıştır. Gözü uyanık gördüğü rüyalardan, insanların birbirlerini kardeşçe sevdikleri rüyalardan uyanıvermiş, kendini dünyanın ıssız bozkırlarında bulmuştur. Bugüne dek bilinçsiz ve kayıtsız yaşadığı, gücünü geliştirecek çabalardan kaçındığı için, uğradığı felâkete sabırla dayanamamış, benliğini kontrol altına alamamış, bu yeni duruma hakim olamamıştır. Böylece, gerçekte hiçbir ilgisi olmayan bir insanseverlikten, ölçüsüz ve tutkulu bir kine dönüşmüştür. Artık yalnız kendi nankör arkadaşlarından değil, bütün insanlardan nefret etmektedir.

 

Dördüncü perde, Atina’nın surları dışına çıkan, doğduğu kenti bir daha görmeyecek olan Timon’un, “Amin!” diye biten kırk satırlık bir bedduası ile başlar. Wilson Knight’in dediği gibi, onun bu uzun lânetleri, sınırsız ve azgın birer kin destanıdır. Bu ilk lânetinde ana tema, toplumu ayakta tutan tüm ahlak kurallarının altı üstüne gelmesidir. Aslında Timon, Troilos ile Kressida’nın birinci perdesinin üçüncü sahnesinde Ulysses’in öğütlediği düzenin tam tersini istiyordur. Yeryüzünde dinin, saygının, adaletin, barışın, hakseverliğin, doğruluğun, geleneklerin, törelerin, yasakların allak bullak olmasını, sonu gelmez bir kargaşalığın dünyayı sarmasını istiyordur.

 

Timon, bu korkunç beddualardan sonra, Atina’ya bir daha ayak basmayacağını bildirir. Artık ormanlarda yaşayacaktır; ve orda en vahşi hayvanları bile insanoğlundan daha insaflı bulacağından emindir.

 

Dördüncü perdenin üçüncü ve son sahnesinde, Timon’u deniz kıyısındaki ormanlarda, eskiden yaşadığı konakla tam bir karşıtlık gösteren vahşi hayvanları bile insanoğlundan daha insaflı bulacağından emindir.

 

Dördüncü perdenin üçüncü ve son sahnesinde, Timon’u deniz kıyısındaki ormanlarda, eskiden yaşadığı konakla tam bir karşıtlık gösteren vahşi mağarasının önünde buluruz. Çok uzun olan bu sahne, Timon’un, yalnız insanların değil, doğanın da lânetlenmesini isteyen 47 satırlık bir monologuyla başlar. Timon, bereket saçan kutsal güneşin, topraktan çürük bir ıslaklık çıkarmasını, dünyayı saran havanın zehirlenmesini, toplum düzeni altüst olarak, dilencilerin yücelmesini, beylerin alaşağı edilmesini ister. Delice bir kötümserlik içinde bunalıp batan Timon’a göre tüm insanlar, nankör dostları kadar dalkavuktur; talih merdiveninin her basamağında, bir alttaki bir üsttekine yaltaklanır; herkes aşağılıktır, herkes kendi çıkarını düşünür; bilginler, zengin budalaların önünde yerlere kadar eğilirler; o iğrenç insan tabiatında dürüstlüğün zerresi bile yoktur. Onun için Timon, tüm toplumdan, kendi benzerinden, hatta kendinden nefret ediyor, insanlığın yerin dibine batmasını istiyordur.

 

Timon, bu lânetler arasında, karnını doyuracak bir bitki bulabilmek için toprağı kazar... Ve altın bulur. Açlığını gidermek amacıyla tanrılardan birkaç parça kök isterken, tanrıların ona bu pırıl pırıl altınları sunmaları, garip olduğu kadar da acı bir alayıdır kaderin. Timon’un hayatını yıkan o belâlı altın, sanki hâlâ onu kovalıyor, bir türlü peşini bırakmak istemiyor, yaralı bir hayvan gibi sığındığı bu mağarada bile karşısına çıkıyordur. Şimdi Timon, istese eski hayatına dönebilir, boşuna sevdiği o aşağılık dalkavukları, ya da yenilerini gene çevresinde toplar, aynı debdebeli hayatı yaşamaya koyulurdu. Ama hayattan da, insanlardan da, herşeyden de artık nefret ediyordur Timon. Ve bu evrede saçtığı kin, bu altın parçalarının üsütnde toplanır şu sırada: Altındın insanları bu rezil hale sokan; altın bütün değerleri altüst eder; karayı ak, çirkini güzel, eğriyi doğru, soysuzu soylu, yaşlıyı genç, korkağı yiğit gösterir; rahipleri dinden imandan ayırır; sapasağlam insanları ölüm döşeklerine serer; cehennemlik adamları kutsallaştırır; iğrenç cüzzamlıları şirinleştirir; hırsızları baş köşelere oturtur, saygıdeğer görünmelerini sağlar; kartlaşmış dullara koca bulur; frengi çıbanlarıyla hastanelerde sürünen erkeklerin bile tiksineceği kadınları, bir nisan günü kadar mis kokulu ve taptaze yapar. “Bütün insanlığın ortak ******sudur” altın.

 

Timon böyle kendi kendine konuşurken, insanlar, o ıssız mağarada gizlenen altının kokusunu sanki hemen almış gibi, davul sesleri, yaklaşan adımlar duyulur. Timon, ancak bir kısmını alıkkoyup, bulduğu altınları hızla toprağa gömer yeniden.

 

Alcibiades ile komutasındaki erlerdir bu gelenler. Timon’un genç arkadaşı Alcibiades’in hikâyesi, Timon’unkine çok benzer aslında. Bu iki hikâye birbirinin yankısı gibidir. Atinalılar, Timon’a ne kadar nankörce davrandılarsa, Alcibiades’e de o kadar nankörce davranmışlardır. Timon’un devlete yaptığı hizmetleri hiçe saydıkları gibi, kahramanlığı sayesinde büyük bir ün kazanmış bir asker olan Alcibiades’in hizmetlerini de hiçe saymışlardır. Bu iki adamın şimdiki durumları da aşağı yukarı eştir. Timon, kendi kendini sürgüne mahkûm etmiş, Alcibiades’i ise Senato sürgüne mahkûm etmiştir.

 

Üçüncü perdenin beşinci sahnesinde, Alcibiades ile Senatonun çatışması, Atina’yı yöneten büyüklerin ne kadar insafsız, ne kadar katı yürekli olduklarını bir kez daha gösterir: Alcibiades’in yakın dostlarından biri, öfkesini yenemeyerek, şerefini lekelemeye kalkan bir adamın kanını dökmüş, bu yüzden ölüm cezasına çarptırılmıştır. Alcibiades, memleketi uğruna çarpışan, yaralanan, savaş alanlarında yiğitliğini ispat eden arkadaşının hayatını kurtarabilmek için, canla başla uğraşıyor, “Acımak, kanunun erdemidir” diyerek, yasaların harfine değil, ruhuna bağlı kalmalarını, merhametli olmalarını diliyordur senatörlerden. Ama Alcibiades’in çabaları boşunadır. Yaşlı oldukları için kendilerinden anlayış ve hoşgörülük beklenen bu adamlar, merhamet nedir bilmezler. “Biz kanundan yanayız; ölmesi gerek!” diye kesip atarlar. Bu kadarla da kalmayıp, Alcibiades’e öfkelenirler, devlete sayısız yardımlarını, eşsiz kahramanlığını hiç düşünmeden, onu ömrü boyunca sürerler Atina’dan.

 

Böylece, tıpkı Timon gibi, Alcibiades de Atinalıların hainliğine ve nankörlüğüne kurban gitmiştir. Ama Timon gibi bütün dünyaya küsüp, sağı solu lânetleyerek güçsüz ve kısır bir öfkeye kapılacağına; Alcibiades kılıcını çekmiş, erlerini peşine takmış, Coriolanus anayurdu Roma’nın üstüne nasıl yürüdüyse, o da Atina’nın üstüne yürümeye hazırlanmıştır. Ve bu yürüyüş sırasında tesadüfen Timon’un mağarasının önüne gelmiştir. Yanında, vücutlarını satarak geçinen ve Alcibiades’e metreslik eden Phrynia ve Timandra adlı bir kadın da vardır.

 

Alcibiades, bir insandan fazla yırtıcı bir hayvana benzeyen arkadaşı Timon’u tanıyamaz, “Kimsin, nesin sen?” diye sorar ilkin. Timon ise, Alcibiades’i kinle karşılar; unutmak istediği insan yüzünü, insan gözlerini kendisine yeniden gösterdiği için kurtların onun yüreğini kemirmesini diler.

 

Eskiden oldukça düşkün olduğu Alcibiades, Timon’a hiçbir zaman kötülük etmediği için, bu kin tamamıyla yersizdir. Timon’un onu nefretle kovmasına rağmen, Alcibiades’in gene de yüreği parçalanır o şanlı Timon’un bu hale düşmesine. Çektiği acılar yüzünden delirdiğini sanarak, Atinalıların devlete bunca hizmeti olan bir adama nankörce davranışını yerer, gene de sevgisini gösterir ona. Şu sırada parasızlığından askerleri boyuna başkaldırdıkları halde, Timon’a bir miktar para vermek ister.

 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Eski arkadaşının dostluğunu da parasını da reddeden Timon, onun Atina’ya karşı ayaklandığını duyunca, savaşı kazanmasını, Atinalıların başına bela kesilmesini, sonra da kendi belasını bulmasını diler. İşte o zaman, içindeki korkunç kine karşın, Timon’un anayurduyla bütün bağlarını koparamadığını, içinde bir çelişki olduğunu anlarız. Çünkü Atina halkı denilen o alçak sürüsünün hem gebermesini ister, hem de vatanını rezil edeceği için Alcibiades’e içerler bir ara. Gelgelelim Timon insanlığından öylesine sıyrılmıştır ki, Atina’ya karşı duyduğu o azgın öfke, yurtseverliğinden ağır basar: Varsın Alcibiades bir veba salgını gibi çöksün o uğursuz kentin üstüne; bir tek kişi kurtulmasın; gerçekte hepsi namussuz olduğuna göre, ne ak saçlı yaşlılara, ne çoluk çocuk sahibi kadınlara, ne de gencecik kızlara acısın. Hatta bebekleri bile esirgemesin; çünkü yavrulan büyüyecekler, günün birinde Alcibiades’in gırtlağını kesmeye yelteneceklerdir. Bu ıssız mağarada altın görünce şaşıran Alcibiades’e, Timon bu amaçla, yani bütün kendi yaksın yıksın, Atinalıları kılıçtan geçirsin diye avuç dolusu para verir. Eskiden Timon, sırf sevgisini göstermek için çevresine altın saçardı. Ama bundan böyle, sırf kinini göstermek için sağa sola altın saçacaktır. İleride göreceğimiz gibi, tamamıyla dengeli bir insan olan Alcibiades, altınları alır; ama Timon’un korkunç öğütlerine kulak asmayacağını da açıkça bildirir.

 

Bu sahnenin en ilginç yönlerinden biri, esas tema’sı şehvet değil de, nankörlük olan bir tragedyada, Timon’un tıpkı Lear gibi, müthiş bir tiksinti duyarak, ama Lear’den çok daha ileri giderek, cinsel konular üstünde uzun uzun duruşudur. Alcibiades mağaraya iki fahişe ile gelince, Timon, cinsel ilişkilere karşı bu korkunç çıkışı yapmak fırsatını bulur. Zaten Atinalı Timon’da kadın olarak yalnız bu iki sokak kadınının bulunması, ayrıca garip bir özelliğidir bu tragedyanın. Çünkü, bilindiği gibi, Shakespeare’in tüm oyunlarında kadınlar, son derece önemli, hatta bazen erkeklerden üstündürler - o kadar ki, bir eleştirici, haklı olarak, Shakespeare’de “gynecolatry” olduğunu, yani, kadınlara taptığını ileri sürmüştür.

 

Oysa Timon, Alcibiades’in yanındaki kadınları görür görmez çatmaya başlar onlara: Melek görünüşlü bu güzel yaratıklar, Alcibiades’in kılıcından çok daha zararlıdır dünyaya. İffetli geçinen bâkireler bile, sokak kadınları kadar namussuzdurlar aslında. Süt gibi beyaz memelerinin uçları, elbiselerinin arasından sanki uzanır, erkeklerin gözlerini oyar. Phrynia ile Timandra ise, düpedüz birer ******dur; ve Timon her zaman öyle kalmalarını, kendilerini sevmeden, sırf pis bir şehvetle kullanan erkeklere iğrenç illetler vermelerini; gül yanaklı delikanlılara frengi aşılamalarını istiyordur. Timon, sırf bu amaçla, “Uzattın eteklerinizi, kahpeler!” diyerek, kucak dolusu altın bağışlar Phrynia ile Timandra’ya. Bol bol paraları olsun da, ölülerin başında kesilmiş saçlarla perukalar yapsınlar frengiden saçı dökülen kafalarına; kırışıklarını örtmek için yüzlerini öylesine boyasınlar ki, suratlarına atlar işese bile çıkmasın bu boyalar. Sonra erkeklerin başına bela kesilsinler, iliklerine kadar çürütsünler onları. Aşıladıkları pis hastalıklar yüzünden kanun adamlarının sesi kısılsın, hak hukuk lafı edemesinler yalancıktan; cüzam gibi beyaz lekeler kaplasın şehveti sözde ayıplayan şehvet düşkünü rahiplerin bedenlerini; burunları dökülsün, yüzleri yamyassı olsun hep kendi çıkarını düşünen bencil adamların; kıvırcık saçlı kabadayıların kafaları damdazlak olsun; savaşta yaralanmayıp çalım satanlar bu ******lardan acı çeksinler; bütün erkeklerin öylesine canını çıkarsınlar ki, artık hiçbiri bir kadınla ilişki kuramaz hale gelsin. Erkekleri iyice kahrettikten sonra, bu ******lar da kahronsunlar, gebersinler bir hendeğin içinde.

 

Alcibiades ile yanındaki kadınlar gittikten sonra, Timon yiyecek bir kök parçası bulabilmek için toprağı kazmaya koyulur gene. Bu arada, “hepimizin anası” dediği bereketli toprağın rahminde insan soyunun tükenmesi, toprağın nankör insanlar doğuracağı yerde, kaplanlar, kurtlar, ayılar, ejderhalar doğurması için dua eder. Ne çare ki, nefret ettiği şu insanlar bir türlü bırakmıyorlardır Timon’un peşini. Çünkü Timon, aradığı kökü bulduğu sırada Apemantus sahneye girer ve küfürleriyle karşılanır.

 

Timon, kendisini taklide kalkıyor, onun davranışlarına özeniyor diye söylentiler yayıldığı için, Apemantus, durumu kendi gözleriyle görmek amacıyla bu mağaraya geldiğini bildirir. Ama Apemantus’a kalırsa, Timon’un insan düşmanlığı, kendi insan düşmanlığı gibi gerçek değildir; talihinin değişmesinden doğan pısırık bir bunaltı, bir hastalıktır sadece. Timon’un talihinin gene döndüğünden, altın bulduğundan haberi olmayan Apemantus, insanlardan nefret eden bir filozofun tutumunu, yani kendi tutumunu, Timon’a yakıştıramadığı için, dalkavukluğu meslek edinmesini öğütlemek ister yoksul sandığı adama. Elinde bir kürek, bu ıssız yerlerde ne diye toprağı kazar Timon? Nedir bu perişan kılığı, bu mutsuz halleri? Eskiden kendisini sömürenler halâ ipekliler giyiyor, şaraplar içiyor, yumuşacık yataklarda keyfediyor,Timon’un varlığını bile unutuyorlar. Şimdi Timon da onları sömürsün, kendisini batıranların sırtından geçimini sağlamaya baksın. Bugüne dek Timon’a karşı nasıl davrandılarsa, Timon da o aşağılık herifle öyle davransın. Ve vazgeçsin Apelantus’a benzemeye yeltenmekten. Timon, “Sen gibi olsaydım yokederdim kendimi!” deyince, Apemantus, Timon’un kendisini nasıl olsa yok ettiğini, şimdiye dek bir deli, şimdi de bir aptal gibi yaşadığını; ama, gene de Timon’un bu halini eski halinden daha fazla sevdiğini söyler. Ve o zaman, Apemantus’un insanca bir yönü olduğunu anlarız; çünkü, Timon’un belirttiği gibi, zenginken kendisine yaranmaya çalışan bu adam, bu düşük halinde dalkavukluk etmeye kalkıyordur ona. Ama Timon, artık hiç kimseden ilgi istemediği için, Apemantus’u tekrar kovar. Apemantus da gene çatmaya başlar Timon’a: Sırf onun damarına basmak için buralara geldiğini; Timon’un zavallının bir iolduğunu, meteliksiz kalmasa, gene saraylarda yaşayacağını söyler. Timon da buna karşılık Apemantus’u suçlar. Çünkü Apemantus, kendisinden farklı olarak doğduğundan beri yoksuldur; bunca zaman Timon’un yüzüne gülen talih, bir tek gün kollarını açmamıştır ona, ancak bir köpek gibi beslemiştir onu. İnsanlar, Timon’a yaptıkları gibi, önce üstünde titreyip, dalkavukluk edip, sonra haince tepmemişlerdir onu; Timon gibi, iyiliğe karşılık nankörlük görmemiştir herkesten. Bu yüzden Apemantus’un hakkı yoktur insanlardan nefret etmeye.

 

Timon, bunları söyledikten sonra, Apemantus’un Atina’ya dönmesini, kendisini rahat bırakmasını ister. Bulduğu hazineyi de gösterir ona. Ama Apemantus’un bu altınlara tepkisi, mağaraya gelenlerin tepkisinden bambaşkadır. En küçük bir ilgi duymaz altınlara karşı. Paranın burada işe yaramayacağını söylemekle yetinir yalnız. Timon’un geceleri nerede yattığını öğrenmek çok daha fazla merakını uyandırır Apemantus’un. Timon, Apemantus’a ikide birde hareket etmekle beraber, gene ed konuşur onunla; çünkü, hor gördüğ übu adamla ortak bir tutkuları vardır artık. Birbirlerini kötüleyip dururlar, ama her ikisi de aynı şiddetle nefret ederler insanlardan. Timon: “Elinden gelse dünyayı ne yapardın?” diye sorunca, Apemantus, insanlardan kurtulmak için dünyayı hayvanlara teslim edeceğini, kendisi de hayvanlarla kaynaşacağını söyler. Ama her canlı yaratıktan tiksinen Timon’a göre, insanlar arasında barış ve sevgi olmadığı gibi, hayvanlar arasında da yoktur; onlar da kıyasıya birbirlerine eziyet ediyorlar, yiyorlardır birbirlerini.

 

Timon ile Apemantus’un bu uzun konuşması, sonunda en korkunç küfürler ve lânetlerle biter. Hatta Timon, yalnız lafla da kalmaz; taşları kaptığı gibi Apemantus’un üstüne atar onu başından savmak için.

 

Başlıca konusu insan düşmanlığı olan bu tragedyada, o olumsuz tutumu pek olumlu değer sayan ve birbirlerine layık görmeyen bu iki insanın karşılaştıkları sahne, Timon’un mizantropluğu ile Apemantus’un mizantropluğu arasındaki farkları göstermek bakımından ayrıca ilgi çekicidir.

 

Önceden belirttiğimiz gibi, oyunun başlangıcında, Timon ile Apemantus’un psikolojik yapıları ve davranışları arasında tam bir karşıtlık vardır. Timon, herkesi seviyor, herkese inanıyor, herkese verebildiği kadar veriyordur. Apemantus, hiç kimseyi sevmiyor, hiç kimseye inanmıyor, herkesin ya ahlaksız ya da aptal yönlerini görüyordur sadece. Şimdi ise Timon, birdenbire değişmiş, eskiden candan ayıpladığı Apemantus’a benzemiş, hatta tutumu onunkinden daha da aşırı olmuştur. Ama gene de bu iki kişi birbirlerinden ayrıdırlar. Doğuştan sevgiden yoksun, doğuştan kötü niyetli olan Apemantus, insan düşmanlığını bir felsefe olarak benimsemiştir; mizantropluk ve siniklik onun mesleği, bir bakıma keyfidir. İnsanlara kin beslerken zerre kadar acı çekmediğini, bir çeşit haz bile duyduğunu sezeriz. Tam bir yabancılaşma içinde, iyiliğe de kötülüğe de aslında kayıtsız oludğu için, Apemantus’un insan düşmanlığında trajik bir nitelik de yoktur. Timon ise, doğuştan iyi niyetli, doğuştan sevgiyle dolu bir insandır. Sırf çevresinin korkunç nankörlüğü yüzünden herkesten kopmuştur. Alınyazısının, onu zorla insan düşmanlığına sürükleyişi, Timon için acıların en büyüğüdür. Hatta Timon’un acıları öylesine derin, öylesine dayanılmazdır ki, Apemantus biraz uzaklaşır uzaklaşmaz, kendi kendine mırıldandıklarından ölmeye kararlı olduğunu anlarız.

 

Timon, bulduğu altına ve altına taptıkları için canavarlaşan insanlara lânetler yağdırmaya devam ederken, Apemantus’dan kurtulduğunu sandığı sırada, sanki insanlar inadına onun peşini bırakmıyorlarmış gibi, üç kişi daha gelir mağaraya. Timon’un gizli hazineleri olduğunu duyan üç eşkiyadır bunlar. Ama eşkiyaların onu soymasına hacet kalmaz. Timon, kendiliğinden avuç avuç altın verir onlara. Bu adamları, insan oldukları için yerer, ama hırsızlıkla geçiniyorlar diye zerre kadar ayıplamaz. Çünkü Timon’a göre, herkes hırsızdır aslında; hiç olmazsa bunlar, namuslu görünmeye kalkmadan, açıkça yapıyorlardır yapacaklarını. Timon, eşkiyaları yüreklendirmek için, yalnız insan topluluklarının değil, bütün evrenin hırsızlık düzeni üstüne kurulduğunu anlatır onlara[2]: Güneş, çekim gücüyle koskoca denizlerin suyunu çalıyordur; ay, soluk ışığını güneşten aşıyordur; toprak dünyanın artıklarından ve pisliklerinden elde ettiği gübreyle besleniyordur, vb... Timon, eşkiyalara bol bol altın bağışlarken, Alcibiades’e verdiği öğütleri verir onlara da: Eşkiyalıklarını ustaa ve kıyasıya yapsınlar; sadece soymakla kalmasınlar, mallarıyla birliket canlarını da alsınlar herkesin; canavarca davransınlar; birbirlerini bile soysunlar; hepsi vurguncu olduğuna göre, karşılarına çıkan her insanın gırtlağını kessinler; Atina’ya gidip dükkânları talan etsinler. Ellerinde şimdi alt var diye, soygunculuktan vazgeçme kalkmasınlar sakın.

 

Üçüncü eşkiyanın dediği gibi, Timon’un öğütleri öylesine olumsuzdur ki, hırsızlığa zorlarken, nerdeyse bu işten soğutmuştur onları. Hatta ikinci eşkiya, daha ileri giderek, Timon’un söylediklerinin tam tersini yapacağını, bu işten vazgeçeceğini bildirir.

 

Timon’un garip davranışı karşısında şaşkına dönen eşkiyalar gittikten sonra, Timon’un altın bulduğundan haberi olmayan Flavius, yeryüzünde bütün varı yoğu olan beş on kuruşu cebine koyarak, mağaraya gelir. Evvelce de belirttiğimiz gibi, Timon’a hizmet edenler ve bilhassa bu dürüst kâhya, efendilerini yıkan o korkunç bencilliğin ve nankörlüğün dışında kalan tek insandır o korkunç bencilliğin ve nankörlüğün dışında kalan tek insanlardır bu tragedyada. Timon’un perişan halini görünce, yüreği sızlar Flavius’un. Ne olursa olsun, ömrünün sonuna dek ona hizmet etmek amacıyla, ağlaya ağlaya Timon’a yaklaşır. Flavius bir insan olduğu için, Timon, onu da istemez ilkin. Bu arada büyük bir haksızlık da eder; yanında hiçbir zaman dürüst bir kimse görmediğini, bütün beslediklerinin namussuz olduğunu ileri sürer. Ama Flavius’un eski efendisine sevgisi, bağlılığı, döktüğü acı gözyaşları o kadar candandır ki, Timon’un taş kesilen yüreğini bile yumuşatır. Bu koca dünyada bir tek insanın -yalnız birtekinsanın- namuslu olduğunu kabul etmek zorunda kalır. Flavius’un bu eşsiz iyiliği sayesinde, Timon ile insanlar arasında bir bağ kurulabilir, onun yeniden hayata dönmesi sağlanabilir belki de. Gelgelelim, delice bir kin, Timon’un bütün benliğini öylesine sarmıştır ki, Flavius’un su götürmez dürüstlüğü karşısında sevineceğine, nerdeyse üzülür.

 

Herkes gibi, eski efendisine kalleşçe davranıp, kendine yeni bir efendi bulmadığı için, kâhyasını aptal olmakla suçlar. Sonra gene kuşkulara kapılır. Flavius’un bu örnek davranışında gizli bir kurnazlık, özel çıkar olup olmadığını düşünür. Kâhyasının çok haklı olarak dediği gibi, eskiden çevresindeki dalkavukların ikiyüzlü olabileceklerini aklından bile geçirmeyen Timon, ancak iş işten geçtikten sonra öğrenebilmiştir insanlardan kuşkulanmasını.

 

Timon, bu kuşkuların boş olduğunu iyice anlayınca, kâhyasına altın verir, dünyada tek namuslu saydığı bu adamın zengin bir hayat sürmesini ister. Gelgelelim koştuğu şart, insanlara karşı beslediği kinin ne kadar marazi olduğunu gösterir gene de: Flavius, herkesten uzakta kuracak evini, insanlara düşman olacak; lânet edecek hepsine, hiçbirine acımayacak, bırakacak dilenciler bir deri bir kemik kalsınlar, insanlardan esirgediklerini köpeklere verecek, zindanlarda çürüseler de, ağır hasta, ölmek üzere olsalar da el uzatmayacak onlara.

 

Flavius, efendisinin yanında kalmak, onu biraz olsun avutmak için yalvarır. Ama Timon, küfredilmek istemiyorsa, bir an önce kaçmasını söyler kâhyasına: “Gözün insan görmesin, benim gözüm de bir daha görmesin seni!” diyerek, onu başından savar.

 

Beşinci perdenin ilk sahnesinde, oyunun başında gördüğümüz Şair ile Ressam, Timon’un gene zengin olduğunu, ahbaplarını denemek için iflas etti diye söylentiler yaydığını, önüne gelene altın dağıttığını duyarlar; onun yeniden dalkavuğu olmak için mağaraya gelirler. Timon’un acı acı alay ederek dediği gibi, altın öylesine yaman bir tanrıdır ki, domuz ahırlarından daha pis bir tapınakta bile, şu kahrolası insanlar ona tapmaya koşarlar.

 

Şair ile Ressam, timon ile karşılaşınca, şatafatlı sözlerle onu övmeye, nankör dostlarını yermeye başlarlar. Timon ise alaylarına devam eder bir süre; onların dürüstlüğüne inanmış gibi davranır ilkin. Sonra, öfkesi ağır basar, sanatçı geçinen bu iki rezil adamın bütün alçaklıklarını yüzlerine çarpar, sille tokat üstlerine saldırır, onları döve döve kovar yanından.

 

Mağaraya gelen son ziyaretçiler, Timon’un yeniden zengin olduğunu duyan Atinalıların elçi gönderdiği iki senatördür. Yanlarına aldıkları Flavius, efendisinin kendi dünyasına kapandığını, hiç kimseye hoş karşılamayacağını, bu çabaların boşuna olduğunu anlatmasına rağmen, Atinalılara söz verdiklerini ileri sürerek, direnirler, Timon ile konuşmak için. Onun psikolojik yapısını kendilerininki kadar basit sanan bu insanlar, yeni baştan talihi açıldığına göre, Timon’un eski haline döndüğünü ummaktadırlar.

 

Timon, bu yaşlı senatörleri, en korkunç lânetler, en ağır hakaretlerle karşılar. Vurdumduymaz senatörler, gene de bildirirler getirdikleri mesajı: Atina Senatosu, Timon’u sevgiyle selamlıyor, geçmişte nankörce davrandığı için özür diliyor, yurduna dönmesini candan diliyor, devlet işlerinde değerine layık, şerefli bir mevki vermek istiyordur ona.

 

Timon ilkin, Şair ile Ressam’a oynadığı oyunu oynar senatörlere de. Bu lütfun kendisini pek duygulandırdığını, gözlerinin yaşlarla dolduğunu söyler. Bunun üzerine yüz bulan senatörler, Timon’a başvurmalarının gerçek nedenini açıklarlar; kendi deyimleriyle, kudurmuş bir yabandomuzu gibi yurdunu yıkmaya hazırlanan Alcibiades’e karşı Timon’un desteğini almak isterler. O zaman Timon, vahşi bir kinle kıyasıya alay ederek, son mesajını gönderir Atinalılara: Yurdunu seviyordur; yurttaşlarının mahvolmalarına gönlü razı değildir. Eğer sevgili Atinalılar savaş korkusundan, Alcibiades’in şerrinden, hayatın çeşitli kaygılarından, sıkıntılarından, acılarından, tüm dertlerinden toptan kurtulmak istiyorlarsa, Timon bir çare bulmuştur bu felâketlere karşı; son bir iyilik yapacaktır dostlarına: Mağarasının yanında bir ağaç vardır. En büyüğünden en küçüğüne kadar, yurttaşlarının hepsi, hemen gelsinler buraya, o ağaca asıversinler kendilerini.

 

Yurttaşlarına son çare olarak ölümü öğütleyen Timon’un kendisinin de ölmeye karar verdiğin bir kez daha anlarız bu sahnede. Mezar taşına yazacaklarını bile düşünmüştür. Uzun ve işkenceli bir hastalık saydığı hayatı artık bitmek üzeredir. “Hiçlikte her şeyi bulacaktır.”

 

Bundan sonra Timon’u bir daha görmeyiz. Hayatına nasıl son verdiği bilinmez. Kendini öldürdü diye de bir laf yoktur. Sanki, onu kemiren korkunç kin öylesine yoğunlaşmıştır ki, ölmekten, kendiliğinden ölmekten başka çıkar yol kalmamıştır Timon için. Timon’un son sözlerini düşündüğümüz zaman, yalnız insanları değil, tüm evreni kapsayan bu olumsuz e yıkıcı kin içinde, Timon’un halâ bir tek şeyi, yüce bir ölümsüzlüğün sembolü olan denizi seviyor diye umutlanmak isteriz. Ama belki bu sevginin nedeni bile olumsuzdur. Çünkü, John Wain’in işaret ettiği gibi, denizin tuzlu suları, Timon’un kıyıdaki mezarını günde bir kez örtecek, üstünde canlı bir bitkinin yaşamasını önleyecektir. Böylece Timon, ölümünden sonra bile hayata karşı koyacaktır.

 

Tragedyanın sonunda, Alcibiades’in hikâyesi tekrar ele alınır ve bir sonuca bağlanır. Evvelce belirttiğimiz gibi, Timon ile genç arkadaşı Alcibiades, aşağı yukarı paralel bir durumdadırlar: Her ikisi de Atina’nın nankörlüğüyle karşılaşmış, her ikisi de yurtlarından uzaklaştırılmışlardır. Ama bu haksızlığa karşı davranışları bambaşkadır: Alcibiades, ölüme götüren kısır bir kin içinde bunalıp, sağa sola lânetler yağdırarak,tüm dünyaya yüz çevireceği yerde; yalnız kendi öcünü değil, biraz da Timon’un öcünü almak amacıyla yurdunu yönetenleri cezalandırmaya kararı erir. Tuttuğunu koparan cinsten olduğu için de, kısa bir süre içinde şehri ele geçirir. Surların üstünde korkudan titreşen senatörleri erkekçe suçlar. Bugüne dek hep kendi çıkarları uğruna dolaplar çevirdiklerini, yasaları kendi keyiflerine göre kullandıklarını, Alcibiades gibilerine eziyet ettiklerini söyler; ve bütün bu kötülüklere artık bir son vereceğini açıklar.

 

Gelgelelim Alcibiades, Timon’dan gene farklı olarak, sırasında savaşıp cezalandırmasını bildiği gibi, sırasında da bağışlayıp barışmasını bilen; duygularının değil, aklının buyruklarını dinleyen, ölçülü, dengeli bir insandır. Böylece senatörler, Timon’a alçakgönülle başvurduklarını açıklayıp, hepsinin suçlu olmadıklarını ileri sürerek, Alcibiades’den özür dileyince; kendi yurduna kıymaması için ona candan yalvarınca, Alcibiades insanca davranır. Ancak Timon’un düşmanlarıyla kendi düşmanlarını cezalandıracağına, öteki Atinalılara el sürmeyeceğine söz verir ve senatörlerle bir anlaşmaya varır.

 

Bunca çatışma ve bunca kinden sonra, Timon’un anayurdunda tam bir barış kurulduğu sırada, sahneye gelen bir asker, Timon’un öldüğü haberini verir.

 

Kendini tutamayıp ağlayan Alcibiades, sevgisini belirten son bir söz söyler “soylu Timon” üstüne: Timon hayattayken insan acılarından tiksinir, arkadaşının bu gözyaşlarını hor görürdü; ama artık engin okyanus sonsuza dek ağlayacaktır Timon’un mezarı üstünde.

 

Aslında güzel bir sözden başka bir şey değildir bu. Demek ki, Timon’u seven Alcibiades bile, onun için söyleyecek daha gerçek, daha özlü bir söz bulamamış; böyle şairane, ama boş bir söze başvurmak zorunda kalmıştır. Timon’un mezarı üstünde okyanusun ağlayıp ağlamayacağı şüphelidir. Ama şüphe götürmez bir şey varsa, o da, bu oyun gören ya da okuyanların, Timon’un ölümü üstüne ağlamadıklarıdır. Çünkü, Timon’un ölümü gerçek anlamda trajik değildir. Ne acıma duygusu uyandırır insanda, ne de korku. Böyle olunca “catharsis” denilen olumlu boşalma da gerçekleşmez. Atinalı Timon’un sonunda, insanoğlunun çektiği acıların yüceliği karşısında hayranlığı ve ölümün çözülmez sırrı karşısında dehşete kapılacağımız yerde, nerdeyse kayıtsızlığı andıran olumsuz bir havaya girer, “Timon için ölümden başka çare yoktu nasılsa; işte öldü,” deyip geçeriz. Oysa büyük tragedyaların başlıca özelliklerinden biri, kahramanın yıkılışı ve ölümü karşısında derin bir acıma ve heyecan duymamızdır.

 

Şimdi Timon’un korkunç alınyazısının genellikle bizde acıma ve heyecan uyandırmayışının nedenlerini inceleyelim. Bunu yapabilmemiz için de, Timon’un gerçek bir tragedya kahramanı olup olmadığı sorusunu çözümlememiz gerekir ilkin. Birkaç eleştiriciye göre, Timon, tam anlamıyla bir tragedya kahramanıdır. Ama birçok kimseler bu görüşü paylaşmazlar. Çünkü, Timon’u bir tragedya kahramanı sayabilemeleri için, her şeyden önce, onu bir insan olarak görebilmeleri gerekir. Oysa bu oyunda Timon, belirli karakteri olan bir insandan fazla, allegorik bir kavramdır; insan düşmanlığının, tüm evrene yönelen bir kinin sembolüdür. Çevresinin açgözlülüğünü, ikiyüzlülüğünü anlayınca, insanı insan yapan tüm kaynaklar sanki kuruyuvermiştir içinde. Kinden başka hiçbir şey duymuyordur. Ve bu kinin genel oluşu, belirli kimseleri hedef edeceğine, tüm yaratıkları, tüm dünyayı kapsaması, insan psikolojisinin gerçekleriyle hiçbir ilgisi olmayan bir duruma düşürmüştür Timon’u. Küfürlerinden, sille tokat saldırmalarından, Apemantus’u taş yağmuruna tutmalarından anlaşıldığı gibi, tragedya kahramanlarının işledikleri suçlar, hatta cinayetler ne olursa olsun, başlıca niteliklerinden biri sayılan haysiyet duygusundan bile yoksundur artık. İşte bu yüzden, O. J. Campbell’in de işaret ettiği gibi, Timon’dan korkmakla beraber, bir bakıma gülünç buluruz onu. Oysa, tragedya kahramanları, her şey olabilirler ama, gülünç olamazlar.

 

Timon’u gerçek bir tragedya kahramanı saymayışımızın başka bir nedeni de, benliğinde trajik bir çatışmanın en küçük bir izini bile taşımayışıdır. Sevgi ile kin, insanlara güven ile güvensizlik arasında bocalamaz. Tam bir sevgiden tam bir kine geçiverir bir anda.

 

Bir tragedya kahramanının bellibaşlı özelliklerinden yoksun oluşu bir yana, Timon’un yıkılışının bize gerçek bir acıma ve heyecan vermeyişinin başka nedenleri de vardır. Biraz önce belirttiğimiz gibi, tragedyanın sonunda Alcibiades, “soylu Timon” diye söz eder ölen arkadaşından. Oysa, Timon’un gerçek anlamda soylu olup olmadığı da bir tartışma konusudur. Gerçi Timon, cömert olmasına cömerttir; güneş tüm dünyaya ışığını nasıl saçarsa, o da hiç kimseyi ayırdetmeksizin paralarını ve zengin hediyelerini verir önüne çıkana. Ama onu sömüren dalkavukların iyiliğini övmelerine karşın, Timon tam anlamıyla iyi bir insan sayılmaz bize kalırsa. Çünkü, gerçekten iyi insanlar, hem dostlarını seçmesini bilirler, hem de Timon gibi yalnız para ve hediye, yalnız elle tutulur maddi şeyler vermezler çevrelerine. Anlayış, sevgi, sabır verirler her şeyden önce. Oysa, Timon’un tüm iyilikleri -dostlarını hapisten kurtarmaları, kendisine hizmet edenleri evlendirmeleri, sanatçıları korumaları- ancak ve ancak serveti sayesinde yapabildiği iyiliklerdir. Parasıyla değil de, sırasıyla sıkıntıya katlanarak, benliğinden bir şeyler vererek; sezgisiyle, yüreğiyle, sevecenliğiyle yaptığı bir iyiliği yoktur Timon’un. Zaten Timon, gerçekten ulu gönüllü ve erdemli olsaydı, yoksulken de, insanların nankörlüğüyle karşılaştıktan sonra da öyle kalırdı. Ona kötülük edildi diye, tamamıyla değişip bambaşka bir insan olmazdı, tüm ahlak değerlerini ayak altına almazdı, delice bir kin içinde bunalmazdı.

 

Timon’un bu aşırı cömertliğinde, özentinin, gösterişin de büyük payı vardır. Sanki başkalarından fazla kendi keyfini düşünür, başkalarından fazla kendini memnun etmek ister etrafa para dağıtırken. Çevresindekilerin ona hayranlık duymalarını diler bilinçli ya da bilinçsiz olarak. Onlara altın bağışlayıp, sevgilerini elde edeceğini sanır. Oysa, sahte dostları, Timon’a sevgi duymayıp, sadece dalkavukluk etmektedirler. Ne çare ki, Apemantus’un da dediği gibi, Timon akılsız olduğu için, bunu anlayacak durumda değildir. İşte bu yüzden, oyunun ilk yarısında, kendini sömürenlerin elinde kıskıvrak bağlanmış bir kurbandır. Oyunun ikinci yarısında ise, ölçüsüz bir sevgiden ölçüsüz bir kine geçip, onların başına cellat kesilmek isteyince, başarısızlığa uğrar, onları değil de kendini yıkar ancak. Timon’un en belirli kusuru, hiçbir zaman insanlığın sınırlarına sığmayışı, hiçbir zaman tam bir insan olmayışıdır. Zenginken bir tanrı gibi insaüstü bir tutumu benimsemiş; yoksulken de, duyduğu kinin aşırılığı, onu insanlığın dışına itmiştir.

 

Bundan başka şunu da unutmamalı ki, Timon’u bu yoksul duruma düşüren, ne kaderin haince bir oyunu, ne de çevresindekilerin kötülüğüdür. Varını yoğunu çarçur eden başkaları değil, yalnız kendisidir. Ama tüm dünyayı suçlayan Timon’un kendi kendisi biraz olsun suçlamak aklından bile geçmez. İşte bu yüzden Timon’un felâket günlerindeki tutumunu, soylu bir insanın haklı küskünlüğü değil de, akıldışı bir öfke sayarız. Ve nankör dalkavuklarını ayıpladığımız kadar, Timon’u da ayıplarız. Timon’u ayıplamamız ise, ona acımamızı engeller ister istemez. Böylece Shakespeare’in bütün tragedya kahramanlarına yakınlık duyan bizler, sonsuz bocalamalarına karşın Hamlet’i, zaaflarına kurban olmasına karşın Antonius’u, sevdiği suçsuz kadına kıymasına karşın Othello’yu, oyunun başlangıcında şımarık ve çocukça davranışlarına karşın Kral Lear’i, hatta işlediği cinayetlere karşın Macbeth’i bile seven bizler, Timon’a candan bir yakınlık duymayız. Evvelce de söylediğimiz gibi, bunun başlıca nedeni, Timon’un bize gerçekler içinde yaşayan gerçek bir insan hissini vermeyişidir. Timon, debdebeli hayatını sürerken de, dünyadan uzak mağarasına çekildiği zaman da, ne kendi gerçektir, ne de gerçekleri görür. Çünkü gerçekleri görenler yeryüzünde iyiliğin de, kötülüğün de varlığını, olumlu ve olumsuz güçler arasında sonsuz bir çatışma olduğunu bilirler. Timon ise, zenginken kötülüğün varlığından -çevresinde o kadar çok kötüler olduğu halde- haberi yoktur; kötülüğün kurbanı olduktan sonra da, iyiliğin var olabileceğine aklı ermez. Böylece akılsızca yaşar; her şeyi yitirdikten sonra da “bütün” insanların kötü oldukları sonucuna varır. Gerçeklerden böylesine uzak bir inancı paylaşmamızın ise yolu yoktur. Belki de Shakespeare, Atinalı Timon’un esas teması olan bu düşünceyi savunmanın ne derece imkânsız oludğunu anlamış; ve bu yüzden oyuna fazla emek vermekten vazgeçmiş; onu tamamlamadan bırakmıştır.

 

Timon bir tragedya tahramanı değil derken, tam ne düşündüğümüzün iyice açıklanması için en iyi yol, onu gerçek bir tragedya kahramanı olan Kral Lear ile karşılaştırmaktır. İncelememizin ta başlangıcında belirttiğimiz gibi, aynı sıralarda yazılan bu iki oyun arasında göze çarpan bir benzerlik vardır. O kadar ki, Dover Wilson, çok doğru olarak, “Kral Lear’ın ölü doğan ikiz kardeşi” diye tanımlamıştır Atinalı Timon’u. Her iki tragedyada da ana tema, nankörlüktür. Düşünmeden rahat bir hayat süren, çevrelerindekilerin öz değerini ölçüp biçmesini bilmeyen, kolayca duygularına kapılan, kuşkusuz ve çocuksu iki yaşlı adamın, ansızın korkunç bir nankörlük olayı ile karşı karşıya gelmeleri ve bu yüzden çektikleri acılar. Lear ile Timon’un durumları tıpkı birbirine benzer ilk bakışta.

 

Aslında, Lear’in karşısına çıkan nankörlük, Timon’un karşısına çıkandan çok daha zalim olduğu gibi, çektiği acılar da elbette çok daha derindir. Çünkü Timon’a yüz çevirenler, aslında yakın arkadaşları bile sayılmazlar onun. Timon, onlar ayıllar yılı emek değil, sevgi değil, yalnız paralar, hediyeler, ziyafetler vermiş; yani altınla kolayca sağlanan maddi şeyler vermiştir. Oysa Kral Lear’e nankörlük edenler, ne yaparlarsa yapsınlar, gene de bütün yüreğiyle sevdiği, lanetlerine rağmen ömrünün sonuna dek seveceği, etinden kanından kopmuş öz kızlarıdır. Timon, dalkavukların her zaman ve her toplumda görülen olağan nankörlükle -çocukların, babalarına nankörlüğü ile- karşılamıştır. Timon yalnız parasını ve sahte dostlarına akılsızca güvenini yitirmiş; Lear ise, yalnız tahtını ve servetini değil, yeryüzünde her şeyini yitirmiş; Lear ise, yalnız tahtını ve servetini değil, yeryüzünde her şeyini yitirmiş, can evinden vurulmuştur.

 

Demek ki, ihtiyar Lear’in başına gelen felâket, Timon’unkinden bin beterdir aslında. Ama gerçek bir tragedya kahramanı olan Lear, tüm insanlara yönelen kıyasıya bir kin içine batıp yok olmaz Timon gibi. Bir süre için delirecek denli acı çeker.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...