Jump to content

Bir Tiyatro Adamı ; Harold Pinter


birunsatan

Önerilen Mesajlar

ZİHİN ODALARINDA TEDİRGİN BİR MİSAFİR: HAROLD PİNTER (1930-)

 

2005 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Harold Pinter, 10 Ekim 1930 tarihinde, Portekiz'den Doğu Avrupa'ya, oradan da İngiltere'ye göç etmiş Yahudi bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelir. Doğu İngiltere'de, işçi sınıfının yaşadığı bir bölgede yaşamını sürdürür. Öyle ki, yaşadıkları evin hemen yanında büyük bir sabun fabrikası bulunmaktadır. Baba Pinter'in asıl mesleği terzilik olmasına rağmen iflas ettikten sonra başkalarının yanında çalışmak zorunda kalmıştır. Pinter'ın annesine ilişkin hatırladığı en önemli şey ise, evlerinin arkasında düzenlediği bahçenin, yazarın çocukluk döneminin en mutlu anlarına ev sahipliği ettiğidir.

 

İkinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde yanında ebeveynleri olmadan dokuz yaşından, on dört yaşına kadar Cornwall Kalesi'nde saklanmaya zorlanan Pinter, 1944 senesinde evine yeniden döndüğünde, caddeye düşen bomba ile hayli travmatik bir deneyim yaşar; annesinin üzerine titrediği bahçesinin yanıp kül olmuş halini görür. On üç yaşlarında sinemaya ilgi duyar ve özellikle gangster filmlerinin izleyicisi olur. Okula başladığında, içinde okuma- yazma için muazzam bir arzu taşıdığını görür ve ilk edebi eserleri diyebileceğimiz şiirlerini de bu dönemde yazar. Bu dönemde Pinter'ın fiziksel ve entelektüel açıdan oldukça faal bir sürece girdiği söylenmektedir. Yazarın genç yaşlarında verdiği bu ilk eserler, onun olgunluk dönemi eserleri için birer taslak niteliğindedir diye de düşünülebilir. Küçük yaşına rağmen yazdığı bu eserler dahi romantik, gerçekçi ama aynı zamanda şiddet içeren temalar taşımaktadır. Pinter, on altı yaşındayken okulu bırakır ve gitmek istediği iki okul Oxford ve Cambridge olduğundan ve o günkü koşullarda bu okullara kabul edilmek için Latince bilmek gerektiğinden bu isteğini gerçekleştiremez.

 

Pinter'ın şiddet içeren deneyimleri İkinci Dünya Savaşı sonrasında faşistler iktidara geçtikten sonra da devam eder. Yahudi kökenli olmasından ötürü ve kolunun altında sürekli kitaplarla gezdiğinden, "kızıl" olarak damgalanmış, sokak çeteleri ile mücadele etmek zorunda kalmıştır. Çoğu zaman konuşarak onları geçiştirmeyi bilmekle birlikte, fiziksel müdahalelere maruz kaldığı ve kavga ettiği de bilinmektedir.

 

Yazarın hayatının dönüm noktası, Donald Wolfit isimli oyuncunun Kral Lear oyunundaki performansını altı kez izledikten sonra gerçekleşmiştir denilebilir. Bu aktör-rejisörün seyahat ederek tiyatro yapan topluluğu Pinter'in gelecekteki yaşamının on senesine ve aslında bütün bir hayatına etki edecektir. Önce okulu bırakmış, ardından askerlik görevini yapmayı reddetmiş, pek çok kez mahkeme edilmiş, babasının kendisi için ödediği para cezaları sayesinde kurtulabilmişse de, aynı dönemde pek çok yakın arkadaşlıklar da kurmuştur. Bu dönem Pinter için, Dwarfs, The Basement, Monologue, Old Times ve Betrayal oyunlarını kaleme aldığı zamanlar olacaktır aynı zamanda. Akabinde Central School of Speech and Drama okuluna katılan Pinter, İrlanda'da yine gezici bir topluluk olan ve Shakespeare oyunları sahneleyen başka bir gruba katılarak tiyatro yaşantısına devam eder. Oyuncu-yazar, Shakespeare'in "Horatio", "Edgar", "Edmund", "Macduff", "İago" ve klasik tiyatronun "Oedipus", "Kreon" gibi pek çok önemli oyun kahramanını sahnede canlandırmıştır. Bu süreçte Pinter'ın ilk şiirleri Poetry London dergisinde yayınlanmış ve Dwarfs romanını yazmaya başlamıştır. İrlanda'da iki sene geçiren Pinter, Donald Wolfit ile çalışmaya başlamış ve Vivien Merchant ile de bu sayede tanışmıştır. Daha sonra başka repertuar tiyatrolarına katılarak, "David Baron" takma adı ile doksan kadar oyunda aktör olarak sahne almakta ve şiir yazmaya devam etmiştir. 1956'da ilk oyunu olan The Room'u (Oda) yazar. 1958'de The Birthday Party (Doğum Günü Partisi), Lyric Tiyatrosu'nda sahne aldığında, eleştirmenlerce resmen topa tutulmuştur, bir kişi hariç: Harold Hobson. Oyun bir hafta sonra sahnelenmekten vazgeçilir ve bu sırada Pinter'ın Mechant ile evliliğinden olan ilk çocuğu Daniel doğar. 1959'de Dumb Waiter (Dilsiz Uşak) Frankfurt'ta prömiyer yapar ve Doğum günü Partisi oyununu okuyup, müthiş bir şekilde etkilenen Donald Mc Whinnie, eseri bir televizyon eseri olarak değerlendirerek, tanınmasını sağlar. Ancak, Pinter bu tip çalışmaların devamı için kendisine güvenli bir gelir ile anlaşma öneren McWhinnie'nin teklifini geri çevirme yürekliliğini göstererek, tiyatro sanatı açısından takdire şayan bir harekette bulunmuş olur. Bu kararın yerinde bir hareket olduğu kısa bir süre sonra anlaşılacaktır. Aynı yıl içerinde Dumb Waiter (Dilsiz Uşak) ve The Room (Oda), Hampstead Tiyatro Klubü'nde sahnelenerek, Royal Court Tiyatrosu'na kadar taşınır. The Birthday Party (Doğum günü Partisi) ve A Night Out televizyon için hazırlanır, The Caretaker (Kapıcı) dünyanın önemli tiyatro sahnelerinde sergilenmeye başlanır.

 

1959'daki The Servant senaryosu Pinter için yeni bir kapının açılması anlamına geliyordu, çünkü bu oyun sayesinde televizyon ve radyo dünyasında da bilinen bir isim olmaya başlayacaktır genç yazar. Bu tarihi takip eden beş yılda pek çok ödüle boğulan Pinter, kısa oyunlar, televizyon ve sinema için kısa senaryolar yazmaya devam eder. The Homecoming (Eve Dönüş) oyunu da yine bu dönemde ortaya çıkmıştır. Pinter, kendi söylediğine göre herhangi bir dış etken tarafından sınandığında, ilham geldiğinde ya da bir ses veya imge tarafından sarsıldığında yazabilen, her gün eline düzenli bir şekilde kalem alabilen biri değildir. Ancak, yazar düzenli şekilde tek perdelik oyun yazmaya devam etmiştir, 1963 yılında yazdığı The Lover (Sevgili) oyunu ses getirmiş, The Caretaker (Kapıcı), The Guest (Ziyaretçi/Misafir) gibi eserlerine dünyanın dört bir yanından ödül yağmaya başlar.

 

Her zaman için özel hayatını kendisine saklamayı uygun gören ve biraz da içe dönük bir insan olarak bilinen Pinter'ın, en yakın arkadaşı Robert Shaw bile yazarın bu içe kapanıklığını kabul ettikten sonra kendisi ile arkadaşlık kurabildiklerini söylemektedir. Edebiyatçının, Londra'nın en doğusundaki bölgede yaşarken, giderek merkeze ve en sonunda da sosyetenin gözbebeği Notting Hill semtinde beş odalı bir evde Paul McCartney ile Sir John Gielgud'un da yer aldığı dev partiler vermeye kadar ulaşan süreci emsallerinden daha hızlı bir şekilde kat ettiği aşikardır. 1967 senesinde The Homecoming (Eve Dönüş) New York'ta gösterime girmiş ve bütün tiyatro ödüllerini neredeyse silip süpürmüştür. Bu sırada New York'taki apartman dairesinde Pinter'ın kendisine küçük bir kütüphane oluşturduğunu ve favori yazarları arasında; Hemingway, Dostoyevski, Joyce, Henry Miller, Kafka ve Beckett, Hardy, Proust, Donne, Pope, Yeats, Hopkins, Eliot, Larkin gibi yazar ve şairlerle, Edward Albee, Joe Orton, Edward Bondi David Storey gibi oyun yazarlarının bulunduğunu biliyoruz. Aynı yıl yazar, Accident oyunu ile Cannes Jüri Ödülü'nü kazanır. O zamandan beri ilgilendiği konuların; dil, seks, spor ve içki içme alışkanlığı olduğunu söylemiştir. Bu tarihten önce politik bir kimliği olmadığını iddia eden Pinter, kısa bir süre sonra siyasi kimlik kazanmaya başlar. Landscape (Manzara) oyununda, dile karşı saldırıları ve yozlaştırmaları olduğunu iddia eden Lord Chamberlain'e karşı çıkmak suretiyle, oyununda değiştirme yapmamıştır. The Tea Party (Çay Partisi) ve The Basement (Bodrum) oyunları ile The Birthday Party (Doğum günü Partisi) de aynı zaman sürecinde sahnelenmeye başlanır. Bunları takip eden on sene içinde Pinter, yine bir ödülle perdeyi açmıştır kariyerinde… Old Times (Eski Günler), No Man's Land (IssızTopraklar) , Silence (Sessizlik) gibi oyunları tanınan ve sahneye koyulan prodüksiyonlar olmaya başlamıştır. Bu oyunlarla uluslararası çapta ödüller almaya başlayan Pinter, aynı zamanda özel hayatında da birtakım değişiklikler yaşamaya başlamış ve Lady Antonia Fraser ile yaşadığı aşk ilişkisi nedeniyle eşinden ayrılmak istemiş ancak yaklaşık yirmi senedir eşi olan Vivien Merchant kendisinden ayrılmak istememiştir. Pinter'ın Betrayal (Aldatma) oyununu bu ilişkiden esinlenerek yazdığı söylenmektedir. 1970'lerde Pinter, oyunculuk yapmaya, rejisörlüğe, kısa oyunlar ve senaryolar yazmaya ve bu eserleri ile ödülleri toplamaya devam eder. 1980'lere geldiğimizde Pinter, daha önceki dönemlerde yazdığı eserlere bir dönüp bakmaya karar verir, yirmi sene kadar önce yazdığı The Hothouse ilk kez bu tarihte Londra'da sahneye konulur. Bu arada Lady Fraiser'in eşi kanserden, Vivien Merchant da alkolizmden ölmüştür. Bu dönemde Pinter'ın sahne için yazdığı oyunlar genelde tek perdeliktir ve diğer oyun yazarlarının eserlerinin rejisi ile uğraşmaya devam etmekte ise de giderek bu işe daha az zaman ayırmaya başlar. Ödüller ve dereceler almaya devam ederken, politik kişiliği de giderek daha bilinçli bir boyuta sıçrar.

 

Yazarın, sahne için yazdığı 1981 tarihli Family Voices (Aile Sesleri) pek çok yazara ilham vermiş ve Pinter'ın yönetiminde seyirci karşısına çıkmıştır. Giderek daha çok cesaretlendirilen ve ödüllendirilen Pinter, Betrayal (Aldatma) oyunu ile New York Drama Eleştirmenleri "En İyi Yabancı Oyun" ödülüne layık görülür. Bu arada kendisine ait oyunların yanı sıra, sevdiği yazarların oyunlarına da reji yapmak suretiyle tiyatro yönetmenliğine devam eder. Aynı zamanda bu oyunlarda aktör olarak da rol almaktadır. 1985'te Arthur Miller ile PEN'in çağrısı üzerine Türkiye'ye yaptığı ziyaret neticesinde gerek akademisyenlerle gerekse de mahkumlarla görüşme ve tanışma imkanı bulmuştur. Batı dünyasının iki yüzlülüğü ve Şili'de Allende hükümetinin devrilmesi karşısındaki tutumlarından da derinden etkilenen yazar, bu devirden sonra politik açıdan aktivist bir kişilik olmaya başlamış ve 1988'de Mountain Language (Dağ Dili) ismini verdiği oyununu yazmıştır. Bu arada anti-nükleer cephede de yer alan Pinter, insan neslinin bu yüzyılın sonunu çıkarabileceğinden şüphe duyduğunu söylemektedir. 1990'lara geldiğimizde ise yazarın 1980'lerdeki gibi bu süreçte de retrospektif şekilde çalıştığını söyleyebiliriz. The Dwarfs başlıklı romanını yeniden düzenlemek suretiyle basımını sağlamıştır. The Homecoming (Eve Dönüş), The Caretaker (Kapıcı), Betrayal (Aldatma) yeniden gözden geçirilerek, basıma hazırlanmıştır. David Wright ve Nazım Hikmet'in yayınlanmamış eserlerinin toplanıp basılmasında da öncülük etmiştir. One for the Road'u (Tek Bir Tane) 1989 yılında, New Yorklu bir dinleyici grubu karşısında okuduktan sonra, daha uzun bir oyun yazmak için kamuoyu karşısında söz verdi. Harold Pinter, kendisinin oyunlarının birer zırva olduğunu söyleyenleri ciddiye almadığı gibi; "Hâlâ yazmadığım için içimde kalan bir şeyler var, öyle hissediyorum" demiştir.

 

Harold Pinter'ın hemen hemen tüm oyunlarında ortak olan tema; baskın ve edilgen/boyun eğen arasındaki ilişki çerçevesinde şekillenmektedir. The Dumb Waiter (Dilsiz Uşak)'taki Ben mi Gus mı iktidarı ele geçirecektir, Birthday Party (Doğumgünü Partisi)'nde davetsiz misafirler mi, Stanley mi, One For The Road'daki Victor ve Gila mı yoksa işkenceciler mi? Ana tema ve dramatik teknik açısından Pinter, izleyicinin dikkatini çekebilmek, heyecan ve dikkat duygusunu uyanık tutmak için her bir vuruşu, sahne ve perdede bütün bir oyuna yaygınlaştırmak suretiyle uyanık tutar. Teknik, oyuna göre değişiklikler göstermekle birlikte, bazen şiddetli yıkımlarla sonlanabilir. Oyunlara tematik açıdan bakıldığında, hakimiyet için yarış dürtüsü çemberin ortasında duruyorsa, diğer temalar da onun etrafında hareket ediyorlar diyebiliriz. Görme ve körlük, gizemlilik ve karmaşa, zaman ve mekan, gerçeklik ve düş, Pinter'ın komedi ve trajedi unsurlarını özel biçimde kullanması ile inşa edilir.

 

Pinter kahramanları baskın ve boyun eğenler olarak niyetleri ve taşıdıkları değerler bakımından dünyaya değişik bakış açılarına sahip, bazen de tamamen zıt kutuplarda yer alan karakterlerdir. Görüş açıklığı ve körlük bir tema olarak edebi ve edebi sanat biçemi olarak işlevseldir, boyun eğen tip, buyurgan tipten daha fazlasını bilme yeteneğine sahiptir. The Room (Oda)'daki Rose, The Birthday Party (Doğumgünü Partisi')ndeki Stanley ve A Slight Ache (İnce Sızı)'daki Edward sonunda körlüğe maruz kalsalar da, en azından durumlarındaki gözden kaçırdıkları detayları, gizemli kalan noktaları görmek için çaba sarf ederler. Bu karakterler kendilerinin tasarladıkları düş dünyasına uygun bir dünya ile karşı karşıya değillerse, -miş gibi yapma eğilimi gösterirler.

 

Pinter'in oyunlarında ana tansiyon noktası, dominant/baskın ve boyun eğen arasındaki gerilimin akışı, bunların görünürdeki zıt ilgilerinin üzerine vurgu yapılarak gerçekleştirilir. Baskın olan kontrolü ele geçirdiğinde, otorite sorgulanmaz, kendisinin sorgulanmasına izin vermez, başkaları için üzüntü hissetmez, başkalarının kendisine sempati duymasını istemez, kör edici kuralların ifa ettiricisi olarak sınırlarını fark edemez, sonuç olarak da durumunun absürdlüğünü kavrayamaz. Ancak, boyun eğen şahıs, dominant karakterin kendi üzerinde kurmak istediği otoritenin farkındadır ve sorduğu sorularla kendisi üzerine yöneltilecek olan saldırının da davetiyesini çıkartmış olur. İzleyici kendisini hangi tarafta göreceğine ilişkin ikircikli bir duygu içinde bulsa da, aslında zayıflığı nedeni ile güçsüz düşmüş olan ile kendisini özdeşleştirme eğilimi gösterecektir; güç uygulayan kişiye saygı duymak bir yana, geleneksel diyebileceğimiz kahraman tipini hatırlatan gerçeği ortaya çıkarmaya çalışan gönüllü kişiye de yakınlık duyması garip gelmemelidir. Sözünü ettiğimiz baskın ve edilgen teması üç safhada incelenebilir. Pinter'ın erken dönem eserlerinde orada bulunmadığı halde mevcut büyük, tehlikeli bir organizasyonun etkisi uzak ama hissedilebilir türdedir. İkinci dönem oyunlarında, orta sınıfın kendi arasında oynayıp durduğu egemenlik savaşına ilişkindir, dışarıdan gelmesi mümkün olan korkular bu sefer içselleştirilmiş, iç mekanlara sıkıştırılmıştır, bu oyunlar daha çok hafızanın ön plana çıktığı, "memory plays" (hafızanın oyunları denilebilir) olarak addedilir. Hafızanın oyunlarında aslında kimsenin gerçeğe ilişkin tutarlı bir bütünlük sergilemediğini, hepsinin kendi hikayesini anlattığını görüyoruz. Son dönem oyunlarında ise, One For The Road gibi, masum bir adam ve eşinin işkence gördükleri, oğullarının da öldürüldüğü, başka oyunlarında da nükleer savaş ya da Nazi güçlerinin şiddetli uygulamalarını konu ettiği eserler ile karşılaşıyoruz.

 

Bu ikili gerilim arasında şiddet olgusu, Pinter'ın eserlerinde güç kazanmak değil, ona ulaşmak için uğraşılan bir hedef gibi durur. Pinter, "Dünyanın şiddet içeren bir yer olduğunu" söyler ve "bunun insanın pozisyonlarını düzenlemek için giriştikleri bir savaş değil de, gündelik, herkesin başındaki bir iş" olduğunu ekler. İngiliz hiyerarşik toplum yapısını eleştirel bir şekilde okuyucusuna sunan Pinter için, hükümranlık için verilen mücadele, aşk ve hayatta kalma temalarına doğru açımlanır. Birinin diğeri üzerinde hakimiyet kurmaya çalışması aslında sevilme ihtiyacından kaynaklanmıştır ve insanlar bireyselliklerini kabul ettirmelerinin bir yolu olarak şiddeti kullanırlar ve bu sonunda bir hayatta kalma mücadelesine dönüşüverir. Pinter külliyatı, baskının insan ilişkileri için ne denli bozucu ve yıkıcı olabileceğini göstermek için yazılmış dramatik eserlerdir, birey, toplum ve belki de küresel anlamda milletler arasındaki gerilime kadar genişletilebilecek derin bir mevzudur. Pinter'ın eserleri The Dumb Waiter (Dilsiz Uşak) oyunundan başlayarak, The Comfort of Strangers, Remains of The Day ve The Trial gibi eserlerine dek, insanlar arasında kurulamayan eşitsizlik nedeniyle giderek kendilerinin kaçınılmaz biçimde yıkıma sürüklendiğini göstermeye çalışır. The Dumb Waiter (Dilsiz Uşak) oyununda Ben, Gus'a silahını doğrulttuğunda, aslında ilişkilerini yok etmek ve bu şekilde kendi yerini güvenceye almak isteğindedir, ancak bu istek Gus'a bağlıdır aslında. Pinter'ın oyunlarında dominant karakterin durumu, onun gücünden ya da bilgisinden kaynaklanmamaktadır, bu aslında eyleme geçmek için daha çok güce sahip olma isteği demektir, öyle ki, Pinter dominant ve edilgen karakterleri bir paranın iki yüzü gibi gösterir. Pinter'ın eserlerinde temel sorun, hayatın idamesine ilişkindir, bütün çelişki de buradan kaynaklanmaktadır, çünkü iki taraf da yaşamda kalma mücadelesi içindedir gerçekte. Oyunlarında gizemliliğin hakim olduğu durumlarda, geleneksel olarak fallik denilebilecek bir kurban-suçlu (katil, kötücül) dikotomisi yaratılır. Bazı eserlerinde (Dağ Dili, Hizmetçinin Hikayesi ya da Dava gibi) buyurgan ve boyun eğen tarafların şiddeti yaratmakta çift taraflı sorumluluk sahibi olabileceğini de gösterir. Doğum günü Partisi'ndeki müfettiş ya da polis olma ihtimalleri ima edilen Goldberg ve Cann, gerçekte Stanley'nin yanına onu almak için gelmemiş olsalar da, onun suçlu gibi davranması ile olaylar başka bir yola evrilmiş gözükür.

 

Pinter'in karakterleri aynı zamanda büyük bir varoluş mücadelesi içindedirler, otonomilerine ve kendi kişisel ilişkilerine birer tehdit olarak algıladıkları şeylerle mücadele etmeyi seçerler. Ancak, Martin Esslin bunun varoluşçu bir çaba olmadığı iddiasındadır. Aslında bunun kişinin kendisi ve kendi doğası ile giriştiği bir yüzleşme olarak değerlendirilmesi gerektiğini söylemektedir. Bunu söylerken de Pinter'ın oyunlarında insan varoluşunun absürdlüğünün metafizik açıdan anlamsız bir şekilde yansıtılmadığı görüşündedir. Kısacası, Pinter karakterlerinin temel sorununun otonomi olduğu düşünülebilir. Karakterler kendileri ile değil, kendileri ile ilgili istekleri ve talepleri olan dışarıdan gelen ya da dışarıdaki kişilerle mücadele etmek durumundadır. Beckett'i çok sevdiğini ve zaman zaman eserlerinde etkisinin ortaya çıkmasının da mümkün olduğunu belirten Pinter, kendisinin absürdcü bir tiyatro yazarı olarak anılmasına da aslında karşı çıkmaktadır. Ancak, karakterlerin davranışlarının dışarıdan açıklanabilir bir motivasyonu olmadığından ötürü, Pinter'in oyunları içeriden bakıldığında metafizik ve sembolik olarak değerlendirilmektedir. Pinter oyunlarında korku ve suç temaları, kişinin biricikliğinin dışarıdan rahatsız edilme korkusu, bilinmeyen güçlerin korkusu, sosyal kurumlar tarafından ele geçirilme korkusu, kadınlardan korkmak vb. şekilde çeşitlenmektedir. Otonomi kazanmak için çabalamak aslında insanın kendisini güvende hissetmek ve korkularından arınmak için gösterdiği çabaların bir toplamı olarak görülebilir.

 

Harold Pinter, Martin Esslin'in de belirttiği üzere İngiliz sahne diyalog biçemine yenilik getirmiş bir yazardır. Hatta, kendine özgü olan bu tarzı, edebiyat ve tiyatro camiasında az sayıda sanatçıya nasip olmuş bir şekilde onun yazınında bütün kendine haslığı ile tezahür etmiş ve "Pinteresk" denen bir kavramdan bahsedilir olmuştur. İngilizce'nin her türlü kullanımına açık bir yazar olarak değerlendirilen Pinter'ın özellikle gündelik yaşam diline hakimiyetini de eklemek gerekir. Esslin aynı zamanda çok daha derin anlamlara içrek olduğu bilinen Pinteresk dil kullanımının, sahnede içe kapalı ve gerçek yaşamda kullanılan dilden hayli uzağa düştüğünü de tespit etmiştir. Bu noktada Pinter'ın Çehov'dan etkilendiği ama onun tekniğini daha farklı bir biçimde, daha uzağa taşıdığı söylenebilir. Pinter'ın kahramanları asla asıl konuya ilişkin doğrudan konuşmazlar, kendileri için kurgulanan zekice diyaloglar sayesinde hem kelime israfından hem de konuşulan sözcükler ile konuşulmayanlar arasındaki duygusal ve psikolojik ivmeden neyin ne olduğunu anlamamızı sağlarlar. Aslında Pinter, dilin bir iletişimsizlik aracı olduğunu söylemeye çalışmaz, sadece insanların dili gerçek işlevi dışında kullandıklarına sahne üzerinde dikkat çekmeye çalışır, dilin işlevsizleşmesi veya bir başka deyişle iletişimin iflası. İnsanların dile getirdikleri şey, her zaman yaptıklarından daha sönük kalmaya mecburdur. Yapmak ve söylemek arasında derin bir uçurum vardır, Pinter işte bizi bu uçuruma iter. Sessizliğin uçurumuna.

 

Faydalanılan Eserler:

Esslin Martin. "Language and Silence". Modern Critical Views: Harold Pinter. Ed: Harold Bloom. London: New York: Chelsea House Publishers, 1987. 139-163.

Gordon, Lois. Harold Pinter: A Casebook. Ed: Lois Gordon. New York: Garland Publishing, 1990.

Peacock, Keith. Harold Pinter and English Theater. Greenwood Press, 1997

Prentice, Penelope. Harold Pinter: Life, Work and Criticism. Canada: York Press Ltd.; 1991

 

. Harold Pinter'ın Oyunları, Senaryoları, Radyo Oyunu, Yönetmenlik Yaptığı Televizyon Eserleri, Filmler ve Senaryolar, Aktörlük Yaptığı Tiyatro Oyunları, Filmler, Radyo Oyunları ve Televizyon Programları.

 

Kaynak: http://www.haroldpinter.org

 

Oyunları: THE ROOM (1957); THE BIRTHDAY PARTY (1957); THE DUMB WAITER (1957); A SLIGHT ACHE (1958); THE HOTHOUSE (1958); THE CARETAKER (1959); SKETCHES: The Black and White; Trouble in the Works (1959); Last to Go; Request Stop; Special Offer (1960); That's Your Trouble; That's All; Interview(1964); A NIGHT OUT (1959); NIGHT SCHOOL (1960); THE DWARFS (1960); THE COLLECTION (1961); THE LOVER (1962); TEA PARTY (1964); THE HOMECOMING (1964); THE BASEMENT (1966); LANDSCAPE (1967); SILENCE (1968); SKETCH Night (1969); OLD TIMES (1970); MONOLOGUE (1972); NO MAN'S LAND (1974); BETRAYAL (1978); FAMILY VOICES (1980); and with VICTORIA STATION and A KIND OF ALASKA under the title OTHER PLACES (1982); SKETCH Precisely (1983); ONE FOR THE ROAD (1984); MOUNTAIN LANGUAGE (1988); THE NEW WORLD ORDER (1991); PARTY TIME (1991); MOONLIGHT (1993); ASHES TO ASHES (1996); CELEBRATION (1999); SKETCH Press Conference (2002)

 

Senaryoları: THE CARETAKER (1962); THE PUMPKIN EATER (1963); THE SERVANT (1963); THE QUILLER MEMORANDUM (1965); ACCIDENT (1966); THE BIRTHDAY PARTY (1967); THE GO-BETWEEN (1969); THE HOMECOMING (1969); LANGRISHE GO DOWN (1970) TV uyarlaması: 1978; A LA RECHERCHE DU TEMPS PERDU (1972) filme çekilmedi; THE LAST TYCOON(1974); THE FRENCH LIEUTENANT'S WOMAN (1980); BETRAYAL (1981); VICTORY (1982) filme çekilmedi; TURTLE DIARY (1984); THE HANDMAID'S TALE (1987); REUNION (1988); THE HEAT OF THE DAY (1988); THE COMFORT OF STRANGERS (1989); THE TRIAL (1989); THE DREAMING CHILD (1997) filme çekilmedi; THE TRAGEDY OF KING LEAR (2000) filme çekilmedi.

 

Radyo Oyunu VOICES (2005).

 

Yönetmenlik Oyunlar: THE COLLECTION (with Peter Hall) (1962); THE LOVER and THE DWARFS (1963); THE BIRTHDAY PARTY (1964); Robert Shaw's THE MAN IN THE GLASS BOOTH London (1967) and New York (1968); James Joyce's EXILES (1970); Simon Gray 's BUTLEY (1971); John Hopkin's NEXT OF KIN (1974); Simon Gray 's OTHERWISE ENGAGED London (1975) and New York (1977); William Archibald's THE INNOCENTS New York (1976); Noel Coward's BLITHE SPIRIT (1976); Simon Gray 's THE REAR COLUMN (1978); Simon Gray 's CLOSE OF PLAY (1979); THE HOTHOUSE (1980); Simon Gray 's QUARTERMAINE'S TERMS (1981); Robert East's INCIDENT AT TULSE HILL (1981); Jean Giraudoux's THE TROJAN WAR WILL NOT TAKE PLACE (1983); Simon Gray 's THE COMMON PURSUIT (1984); ONE FOR THE ROAD (1984); Tennessee Williams' SWEET BIRD OF YOUTH (1985); Donald Freed's CIRCE AND BRAVO (1986); Jane Stanton Hitchcock's VANILLA (1990); PARTY TIME and MOUNTAIN LANGUAGE (1991); THE NEW WORLD ORDER (1991); David Mamet's OLEANNA (1993); LANDSCAPE (1994); Ronald Harwood 's TAKING SIDES (1995); Reginald Rose's TWELVE ANGRY MEN (1996); ASHES TO ASHES 1996; Simon Gray 's LIFE SUPPORT 1997; ASHES TO ASHES in Italy (1997); ASHES TO ASHES in France (1998); Simon Gray 's THE LATE MIDDLE CLASSES (1999); CELEBRATION ve THE ROOM (2000); NO MAN'S LAND (2001); Simon Gray 's THE OLD MASTERS (2004) Filmler BUTLEY (1974) Televizyon Simon Gray's THE REAR COLUMN (1980); THE HOTHOUSE (1982); MOUNTAIN LANGUAGE (1988); PARTY TIME (1992); LANDSCAPE (1995); ASHES TO ASHES Italy (1998).

 

Aktör Tiyatro Toured Ireland with Anew McMaster repertory company (1951-52) Donald Wolfit Company, King's Theatre, Hammersmith (1953-54) Rep at Chesterfield, Whitby, Huddersfield, Colchester, Bournemouth, Torquay, Birmingham, Palmers Green, Worthing, Richmond (1953-59) THE CARETAKER - Mick Duchess Theatre (1960) THE HOMECOMING - Lenny Watford Theatre (1969) OLD TIMES - Deeley Los Angeles (1985) NO MAN'S LAND - Hirst Almeida & Comedy Theatre (1992-3) THE HOTHOUSE - Roote Chichester Festival Theatre, Comedy Theatre (1995) LOOK EUROPE! - Tramp, Almeida Theatre (1997) THE COLLECTION - Harry, Gate Theatre, Dublin (1997) & Donmar Warehouse (1998), ONE FOR THE ROAD - Nicolas, New Ambassadors Theatre, London (2001) & Lincoln Center Festival, New York, USA (2001), SKETCH Press Conference, Royal National Theatre (2002)

 

Film THE SERVANT - Society Man (1964) ACCIDENT - Bell (1967) THE RISE AND RISE OF MICHAEL RIMMER - Steven Hench (1970) TURTLE DIARY - Man in Bookshop (1985) MOJO - Sam Ross (1997) MANSFIELD PARK - Sir Thomas (1998) THE TAILOR OF PANAMA - Uncle Benny (2000)

 

Televizyon A NIGHT OUT - Seeley (1960) HUIS CLOS by Jean Paul Sartre - Garcia (1965) THE BASEMENT - Stott (1967) ROGUE MALE by Clive Donner - Lawyer (1976) LANGRISHE, GO DOWN - Shannon (1978) THE BIRTHDAY PARTY - Goldberg (1987) BREAKING THE CODE by Hugh Whitemore - John Smith (1997) CATASTROPHE by Samuel Beckett - Director (2000) WIT by Margaret Edson - Father (2000)

 

Radyo PLAYERS - Narrated by Harold Pinter with Edward de Souza FOCUS ON FOOTBALL POOLS and FOCUS ON LIBRARIES (1951) HENRY VIII - Abergevenny (1951) MR PUNCH PASSES - Narrator (1951) A NIGHT OUT - Seeley (1960) THE EXAMINATION - Reading (1962) TEA PARTY - Reading (1964) MONOLOGUE - Man (1975) ROUGH FOR RADIO by Samuel Beckett - Man (1976) BETRAYAL - Robert (1990) THE PROUST SCREENPLAY - The voice of the Screenplay (1995) I HAD TO GO SICK by Julian McLaren Ross - Reading (1998) MOONLIGHT - Andy (2000) A SLIGHT ACHE - Edward (2000)

 

 

 

Hazırlayan: Aynur Demircan

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Nobel ödül Törenine katılmayan Harold Pinter' ın gönderdiği konuşma metni ;

 

 

SANAT, GERÇEK VE SİYASET

 

Gerçek ile gerçek olmayan ya da hakiki ile sahte arasında kesin ayırımlar yoktur. Bir şeyin hakiki veya sahte olması mutlaka gerekmez, o şey hem hakiki hem sahte olabilir. Bu iddialarımın geçerli olduğu ve gerçeği sanat yoluyla keşfetmeye uygulanabileceği kanısındayım.

 

Bu nedenle, onları bir yazar olarak savunurum, ama bir yurttaş olarak savunamam. Yurttaş olarak, ne gerçektir, ne değildir sorgulamak zorundayım. Tiyatro sanatında hakikatin anlaşılması daima zordur. Onu hiç bir zaman kolay keşfedemezsiniz, ama ister istemez ararsınız. [Yazar tiyatroda gerçek dışılık kapsamında kendi piyeslerinden örnekler veriyor.]

 

Siyasetçilerin kullandığı dil bu alanda verdiğimiz örneklerin hiç birisine girmez, çünkü gördüğümüz kadarıyla politikacıların çoğu gerçekle ilgilenmez, iktidarla ve o iktidarı korumakla ilgilenir. O iktidarı sürdürmek için halkın hakikatten, hatta bizzat kendi hayatlarına ait hakikatlerden yoksun bırakılması özellikle önem taşır.

 

Şu halde, etrafımız çepeçevre yalanlarla çevrilmiştir ve biz yalanla beslenmekteyiz. Buradaki herkes gayet iyi biliyor ki, Irak'ın işgal edilmesinin mazereti Saddam Hüseyin'in son derece tehlikeli bir kitle imha silahları kitlesine sahip olduğu, bunlardan bazılarının 45 dakika içinde ateşlenebilecekleri ve korkunç yıkımlara yol açabilecekleri şeklindeydi. Bize bunun gerçek olduğu söylendi.

 

Ama değildi.

 

 

Irak'ın El Kaide'yle ve 11 Eylül 2001 saldırılarıyla ilişkili olduğu dile getirildi. Bunun da gerçek olduğu söylendi. Ama değildi. Irak’ın dünya güvenliğini tehdit ettiği söylendi. O da doğru değildi.

 

GERÇEK DENİLEN ŞEY

Bu konuda gerçek tamamen başka bir şeydir. Gerçek denilen şey ABD’nin dünyadaki kendi rolünden ne anladığı ve onu nasıl gerçekleştirdiğidir. Günümüze gelmeden önce yakın geçmişe bir göz atmak ve Amerika Birleşik Devletlerinin İkinci Dünya Savaşı bitiminden bu yana izlediği dış politikaya değinmek istiyorum. O döneme ait gerçeklere parmak basmak için bunu yapmak zorunda olduğumu hissettiğimden, biraz zamanınızı alacağım. Herkes savaş sonrası dönemde Sovyetler Birliğinde ve Doğu Avrupa’da ne olduğunu biliyor: O döneme ait vahşet, yaygın çirkinlikler ve bağımsız düşüncenin acımasızca bastırılması yeterince belgelendi, doğrulandı.

 

Gel gelelim, aynı dönem içinde ABD’nin işlediği suçlar sadece yüzeysel olarak not edildi, doğru dürüst belgelenmedi ve suç olarak tanımlanmadı. Mevcut koşullarda bunların üzerinde durmak gerektiğine inanıyorum. Sovyetler Birliğinin varlığı nedeniyle bir ölçüde kısıtlanmış olmakla birlikte, ABD gene de her istediğini yapabilmişti. Bununla birlikte, hükümran bir devletin topraklarının doğrudan doğruya istila edilmesi ABD’nin öncelikli tercihi değildi. ABD evvel emirde düşük yoğunluklu çatışmayı yeğlerdi. Düşük yoğunluklu çatışma demek doğrudan savaşta attığınız bombayla insanları toplu halde öldürürken, onun yerine, aynı miktardaki insanı yavaş yavaş öldürmek demektir. O ülkeye ta kalbinden hastalık bulaştırmak ve için için ilerlemesini, sonunda kangrene dönüşmesini beklemektir. Ülke halkına bir kez boyun eğdirildi mi ; veya halk aynı şey olan ölümcül bir yenilgiye uğratıldı mı; artık sizin dostlarınız, askerler ve büyük şirketler rahat rahat iktidarda oturabilirler, siz de kameraların önüne geçip demokrasinin galip geldiğini söyleyebilirsiniz. ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki yaygın politikası işte böyleydi.

 

NİKARAGUA'DA YAŞANAN TRAJEDİ

 

Nikaragua’da yaşanan trajedi söylediğimin hayli tipik bir örneğidir. ABD’nin dünyada o zamanki ve şimdiki rolünü göstermek için bu örneği anmak istiyorum. [Pinter bu bölümde Nikaragua delegasyonunun bir üyesi olarak ABD heyetiyle yaptıkları görüşmeye dair bir anısını anlatıyor.] ABD acımasız Somoza diktatörlüğünü 40 yıldan fazla süreyle destekledi. Nikaragua halkı Sandinistaların liderliğinde 1979da bu rejimi yıktı ve eşsiz bir halk devrimini gerçekleştirdi. Sandinistalar elbette mükemmel değillerdi, kibirliydiler ve siyasi anlayışlarında birçok çelişkili öğeyi barındırıyorlardı. Ama zekiydiler, akıllıydılar ve uygardılar. İstikrarlı, dürüst ve çoğulcu bir toplum oluşturmak istiyorlardı. Ölüm cezası kaldırıldı. Yoksulluk içindeki yüz binlerce köylü ölümden kurtarılıp hayata kazanıldı. 100 bin aile topraklandırıldı. İki bin okul inşa edildi. Oldukça önemli bir okuma-yazma seferberliği yürütüldü, okuma-yazma bilmeyenlerin oranı yedide bire düşürüldü. Parasız eğitim ve parasız sağlık hizmetleri gerçekleştirildi. Çocuk ölümleri üçte bir azaltıldı. Çocuk felcinin kökü kazındı. ABD bütün bu başarıları Marksist-Leninist bölücülük olarak niteledi. ABD hükümetine göre orada tehlikeli bir örnek sergileniyordu.

 

Nikaragua’da sosyal ve ekonomik adaletin kurulmasına izin verildiği, sağlık ve eğitim hizmetleri düzeyinin yükselmesine göz yumulduğu, sosyal birlik ve ulusal onur yükseldiği takdirde komşu ülkeler aynı soruları sormak isteyecek, aynı şeyi yapmaya kalkacaklardı.

 

Öte yandan, ülkede statükonun korunması için yönetime karşı şiddetli bir karşı koyuş da söz konusuydu. Demin dört bir yanımızdan çepeçevre yalanlarla kuşatılmış olduğumuzu söylemiştim, ABD Başkanı Reagan Nikaragua’yı totaliter bir zindan diye niteliyordu. Bu söz medya ve Britanya hükümeti tarafından isabetli ve haklı bir tanımlama olarak benimsenmekteydi. Ama Sandinista hükümetinde ölüm mangalarına dair hiç bir emare yoktu. İşkence yoktu. Sistemli veya resmi bir askeri kötü muamele yoktu. Nikaraguada rahip öldürmemişti. Tersine, ikisi Cizvit biri de Maryknoll misyonerlerinden olmak üzere üç din adamı kabinede yer almaktaydı.

 

Doğrusu istenirse, asıl totaliter zindan komşu El Salvador ve Guatemala’daydı. ABD, Guatemala’da 1954te seçimle işbaşına gelen hükümeti devirmiş ; ve kurulan askeri diktatörlük altında 200.000 insan öldürülmüştü. ABD’de Georgia’daki Fort Benin askeri üssünde eğitilmiş Alcati Alayının bir taburu 1989da San Salvador’da Orta Amerika Üniversitesinde dünyaca tanınmış altı Cizvit rahibini öldürdü. Son derece yürekli bir insan olmakla tanınan Başpiskopos Romero ayin sırasında suikaste kurban gitti. Tahminen 75 bin kişi öldürüldü. Bu insanlar niçin öldürüldüler? çünkü daha iyi bir yaşamın mümkün olduğuna ve bunu başarabileceklerine inanmışlardı. Bu inançları yüzünden komünist addedildiler. Öldürüldüler, çünkü statükoyu, alın yazısı gibi doğumla başlayan sınırsız yosulluğu, hastalığı, çürümeyi ve baskıyı sorgulamaya cesaret etmişlerdi. ABD Sandinista hükümetini en sonunda devirdi. Bir hayli direnişle karşılaştıysa da, büyük ekonomik badirelere ve 30 bin insanın yaşamına mal olduysa da, önünde sonunda Nikaragua halkının ruhunu esir alabildi.

 

Halk yeniden yorgun düştü, yoksulluğun pençesine düştü. Kumarhaneler ülkeye geri döndüler. Parasız sağlık, parasız eğitim sona erdi. Büyük sermaye intikam duygusu içinde tekrar geldi. Demokrasi yeniden egemen olmuştu. Ne var ki, bu politika Orta Amerika’yla sınırlı değildir.

 

Tüm dünyada uygulanmaktadır. Sonu gelmeyen bir politikadır. Ve sanki hiç bir şey olmamışmış gibi yürütülmektedir. ABD İkinci Dünya Savaşının sonunda ve sonrasında hemen her sağcı askeri diktatörlüğü desteklemiştir. Endonezya, Yunanistan, Uruguay, Brezilya, Paraguay, Haiti, Türkiye, Filipinler, Guatemala, El Salvador ve tabi ki Şili. ABD’nin 1973de Şili’de yol açtığı dehşet hiç bir zaman aklanamaz ve asla mazur görülemez. Bu ülkelerde yüz binlerce insan ölmüştür. Ama gerçekten ölmüşler midir? Bunlardan ABD dış politikası mı sorumludur? Bu sorunun yanıtı: Evet o ölümler vuku bulmuştur ve sorumlusu ABD dış politikasıdır. Ama siz bundan habersizsinizdir. Sanki onlar hiç olmamıştır. Sanki hiç bir şey olmamıştır. Onların hapsi vuku bulduğu halde, adeta hiç vuku bulmamışlar gibidir. Çünkü kimse bunlara aldırmamıştır. Onlar kimseyi ilgilendirmemiştir. ABD’nin suçları sistematik, sürekli, ahlâksızca ve acımasızca olmuştur, fakat pek az kimse onlardan söz etmiştir.

 

Teslim etmelisiniz ki, ABD 'klinik vaka' denilecek ölçekte bir gücü dünya çapında kullanagelmiş ve bunu yaparken de alay edercesine evrensel çıkarlar için güç kullandığını ileri sürmüştür. Bu, parlak, zekice ve hayli başarılı bir hipnoz halidir. Sizi temin ederim ki, şu sıralarda ABD en büyük gövde gösterisi içindedir. Zalim, aldırmaz, tehditkâr ve acımasızdır, ama öyle olduğu kadar aynı zamanda çok zekidir de.

 

Tıpkı bir satıcı gibi satılacak en iyi malını, kendisine dönük sevgisini pazarlar. Kazanan daima kendisidir. Bütün ABD başkanlarını dinleyin, televizyon konuşmalarında Amerikan halkı derler ve örneğin şöyle konuşurlar: Amerikan halkına diyorum ki, şimdi dua etmenin ve Amerikan halkının haklarını savunmanın zamanıdır ve Amerikan halkından başkanlarını Amerikan halkı adına yapacağı işlerde desteklemelerini istiyorum. Bu parlak bir hiledir. Burada dil düşünceyi dışarıda tutmak için kullanılmaktadır. "Amerikan halkı" sözü yaslanılacak kocaman bir güvence yastığı gibi kullanılmaktadır. Hiç düşünmeniz gerekmiyor. Geriye yaslanıp bu yastığa dayanın, yeter. Sırtınızı yasladığınız bu yastık her ne kadar zekânızı köreltecek ve eleştirme yetinizi alıp götürecekse de, ne beis, yastığınız rahat ya, siz ona bakın. Tabi, bu dediklerim ülkede yoksulluk sınırının altında yaşayan 40 milyon kişiye özgü değil, ABD’nin dört bir yanına yayılmış gulag hapishanelerinde ikamet eden 2 milyon erkeğe ve kadına dair hiç değil. ABD artık düşük yoğunluklu çatışmayla ilgilenmiyor.

 

Gizli kapaklı davranmak, ya da hatta hileye başvurmak gereğini de duymuyor. Kartlarını masaya açık açık ve korkusuzca seriyor. Ne Birleşmiş Milletlere, ne uluslararası hukuka aldırıyor, ne de kendisine karşı yapılan eleştirilere kulak veriyor, öyle yapmayı bir güçsüzlük sayıyor ve yersiz buluyor. Küçük kuzusu, patetik ve miskin Büyük Britanya’nın meleye meleye peşinden gelmesi ona yetiyor. Bizim ahlâki duyarlılığımıza ne oldu? Yoksa öyle bir şeyimiz hiç olmadı mı?

 

Bu sözcüklerin anlamını acaba biliyor muyuz? Bu sözcüklerin şimdilerde çok nadiren kullanılan vicdan kelimesiyle bir ilişkisi var mı? O vicdan ki, sadece kendi davranışlarımızın sorumluluğunu değil, aynı zamanda başkalarının yaptıkları ama bizim de paylaştığımız sorumluluğu temsil etmektedir. Bunların hepsi öldü mü? Guantanamo Körfezine bakınız. Orada yüzlerce insan üç yıldır sorgusuz sualsiz tutuluyor. Hiç bir hukuki temsil hakkına sahip olmadıklarına ve bugüne değin duruşmaya da çıkarılmadıklarına göre, teknik bakımdan ebediyen gözaltında kalacaklar demektir. Bu durum tümüyle gayri meşrudur ve Cenevre Konvansiyonunun ihlali demektir. Gelgelelim, "uluslararası camia" denilen şey bu kanunsuzluğa sadece göz yummakla kalmıyor, o durumu aklına bile getirmiyor. Suç kendisini "hür dünyanın önderi" diye tanıtan bir ülke tarafından işlenmektedir.

 

GUANTANAMO KÖRFEZİ SAKİNLERİ

 

Sahi, Guantanamo Körfezinin sakinlerini hiç aklımıza getirdiğimiz oluyor mu? Medya oradaki insanlar için ne diyor? Ayda yılda bir altıncı sayfanın bir köşesinde üç beş satırla onlardan söz ediliyor. Onlar sanki bir 'no man's land' dediğimiz sınırlar dışı yere götürülmüşlerdir ve bu gidişle belki de asla geriye dönmeyeceklerdir. Hali hazırda bu insanların çoğu açlık grevindeler, kendilerine zorla gıda veriliyor, aralarında Britanya oturumlu olanlar da var. Sözünü ettiğimiz zorla gıda verme işleminde hiç bir yumuşaklık bulunmamakta, hiç bir ağrı kesici veya anestezik madde kullanılmamakta, burnunuza ve boğazınıza tüpleri kabaca sokuyorlar.

 

Siz de kan kusuyorsunuz. Bu bir işkencedir. Böyle bir durum karşısında Britanya Dışişleri Bakanı ne demiştir? Hiç. Britanya Başbakanı ne söylemiştir? Gene hiç? Neden? Çünkü, ABD "Guantanamodaki tutumumuzu eleştirmek bize karşı hiç de dostane olmayan bir davranıştır. Ya bizimle berabersiniz veya bize karşısınız" demiştir. Blair de sesini kesmiştir. Irak’ın işgali bir haydutluk fiilidir, uluslararası hukuk kavramını hiçe sayan apaçık bir devlet terörizmidir.

 

İstila, yalan üstüne yalan söyleyerek, medyayı ve dolayısıyla kamu oyunu manipüle ederek başvurulan keyfi bir askeri harekâttır, Orta Doğuda ABD’nin askeri ve ekonomik hakimiyetini pekiştirmeyi amaçlamaktadır, diğer bütün bahaneler iflas ettikten sonra insanlarla alay edercesine özgürlük masalına sarılmışlardır. Bu harekât binlerce ve binlerce insanın hayatına mal olan mutlak bir askeri zor kullanımıdır. Biz Irak halkına işkence getirdik, bombalar, hafifletilmiş uranyum, haddi hesabı olmayan rastgele öldürmeler, sefalet, çürüme ve ölüm getirdik, bütün bu yapılanların adını da "Orta Doğuya özgürlük ve demokrasi getirmek" koyduk.

 

SAVAŞ SUÇLUSU İLAN EDİLMEK İÇİN DAHA NE KADAR ÖLDÜRMENİZ GEREK?

 

Kitlelerin katili ve savaş suçlusu ilan edilmeniz için daha ne kadar insan öldürmeniz gerekir? Yüz bin mi? Bana kalırsa bu miktardan fazla insan öldürdünüz. Öyleyse, Bush ve Blair Uluslararası Ceza Mahkemesine çıkarılmalıdırlar. Bush akıllı davranmış ve Uluslararası Ceza Mahkemesi Sözleşmesini imzalamamıştır.

 

Eskaza her hangi bir ABDli asker ya da politikacı bu mahkemeyle sevkedilecek olsa, Bush onu kurtarmak için deniz piyadelerini yollayacağı uyarısında bulunmuştur. Blair ise sözleşmeyi onaylamış, Mahkemeyi tanımıştır, şu halde onun hakkında kovuşturma başlatılabilir. Lazım olursa diye adresini verelim: Downing Sokağı No.10 Londra. Ölüme gelince, konunun sanki ölümle ilgisi yokmuş gibi davranılmaktadır. Hem Bush, hem de Blair ölüm konusunu arka plana itmişlerdir. Irakta daha direniş başlamadan önce en az 100 bin Iraklı Amerikan bombaları ve füzeleriyle öldürülmüştür.

 

Bu insanlardan hiç söz edilmemektedir. Sanki hiç ölmemişlerdir. Savaş istatistiklerinde onların ölümleri atlanmıştır. Ölmüş oldukları kayıtlara bile geçmemiştir. Nitekim, "biz cesetleri saymıyoruz" demektedir Amerikan generali Tommy Frank. İşgalin ilk zamanlarında, Britanyalı gazetelerin ön sayfalarında Tony Blair'i Iraklı bir çocuğun yanağını öperken gösteren bir resim yayınlanmıştı, resmin altına "Müteşekkir bir çocuk" yazmışlardı. Bir kaç gün sonra, bir gazetenin iç sayfalarından birinde kolları kopmuş dört yaşındaki bir başka çocuğun fotoğrafı ve öyküsü yayınlandı. Tüm ailesi bir füzeyle havaya uçmuş, sadece kendisi sağ kalmıştı. "Kollarıma ne zaman kavuşacağım?" diye soruyordu yavrucak. Tony Blair kolları kopmuş çocuğu kollarının arasında almamıştı, ne de bir başka kanlı vücudu tutuyordu kollarında. Çünkü, kan kirlidir. Siz televizyonda içinizden geldiğince konuşurken, kan gömleğinizi, kravatınızı kirletir. 2000 Amerikalının ölümü de bir utanç vesilesidir. Bu cenazeler adeta karanlıkta mezarlarına gömülüyorlar. Cenaze törenleri sessiz sedasız yapılıyor.

 

Sakat kalanlar, kolu bacağı kopanlar yataklarında aciz şekilde yatıyorlar, belki de hayatları boyunca yatalak kalacaklar. Yani, ölüler de, sakatlar da ayrı ayrı yataklarda çürümeye terkedilmiş durumdalar. [Pinter ölüm konusunda Pablo Neruda'nın İspanya İç Savaşı üzerine yazdığı bir şiiri okuyor.] ABD’nin elindeki kartları apaçık masaya serdiğini biraz önce söyledim. Zaten önemli olan da budur. ABD’nin resmen ilan edilmiş politikası "tam kapsamlı hâkimiyet" diye tanımlanmaktadır. "Tam kapsamlı hâkimiyet" karanın, denizin, havanın, uzayın ve mevcut tüm kaynakların kontrolü demektir. Amerika Birleşik Devletleri yeryüzünün dört bir yanındaki, 132 ülkede 702 askeri üsse sahip, İsveç’in o ülkeler arasında bulunmaması tabi ki, saygıdeğer bir istisna teşkil ediyor.

 

ABD’nin oralara nasıl ulaştığını bilemiyoruz, bildiğimiz tek şey o üslerin oralarda bulunduğudur. Amerika Birleşik Devletleri 8000 aktif ve işlevli nükleer harp başlığına sahip. Onlardan iki bin tanesi alarm verildikten 15 dakika sonra ateşlenmeye hazır durumda. ABD bunker vurucu denilen yeni nükleer güç sistemleri geliştiriyor. Britanya her zamanki gibi gene yardımcı ve kolaylaştırıcı. Trident adlı kendi nükleer füzelerini yerleştirmek hazırlığında. O füzelerle kimleri vuracaklarını merak ediyorum.

 

Usame bin Ladin'i mi? Sizi mi? Beni mi? Joe Dokes' u mu? Çin'i mi? Paris'i mi? Kim bilir kimi? Bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey bu çocukça çılgınlığın, yani nükleer silahlara sahip olmanın ve onları kullanma tehdidini diri tutmanın mevcut Amerikan siyasi zihniyetinin kalbini oluşturduğudur. Kesinlikle aklımızdan çıkarmamalıyız ki, ABD, askeri gücünü sürekli arttırıyor ve buna asla ara vermek niyetinde değil. ABD’de binlerce, belki hatta milyonlarca insan hükümetlerinin yaptıklarından rahatsız olmakta, utanmakta ve öfke duymaktadır, ama hali hazırda bu insanlar uyumlu bir güç oluşturmaktan çok uzaktırlar. Buna rağmen, kaygının, güvensizliğin ve korkunun ABD’de günden güne arttığını ve azalacağa hiç de benzemediğini görüyoruz. Gayet iyi biliyorum ki, Başkan Bush son derece ehil çok sayıda söylev yazarına sahip, buna rağmen ben gönüllü olarak bu göreve talibim. Örneğin, aşağıda okuyacağım kısa konuşmayı televizyonda ulusa sesleniş olarak okumasını ona önerebilirim.

 

İtinayla taranmış saçlarıyla, vakur, muzaffer, çoğu kez eğlendirici, bazen yüzünde çarpık bir tebessüm, tam bir erkek gibi şaşırtıcı derecede çekici haliyle şöyle konuşurdu: Tanrı iyidir. Tanrı büyüktür. Tanrı iyidir. Benim tanrım iyidir. Bin Ladin'in Tanrısı kötüdür. O kötü bir tanrıdır. Saddam'ın da Tanrısı olsaydı kötü bir Tanrı olurdu, ama onun Tanrısı yoktur. O bir barbardır. Biz barbar değiliz. Biz kimsenin kafasını kesmeyiz. Biz hürriyete inanırız. Tanrı da inanır. Ben bir barbar değilim. Hürriyetçi demokrasinin demokratik yoldan seçilmiş lideriyim. Biz merhametli bir toplumuz. İnsanları elektrikle şefkatli bir şekilde idam ederiz veya şefkatli enjeksiyon kullanırız. Biz büyük bir ulusuz. Ben diktatör değilim. Diktatör olan odur.

 

Ben barbar değilim. O barbardır. Evet, o barbardır. Onların hepsi barbardırlar. Benim otoritem ahlâkidir. Bu yumruğu görüyor musunuz, bu yumruğu? İşte benim ahlâklı otoritem budur. Sakın bunu unutmayın" [Yazar kendisinin ölüm üzerine yazdığı bir şiiri okuduktan sonra sözlerini şöyle bitiriyor]:

 

Bir aynaya baktığımız zaman karşımızda duran görüntünün gerçek olduğunu düşünürüz, ama bir milim öteye kaysak başka bir görüntüyle karşılaşırız. Böyle böyle, sayısız farklı görüntü elde edebiliriz. Bu durumda yazar bazen aynaya bir yumruk atıp onu tuzla buz etmek ve arkada duran, bize bakmakta olan hakikatle yüzleşmek zorundadır.

 

Karşı karşıya bulunduğumuz tüm aykırılıklara rağmen, yurttaş olarak kararlı, şaşmaz ve azimli bir entelektüel kararlılıkla davranmalı, hayatımıza ve toplumumuza degin doğru hakikati önümüzde duran görevleri yerine getirme zorunluluğu olarak tanımlamalıyız. Bizim gerçek misyonumuz budur.

 

Şayet böyle bir kararlılık siyasal öngörümüzde mevcut değilse, hemen hemen yitirdiğimiz şeyi geri alma şansına sahip değiliz demektir.

 

Yitirmekte olduğumuz şey; insan onurudur.

Çeviri: Yalçın YUSUFOĞLU

 

alıntıdır.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...