Jump to content

Vüs'at O.Bener


pithc

Önerilen Mesajlar

Vüs`at O. Bener

 

 

http://img220.imageshack.us/img220/6843/vb1in9.jpg

Hayatı

 

Tam adı, Vüs'at Orhan Bener. 1922'de Samsun’da doğdu. İlk, orta öğrenimini Anadolu’nun çeşitli kentlerinde tamamladı. 1941'de Harbiye Mektebi'ni, 1957'de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi.

Ticaret Bakanlığı'nda raportör, Karayolları Genel Müdürlüğü'nde hukuk müşaviri olarak çalıştı. Ayşe Bener`le evlendi. Bir sendikanın danışmanlığını yürüttü. Emekliye ayrılıp yazarlıkla geçindi.

1950'de New York Herald Tribune gazetesi ile Yeni İstanbul gazetesinin birlikte düzenlediği öykü yarışmasında "Dost" isimli öyküsüyle üçüncülük kazandı. Bu başarı tanınmasını sağladı. Seçilmiş Hikayeler, Varlık, Yeditepe dergilerinde yayınlanan şiir ve öyküleriyle dikkat çekti.

31 Mayıs 2005`te yaşamını yitirdi.

 

http://img132.imageshack.us/img132/8322/vb3ug6.jpg

 

Eserlerinin Özellikleri

 

1950 kuşağı Türk öykücülerinden olan Vüs'at O. Bener, eserleri içinde daha çok özyaşamöyküsel nitelik taşıyan öyküleriyle bilinir. Bener, ham gerçekliği edebi bir temele oturtarak ele aldı. Gündelik olaylarla, bilinçaltında birikmiş yaşam parçalarını birleştirdi. Sürekli yeni anlatım biçimleri arayan yazar, bu yönüyle zaman zaman şematizme düşmekle, dış gerçekleri yanlış yerlere koymakla, hatta bozmakla eleştirildi. Bener'in eserlerinde ölüm izleği önemli bir yer tutar. Bunda yazarın genç yaşta doğum sırasında kaybettiği ilk eşi ve doğumdan sonra yaşatılamayan çocuğunun da etkisi vardır. Bu evlilikten sonra tekrar başından evlilikler geçmesine rağmen Vüs'at O. Bener'in çocuğu olmadı. Okurdan çaba isteyen, ayrıksı bir dili olan Bener'in kişilerinin gündelik hayatın ikiyüzlülüklerini dışavuran bilinçakışlarını, Virgül dergisindeki yazısında, Orhan Koçak "iç konferans tekniği" olarak adlandırmıştır. Öykülerinin yanısıra Vüs'at O. Bener'in şiirleri, kısa dizelerden oluşan, esprili, ironik ve şaşırtıcıdır.

 

 

 

http://img220.imageshack.us/img220/1751/vb4lm6.jpg

Ödülleri

Manzumeler'inden seçmeler ...

 

HÜZÜN

Soluyan yapraktır hüzün

Eline doğan

Söner pırıltısı Venüsİün

SİTEM

Nur içinde yat anacığım

Mecbur muydun beni doğurmaya

Bir daha yapma

 

ÖLÜM

Ölüm süzmüş gözlerini

Testi yazıtlarında sözü geçmez

Uzun fısıldadığı sen değildin hiç

Geceye yineler ak doğumları

APTAL ÇOĞALMALARA

Yanağından aldığım öpücük

Ölüme vereceğim rüşvet içindir

Kayalardan geri dönen köpük

Kahkahası patlayan denize inattır

 

Gece ağarken sırtından dağların

Baykuş gözleri parıldaktır şaşmaya

Yakamoz delişmeni içi gümüş ağların

Aymaz tuzaklarıdır kudurgan doğaya

 

Beklentide volkanlardan fışkıran lâv

Zaten isyanı değil midir aptal çoğalmalara

 

 

SES

"R. Alberti" için

Sesim susarsa

Beni kurşuna dizin

Ses ne olsa

 

Garson

"Cemal Süreya" için

Bu garson

Yüzdesini almıyor mu

Niye üstü kalsın

 

Vüsat O. Bener İle Söyleşi

"Bir Duyarlı Adam Geldi Geçti Derseniz, Ona Sevineceğim."

 

Ayşegül Yüksel: Metinlerden yola çıkıp bayağı karıştırdım. Bir yandan büyük bir sıkılganlık, kendini çok mütevazı görme yaklaşımı, ki gerçeğin ta kendisi, ama belirli noktalarda da -gene metinler- den çıkardığım- kendini ayrı bir yere koyma özelliği. Vüs'at Bener'in en temel özelliklerinden biri gibi geliyor bana, edebiyat insanı olarak.

Bener: Evet, yani boyumdan büyük işler yapıyorum, değil mi? İpin Ucu'nda çok vardı. Siz onu gayet güzel bir şekilde çözümlemiştiniz kitapta, hem dille ilgili olarak, hem ayrıntılara indiğiniz zaman. Var, o tarafıma katılıyorum. İpin Ucu'nun serüveni önemli. Korktum resmen, yazmışsınız, üstelik Abdi İpekçi ödülü, ama sıkıyönetim zamanı, yayımlayalım mı yayımlamayalım mı? Başım derde girebilir, diyorum. İpin Ucu 1000 nüsha basıldıydı sanıyorum, piyasada yok. İyi, temiz, yanlışsız basıldı ama, epey uğraştırdı beni. Alçakgönüllülük sorunuyla, onun yanında sinsilik. Var sinsiliğim, kabul ediyorum, sinsice sokuşturmam var, doğrudur.

Güven Turan: Benim izlediğim, daha çok ilk hikâyelerde, ironiyle yaklaşmak meseleye. Yani işin tam sertleşeceği ya da ağırlaşacağı noktada bir ironiyle çevirmek ve daha yumuşak almak meseleyi. Bu tür bir ironi yaklaşımı çok ender görünür bizim edebiyatımızda. Siz, bir dönüşle geçiştiriyorsunuz ironiyi; ama ironi yerine oturuyor orada, keskinleşiyor. Bu ironik yaklaşımı biraz açar mısınız?

Bener: Bir ortama girdiğim zaman, sorunun aşırı ölçüde ciddi boyutlara gittiğini gördüğümde bir sonuç alınmadığını hep gözlemlemişimdir. Öyle olunca işe bir esprinin girmesinin, ya da o ortamın zayıf noktası olan bir şeyi yakalayıp ortaya dökmenizin insanlar arasındaki ilişkileri daha yumuşattığı izlenimine kapılmışımdır hep. Sanırım o sizin özellik olarak söylemek istediğiniz şey, ironi hemen hemen her öykümde gösterir kendisini. Böylece yaşamın trajik yönünü ortaya çıkarmakta ayrı bir öğe olarak sanırım oldukça başarılı bir şekilde kullanılmıştır.

Levent Kavas: Biraz önce Ayşegül Hanım'ın söylediği bir şeyle de ilgisi var belki. Bir yandan alçakgönüllülük, bir yandan bir yüklenme, "ben" demek. Ama bunu "ben" diye konuşan anlatı kişileri açısından söyleyeceğim. Şimdi Siyah Beyaz'a da baktım. Orada bu işin ucu tasannuya kadar varıyor. İroniyle tasannu arasında bir gerilim varmış gibi görünüyor bütün yazdıklarınızda. Son dönemde iyice öne çıkmış bu.

Bener: Şimdi tabii tasannuya ne anlam yüklediğinize bağlı biraz bu. Yani süslemeci bir sanat olarak mı alıyorsunuz, yoksa yapmacık yaklaşım olarak mı, yoksa daha başka bir biçimde mi? Gerilim demiştiniz, ikisi arasında bir denge kurmak olarak mı alıyorsunuz? Sanıyorum ben süslemeci ve biçemden olabildiğince kaçınmışımdır. Onu pek bulamazsınız. Ama buna karşılık daha saf ve sade bir kullanımla tasannu yapılabilir, belki çelişkili olacak ama, sevgili Ayşegül Yüksel'in söylediği gibi, taşı daha taş, dili daha dil yapmak için. Bu surede dil daha saf, daha etkili bir biçime giriyor. Hep kısaltmalara önem vermişimdir, en ufak bit fazlalık gözüme ilişmiştir. Bu benim titizliğimle bağlantılı. Simetri hastalığım var her şeyden önce. Daha kalemimin ucunu açarken filan. Hiçbir zaman teknik bir araçla çalışamadım bugüne kadar. Bir de benim sıcak ilişki kurmam gerekiyor o kalemle, bir sıcak duygulanım olmalı; çoğunda kavga ediyoruz birbirimizle. Sorduğunuz şeye bir başka açıdan yaklaşmış oldum sanıyorum, tasannu ile ironi arasındaki bağ, gerilim. İroni ne oluyor? İçerik ağırlığı yalnızca okur için değil, benim için de sıkıntı vermeye başlıyor, anlattığım şeyler zaten kara anlatımlar. Öyle olduğu için araya böyle bir öğenin girmesi trajediden komediye, komediden trajediye bir akım kurabilme olanağını sağlamış oluyor galiba.

Güven Turan: Kurşunkalemle ya da tükenmezle yazdığınızdan söz ediyorsunuz. Okurun en çok ilgi duyduğu konulardan biri de -sık sık bu soruyla karşılaşırsınız- nasıl yazarsınız? Bir öyküye nasıl başlarsınız? Yazma alışkanlıklarınız nelerdir? Öykü ya da roman nasıl başlar, gelişir, nasıl sürer?

Bener: Şöyle söyleyeyim, ben profesyonel yazar atmosferine hiçbir zaman girmedim. Nasıl oluyor bu? Örneğin söylediklerine göre profesyonel bir Amerikalı yazarın bir bürosu var, sekreteryası var. Bir konu üzerinde önce bir irdeleme yapılıyor, bilgiler taşınıyor kendisine, sonra bir roman kurgusu gelişiyor. Saygı duyulur, belki de böyle çalışmak gerek. Bizde de galiba Orhan Pamuk yapıyor bunu ve birkaç yazarımız daha. Bende öyle bir şey yok. Benim en çok güvendiğim şey kendi belleğimin oyunları, beni zorlaması, kendi iç yapımın beni rahatsız etmesi. Uzun yıllar geçiyor, onu aslında sürekli taşıyorum, kıvranıyorum, bunu bir gün birilerine, hiç değilse anlatayım diyorum. Yazıyla olmasa bile bir dost çevresinde. Konuşmayı da seviyorum, gevezeyim biraz. Öyle olduğu için, anılardan yola çıkarak ben bunu bir aktarayım diyorum. Rahatlama ihtiyacından doğuyor, bir konu, bir izlenim geliyor bana, onu ben bir türlü kaleme dökemiyorum. Beğenemiyorum çünkü, böyle anlatılmamalıydı diyorum. Kabul edersiniz ki bu bütün sanat dallarında var. Sizi hemen doğrudan doğruya sarmıyor, yahut başka bir yana götürüp bırakıyor, başka türlü bir biçim aramanızı gerektiriyor. Böyle olduğu için, dediğiniz gibi bir alışkanlık da yok. Durup dururken bakıyorsunuz, gecenin bir yarısı bir cümle yakalayabilmişsem yürüyor, gidiyor. Arkası gelebiliyor, bazen de gelmiyor. Bakıyorsunuz, çok çarpıcı olacağını sandığınız bir şey o kadar sönükleşiyor ki, elinizde hiçbir şey kalmıyor. "Ben bunu bir tarafa bırakayım," diyorsunuz, "belki ileride bir gün değişime uğrarsa.." "Belki ilerde"ler her zaman benim için önemli olmuştur ve sanıyorum ortaya koyduklarım hiçbir zaman güvenerek "evet buydu" dediğim şeyler değil. Hep bitmemişlikler taşır kendi içerisinde.

Güven Turan: Yani çok belirgin bir yazma alışkanlığınız yok.

Bener:Evet öyle bir şey yok, öylesi güzel, öyle bir tutuma saygı duyarım. Öyle çalışanlara bir diyeceğim yok. Gayet disiplinli. Ters orantılı oluyor ama, yapı olarak; bir de asker kökenliyim ya benim birtakım alışkanlıklarım varsa da bunlar hep somut durumlara karşı kullandığım şeyler. Ne bileyim sabah kalktığımda yatağımı mutlaka düzeltilmiş bırakırım, öyle alıştırılmışım. Aile içerisinde yapı da değişik bizde, üç kardeşiz, üç kardeşin yapılan değişik. Ben rahatsız edici bir tipim onların yanında. Bu kadar yıl geçmiş, hâlâ rahatsız olurlar, "Acaba Vüs'at Abi buna ne der?". Hiç istemediğim halde onları üzmüş olabilirim. Neye başvuracağım, hangi sözlüğe. Özellikle sözlükle boğuşmalarım; aman Allahım, bu keçileri kaçırmak kadar ileri boyuttadır! Oysa dağarcığım epeyce zengin sayılır. Buna karşılık bir şeyden kuşkulandım mı mutlaka sözlük açılacak, onun bütün çeşitlemelerine bakılacak, bu o anlamda mı yoksa şu anlamda mı kullanılır? Hastalık derecesinde bir şey. Bu tabii çevreme de yansıyor, kendimi de bir hayli yormuş ve üzmüş oluyorum.

 

Özen Yula: "Düz yaşantım" diye bahsettiğiniz bir yaşam kesiti var. Gayet hoş geçmiş bir yaşam kesiti. Fakat sizin yaşantınızla ilgili gerçek anlamda çok fazla bilgi elde edemiyoruz. Çeşitli kaynaklarda sadece döküm olarak hukuku bitirdiğiniz, asker kökenli olduğunuz yazılıyor. Sizin ağzınızdan bir yaşamöykünüzü dinlemek isterdim.

Bener: Belki gizem merakı diyeceğim. Kendimle ilgili bir gizem yaratmak, bir sisler içinde kalmak. Yani hep böyle geride kalmak gibi kaygılar taşımışımdır. Onun için özyaşamla ilgili Behçet Necatigil'in açıkladığı kadarını bilsinler yeter demişimdir. Türkiye'de şöyle bir araştıracak olursanız epeyce asker kökenli yazar var. Ben başlangıçta bunu kullanmamıştım, sonra öfkelendim kendime. Böyle bir şeyden geçmişim, böyle bir deneyim de kazanmışım ayrıca, bu ne övünülecek, ne yerilecek bir şey. Bu bir gerçek, neden açıklamayayım!

Ayşegül Yüksel:Ben bir şey ekleyebilir miyim? Mesela Mina Hanım'ın söyleşisinde de gördük, pek çok yazardan da biliyoruz. Kimi insanlar dört duvarı kitaplıklı evlere doğuyorlar. Ve hazıra konarak yazar kimliklerini, birikimlerini oluşturuyorlar. Mesela sizin nasıl bir ortamdan geldiğinizi bilmiyoruz. Bu yaşam akışının bir parçası oluyor, nasıl o aşamalara gelindi?

 

Güven Turan: Sözlük hazırlayan bir öğretmen baba var. Mesela bunlar dikkat çekici şeyler.

Bener:Evet, bunlar ortamı hazırlayan olgular. Kısa kısa değinelim. Şimdi bakın güzel bir nokta yakalanmış, sözlük hazırlayan bir baba. İşsiz kaldığı zaman, başka bir şey yapmıyor da, Fransızca- Türkçe sözlük hazırlıyor. Anne, yabancı okuldan geliyor, okumaya çok düşkün, çocuklarına Türkçeye çevrilmiş, özellikle Fransız Edebiyatının belli başlı kitaplarını okuyor, biz daha ilkokulda, ortaokuldayken. Öyle olduğu için evin içerisinde eleştirel bir hava var. Her zaman Osmanlıcadan Türkçeye geçiş sorunları gündemdedir. Örneğin babamın öz Türkçe üzerine çok çalışmaları oldu, amcamın da öyle. Amcam Cemil Sena'nın hazırladığı felsefe sözlüğü var. Yani sözlüklerle, dille boğuşan bir aile ortamı sanıyorum bizi de kendi aramızda sürekli tartışmaya hazırlamıştır. Dille çok boğuşmuşuzdur. Belki yazarlıktan önce, bizi yazarlığa özendiren ortamın böyle bir ortam olduğunu söyleyebilirim. Onun dışında bir de şu var: Kitaplarla dolu bir mekanda olmama imkan yoktu. Daha çok hukuk fakültesinden sonra, hukuk müşavirliği yaptığım dönemde dil yeteneklerimi, becerilerimi Danıştay'da dava dilekçeleri yazımına döktüm. Bu şekilde uzun uzadıya çalışmalarım olmuştur. O nedenle deneyimler çok önemli, özellikle Ankara'ya geldikten sonra çevre çok önem kazandı. Tanıştıklarım arasında İlhan Berk, Turgut Uyar, Hüseyin Cöntürk, Cevdet Kudret ve başkaları vardı, Cevdet Kudret'in evinde on beş günde bir toplantılar düzenlenirdi. Erhan Bener'in grubu, onlar da edebiyata çok düşkün. Onların ağabeyleri durumundayım. Benim eğilimim daha çok iğneleme, o yanlış, bu değil. Daha çok bir eleştirmen havasındayım. 1950'lerde ilk öykümü yazıyorum, ama nasıl? "Sadece söylemek yetmez, bir öykü de sen yaz görelim". Ve bir yarışma düzenleniyor, New York Herald Tribune ve Yeni İstanbul gazeteleri ortaklaşa düzenliyorlar, Dünya Öykü yarışması. "Dost" öyküsü oraya gönderildi. On beş günde yazıldı o. 28 yaşındayım. Ondan önce yok muydu çalışmalarım? Var eskizler var, yazıyorum ama yayımlamıyorum. Sonuç: finale kalan dört öykücüden biri benim.Memduh Şevket Esendal'ın etkisi olmuş. Esendal, Orhan Veli, Ahmet Hamdi Tanpınar jürideymişler. Öykümü tesadüfen Memduh Şevket Esendal okuyor. Herhalde kendi tarzına yakın buldu, çünkü diyaloga dayalı bir öykü. Salim Şengil o zaman, Seçilmiş Hikâyeler'i çıkarıyor. Dergi çevresinde Bilge Karasu, Nezihe Meriç var, bir öykücüler topluluğu oluşuyor. Bir dostluk çemberi var, bunun içindesiniz, ister istemez giriyorsunuz o çevreye. Esendal diyor ki "Bu öyküyü yazan kim? Bul bana." Salim arıyor tarıyor, sonunda buluyor beni, götürüyor Memduh Şevket Esendal'a. Bakıyor, ben sivil de giyinmiyorum üstelik o zaman, üniforma var üstümde, yüzbaşıyım.

Ayşegül Yüksel: Hoşlanıyor musunuz o üniformadan?

Bener: Bir egemenlik duygusu veriyor, hoşlanmak değil de kendinizi kabul ettirebiliyorsunuz belli bir düzeyde. Üsttekilere şöyle, alttakilere böyle, bir program içerisindesiniz yani. Diyorum ya bir yanım elverişli. Memduh Şevket Esendal beni çok hoş karşıladı, şu kadarını söyleyeyim, müthiş bir adamdı o, çok keyifli bir adamdı. Ressam aynı zamanda, evinde resimleri var, sergi açmıyor. Bir de o zamanlar Halk Partisi'nin en kodamanlarından birisi. Böyle kapılardan karşılandık biz Salim Şengil'le birlikte. Orada oturanlar milletvekilleriymiş, hepsi gayet saygılılar karşısında. Dedi ki "İleride Türkiye'nin büyük öykücülerinden biri olacaktır, kendisini size tanıtırım." Şimdi adamlar tuhaf tuhaf baktılar, "büyük öykücü de neymiş?" Hani büyük politikacı, müteahhit olacak dese neyse. Uzatmayım, bana "Öykülerini Seçilmiş Hikâyeler'de mutlaka yayımla" diyen o olmuştu. Ben hık mık ediyorum, çünkü hazırlıklı değilim. Rahmetli Nurullah Ataç'ın bir öyküsü geldi aklıma şimdi, hemen anlatayım isterseniz: Nurullah Ataç oyun yazmaya soyunmuş bir zamanlar. Bunu da Bursa'da bir edebiyat toplantısı düzenlenmişti, orada anlattı, sofrada. Başlamış oyunu yazmaya, on iki perde oluyor, bitmiyor bir türlü. Onun üzerine vazgeçmiş. Bir birikimim yok, on iki perdeyi bırakalım bir tarafa, elimde doğru dürüst hazır, yazılmış bir şey yok. Bir şeyler var ama onlara güvenemiyorum. Huzursuz oldum, kalkıp tek öyküyle Orhan Kemal'in karşısına çıkmak olacak şey mi!

Güven Turan: Bir şey çok şaşırtmıştı beni. Dönem dergisinde "Bilmem ki Nasıl Anlatsam" adlı bir öykünüz yayımlanmıştı. Çok ilginç bir öyküydü, sonra sanki o öykünün uçlarının Siyah Beyaz'da başka bir yansıması vardı, o öykünün devamı gibi gelen. Bunun dili de bana çok ilginç ve ayrı çizgide gibi geldi. Arkası gelir hevesiyle de epey beklemiştim. Bu kopukluk neden? Bu sizin Karayolları'nda çalışmaya başlamanızdan sonraki süreç midir?

Bener: Evet. Karayolları çok dinamik bir kuruluştur, insanı zorluyorlardı. Önüme çok iş geliyordu. Ben sorunları çözdükçe de tabii sırtımı sıvazlıyorlardı. Karayolları'nda bayağı ün yaptım hukukçu olarak. Ben yazarım çizerim desem, umursamayacaklar beni! Onun için, ne olur ne olmaz iyi bir hukukçu olalım, dedim. Uzunca bir süre o kopukluğun etkisi oldu. Sonra bir de şu var, yaşamımda da bir kopukluk oldu, bir ayrılık girdi devreye, o beni epeyce yordu, zorlandım. Bir üçüncüye hazırlık aşamasındayım şimdi. Trilogya olacak. Daha önce sorduğunuz sorunun yanıtı da burada belki. Bu üçüncüde ipuçları var. Kafamdaki oluşum olarak rahatça yazabileceğim bir şey, ama onda da yanılıyorum, biliyorum hiç de rahat olmayacak. Mızıkalı Yürüyüş çıktıktan sonra bir gevşeme oldu. Yankıları öğrendikçe seviniyor insan ister istemez. Beklemediğim kadar büyük ilgi odağı oldu. Bir de herhalde dili bakımından da sevildi. Dili yumuşak.

Özen Yula: Bir de büyük dil sıçramalarının söz konusu olduğu Buzul çağının Virüsü var. Yazılmış bir metin.

Bener: Evet, o çok sanırım zorlu bir metin. Ama ben hep öyküye yatkınım. Diyorum ya anlatmayı seviyorum. Belki ben eski zamanda yaşasaydım meddah olurdum, onlara çok öykünürdüm. Git gelli anlatımı, parantezli anlatımı, bu tarzdaki kitapları seviyorum. Onlar sizi sürekli uyanık tutuyor aynı zamanda. Bir bakıyorsunuz bir şeye tam angaje olmuşken yarıda, tadında bırakıyor sizi. Bir yeniye, eskiye götürüş. Sizin beyninizde de birtakım yankılanmalar oluyor, kendi yaşamınızla, gençliğinizle veya yaşlılığınızla bir paralellik kuruyorsunuz. Tatlılıklar oluyor. Dil konusunda, artık ben söylemeyeyim, siz söyleyin. Ben sorayım şimdi, nasıl buluyorsunuz?

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Güven Turan: Çağdaş öykücülük, gerçek anlamda modernist öykü 50'li yıllarda, aralarında sizin de bulunduğunuz üç dört adla başladı ve arkası da geldi. Bu Türkçede gerçekten dilin oturması anlamına geliyor. Bence onlardan, ilklerden birisiniz.

Bener: Çok teşekkür ederim. Bugün Selim İleri'nin ilginç bir yazısı çıktı Cumhuriyet'te. Selim İleri'nin yazıları, darılmasın bağışlasın ama, fazla sevimli. Sanki koruyucu meleğimiz, öyle bir çabası var. Bugünkü yazısı ilgi çekici. "Türkçenin kelime eksikliği mi var?" gibi bir başlık. Füsun Akatlı'yla Müge Gürsoy ortaklaşa bir anı ağıt kitabı yayımlamışlar Bilge Karasu için. Onu almış, Talat Halman'ın onunla ilgili yazısını almış ve özellikle Bilge'nin dile olan büyük katkılarından söz ediyor. Mesela Gece'nin yabancı dile çevrilmesinde bir hayli güçlük çekilmiş. Benim söyleyebileceğim tek şey Türkçenin yetersizliği diye bir şey söz konusu değil, olsa olsa bizim yetersizliğimiz vardır. Biz yetersizsek, dil de yetersiz hale gelir. Fred Stark benim "Dost"u çevirmeye çalışmıştı. Çok hoştu, şimdi "Körün işi dedi" gibi bir cümle var "Dost"ta. Onu anlayamamış, beni çağırdı, bayağı hevesleniyordu, benim öbür öyküleri de çevirmeye çalışacaktı, ama sonra "Basitliğin, sadeliğin de bir gücü var, ben onun altından çıkamamışım" dedi yanılmıyorsam. Dedim ki, körün işi, kediyi kastediyor, kedinin gözleri kör, kadehi kıran o. Şaşırmıştı. Bilge'yle olan serüvenimiz de Simenon çevirisi. O sıralarda parasızız ikimiz de. Bilge, "Seninle ortaklaşa çeviri yapalım" dedi. Benim dilim yeterli değil, onunki çok iyi, benim de Türkçeme güveniyor. "Olur" dedim. Aman efendim sonunda biz birbirimizin kafasını, gözünü kırmaya çalışır hale geldik. Mümkün değil, o inatlaşıyor, ben inatlaşıyorum. O çekişmeyi hâlâ sevgi ve saygıyla anıyorum. Yalnız benim söyleyeceğim şu: Dilin tadı dediğimiz şey çok önemli. Kendim için söyleyebileceğim şey şudur: Anadolu'nun çok yöresini dolaşmış biri olarak, bunlara öykünmedim ama dil yapısını, dil tadını az çok kavradığımı sanıyorum. Onun için o sadelikle birlikte deyimsel birtakım şeyleri bulup ortaya koyuyorum, bunlar kendiliğinden geliyor. Bunlar tanıdığım birçok yazarda biraz eksik, yani çok belli bir yörede yaşadıkları için yahut belli bir kültür yapısıyla çok içli dışlı oldukları için. Benimki tamamen deneyime, yaşamaya dayalı. Dili yaşadım, o bakımdan birçok yararlarını gördüm. Bu tür eksikler şimdiki genç kuşaklarımızda da var, onlarda bir yanlış öykünme var, Türk dilini Türkçeleştirme uğruna yapılan yanlış yapılanmalar var. Bunlardan biraz kendilerini sıyırabilseler dilin tadına varacaklar. Dilin tadına varmadan olmuyor çünkü. Ve o da kolay olmuyor, çok uzun bir süre sonra ancak.

Ayşegül Yüksel:Yazarken sürekli zorlandığınızı söylemiştiniz. Bir evi düzenlemek gibi bir şey, yeni bir eve taşınırsınız, koyduğunuz her şey sırıtır, eski eşyalarınız bile. Yeterince uğraşırsanız, demlendirirseniz, hah şimdi kendi evimdeyim duygusuna gelirsiniz. Sizin bütün metinlerinizde ben hep onu hissediyorum, ben kendi evimdeyim, ne yaptığımı da çok iyi biliyorum. İşte o demlendirmenin getirdiği bir özellik herhalde.

Damıtılmışlık. Bir de ironinin önemini göz ardı etmemeli.

Bener: İroni deyince aklıma geldi... "Ben bunu niye seviyorum?" diye kendi kendime sorup duruyorum. Aslında ironinin sizi dışarıda bırakan, rahatsız eden sorunu var. Yazarın metninde bir bakışı anlatırken kullandığı ironi, onun tepkisiyle beraber kullanılabiliyorsa çok hoş bir şey.

Ayşegül Yüksel: Metinlerde görüyoruz. Bir çevredeki insanlarla, iş arkadaşlarınızla, dostlarınızla, akrabalarınızla sımsıcak sarılma, onlara hayatı kolaylaştırma gibi bir yaklaşım içindesiniz ki bu çok insanca, sıcak, sevilen ve ender olan bir yaklaşım. Bir yandan da bir çekingenlik, kendini uzak tutma. Zaten o kendi içinde bir ironi. Yani hem insanların içinde, hem dışarıda. Bu kişiliğin bir parçası mı, rahatsız eden bir şey mi?

Bener: Tabii. Siz istediğiniz kadar iyi niyetli olun, herhangi bir esprinizin karşı tarafa ulaştığı anda alacağınız tepki genelde olumsuz oluyor. İnsanlarımızın böyle bir olumsuz tavrı var: alay edildiğini sanmak. O işe verdiğiniz önem veya önemsizliği kavrayamamaktan ileri gelen ters tepkiler oluşuyor. Ben bunu çok denedim. Şimdi yazdığım kitapta da var, kullanacağım bunu. İstifa ettim, ordudan ayrılıyorum, elimde bavul. Kendimi terhis olmuş erlere benzettim, elinde tahta bavulla gelmiş. Oradan arabaya bineyim mi binmeyim mi, param da sınırlı, düşünüp dururken, şoförün biri ikide bir "Abi götürelim," diyordu. Ben sinirlenmeye başladım bu ısrara. Kararsızım zaten, param da sınırlı, bu adam niye ısrar ediyor derken, benim bakışımdan mı alaycı bir hava almış, yani sırıtmış mıyım, ne olmuş, adam üstüme yürümeye başladı. "Dalga mı geçiyorsun benimle, ne bakıyorsun öyle?". Kötü bakıyormuşum demek ki, küçümser bakıyormuşum ona göre. Ve oradaki bütün şoförler toplandılar, beni dövecekler. Durup dururken, hiçbir şey yok, sadece bir bakış çarpılması onda böyle bir etki uyandırmış. Ben tabii hemen garın içerisine doğru resmen kaçtım. Bu örnek bir açıklama getiriyor mu bilmiyorum. Çok dikkatli olmam gerekiyor, ipin ucu kaçıveriyor bazen, bakıyorsunuz ya sözünüzle, ya davranışınızla, orada alacağınız tepkiyi de pek iyi ölçemediğiniz için. Ben toplumumuzu az çok tanıyorum; ama bazen başarılı oluyorum, bazen olamıyorum. O nedenle kendimi tutmaya, frenlemeye çalışıyorum. Artık bu yaşa geldim, hâlâ düşünüyorum, bazen oluyor: Şu evde oturuyorsunuz, yukarıda gürültü oluyor, yahut başka bir şey. Yukardakiler bir köpek almışlar. Bu köpeğin havlamasına karşı hepimizde bir antipati var. Siz gelmeden az önce başladı gene. "Bu iş sana düşüyor" dedi Ayşe. Daha önce kapıcı rica ediyormuş, aldırılmamış. Gidip benim görüşmem gerekiyor. İnanır mısınız gittim ve o anda o egemen hava geldi üstüme, çünkü kapıyı üstü başı dökülen bir kadıncağız açtı. Bir çıkış yapabileceğimi hissettim. Köpek de çıkıverdi o anda. Kıvırcık, güzel bir köpek, ama burada beslenmesi mümkün değil. Parmağımı uzatıp dedim ki, "Bu köpek sizin mi?" "Evet". "O köpeği hemen uzaklaştırın. Burada yasak!" Havaya bakın şimdi! Izbandut gibi bir adam kapıyı açsa da "Ne var?" dese, "Bir şey yok" deyip kaçacağım.

Ayşegül Yüksel: Şimdi bakın bu okura çok sıcak gelen bir şey. Yansıyor çünkü. Kimsenin itiraf etmediği bir şeydir bu. Çok sıcak.

Özen Yula: Genel olarak yazdıklarınıza baktığımızda, alttan alta bayağı görüp geçirmiş, ne demek istediğini iyi bilen, hafif kabadayı, babacan ve kendinden emin tavrı da olan bir "anlatıcı" var. Yıllar içerisinde birtakım şeyler değişiyor tabii ki. Sürekli bir çizginiz var ve belirli bir düzeyi de koruyorsunuz. Bu düzeyi korumak için, dışarıda hayat akıp geçerken, yazarın kendi hayatında birtakım şeyleri sabit tutması gerekiyor. Peki sizin için yıllar boyunca sabit tuttuğunuz parametreler neydi? Bir ironiden bahsedildi ama, ironi dışında neydi?

Bener: Çok anlamlı bir soru. Ve bu sorunun altından kalkabilmek uzun boylu bir tartışmanın da kapısını açmak demek oluyor. Parametrelerin sabit tutulması sorunu. Bunlardan bir tanesi şöyle, bir öğe olarak söyleyeyim: Çok dürüst olmaya özen gösterdim. Hayatım boyunca, sağlı, sollu sapmalar filan var ama, bunların içerisinde dürüstlük kavramına verdiğim bir değer, bir yargı var. O yargıdan sapmamaya çok özen gösterdim. Ve böylece de, kolay kolay yıkılmayacak bir tavır içerisine girebiliyorsam, dediğiniz gibi bir kabadayı havasına bürünebiliyorsam, sanırım en önemli öğelerden bir tanesi bu olmuştur.

Güven Turan: Bütün öykülerde müthiş bir ahlakçılık da var. Etik çok ağır basıyor, tavırlarda, insan ilişkilerinde, çok ciddi bir ahlak anlayışı var ve o yüzden stoacı bir tavır seziyorum ben öykülerinizde.

Bener: Tabii, söylediğim dürüstlük kavramıyla bunun arasında, kendi değer yargıma göre dürüstlük dediğim zaman etik ön plana çıkıyor. Yani insan ilişkileri, toplum-birey, birey-birey ilişkileri arasında ortak bir dil araştırıyorum. Bunlardan bir tanesi dediğiniz gibi stoacı bir yaklaşımdır.

Ayşegül Yüksel: Şimdi, oyunlara gelelim. Ihlamur Ağacı ile İpin Ucu arasında bir kırk yıl var. Yani oyun yazarlığına çok fazla gönül bağlanmamış gibi. Öte yandan her ikisi de ödüllü oyunlar. Ve en tuhafı, ikisi de sahnelenmemiş. Ihlamur Ağacı üzerine biraz konuşalım. Hem ödüllü olup, hem büyük bir çıkış yapıp, hepimizin hâlâ kalbinde sakladığı bir kitap. Neydi bunun serüveni? Nasıl oluştu, nasıl bir yazarlık anlayışı içinde ele alındı? Ve de niye sahnelenmedi?

Bener: Ihlamur Ağacı'nın çıkışı ilginç. Sanırım 1962'dir, hep böyle 5 senelik periyodlar var benim yaşamımda. Sonra kesintiye uğruyor. Kesinti sonucunda bir şeyler çıkıyor. Bu oyunun yazılışında hangi etkenler var? Çok etken var, kendi anam var içerisinde, karım var, büyükbaba var, filan falan. Bunların hepsinin toplum içine girmeleri ve aralarındaki ilişkilerin sanatsal bir yapı, bütünlük içerisinde irdelenmesi gerektiği kanısına varmıştım o zamanlar. Birçok geçimsizlikler, uyumsuzluklar, yahut uyumlu gibi görünen şeyler, yaklaşımlar. Bütün bunlar bir araya geldiği zaman beni çok uğraştıran bir oyun olmuştu. Eklektik yanı, yalnız benim yaşantımda değil, gördüğüm, saptadığım ortak gözlemlerimden hareket ederek bir şeyler yaratabilmek beni çok uğraştırmıştı. Dili de öyle, çok sade, sağlam bir dil yaratabilmek. Oyunu ilk okuyan Özdemir Nutku'dur.. Nutku'ya gittiğim zaman, Nurullah Ataç'ın başına gelen aşağı yukarı benim başıma da gelmişti, çünkü metin çok geniş tutulmuştu. Özdemir'in bana tavsiyesi şu olmuştu: Çok güzel bir oyun ama anlatı oyunu bu, yani çok güzel konuşuluyor. Bunu tiyatroya adapte edebilmek için iyice kısaltmalar gerekir, daha yoğun bir biçime sokmak gerekir, demişti. Hak verdim. Özdemir'in o tavsiyesi üzerine ben birkaç ay daha üzerinde çalıştıktan sonra yapıt oluştu ve kanaat getirdim ki bu, artık oyun olmuştur. Ve Devlet Tiyatrosu'na verdik bunu. Özendirenlerden bir tanesi de Erdal Öz'dü. Aradan epey zaman geçiyor, o zamanlar Edebi Kurul var, belki şimdi de var, bilmiyorum, o kurulda bayağı övülmüş, dramaturglar da övmüşler sanıyorum. Ama geliyor Cüneyt Gökçer'in kapısına takılıyormuş hep. Merak ettim, pek de öyle bayılmıyorum oynansın diye ama, randevu istedim, gittim Cüneyt Bey'e. Dedi ki, "Oynanması ya da oynanmaması bizim bileceğimiz bir iş." "Ama bana herhangi bir gerekçe de gösterilmiyor" dedim. Durdu düşündü, gerekçe arıyor. Oynatmamaya kararlı ama, nedeni yok. Nedeni neymiş biliyor musunuz? Dili çok zormuş, çetrefilmiş, bunu bozarlarmış, kavrayamazlarmış. "Çok öz bunun dili, çok fazla Türkçe, günlük dile yatkın değil" dedi. Teşekkür ettim, çıktım. Derken aradan zaman geçiyor. Ergin Orbey'in zamanı. Orbey'in zamanında Cevat Çapan edebi kurulda, onlar da pek severler bu oyunu. Oyun, edebi kuruldan gene geçiyor. Gene övgüler alıyor. Derken bir gün Orbey'den bir kağıt geldi bana, repertuara alınmıştır diye. İyi, çok şükür, alındı, dedik. Derken Ergin Orbey'i genel müdürlükten aldılar, 79 sonlarında. Anladınız. Ondan sonra özel tiyatrolar da ilgi göstermediler. Doğal karşılıyorum, onların gişe sorunları filan var. Sadece Robert Kolej'de oynandı. Cevat gördü, ben gidemedim. Daha tuhafı, bu sefer İzmit'e çağrıldım ben, orada bölge tiyatrosunda oynamışlar, haberim yok. İşte Ihlamur Ağacı'nın serüveni.

Ayşegül Yüksel: Tabii Ihlamur Ağacı kapalı bir biçimde bir oyun. İkinci oyunla arasında neredeyse 20 yıl var. İpin Ucu ise açık biçim bir oyun. Onu nitelendirmiyoruz, belirli bir türe sokmuyoruz. Ihlamur Ağacı'ndan İpin Ucu'ndaki üsluba geçiş nasıl oldu, onu çok merak ediyorum. Şimdi bir yazar sürekli oyun yazar da bir uçtan diğerine geçer, siz de öyle bir şey yok. Burada bir oyun var, sonra bambaşka bir oyun söz konusu.

Bener :Ihlamur Ağacı'nın yazılış dönemini ele aldığımızda belli bir anlayışın peşindeyiz. Nedir o? Sartre, Camus okuyoruz bol bol, hep o varoluşçu yaklaşımlarla, Sevgi Nutku'yla (Soysal) konuşmalar yapıyoruz, açık oturumlar yapılıyor. Varoluşçuluğun da etkisi var, oyunun finali belirgindir. Bir de yanılmıyorsam Strindberg etkisi var. Bunlarla oluşmuş bir hava içerisinde gelişmiş kapalılık. Dolaylı yoldan mı geldi, doğrudan mı bilmiyorum. İpin Ucu'nda ise benim kafamda yarattığım o ikilem, hep bir oyuna dönüştürme derdi tasası var. Öykülerimde de bu var, dikkat ederseniz. Hep anlatıcı tek, kendini başkalarıyla çatıştırır. Üçüncü tekil kişi ağzıyla anlatmaya bir türlü pek gidememişimdir. Orada da bir ikileştirme yöntemi kullandım ve böylece çeşitli katmanlara, davranışlara ulaşmaya çalıştım. Tabii bunların hepsinin üstünde saplantıları akıl süzgecinden geçirmek, aklın yüreğiyle yaşamak gibi bir kaygıyla ortaya çıkmış bir oyun. Çok severek yazdım bu oyunu.

Özen Yula: Gelelim Manzumeler'e... Onları ortaya çıkarmanızdaki etken neydi?

Bener: Eyvah, bu olmadı işte! Benim için şiir ile bağlantı had bilmezlik gibi bir şey. Siyah Beyaz'ın basılması söz konusu olduğunda eve gelmişti bir dost. Bir dosyam vardı benim, bakayım dedi, karıştırıyor, ben bir şey yok derken, bazı metinler buldu, yakaladı. Okudu. "Bunları basalım," dedi. İyi de bunlar şiir olarak çok zayıf metinler, kendine özgü, gene hepsinin öyküsü var filan dedim. "Olsun, basalım," dedi. Haydar Ergülen çok güzel bir espri yaptı bu konuda. Merakla almış Manzumeler çıkınca, bir yerde gördüm, "İyi ki manzume demiş" dedi. Tabii ben önlemimi aldım, şiirler demedim. Şiir değil bunlar, çünkü manzume, manzumenin de kötüsü değil, iyisi ama. O nedenle şairlere saygısızlık olmuştur belki, ama kendilerinden özür dileyerek bunlar iyi manzumedir diyorum.

Özen Yula: Peki Ankara'da yaşamak nasıl etkiliyor yazımınızı? Bu şehrin iç dinamiği ile yazdıklarınız, anlatım tarzınız arasında nasıl bağlantılar söz konusu?

Bener :Ankara, yaşamım açısından ele alırsanız, beni kapadığı için belki yararlı oldu. Ama ben kapanmaktan çok yaşamayı da isterdim, böyle dostlarla birlikte olmayı. Ankara'da bu kolay değil. Bir çıkış, bir coşku yaratabilirsek bu gene İstanbul'da. O bakımdan biraz menfi, beni karamsar kılan şeylerden bir tanesi. Semih Gümüş'ün dediği gibi, ben ak anlatı değil, kara anlatı yazarıyım, bu karalığın griye dönüşmesi bile zor! Hele bundan sonra...

Ayşegül Yüksel: İşin içinde memurluk olgusu da var, Ankara'yla memurluk özdeşleşmiş.

Güven Turan: 1960'larda, hatta 72'ye kadar olan dönemde, Ankara'da bir yazar çevresi vardı ve iç içe, görüşen, evlerde toplanan bir çevreydi. Ankara'nın dinamiği o zaman vardı.

Bener : Dağıldı o sonra, çoğu İstanbul'a gitti.

Güven Turan: Hatta o zaman biz dalga geçiyorduk, Ankara Cumhuriyet'tir, İstanbul Bizans'tır diye. Onlar da bizimle, bunlar hep evde yaşar, oturur, çay içer diye dalga geçerlerdi.

Bener : Evet, hiç unutmuyorum, biz on beş günde bir toplanıyorduk, çok hoş anılarım var o günlere ilişkin. Leyla Erbil hatırlar, çok hoş çıkışlarımız oldu, yeni bir şeyler yapma hevesini doğuruyordu o konuşmalar, tartışmalar. Örneğin bizim küçük bir bodrum katı evciğimiz vardı, birisi bir şeyler yarattıysa heyecanlanıp pencereden girerdi. Cevat Çapan girerdi.

 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Oğuz Atay'la tanışıklığımız o zamandan. Oğuz Atay'a askerlik döneminde Cevat Çapan tanıştırmıştı, büyük bir dostluk oluştu. Tutunamayanlar'ı, basılmasından önce okumuştum, getirip Cevat'la bana vermişti. Böyle bir ortam birdenbire çözüldü diyebilirim. Turgut, İlhan Berk İstanbul'a, Cevdet Kudret Bodrum'a gittiler. Bir dağılma süreci yaşandı. Hüseyin Cöntürk ilgilenemiyor, kapandı. Halbuki çağdaş, klasik müzik kültürümüzü biz ona borçluyuz. Ne dinletiler! Fransa'dan Erhan'a ısmarladığım dört plak vardı, çok çağdaş, anlayamıyordum ben, ona vermiştim. O da on beşte bir, ayda bir evinde çaylı hafif içkili toplantılar yapardı.

 

Levent Kavas: Sizin bütün bu ilişkileriniz birbirinizin yazısını nasıl etkiledi? Onu nasıl görüyorsunuz? Çünkü sizin yazdıklarınızda özellikle, pek dışarıdan bir etki yokmuş gibi görünüyor. Döneminizin yazarlarıyla, o metinlerle karşılaştırıldığında , sizin yazılarınız sanki hiç onlara aldırış etmeden yazılmış gibi görünüyor, kötü anlamda söylemiyorum.

 

Bener : İlk öykülerim yayımlandığında Salim Şengil benimle bir konuşma yapmıştı. O konuşma sırasında etkilenme, etkileşimle ilgili sorular soruldu. Etkileşimin çok doğal olduğunu söylemiştim. Ama bizim dönemdeki yazarlar daha çok özgün kalmaya gayret ettiler. Yalnız ben değil diğer yazarlarımız da yaptılar bunu. Benzeşmeyle ilgili bir tedirginlik, rahatsızlık vardı ve iyiydi tabii ki, ona göre olumlu sonuçlar da verdi. Vermeyenler de oldu tabii. Onlar kenarda kaldılar, fazla ileri gidemediler.

 

Özen Yula: Kara anlatı yazarından ziyade, sizi nev'i şahsına münhasır bir vakanüvis gibi değerlendirmek de mümkün. Evet, ortada bir kurmaca var, karakterler var, öyküde olsun, romanda olsun, ama bir de, dönemle ilgili bir vakanüvislik var. Tansu Çiller'in konuşması olsun, Mızıkalı Yürüyüş'te, verilen birtakım güncel bilgiler, tarihler olsun. Bunları da göz önünde bulundurunca, Vüs'at O. Bener'e göre kurmaca nerede başlıyor, gerçek nerede bitiyor gibi bir soru geliyor akla.

 

Bener : Ciddi biçimde vakanüvislik için gerekli notlarım yok, ama belleğime oldukça güveniyorum. Pek vurucu noktalar vardır, onları notlarımda olduğu için kullanmışımdır, ama geri kalanı büyük ölçüde yaşanmışlığa dayalıdır. Yaşayamadığım, bir bakıma yaşamayı tasarlayamadığım şeyleri kolayca yazıya dökemedim. Kurgu ustalığı Erhan Bener'in gücünde bir şey. Onda kurgulama çok güçlü, ayrı bir planda, bende o yok. Yaşamadığım şeyleri pek iyi yazamıyorum galiba. Şimdi vakanüvislik derken de, tabii tanık olduğum şeyleri de ilginç noktalarda, belli nirengi noktaları olarak yazılarımda, öykülerimde kullanmışımdır. Tam değil ama bu var. Keşke daha ayrıntılı notlar alabilseydim diyorum, o zaman da belki kuru bir yazar olur çıkardım, bilemiyorum.

 

Özen Yula: O açıdan değil ama belli bir yerde bir kurmaca başlıyor, kurgusallık değil ama. Kurmaca. Bir noktadan sonra bu, hayatın gerçekliğine dönüşüyor ya da gerçeklikle kesintiye uğratılıyor ve anlatıda başka bir kurmaca alanına geçiliyor.

 

Bener : Evet, kurmacanın üstünde durduk. Bir anlatıcının herhangi bir olayı, duygu veya izlenimi, algısını anlatırken, yazıya dönüştürürken ister istemez onu bir değişikliğe uğratmak gibi bir durumu var. Hepimizde bu var. Bu oyunu biraz daha büyütüp genişletince kurmacaya dönüştürüyor. Sonra birdenbire siz anlıyorsunuz ki anlattığınız şey çok inandırıcı olmadı, kendinizi frenliyorsunuz, bu sefer tarihçi gibi gerçekleri vurgulamaya başlıyorsunuz. Bütün bunları topladığınız zaman ortaya başka türlü özgünlükte bir yapıt çıkmış oluyor.

 

Özen Yula: Dört-beş yıl önce İletişim Kitabevi'nde bir söyleşiniz olmuştu. Yazarlıkla ilgili konu açılmıştı. Gelen sorulardan birine, "Ben yazar değilim" diye yanıt vermiştiniz. Bunun sınırı nerede? Yazarlık nereye götürüyor?

 

Bener : Alçakgönüllülükle söylenmiş bir şey gibi kabul edilebilir bu ama, öyle değil. Gerçekten bir yazar coşkusunu, büyüklenmesini, tavrını, şusunu busunu kendime yakıştıramıyorum. Bakıyorum, neredeyken, neredeyiz diyorum. Yani dünya edebiyatını da göz önüne aldığımda. Hatta bırakalım dünya edebiyatını bir tarafa, kendi edebiyatımızdaki güçlü nefesleri, yazarları, romanları okuduğum zaman bana bir tuhaflık geliyor. Diyorum ki ben hangi nedenle çıkmışım, böyle bir şeyler yapmaya kalkışmışım? Bu kendine yönelik belki ağır bir eleştiri olabilir. Belki böyle görmezsiniz, ama o günkü soruya verdiğim yanıt bu. Bunu birkaç kez vurguladım ben, yani ne olur bana bu kadar ağır yük yüklemeyin, yazar filan deyip de beni şımartmayın. Zaten şımarmaya hiç elverişli değilim ama. Zor geliyor bana, çünkü yazar çok önem verdiğim bir kavram. Bu yüzden o sınıflandırmada kendimi şöyle küçük bir yere koymaya bile pek razı olmuyorum. Ne derseniz deyin... Yazar kavramına verilen büyük önemin altında ezilmelidir de biraz, yazar dediğimiz kişi. O ezikliği de duymalıdır ki daha iyisini yapsın, daha doyurucu bir şeyler ortaya koysun. Yoksa ben bu kadarım, böyle yazarım, dediğiniz zaman pek saygıdeğer bir duruma girmiş olmazsınız. Dvorjak'a soruyorlar, bu kadar büyük eserleri nasıl bestelediniz filan. En sonunda bakıyor olmayacak, "Bakın ben köylüyüm kardeşim, bizim orada kaval çalınırdı" diye, dalgasını geçiyor. Bir köylülük var, kunt bir şey köylülük derken, kendiliğinden gelen bir şey, herkes ben de yazarım deyip yazmıyor yani, o zaman saçma sapan şeyler çıkıyor. O nedenle, yazar değilimin yanıtı oluyor bu, yazarım ama yazarcığım demek istememiş, yazar değilim deyip işin içinden kurtulmuşum. Yazarım filan dersek altından kalkamayacağız yani. Bir de yazarlık övünülecek bir şey değil, onu koyalım ortaya. Thomas Mann'ın tavrı da, önemsetmek tavrı.. Müthiş bir adam, aynı zamanda ben müthişim diyor. Belki de o gücü bulamadığımız için bizler böyle kenarda köşede, ben yazar değilim deyip işin içinden sıyrılıyor muyuz, ne yapıyoruz? Toprağı bol olsun diyeceğim, Bilge'de bu atmosfer vardı. Yazar, varlığını hissettirirdi. Onu n yanında konuşurken ağzınızı, burnunuzu çok dikkatli kullanacaksınız, öyle bir adamdı. Oğuz Atay çok yumuşak, çok sevimli, çok zeki ama aynı zamanda da ısırgan. Bir gün burada bu salonda oturuyoruz, Sevgi Soysal'ın son romanı ile ilgili ben bir övgü yazmışım bir yerde, kitap tanıtımı yapmam da, Özgür İnsan çıkıyordu, biraderim rica etti, kitap tanıtalım diye. Ben övgüyle bahsettim ve isim vermiyordum, VOB diye çıkıyor. Ama Oğuz anlamış, nasıl sinirlenmiş o gün. Nereden kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Zamanında ikimiz, gene Sevgi Soysal'ın Yenişehirde Bir Öğle Vakti romanını almışız, orası öyle, şurası böyle diye iyice eleştirmişiz kendi aramızda. Ben sonra Sevgi'yi nasıl övermişim? Hoppala! O gün böyle bir tartışma açtı, benim de o gün iyice sinikliğim üstümdeydi, "Gelişmiş canım, ne yapalım?" filan diyorum... Yaşadığı süreçte geniş bir ilgi toplayamadığı için de üzgündü Oğuz. Hak ettiği bir şeydi. "Benim sevgili okurum nerede?" filan diyor ya yapıtında. Trajik bir ölüm, çok genç yaşta, düşünün 20 yıl oldu.

 

Güven Turan: İki kardeş de yazarsınız ve çok farklı iki yazar. Türkiye'de pek görülen bir şey değil bu. Nasıl bir ilişki vardı? Birbirinize okur musunuz yazdıklarınızı yayımlamadan önce?

 

Bener : Biri yazar, biri anlatıcı. Elbet, yapıtlarımızı yayımladıktan sonra okuma fırsatı bulduk; birbirimize görüşlerimizi aktardık. Son romanı Dönüşler çok ilgi çekici bir roman, çok ilginç bir kurgusu var. Çocukluğundan beri öyleydi, kurgu ustası. Benden çok ödül aldı, kıskanıyorum da, o ayrı konu! Oyun alanında birkaç çalışması var. Benim eleştirel yönüme saygısı var ama, bana çok kızdığı zamanlar olmuştur. Çok sade ve vurucu bir üslupla öykücülüğe başladığımı, sonra simgelerle işi dolambaçlı yollara sürüklediğimi söylemiştir. Bu son kitabımı çok sevdi çünkü sevimli ve ılık bir üslup kullandım.

 

Güven Turan: Ben Buzul Çağının Virüsü'ne Türkçede yazılmış örnek postmodern romanlardan biridir diye de değindim. Özellikle romanın kurgulanışındaki bir yapıdan dolayı. Amerikalı yazarlarda da aynı öykü. Buzul Çağının Virüsü'nün çok farklı bir çizgisi var. Ama sonra tekrar baktım; eski dilinize, kurgunuza dönüş de var. Buzul Çağı biraz tek başına kaldı. Var mı aklınızın bir tarafında gene o türde kurgulanmış yeni bir anlatı?

 

Bener : Bunu düşünmüyor değilim. Yalnız Buzul Çağı Virüsü romanı çok başka bir oluşumla dünyaya geldi. Garip bir biçimde, ben orada artık dille feci şekilde boğuşmaya başladım. Dille boğuşurken metinler de tabii ona göre değişimli oldu. Gene belli bir kesit aldım, gene vakanüvisliğim var, Demokrat Partinin doğuşunda Anadolu. Ama dediğiniz gibi o kitap bittiği zaman yeni baştan bütün dil durumu haritaya döküldü. Bunu da pek kimse bilmiyor, hatta ben onu saklamadığıma üzülüyorum. Yani bir çalışma nasıl olurdu? Bir örnek verebilirdim onunla. Çünkü ben Roma hukukunu da öyle çalıştım. Antika bir kafa, oturdum hepsini bir grafiğe döktüm, bunun gibi bir çalışma oldu. Bütün sözcüklerin hangi anlamlarda, nerelerde, niçin kullanıldıklarını bir harita şeklinde çıkardım, bütün kitabı elden geçirdim. Çok özgün bir şey o. Gene aklımda var ama, dedim ya beni sarmaya başladı bu trilogyalar. Şimdilerde o var, o sadelik daha bir sarmaya başladı, orada epeyce bir bilgiçlik tasladık, Buzul Çağının Virüsü'nde.

 

Levent Kavas: Sizin diliniz her zaman duru, saydam. Daha çok anlatı dilinden söz ederek soracağım. Önceleri çok duru olan bir hava nasıl koyulaşıveriyor? Bu, vakanüvislikle, gerçeklikle, kurmacayla da ilgili. Siz daha önce doğrudan doğruya duruma götürecek bir dil kullanarak, yüz yüze bırakma gibi bir yol tutuyordunuz. Ama Buzul Çağının Virüsü'nde birden koyulaştı ortalık. Eskisi gibi yüz yüze girilememeye başladı. Doğrudan simgesellik de değildi, teknikle ilgili bir şey. Nasıl oldu?

 

Bener : Bu noktaya hiç değinemedik, çok iyi oldu bu soru. Müzikaliteyle ilgili bu iş, müzikle çok sıkı bir şekilde ilgili. Ben size söyleyeyim: Buzul Çağının Virüsü'nde Richard Strauss'la ilgili bir sayfa vardır. Don Kişot'la ilgili. Bir plağı, belki abartacağım biraz ama, yirmi kere filan dinledim. Ve onu plak arkasındaki notlardan da yararlanarak metne uyarladım, metne ne kadar yaklaşabilirim diye uğraştım. Bir sayfa bir şey. Ama bütün romana yayabilirsiniz. Bütün romanın büyük bir müzikal gücü olması dileği ile başlanmıştır ve öyle götürülmeye çalışılmıştır. Bilmiyorum ne ölçüde başarılı oldu ama, değişikliğin özünde bu yatıyor. Daha önceden de zaten kafamı çok meşgul ediyordu. Ben yazıya ara verdiğim zaman bir beş yıl kadar sürekli klasik müzik dinledim. Onu da, hemen söyleyeyim, Erhan Bener'e borçluyum, çok iyi plaklar getirmişti Avrupa'dan. Mızıkalı Yürüyüş'te müziğe göndermeler var. Türkçenin müthiş bir müzik gizi, potansiyeli, yükü taşıdığını ortaya koyma çabasından da kaynaklandı diyebilirim. Ve sorunuza böyle bir yanıt verebildiğim için de mutlu oluyorum. Gerçekten öyle oldu, sonradan yakıştırma değil, metinde var. Gene büyük bir laf edeyim, benzetmek gerekirse bu romanda Brahms'a benzetirim kendimi. Kalkıp bazen kendimi Samuel Beckett'le karşılaştırmak gibi aptallıklar da yapıyorum, bağışlayın yani.

 

Özen Yula: Gündelik yaşamın akışıyla yazın tarzındaki değişiklikler koşut mu gidiyor? Koyudan açığa gitme, açıktan koyuya yönelme, yaşam bazında değişikliklerle koşut giden birtakım değişimler mi?

Bener : Kuşkusuz, ister istemez yaşamınızdaki değişiklikler oraya yansıyor. Onunla paralel de olabiliyor, ama ondan sıyrılma yönündeki çabalarınız da yazıya aktarılıyor. Siz beklentilerinizi alıyor, yazıyorsunuz. Ama yaşamınızla beklentileriniz arasında bir paralellik yoktur, belki ters bir orantı vardır. O nedenle, toparlayabilirsek eğer, benim öykü serüvenim için diyebileceğim şey şu: Bütün bu gelgitlerin içerisinde bir şey var. Bir duyarlı adam geldi geçti derseniz, ona sevineceğim. Bu kadar!

 

* Ayşegül Yüksel, Güven Turan, Yurdakul Levent Kavas ve Özen Yula tarafından yapılan bu söyleşi Yaz 1998 tarihli Kitap-lık dergisinden alıntıdır...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Birkaç şiir de benden..

 

EL ELE

Mavi çocuk pencere

Avcunda kartopu

El ele yürüyor

Çınar yaprağı serçe

Ölüme zulme

 

*****

ESKİTMEYECEK

Hiç eskitmeyecek beni bana benzeten

hoyratlıklar

Umdum çocuk sokulganlıkları

eprimez

Kendi saf yoksulluğu doyurur karınca

yiyenleri

Seni ben yeter dalgınlıklarımdan aldım

koynuma

Sabah dağınıklığı cücedir

güneşsizliklerde

Çoğaltmaktan kaçma, çoğaltılmaktan

Tanrılar ahmaklığı yalvaçlık yaratır

 

*****

LARVA

Uyuşuk larva

Delip çıkacak bir gün

Dut oburluğuna

 

*****

 

NEDEN

Doğa her şeye karşın yenileyecekse

durmadan

Neden önemsemek bunca kendini

Taşlı tarlalarda bir tek gelincik

Savaşmak değmeyeceği ölümsüzlüklere

 

*****

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

HAVVA

 

Benim saçlarım yumuşak. Havva'nın saçları keçe gibi. Annem ustura ile iki defa kazıttı saçlarını uzasın diye, ama uzamadı, kısa kaldı. Burnu da öyle biçimsiz ki! Yamyassı. Tıpkı okul kitaplarımızdaki maymunun burnuna benziyor burnu. Hiç sevmiyorum onu. Pis, hırsız.

 

Annem, bu gün onu bir temiz dövdü. Tabi( döver. Misafir odamızdaki güzelim halımızı kesmiş. Deli mi ne? Annem: "Kız niye kestin halıyı?" dedi. O. "Kuş var halının içinde", dedi "Beyaz kuş. Onu çıkartacaktım." Gördün işte kuşu. Bir "Tövbe tövbe ana" bellemiş, onu söyler.

 

Bari bir işe yarasa. Ne olacak görmemiş ki! Sen onu bırak, öteyi karıştırsın, beriyi karıştırsın sade. Miskin. Üstüne bir de ağır. Sekiz saatte bir bulaşığın içinden çıkamaz. Sonra da doymak bilmez. İyi vallahi!

 

Geçen gün de ne oldu. Annem misafirliğe gitmişti de. Evde yalnız kaldık bununla. Bizim komşu imamın oğlu Recep evimizin önünden geçti. Döndü gene geçti. Ondan sonra da oturdu karşı kaldırıma, şarkı söylemeğe başladı. Nasıl da bağırıyor pis pis. Bu da oturuyordu sedirde. Bir fırladı durup dururken yanımdan. Korktum. Sonra merak ettim, ne oldu buna diye. Gidip baktım arkasından. Mutfağa girmiş, pencereyi açmış el sallıyor utanmaz. Anneme söyleyeceğim ama. Görür gününü o. Lekeli entarimi sakladığım yerden çıkarıp anneme göstermesini biliyor ama. Ne yapayım. Dut lekesi işte. Çıkmadı. O kadar uğraştım. İnşallah başına bir bel( gelir de kurtuluruz. Allahım şunu öldür.

 

Nasıl çıktı dediğim. Oh olsun! Kütük gibi şişti bacağı. Geceleyin asmadan üzüm koparmağa çıkmış, düşmüş, doğru idare lambasının üstüne. Cam kırıkları yağına girmiş hep. Aptal.

 

Babam da çok merhametli. Kalktı bu çirkin kızı İstanbul'a götürdü. Yalnız kaldık. Annem gizli gizli ağladı.

 

Bir aydır rahatız. Keşke hiç gelmese bu Havva.

 

Geldi ama. İyi olmuş.

 

Annem dün dedi ki: "On baş soğan koysam bu kızın önüne yiyebilir mi acaba?" "Koyalım anne, bakalım yiyebilecek mi?" dedim. Koyduk. Vallahi bitirdi hepsini. Şaştık kaldık. Gözlerinden zırıl zırıl yaş akıyordu da gene yiyordu. Sonra annem: "Kız sigara da içer misin?" dedi. "İçerim", dedi. "Al şunu iç hadi." Meğer sigaranın içine tuz koymamış mı annem! Çatır çatır sesler çıkmaya başlayınca korkusundan sigarayı atıp öyle bir kaçtı. Katıldık gülmekten.

 

Sütçü Hacı bunun için bıçak çekmiş g(ya Recep'e. Bir de bu çıktı. Geçen gün annemin yanında da söylemez mi! Öyle kızdı annem. "Kız nasıl söz o öyle", dedi. "Duymayım bir daha bak. Yoksa öldürürüm seni." Annem öyle dedi, ama o gene bana: "Vallahi bıçak çekti kız", diyor.

 

Annem bir yere gittik mi onu eve kilitler. Yoksa alır başını gider. Bir gün az daha ölüyordu. Annem çamaşırlığa kilitlemişti de. Maltızda kömür varmış. Akılsız pencereyi açıversene. Neler çektik. Sarımsaklı yoğurt yedirdik. İçim bulanıyor. Altına etmişti.

 

Fatm(nım diyor ki: "Bu kız kedi canlı, gebermez." Haklı. Domuz gibi yiyor. Ama ne versen. İki tanecik misafir şekerini anneme söylemeden aldım diye, on değnek yedim avcuma. Onun yüzünden. Nereden de görmüş fesat.

 

Annem de tuhaf ama. Başını dizlerime koyuyor, öyle yatıyor. Bazan da dizime daha çok bastırıyor gibi geliyor bana. Dizim çok ağrıyor ama çekemiyorum. Yüzüme öyle tuhaf tuhaf bakıyor ki!

 

Sonra bir gün kapıdan dinledim. Babam anneme: "Aç ağzını tüküreceğim", diyordu. Annem de: "A! Bey olur mu öyle şey", diyordu. Sonra babam kalın kalın güldü: "Denedim seni be!" dedi. "Sen ağzını aç bakalım bir kere, tükürecek miyim?" Şaştım kaldım. Neden böyle konuştular? Kaç kere anneme sorayım dedim, sonra vazgeçtim. Kapıdan dinlediğimi anlarlar diye. Zaten annemden ödüm kopar. Vururken sesini çıkarmayacaksın. Hele bağır. Ben bağırmıyorum ama ağlıyorum. O deli hiç ağlamaz. Avazı çıktığı kadar bağırır sade. Babam kaç kere: "Bu kız adam olmayacak, gönderiverelim köyüne gitsin." dedi. Gitse de kurtulsak ya. Annem: "Acıyorum kıza", dedi. "Kimsesi yok. Hem kuvvetli. İşime yarıyor. Nasıl olsa l(zım biri." Bari o kadar iyilik ediyoruz, o da uslu uslu otursa ya. Bir de tutturmuş karnım ağrıyor diye. Ağzı öyle fena kokuyor ki! Sonra iki de bir, solucan bulup beni korkutuyor. Bu yüzden iştahım kesildi. Anneme de söyleyemedim. Söylesem o da sürahimizi benim kırdığımı söyleyecek anneme. Halbuki Mestan kırdı sıçrarken. O kırmadı ama ben öyle dedim anneme. Ne yapayım ucunda sopa var sonra!

 

Havva üç gündür hasta. Evin içi leş gibi kokuyor. Ne yaptıksa kar etmedi. Alttan üstten gidiyor. Kimi sürgün dedi, kimi humma. Doktor da adını unuttum bir şey dedi. Allah korusun hepimiz ölürmüşüz. Sonra değil, dedi. Bereket ben okula gidiyorum. Kokudan durulmuyor yoksa.

 

Neyse onu kömürlüğün yanındaki odaya koydular. Babam evi badana ettirdi. Annem de günlük yaktı. Benim odamın duvarları yeşil. Ben bazan aşağıya inip penceresinden odasına bakıyorum. Çarpınıp duruyor. Kazık kadar kız ufalıvermiş. Ne oldu buna? Ama o ölmez ki. Gene iyileşir. Bacağını keseceklermiş İstanbul'da. Keşke kesselerdi. Otururdu bir köşede hiç olmazsa. Hep pis boğazı yüzünden başına bu belalar geliyor. Şimdi pişman olmuş kaç para eder. Annem sıkıştırdı da söylemiş. Çöplüğe attığımız yağ tenekesinin dibini sıyırmış, yemiş de ondan böyle olmuş. Komşular paslı tenekeden zehirlendi diyorlar. Annem: "Bir de okutsak mı acaba" diyor.

 

Annem bu gün ağlıyordu. Zavallı annem. Beni çok döver ama onu çok severim. Kaç bayram kendi güzel elbiselerini bozdu da bana dikti. "Niye ağlıyorsun?" dedim. "Havva ölecek galiba kızım", dedi. "Ona ağlıyorum." Birden benim de içim doldu. Ben de ağlamaya başladım". "Havva ölecek ha! Ölmesin anne!" "Belli olmaz kızım. Her şey Allahtan. Hadi git ağlama." Annem öyle dedi, ama ben ağladım. Sonra inip odasına penceresinden baktım. İki tarafına çarpınıp duruyordu. "Allahım ne olursun ölmesin", dedim. Allahım öldürme onu! O gene çarpınıp duruyordu. Birden karnıma bir ağrı girdi. Bağırayım dedim, sesim çıkmazı. Ortalık da kararıyor. Olduğum yerde kalakaldım öyle. Neyse ki köpeğimiz geldi yanıma. Kuyruğunu sallayarak. Kafasını okşadım köpeğimizin. Sonra onunla merdiven başına kadar geldik. Karnımın ağrısı geçti.

 

Az sonra, annem, babam, doktor geldiler. Ben de kapı aralığından baktım. Doktor, Havva'nın koluna iğne yaptı. Havva bağırmadı. Üçü de durup beklediler. Babam çenesindeki sivilceyle oynuyordu. Sonra annem babamın yüzüne baktı. Babam eğilip doktorun kulağına bir şey söyledi. Doktor başını salladı. Sonra Havva'nın gözleri açıldı. Annem Havva'nın yanına gitti, yatağına diz çöktü. "Kızım Havva iyi misin evladım?" dedi. "Bak iyileştin artık. Canın bir şey istiyor mu? Ne pişireyim sana?" Havva baştan bir şey demedi. Sonra gözünü iri iri açtı: "Baklava", dedi. Sonra da öldü

 

Vüsat O. BENER

--------------------

BUZUL ÇAĞININ VİRÜSÜ

 

Sana yirmi beş yaş dayanılmaz haşarılığını kanıtlayan yazılarından kopya ettiğim birkaçını gönderiyorum. Kızma! Biliyorum yanlıştı sana gelmem. Kalan yanlışlıklar değil midir zaten. Karşılaştığımız ilk gün gözlerinde beliren huysuzluğu duyumsamıştım. Seni değişmiş görmeyeceğim hiç. Görmek de istemiyorum. Hep aynı o aşk adamı, töre kaçkını delikanlı. Birdenbire gecikmiş çöküntüye dayanamayan Byron portresi. Ben çürüdüm senin adına durmadan, bilerek. Ellerime baktın. Çoraktı, çatlaktı. Belki tek vurgunluğun gözlerimeydi. Onlardı eskitilemeyen. Yıpranmazdılar ben isteseydim bile. Bir süre oyalanma gücünü veren sana. Yakınmıyorum.

 

Yanlışlığın nerede olduğunu tam kestiremeden öleceğim gene de. Kin tutmaya ödün vermez bir ölüm olacak, umutlanma. Bunalımlarını neye dayandırmak istersen iste, açılmazdın, açılmana yardım edemezdim. Tüm cayabildiklerimi ellerine tutuşturmaya kalkışsaydım, nasıl küçülürdüm biliyorum. O bilişi, onurlu alınganlığını yerleştirdiğin yüreğimin suçu ne? Biz bir varoluşun içinde ya da dışındaydık, onu hiçbir payanda ayakta tutamazdı. Susacaksın kuşkum yok, bu susku’yu senden önce salt unutulmuşluğa götürmeyi diliyorum. Kanayan tutkularında neyi parçalasan içinde ben varım, dahası ruhgöçümüne uğrayarak ben olacağım!.. Mutluyum, nasıl isterdim bunu bilmeni. Bildiğini bilmek umudu, artırmıyor mu sanıyorsun acımı. Aynı zamanda şaşkın bir doğa çarpığı. Ne İskender’ler imgeledim, ne Salvador Dali’ler sende. Bir gün beni yersiz yücelterek içini rahatlatmaya zaman bırakacağımı da seziyorum. Kocadı yüreğim artık, durmaya gönüllü. Duymayayım da yanıl, kutsa benden sonra beni, bağışladım şimdiden. Masalımızı yazamayacaksın yaşadığıma inandıkça. İşin kötüsü, yok olduğuma da inanamayacaksın! Gene de esirgeyeceğim seni, kesin ardıma bırakacağım, senin dileğin de bu, öylesine hırpalıyorsun çünkü, değmez bulacak, insanlık tragedyası karşısına çıkarılmış clown fantezisi sayacaksın, bize göre dünyamızın çocuk kalmış sevdasını! Oysa, bir kez ölümlü bakışını durdurabilseydin zamansızlıkta... Dur, yokla bedenini, bak ne sıcacık! Hep kıskandın kendini, kendinden canım aptalım benim. Sen hep yanılgı ve yenilgilerden oluştuğun için yaşayabilensin!

 

 

 

 

 

Vüsat O. BENER

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...