Jump to content

Sizin Taptığınız Tanrı Benim Ayaklarımın Altındadır ; İbni Arabi...


birunsatan

Önerilen Mesajlar

DÜNYA DÖNÜYOR YA DA VAHDET-İ VÜCUT...

 

1165 yılında İspanya'nın Murcia kentinde dünyaya gelen büyük islam alimi İbn-i Arabi yazdığı yüksek düzeyli 500'e yakın eserinde, İslam'da gaye olarak bilinen "TEK"lik konusuna Vahdet-i Vücut teorisi ile çığır açmıştır.

 

 

İbn-i Arabi'deki Tasavvuf anlayışı genetiktir. Öğrenimini Sevilla'da tamamlamıştır. Ömrünün büyük bir bölümünü yalnız olarak geçiren Arabi, düşünce yapısını Kuran'ın özü mahiyetindeki bilgiler üzerinde yoğunlaştırarak Vahdet-i Vücut kuramının temel taşlarından biri oldu. Şeriatla bağdaşmayan fikirlerinden dolayı başına gelmedik kalmadı. Son nefesinde söylediği bir söz Şam'da öldürülmesine neden oldu.

 

 

Muhiddin-i Arabi'nin söylediği şuydu; "Sizin taptığınız tanrı benim ayaklarımın altındadır". Koyu bir Arabi hayranı olan Yavuz Sultan Selim, Mısır seferi dönüşünde Arabi'nin öldürüldüğü yeri kazdırdı, neticede küpler dolusu altın ve ziynet eşyası bulundu. Sözün hikmeti buydu... Daha sonra Kasiyun dağının eteğinde türbesine gömüldü. Futuhat-ı Mekkiye isimli eserinin yanında Hz.Adem ile Hz.Muhammed arasındaki Nebilerin özelliklerini ve temsil ettikleri görüşlerin anlatıldığı Fususu'l Hikem isimli eseri ve 7 gün içinde yazıp bitirdiği Tedbirat-ı İlâhiye isimli eseri en belirginleridir.

 

 

 

 

Arabi'ye göre kainat ve özü, Allah'tan başlayıp Allah'ta sona eren bir seyirdir. Ona göre "O"ndan yola çıkıldıktan sonra, bir yetiştiricinin yol göstericiliğiyle Batın'ı Velayet mertebesi yani Velilik olan Hz.Muhammed (s.a.s.) efendimizin gerçeğine ulaşılır. Ona göre İnsan belirli bir şekilde programlanmıştır, bu programın değişikliği ve birimin olgunlaşması neticesinde birimin birimliliği kalkar. Esasen birimselliği izafidir. İzafi birimsel varlık kabulünün kalkması tasavvufun gerçek amacına ulaşılması demektir. Fenafillah adı ile de bilinen yaşam türü Vahdet-i Vücud'dur. Vahdet-i Vücud ile batıl bir görüş perspektifini yansıtan panteizm arasında kesinlikle bir bağlantı bulunmamaktadır. Şöyle ki; Vahdet-i Vücud görüşüne göre Allah her an kendi ilminde manalarını seyretmektedir. Bu seyrin tabii sonucu aslı olmayan, aslı hayal olan mevcudat oluşur. Mevcudatın aslı yoktur, yokluktan gelmiş, tekrar yok olacaktır. Dolayısı ile Kainat Allah'tır görüşü yanlıştır, hayal mahsulü bir varlık veya 5 duyuya göre varlıklar orjin olamaz, ancak varlığını da Allah'tan alır. Panteizm bakışı ise dar bir skala ile "mevcudat Allah'tır" kavramını oluşturur. Birimlerin oluşturduğu tüm veya küll görüşü realiteyi yansıtmaktan oldukça uzaktır.

 

 

Vahdet-i Vücud görüşünü ortaya atan sadece Muhiddin Arabi değildir. İmam-ı Gazali de özellikle Mişkatül Envar (nurlar feneri) isimli eserinde bu konuya oldukça değinmiştir. Bırakınız Muhiddin Arabi veya İmam-ı Gazali'yi bugün maalesef zahir ehlinin büyük bir ayıpla inkar ettiği veliler ve tüm Rasûller Allah'ın "Tek" oluşunu ve Tek'ten başka hiç bir şeyin mevcudiyetinin olmadığını ifade etmişlerdir.

 

 

Vahdet-i Vücud konusunu belki size tuhaf gelecek ama en iyi şekilde Kuran ve Hadis'lerde bulabilirsiniz. Hz.Muhammed'in, Vahdet-i Vücud ve Vahdet-i Şuhud görüşünün üstünde Şuhud-u Zat YAŞAMINA sahip olduğunu belirtmekte fayda var.

 

 

Muhiddin Arabi nin yazdığı eserleri zevk alarak okumak ve yaşamak için oldukça geniş kapasiteli Tasavvuf ilmine ihtiyaç vardır. Tasavvuf Kur'anı analiz eden ve birçok sentezler çıkaran bir bilimdir, Allah ilmidir. Tasavvufi boyutta kullanılan mecazi isimler, Allah'a ulaştıran idrak basamaklarını yakalamaya vesiledir.

 

 

Bir çok alanda olduğu gibi Kökeni Hz.İdris Nebi'nin ilmine dayanan burçlar konusunda da Muhiddin Arabi'nin orijinal görüşleri vardır, şöyle ki; " Dünya Yengeç burcunun etkisi altındadır, Berzah alemi ise Başak burcunun hükmündedir. Ayrıca bir de Dünyanın ateşe dönmesi durumunda sahibi Yengeç burcu olmaktan çıkar ve Terazi burcunun hükmüne girer... Cehennem ateşine düşenlerin azabı sona erdiğinde ise İkizler burcu Dünyayı teslim almış olur. Cennet ve Cehennem ehline nezaret hakkı da 12 burca verilmiştir. Cennetteki hükümler hep bu 12 burçtan çıkar "

 

 

Enteresanı olanı bu ilime vakıf olamayanların Arbai hakkında ileri geri konuşmaları ve bu zatı dinden tard etmeleridir. Onlar Arabi'nin eserlerini yanlış yorumlamak zorunda kalanlardır

 

 

İbn-i Arabi'ye yapılan saldırı - eleştirileri boynu bükük bir şekilde karşılıyoruz Ancak unutulmamalı ki Galile'yi " Dünya dönüyor" dediği için Engizisyon mahkemelerinde süründüren zihniyet benzer bir şekilde burada da kendini gösteriyor ve Arabi'yi mahkum ediyor.

 

 

Ne diyebiliriz ki..!

 

 

Ahmet Fevzi Yüksel

İstanbul - 09.08.1998

[email protected]

[email protected]

http://sufizmveinsan.com

 

 

Bu yazı 1998 yılı Eylül ayında aylık Yeni Dünya dergisinde yayınlanmıştır.

--------------------

Hayatı

Muhyiddin İbn-i Arabi, Muvahhidun döneminde 27 Ramazan 560’da Mürsiye (Murcia), İspanya’da doğdu. Bilinmeyen bir sebeple 8 yaşında ailesiyle birlikte İşbiliye’ye (bugünkü Sevilla) geldi (muhtemelen babasının memuriyeti nedeniyle). Ailesi Arap Tayy kabilesine mensuptu. Yakın cedleri hakkında fazla bir şey bilinmiyorsa da, anne ve baba tarafından nüfuz ve itibar sahibi kimseler olduğu anlaşılıyor. Akrabaları arasında tasavvufî bilgilere sahip kimseler vardı. Dayısı Ebû Müslim el-Havlânî de, kutubların büyüklerinden sayılır..

 

İlk tahsilini bu şehirde yaptı, uzun bir süre burada kaldı. Çocuk yaşlarında 'Ahmed İbnu’l-Esirî' adında genç bir Sufi ile arkadaş oldu. İbnu'l-Arabî, bu tahsil sırasında bir aralık Halvet'e çekilmiş her sahada ve özellikle tasavvufî marifetler sahasında hiçbir şey bilmezken ve bu hususta hiçbir kitap da okumadan, keşif ve keramet yoluyla birçok şeylere muttali olarak halvetten çıktı.

 

Endülüs'de bir süre daha kaldıktan sonra, seyahate çıktı. Şam, Bağdad ve Mekke'ye giderek orada bulunan tanınmış alim ve şeyhlerle görüştü. 1182'de İbn-i Rüşd ile görüştü. Bu görüşmeyi eserinde anlatır. Bu İbnu Rüşd’ün bilgi'nin akıl yolu'yla elde edileceğini söylemesiyle meşhur olduğu yıllardır. 17 yaşındaki genç Muhyiddin gerçek bilgi'nin sadece aklımızdan gelmediğine, böyle bir bilginin daha çok ilham ve keşf yoluyla elde edilebileceğine inanmıştı.

 

Bu senelerde 'Şekkaz' isminde bir şeyh'le tanıştı. Bu zat küçük yaşlardan itibaren ibadete başlayan, Allah korkusu taşıyan, hayatında bir kerecik olsun ‘ben’ dememiş olan ve uzun uzun secde eden bir kimsedir. Muhyiddin o ölene kadar onunla sohbete devam etti. 1182-1183'de İşbiliyye’ye bağlı Haniyye’de 'Lahmî' isimli bir şeyhden, bu zatın adını taşıyan bir mescidde Kur'an dersi aldı.

 

1184-1185'de 'Ureynî' isimli bir şeyh’le tanıştı. Eserlerinde Ondan ilk hocam diye bahseder, çok faydalandığını söyler. 'Ureynî', Ubudiyet [kulluk] meselesinde derin bir bilgiye sahipti. Bu yıllar'da 'Martili' adlı bir şeyhten de istifade etti. Ureynî O’na:’Sadece Allah’a bak’ derken Martilî‘Sadece Nefsine bak, nefsin hususunda dikkatli ol, ona uyma’ diye öğüt vermişti. Martilî’ye bu zıt önerilerin içyüzünü sordu. Bu zat, kendi nasihatinin doğruluğunda ısrar edecek yerde, ‘Oğlum, 'Ureynî'’nin gösterdiği yol, doğru yolun ta kendisidir. Ona uyman lazım. Bizim ikimiz de, kendi halimizin gerekli kıldığı yolu sana göstermiştir’ dedi.

 

Bu yıllar'da İşbiliyye’de Kordovalı Fatma adında yaşlı bir kadına (tanıştıklarında 96 yaşındadır) 14 sene hizmet etti. Bu kadın, erkek ve kadınlar arasında müttaki ve mütevekkile olarak temayüz etmişti. Çok iyi bir kimseyle evliydi. Yüzü o kadar güzeldi ki, İbn Arabi onun yüzüne bakmaktan utanırdı.

 

1189'da Ebu Abdullah Muhammed eş-Şerefî adında biriyle tanıştı. Kendisi doğu İşbiliyye’li olup, Hatve ehlindendi. Beş vakit namazını Addis Camii'nde kılardı. İbadete aşırı düşkünlüğünden namaz kılmaktan ayakları şişerdi.

Arabi, İşbiliyye’deyken (1190) hastalandı. Okuma kabiliyyet'ini kaybetti. 2 Yıl bu halde kaldıktan sonra 589'da (Hicri) Sebte Şehri'ne giderek orada ahlak makamına erdiğini söylediği İbnu Cübeyr ile tanıştı. Bir süre sonra İşbiliyye’ye döndü. Aynı yıl Tlemsen’e geldi. Burada Ebu Medyen (ö.594)[1] hakkında gördüğü bir rüyayı anlatacaktır.

 

1196'da Fas’a gitti. Orada yaptığı Seyahatler sırasında büyük şöhret kazandı. 1198'de tekrar Endülüs’e geçti. Gırnata Şehri dolaylarındaki Bağa kasabasında Şekkaz isimli bir şeyhi ziyaret etti. Onun Tasavvuf yolu'nda karşılaştığı en yüce kimse olduğunu söyler. 1199-1200'de İlk defa Hac için Mekke’ye gitti. Orada [el-Kassar] (Yunus ibnu Ebi’l-Hüseyin el-Haşimi el-Abbasi el-Kassar) isimli bir şahıs'la sohbet etti. Hac’dan sonra Mağrib’de, oradan da Ebu Medyen’in şehri olan Becaye'de bulundu. Bir süre sonra tekrar Mekke’ye geldi ve "Ruhu’l-Quds", "Tacu'r-Rasul" adlı eserler'ini yazdı.

 

1204'de Medine, Musul, Bağdad'da bulundu. Musul'da, "et-Tenezzülatu'l-Musuliyye" yi yazdı. Musul’dan ayrıldıktan sonra Konya’ya geldi. Orada tanıştığı Sadreddin Konevi’nin dul annesi ile evlendi. Konya’da iken "Risaletü’l-Envar" ı yazdı. Selçuk Meliki tarafından hürmet ve ikram gördü. Sonra Mısır’a geçti; tekrar Mekke’ye geldi ve burada bir süre kaldı. Mekke'de el-Futuhatu'l-Mekkiyye, Fusus'u rüya'da gördüğü Peygamber'in emriyle ve O'nun istediği şekilde yazdığını, bu eserin önsöz'ünde belirtir. "Veliler bilgilerini, peygambere vahyi getiren meleğin aldığı kaynaktan almaktadırlar." Bağdad ve Halep’de bir süre dolaştıktan sonra 612/1215 de tekrar Konya’ya geldi. 617 de Şam’a yerleşti. Zaman zaman civar şehirlere seyahatler yaptı. 638 de 22 R.Evvel’de (1239) Şam'da öldü. Kabri Şam şehri dışında Kasiyun Dağı eteğindedir. 1500'lerin başında Sultan Selim, Şam’ı Osmanlı toprağı yaptığında oraya türbe, camii ve imaret inşa ettirdi.

 

Doktrini

İbn Arabî gerek yaşadığı dönem içerisinde gerekse vefatından sonra sürekli tartışılmış ve hatta neredeyse zahir-batın ilimlerinin ayrışma noktasındaki spekülasyonlarda her zaman odak noktası olmuştur. Bunun bir nedeni kendisinden önce dile getirilmemiş ya da sembolik ifadelerle örtülmüş marifet ilmine dair birçok konuyu eserlerinde ve sözlerinde açıkça beyan etmesi olduğu kadar kendine has üslubunun çok derin ve karmaşık bir yapısı olmasıdır. Belki bu nedenle üstadın kendisi eserlerini avamın okumasını men etmişse de şüphesiz dünyanın birçok yerinde tasavvufun derinliklerine merak salan hemen herkes bir şekilde referans noktası olarak ona dayanmak zorunda kalmıştır. Belki bu durumdan ötürü tasavvufa hâkim olmayanlar ya da sufi olmayanlarca her zaman yanlış anlaşılmış ve bu yanlış anlama neticesinde kimileri ona olduğundan daha farklı bir libas biçerek İslam’ın dışında bilgelik atfederken batıni ilimlerden uzak bazı Müslümanlar ise onu zındıklıkla suçlayacak kadar ileri gidebilmişlerdir. Hatta denilebilir ki yüzyıllar boyunca tasavvufa dönük neredeyse tüm eleştirilerin odağında İbn Arabî ve eserleri durmuştur.

 

Bununla birlikte metafizik, kozmoloji, ahlak, İslami ilimler, psikoloji gibi çok geniş bir perdede eserler vermiş olsa da İbn Arabî’nin gözlemlenebilen en büyük etkisi kendinden önce net bir sistem taşımayan tasavvufu “Vahdet-i Vücud Teorisi” ile sistemleştirmesi ve böylece kendinden sonrakiler için büyük bir kolaylık sağlamasıdır ki zaten “Şeyh’ül Ekber” lakabının yakıştırılma sebebi de budur.

 

Muhyiddin İbn Arabi’den önce ifadeleri olsa da onun tarafından sistemetik bir şekilde dile getirilip ortaya konulduğu için ona atfedilen Vahdet-i Vücud teorisi varlığın aşkın birliğini ifade eder. Ancak bu anlaşılması zor bir konu olduğu için onun marifet ilmiyle ortaya koyduğu metafizik doktrinleri sıradan bir felsefe gibi ele alınmış salt bu nedenden ötürü geçmiş dönemlerde zındıklıkla suçlandığı gibi maalesef modern dönemlerde de tamamen farklı şekillerde anlaşılıp panteist, monist ve hatta tabiat mistiği olarak tanımlanmaya çalışılmıştır.

 

Oysa ki “Vahdet-i Vücud”un ortaya koyduğu mana şu şekilde belirtilebilir; mevcudat varoluşunu Allah’ın varlığından almaktadır ancak Allah Mutlak Hakikat olarak müteal yani aşkındır. Burada Mutlak Hakikatten ayrı olarak müstakil bir gerçeklik planı tasavvur etmek İslam’da en büyük bir günah kabul edilen şirke girmek olarak değerlendirilir. Çünkü bu şekilde bir tasavvur açıkça düalite inancı oluşturmakta ve kelime-i tevhidle formulize edilmiş olan “mutlak hakikatten başka hakikat yoktur” manasına gelen “la ilahe illallah” (hiçbir ilah yok, sadece Allah) ifadesini inkâra sapmak demektir.

 

Vahdet-i Vücud düşüncesinde; kendinden ibaret olan Zat her ne kadar tasavvur ve idrak edilemez olarak mutlak aşkın ve değişimin dışında olarak nitelendirilse de tasavvuf ıstılahında taayyün denilen kendini belirleme halinde belirli modelleşmelere sahiptir. Yani esasta Mutlak Teklik düzleminde kendinden başkası olmayan bir hiçliğe, Ahadiyete sahipse de bir olma (Vahdaniyet) düzleminde kendinde gördüğü ve bildiği sıfatlar söz konusudur. Ancak bu sıfatlara “O’dur” denilemeyeceği gibi, “O değildir” de denilemez. Bu İbn Arabî’nin şu ifadesinde gözlemlenebilir: “O, birliksiz bir (Vahid) ve tekliksiz tektir (Ahad).”

 

İbni Arabiye Yönelik Eleştiriler

İbn Arabi varlığın birliği dolayısıyla varlığın Tanrı olduğunu söylemesi sebebiyle hem bazı fakihler, kelamcılardan hem de bazı sufilerden bazıları ılımlı bazıları sert eleştiriler almıştır. İbn Arabi'nin bu yaklaşımının yaratıcı ve yaratık arasındaki ikiliği kaldırdığı dolayısıyla dinin gerektirdiği emir ve yasakları ihlal etme veya küçümsemeyle sonuçlanacak etkileri olabileceği düşünülmüş ve kimi eleştirmenler bunun önüne geçebilmek amacıyla insanların İbn Arabi'nin kitaplarını okumalarının yasaklanmasını savunmuş, kimileri de şeyhin kafirliğine hükmetmiştir. İbn Arabi'nin görüşlerine katılmayan ancak onu kafirlikle suçlamayanlar da eserlerinin tevili yani yorumu gerektirdiği ve bu yorumu bilmeyenler tarafından okunmasının doğru olmadığını iddia etmişlerdir. Akademik, ilmi çevrelerde doğru olmadığı bilinmekle birlikte halk arasında İbn Arabi'nin eserlerinin onun tarafından yazılmadığı dahi söylenebilmiştir.

 

İbn Arabi'nin en sert eleştirmenlerinin başında gelen kişi Hanbeli mezhebi geleneğinden beslenen alim İbn Teymiyye'dir. Arabi'nin vefatından yirmi sene sonra Harran'da doğan İbn Teymiye Arabi'nin görüşlerini kıyasıya eleştirmiştir.

 

Hanefiler’den Ali el-Qarî, İbnu Teymiyye’yi savunarak İbn Arabi hakkında Sert Eleştiriler'de bulundu. Bu Eleştiriler İsmail Fenni Ertuğrul tarafından göğüslenmeye çalışıldı. Burhaneddin Ebu’n-Nasr Parsa, Fusus için Can, Fütühat için Gönül Tabir'ini kullanır.

 

’..Şu halde o Ezelî olan İnsan (şekliyle) Hadis, Zuhur ve Neş’eti bakımından Ebedî ve Daimi'dir.’ (Fass-ı Âdem’den) Alem'in kıdem'i inancını savunan bu sözü Zahirî Mütekellimlerce Küfür sayılmıştır. Eğer Fikirlerinde bir Değişme meydana gelmemişse Futuhat’ta savunduğu tez'in ışığında bu söz'ü anlamak gerekir.

 

Futuhat’ta Araz olduğunu söylediği Alem’in Fusus’ta insan sözkonusu edildiğinde A’yan-i Sabite yani Allah’ın İlmi'nde olan Sureti (Suver-i İlmiye) yönüyle ezeli olduğunun (Feyz-i Akdes) savunulduğu görülür. Çünkü O’nun ilmi kadimdir.

 

Bu yoruma imkan veren gerekçe, bir Şey'in hem Hadis, hem de Ezelî olacağının söylenmesinin mantıklı olmamasıdır. Fusus’taki Cümle'den anlaşılan mana, Alem'in bir itibara göre Hadis (Feyz-i Mukades), diğer bir itibara göre de Ezelî olması gerektiğidir (Feyz-i Akdes).

 

Aliyyu’l-Qarî, bu Söz'ün Açık bir Küfür olduğunu söyler. Çünkü İnsan'ın Zat ve Sıfat'ı ancak, Hulul ve İttihat ve Vucudiyye (Panteizm) Mezhebi'nce Allah’ın aynı ve Sıfatı Kabul edilir.[12]

 

İsmail Fenni ise bu Metni şu Anlam'da okuyarak [Aliyyu’l-Qarî]’ye katılmaz:

Bu sözler'den maksat, Allah ilahî isimlerin suretleriyle bize göründüğünden, biz kendimizi, O’nun bizde Zahir olan Sıfatlar'ı üzerine biliriz. Hayat, ilim, irade, kudret, semi, basar, kelam gibi, kendimize nisbet ettiğimiz sıfatları, O’na nisbet ederiz. Yani bizde Zahir olan ilahi sıfatlar'la, bizim sıfatlanmamız sebebiyle, biz o sıfatlar'la Hakk’ı vasıflandırıp, kendimize nisbet ettiğmizi, O’na nisbet ederiz demektir. Gerçi bu sıfatları Allah da kendisine nisbet etmiştir. (9/et-Tevbe 104, 56/el-Vaqıa 63). Molla Cami, bir Bağdad Şeyhine dayanarak O’nun 500 kadar Eseri olduğunu nakleder. Kendisi Dostlarının Yardımıyla Tasnif ettiğini söylediği Firhistinde çoğu Tasavvufla ilgili olan 250 yi geçmeyen Eserini sayar. En Büyük Eleştiriyi de ‘Fususu’l-Hikem’ dolayısı ile aldığını söyler. O’na göre ‘onun Istılahlar'ını anlamadan, Tenkidler'in düşünülmeden veya bir başkasının farkındaki Söz ve tenkidleri gözönünde bulundurularak yapılmaktadır bu eleştiriler. O çözüm'ü şu tavsiyeler'de arayacaktır:

 

a)Şeriat'a Aykırı olduğunu zannettiğimiz bir Söz nakledilirse, Naklin Sıhhatli olup olmadığına bakarız. Sıhhatli değilse, bu Söz'ün o kişi tarafından söylendiği İddiasını reddederiz.

 

b)Te’vil’e İmkan buluyorsak Te’vil eder, aksi taktirde ‘Tasavvuf Ehli katında belki Te’vil'i vardır’ demeliyiz.

 

c)Bu Sözler Sekir Hali'nde söylenenler Cümlesindedir diyerek, anlayamadığımızı Beyanla o Söz ile Amel etmemeliyiz.’

--------------------

Eserleri

Nefahat'a göre, Bağdad Uleması’ndan birisi [Muhyiddin ] üzerine bir Kitap Te'lif etmiş ve bu Kitap’ta Musannefat’ının 500’den fazla olduğunu söylemiştir etmiştir. [İbnu'l-Arabî]'nin Eserlerinin sayısı kendine de Malum değildi, denir. Hayat’ında Dostlar’ının İsteği üzerine birkaç defa bunların Fihristini yapmak istedi. Bu Fihristler birbirinden ayrı 3 yazma halinde bugüne geldi. Bugüne gelenlerin bazıları:

  1. Fütûhat-ı Mekkiyye fi Esrâri'l-Mahkiyye ve'l Mülkiye, Kendi el yazısı ile olan nüsha, Türk-İslam Eserleri Müzesi no. 1845-1881'dedir. Bu Nüsha 31 Cild halinde tertib edilmiştir.
  2. Fusûsu'l-Hikem, Türkçe’ye çevrildi Molla Cami, Hoca Muhammed Parsa'nın "Füsûs" için, "can", "Fütûhat" için "gönül" dediğini rivayet eder.

  1. Kitabu'l-İsra ilâ Makâmi'l-Esrâ,
  2. Muhadaratü'l-Ebrâr ve Müsameretü'l-Ahyâr,
  3. Kelamu'l-Abâdile,
  4. Tacu'r-Resail ve Minhacu'l-Vesâil,
  5. Mevaqiu'n-Nucûm ve Metali' Ehilletü'l-Esrar ve'l-Ulûm,
  6. Ruhu'l-Quds fi Münasahati'n-Nefs,
  7. et-Tenezzülatü'l-Mevsiliyye fi Esrari't-Taharat ve's-Salavat,
  8. Kitabu'l-Esfar,
  9. el-İsfar an Netaici'l-Esfar,
  10. Divan,
  11. Tercemanu'l-Eşvak,
  12. Kitabu Hidayeti'l-Abdal,
  13. Kitabu Taci't-Terâcim fi İşarati'l-İlm ve Lataifi'l-Fehm,
  14. Kitabu'ş-Şevâhid,
  15. Kitabu İşarati'l-Qur'an fi Âlaimi'l-İnsan,
  16. Kitabu'l-Ba'.
  17. Nisabü'l-Hiraq,
  18. Fazlu Şehâdeti't-Tevhîd ve Vasfu Tevhîdi'l-Mükinîn,
  19. Cevâbü's-Sual,
  20. Kitabu'l-Celal ve hüve Kitabu'l-Ezel,

Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Muhyiddin_%C4%B0bn_Arabi

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Oysa ki “Vahdet-i Vücud”un ortaya koyduğu mana şu şekilde belirtilebilir; mevcudat varoluşunu Allah’ın varlığından almaktadır ancak Allah Mutlak Hakikat olarak müteal yani aşkındır. Burada Mutlak Hakikatten ayrı olarak müstakil bir gerçeklik planı tasavvur etmek İslam’da en büyük bir günah kabul edilen şirke girmek olarak değerlendirilir. Çünkü bu şekilde bir tasavvur açıkça düalite inancı oluşturmakta ve kelime-i tevhidle formulize edilmiş olan “mutlak hakikatten başka hakikat yoktur” manasına gelen “la ilahe illallah” (hiçbir ilah yok, sadece Allah) ifadesini inkâra sapmak demektir.

 

 

Bunu çeviren arkadaşı tebrik ediyorum :wallbash: Yahu bu nasıl çeviridir. Arapça bıraksa daha iyiymiş. An azından Araplar bakınca bir şey anlardı. 5 sefer okuyunca biraz anladım.

 

Muhyiddin Arabi veya vahdet-i vücut felsefesi hakkında doğru düzgün Türkçe kaynak bilen var mı arkadaşlar?

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

İbni Arabi, Doğu ve Batı düşünce dünyasının en önemli alimlerinden biridir. Bazılarına göre ise en büyüğüdür. Ona, Şeyhü’l Ekber (En büyük şeyh) ve Eflatun’un oğlu diyenler olduğu gibi, onu Şeyh’i Ekfer (Koca Kafir) diye adlandıranlar da olmuştur. Arabi kendi zamanına kadar gelişen tasavvuf düşüncesini Vahdet-i Vücut noktasına kadar götürmüş ve bu yüzden insanlar, ondan öte bir velilik zirvesi olamayacağını düşünmüştür. Zaten kendinden sonra gelenlerin hiç birisi, onun kadar zengin sezgilere, özgün fikirlere ve güçlü imgelere sahip olamamıştır.

 

Düşüncelerinin sekiz asırdan fazladır, dünyanın her yerinde geniş, sürekli ve canlı bir etkisi olmuştur. Bu etki, Fas’tan Endenozya’ya, Yemen’den Urallar’a kadar geniş bir coğrafyadaki inançlar üzerinde kendini göstermiştir. Arabi, asırlar boyunca mutasavvıflar için din ve tasavvuf felsefesinin öğreticisi olmuştur. Düşünürler onun fikirlerini hayatlarına katarak kendilerine bir yol çizmek istemişlerdir. Bununla birlikte, tasavvufa yabancı ve uzak çevreler onu acımasızca eleştirmiştir. Ondan sonra İslam düşünürleri, tasavvufa karşı olan ve olmayanlar veya Vahdet-i Vücut içerikli tasavvufa taraftar olan ve olmayanlar şeklinde kutuplara ayrılmıştır.

 

Arabi 1165’de Endülüs’te, Mürsiyye kasabasında doğdu, 1239’da Şam’da öldü. Endülüs’ün en görkemli döneminde yaşadı. Ailesi, Endülüs’ün tanınmış ailelerinden biriydi. Sekiz yaşında eğitim almak için İşbilliye (bu günkü adıyla Seville) kasabasına gitti. Büyük hocalardan, İslam bilimleri, tarih ve felsefe öğrendi. Keskin zekası ve güçlü hafızası sayesinde her konuda çok çabuk ilerleme kaydetti. Çok genç bir yaşta iken, adı konulmayan bir hastalık geçirdi ve bu olaydan sonra algısal ve sezgisel büyük bir açılım yaşadı. Arabi daha sonra fikirlerine hayran olduğu Ebu Medyan’dan ders almak için 1195’te Fas’a gitti. Kendisinden olmasa da bir öğrencisinden dersler aldı. Kurtuba’da yaşayan devrin en büyük düşünürü, Aristocu filozof İbn-i Rüşt babasının yakın dostuydu. 1198’de onun yanına gitti. Önceleri görüşleri arasında bir uyum söz konusuyken zamanla farklı fikirleri olduğunu anladılar. 1199-1201 yıllarını yine Endülüs’te geçirdi. 1201’de Tunus üzerinden hacca gitti. Birkaç yıl Mekke’de kalıp Kabe’yi tavaf etti. Mekke’de kaldığı sürede Futuhat-ül Mekkiyye adlı 37 ciltlik kitabını yazmaya başladı.

 

Endülüs, Mısır, Fas, Tunus ve Mekke’de kaldığı sürelerde, dönemin en büyük fen ve din alimlerinden dersler alarak her alanda kendini yetiştirmeye ve herkesin bilgisinden yararlanmaya çalıştı. Bu seyahatler sırasında, Abdülkadir Geylani’nin ruhaniyetinden feyiz alıp yüksek derecelere ulaştığı bilinir. Abdülkadir Geylani, bir gün en önde gelen öğrencisi Yunus Bin Yahya’ya;

 

1205-1209 yılları arasında Bağdat, Musul, Cezire ve Malatya’ya yolculuklar yaptı. Şam, Kudüs, Kahire üzerinden Konya’ya geldi. Konya’da Selçuklu sultanlarından çok saygı gördü. Ünlü İslam alimi Sadrettin Konevi’nin hocası ve üvey babası oldu. A. Geylani’nin hırkasını Konevi’ye giydirdi. 1230 yılında Şam’a yerleşti. Ömrünün son on yılını orada geçirdi. Bazı çevreler onu istemese de Eyyübi sultanları tarafından korundu. Bu dönemde dış dünyayla ilişkisini kesti, kendisini zikir, ibadet ve kitap yazmaya verdi.

 

Arabi’nin felsefesi Vahdet-i Vücut anlayışına dayanır. Bu anlayış sadece İslam dinine ait bir anlayış değildir. Her türlü Heteredoks anlayışta bu birlik düşüncesi vardır. Görünüşte çok olan varlıklar, aslında BİR’in dış alemdeki görüntüleridir. Her şeyin BİR olduğunu anlama düzeyine göre Tevhid dereceleri vardır. En son derece Fena Fillah derecesidir. Bu dereceden sonra zaten birliğe ulaşılır. BİR kendinden vardır ve başka hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. Hz Muhammed’den sonra İslam düşüncesi gelişerek Vahdet-i Vücut (Vücutta teklik) düzeyine kadar ulaşmıştır. Daha sonra bu fikir değişime uğrayarak Avrupa’da “Doğa Tanrıcılık” olarak ortaya çıkmıştır. Bu fikir ise TEK‘in insan ve doğa şeklinde belirmesi temeline dayanmaktadır. Bu konuda Hollandalı filozof Spinoza (1632-1677), doğa ile Tanrı’nın aynı şey olduğunu söyler. Ona göre her şey aynı BİR’in ortaya çıkışından ibarettir. Bu fikir İslam inanışında Allah’ta yokluk , Allah’ta yok olmak şeklinde anlaşılmıştır. Hallacı Mansur, bu kavramın sınırlarını “Enel Hak” diyerek belirlemiştir. Arabi ise bu Vahdet-i Vücut fikrini, o zamana kadar kimsenin cesaret edemeyeceği kadar açık bir şekilde anlatmış ve kitaplarında herkesin bilgisine sunmuştur. Arabi, Heterodoksi’nin bütün dehlizlerinde dolaşmıştır. Bunu yaparken de bu tür yolculuklara açık herkesin önünü aydınlatmıştır. Birlik, meleklerin düzeni, maddenin halleri, harf ve sayıların oluşumu, gezegenlerin hareketleri, Güneş ve Ay tutulmaları, optik, matematik gibi konularda açıklamalar yapmıştır. Nasıl yemek yenileceği, nasıl oturulacağı,nasıl meditasyon yapılacağına kadar her konuya el atmıştır.

 

Arabi’nin gün yüzüne çıkardığı kozmik sırlar, onun ölümünden sonra tekrar sandıklara kapatılıp dehlizlere gömülmüştür. Her şey tekrar anlaşılmaz semboller haline getirilip sadece tarikat şeyhlerinin emrine sunulmuştur. Fakat, Arabi’yi ve evrenin kozmik sırlarını öğrenmek isteyen herkes, onun hepimiz için yazdığı kitaplarıyla aynı yolculuğa çıkabilir.

 

Arabi kavuştuğu makamın büyüklüğünün farkındaydı. Şiddetli bir tepkiyle karşılaşacağını bilmesine rağmen fikirleri açıklamaktan hiç çekinmedi. “Ben kitap yazmak için kitap yazmıyorum. Eserlerimin çoğunun yazımı için Allah’tan emir alıyorum.” diyebiliyordu. Arabi’nin düşüncelerini sunuş ve savunuş şeklinin herhangi bir ölçüsü ya da sınırı yoktu. Allah’ın kendisine çok büyük bir velilik mertebesi verdiğini açık açık söylüyordu.

 

Arabi eserlerinde kehanetlerde bulunuyordu. Ünlü kahin Nostradamus’un onun eserlerinden alıntılar yapıp kendi eserleriymiş gibi kullandığı bilinmektedir. Şu farkla ki; Arabi kehanetlerini açık açık ve korkusuzca dile getirirken Nostradamus, kilisenin tepkisinden korktuğu için bunları şifreli hale getirmiştir. Arabi asırlar önce telgrafın çalışma tekniğini anlatarak icadını haber vermiştir. Işığın hareketlerini tespit ederek Edison’a yol göstermiştir. Edison (1847-1931) onun için, “Üstadım” demiştir. Fatih’in İstanbul’u fethini, Yavuz’un Şam’ı alacağını ilham yoluyla haber vermiştir.

 

Yetmiş sekiz yaşında Şam’da vefat ettiğinde halk onun büyüklüğünü yeterince anlayamamıştı. Kabrinin üzerine çöp dökülüp üç yüz seneye yakın bir süre mezarının yeri kaybolmuştur. “Arabi’nin kabri Sin şına gelince bulunacak”, diyerek Sultan Selim’le beraber mezarının bulunacağını da önceden haber vermiştir. Gerçekten de Yavuz Sultan Selim Şam’ı alınca, onun mezarını buldurdu ve üzerine güzel bir türbe yaptırdı. Yanına güzel bir cami ve imaret ilave ettirdi. Arabi, insanlara, “Sizin taptığınız benim ayağımın altındadır.” diyerek büyük tepki toplamıştı. Yavuz Sultan Selim, bu sözü söylerken Arabi’nin ayağını vurduğu yeri kazdırdı. Oradan bir küp altın çıktı. Arabi’nin “Siz Allah’a değil, paraya tapıyorsunuz” demek istediği anlaşıldı.

 

Arabi’yle ilgili bir başka rivayet de şudur. Gençken babası Mevlana’yı Arabi ile tanıştırmak için onun ziyaretine götürür. Babası önde , Mevlana arkada yaklaşırlarken Arabi “Fesuphanallah. Bir derya, bir ırmağın peşine takılmış geliyor”, der.

 

Büyük alimler ve üstatlar Arabi’nin çok yüksek mertebede bir veli olduğunu kabul ederler. Öğrencisi Sadrettin Konevi “Hocam, uyanıkken ve uyurken, geçmiş peygamber ve velilerin ruhları ile görüşüyordu.” demiştir.

 

Arabi eserlerini ilham yoluyla yazdığını açık açık her zaman söylemiştir. Futuhat-ül Mekkiyye için “Hiç bir bölümü kendi akıl ve irademin ürünü değildir. Allah’ın ilham meleği nasıl yazdırdıysa öyle yazdım” demiştir. Genelde eserlerinin başında, o eseri nasıl ve niçin yazdığını açıklar. Onun kitapları bir olay, bir rüya, bir ilham üzerine yazılmıştır. Örnek olarak Füsus-ül Hikem kitabını gösterebiliriz. 1229 yılında Şam’da iken bir gece rüyasına Hazreti Muhammed girer. Elinde bir kitap tutmaktadır. “Bu Füsus-ül Hikem kitabıdır, bunu al ve insanların faydalanması için içeriğini açıkla,” demiştir. Arabi bu rüyayı manevi bir işaret kabul edip o kitabı yazmıştır. Kendi tabiri ile, o kitap ne bir eksik, ne bir fazla, Hz Muhammed’in elinde tuttuğu kitaptır.

 

Arabi eserlerinde yalın, direkt, dolambaçsız yollar tercih etmiştir. Her konuyu birkaç yönden ele alıp açıklamıştır. Noktalama ve harflerin kullanımını çok iyi bilir. Zaten “Harflerin İlmi” diye bir kitabı da vardır. Bu yüzden kitaplarında tek bir harf veya nokta rasgele konmamıştır. Arabi ne söylemek istediyse onu söylemiş, dolaysız bir yol tercih etmiştir. Bu yönden üslubu, Antik çağ düşünürlerinin dolaysız anlatımını andırır. Bazılarına göre 500, bazılarına göre 800 eser yazmıştır. Yazdıkları sadece kendi devrini değil, sekiz yüz asırdır sayısız düşünürü etkilemiştir. Onun özgün üslubunun etkileri; Dante, Spinoza, Nietzsche gibi bir çok düşünürde de kendisini göstermektedir.

 

Arabi’nin bu kadar şiddetle tepki çekmesinin sebebi, sıradan insanlara sırlar kapısını aralayıp söylenmesi istenmeyen şeyleri anlatmasından kaynaklanır. Eserlerini akla ve fikre dayanmadan ilham meleğinin nefesiyle yazdığını söylemekle kalmayıp bütün ayrıntıları ile her şeyi anlatır. Bütün bu sebeplerden dolayı, Enel Hak diyen Hallacı Mansur gibi yanlış anlaşılıp Allah’a şirk koşmakla suçlanmıştır. Sadece yanlış anlaşılmakla kalmamış, onun yanlış anlaşılması için özel bir çaba sarf edilmiştir. Voltaire, Arabi için; “Müslümanlar içinde bir adam çıktı, onu da kendileri kabul etmiyorlar” demiştir. Bir çok İslami çevre tarafından inançları sorgulanmasına rağmen Arabi, ısrarla Kur’an ve hadislerden hiç şaşmadığını söylemiştir. “Allah’a şükür, her söylediğim Allah’ın kalbime koyduğu ilhama dayanmaktadır.” diyebilmektedir. İlim yolunda Hz Muhammed’i taklit ettiğini, hiç bir zaman nakil ve rivayetle yola çıkmadığını, sözlerinin hatadan korunduğunu ifade etmiştir.

 

Arabi için evrendeki hiç bir şey şaşırtıcı değildir. O, soyut olayları somut kalıplara döküp çok doğal olaylarmış gibi anlatır. Onun dünyasında maddi ve manevi olaylar arasında kesin bir sınır yoktur. Bu nedenle bütün olağanüstü olayları sıradan olaylarmış gibi anlatır. Hayal ve yaratım gücü o kadar büyüktür ki, sınır tanımaz. Eserlerinde hayaller gerçek, ruhani şeyler bedenlenmiş, manevi olaylar maddi bir varlık kazanmış olarak ortaya çıkar. Arabi’ye göre hayal de bir gerçektir. Ayrıntılı bir şekilde Hızır ile yaptıkları görüşmeleri anlatabilir. Bir gün, kendisi için, “Dirileri bırakıp ölülerle konuşuyor” diyen birisine haber salar. Adam bir kuşluk vakti gelir. Bu sırada Arabi bir ruhla konuşmaktadır. Adam olaylara tanık olur ve Arabi ona, “Ölülerle oturup kalkan ben miyim, yoksa sen misin?” diye sorar. Ona göre gerçek diriler ölü ruhlar olup onlarla konuşmak da çok doğaldır. Dilediği peygamberin ruhuyla görüşme gücüne sahiptir. İsterse ruhun bu dünyaya inip maddi bir şekil almasını sağlayıp onunla görüşür, isterse kendi ruhunu beden kalıbından çıkarıp ruhlar aleminde onların ruhları ile birleştirirdi. Kurtuba’da yaşadığı sırada, İslam’dan önceki bütün kutup ve velilerin kendisine Allah tarafından gösterildiğini söylemiştir. Gene Fas’ta iken namazda parlak bir nurun kendisini sardığını, zaman ve mekan şuurunu kaybettiğini, hayali bir kişiyle de konuştuğunu söylemiştir. Başka bir gün, rüyasında arşın etrafında uçtuğunu, uçarken bütün yıldızlar ve harflerle nikahlandığını anlatmıştır.

 

Arabi bilgiyi üçe ayırır. Kaynağı akıl olan, duyu olan ve sır olan bilgi vardır. Sır yoluyla alınan bilgiler, aklın anlama alanı üstündedir. Peygamberler ve velilerin sahip olduğu bu tür bilgiler ilk duyulunca hemen inkar edilir. Özellikle bağnazlar ve kıt zekalılar bunu duyar duymaz inkar ederler. Oysa sır ilmini bilen zaten bütün ilimleri bilir. Arabi, akıl ve duyu organlarıyla idrak edilemeyen, öteki alem yani gayb alemi hakkında da bilgiler verir. Bunu, bazen rüyalarına dayanarak, bazen yarı uyanık haldeki izlenimlerinden yola çıkarak, bazen uyanıkken kimsenin görmediklerini görerek, bazen de bir tür Miraç şeklinde ruhunu yükselterek yaptığını söyler. Bu bilgi edinme yolları akıl ve doğa üstü bir yoldur. İlhamla gelen bu bilgileri akıl yoluyla anlamak imkansız gibidir.

 

Arabi kendisinde oluşan bu olağan üstü halleri açık açık anlatınca bütün şimşekleri üzerine çekti. Fıkıh adamları onun düşüncelerini ve mümin olup olmadığını tartıştılar. Onu kafirlikle suçladılar. Başlangıçta aleyhindeki söylentilere aldırmadı. Çünkü Mekke’de iken suçlanacağının Allah tarafından kendisine bildirildiğini söylüyordu.Aslında Arabi bu şimşekleri üzerine boşuna çekmiyordu.Her fırsatta, fıkıhçıların şekilci, merasimci, cahil, katı ve çoğu zaman da iki yüzlü olduklarını söylemekten geri kalmıyordu. Bütün bunları yaptığı için kendine karşı yapılan suçlamaları normal karşılıyordu. Bu yüzden tutuklanıp işkence gördüğü de söylenir. Arabi kendine yapılan suçlama ve işkencelerden söz ederken, bununla ilgili olarak Kabe’de bir rüya görüp uyarıldığını, ruhlar aleminden gelen bir sesin “İbrahim Makamı’na sığın” dediğini söyler.

 

Arabi için, tüm insanlığı kucaklayan evrensel bir insan sevgisi esastır. “Dinim, sevgi dinidir, onun kervanına yöneldim,” der. Açıkça ve cesaretle her türlü inancın ve gayri müslimlerin inancının ayırt edilmeksizin Allah’a ibadet olduğunu söyler. O, Tanrı’nın nuruna aşıktır, ulaştığı Vahdet-i Vücut felsefesi hümanizme açıktır.

 

Arabi,islam aleminde en çok tartışılan kişidir. Bazen övülür, bazen yerilir, kimi çevrelerce göklere çıkarılırken, kimi çevrelerce yerin dibine batırılır. Eleştirenler, dini kuralları tahrip ettiğini, eserlerinin çelişkilerle dolu ve tutarsız olduğunu söyler. Bazı çevreler daha da ileri giderek kafir olduğunu, İslam’a inanmadığını, hatta İslamla alay ettiğini söylerler. Bazılarına göre ise akli dengesi bozuk bir ruh hastasıdır. Arabi bu suçlamaları sağlığında cevaplandırır. O, peygamberlerin her zaman delilikle suçlandığını, velilerin de onların sadık izleyicisi olmaları sebebiyle bu tür suçlamalarla karşılaşmalarının normal olduğunu söyler.

 

Bana göre o, tarihin gelmiş geçmiş en karizmatik, en cesur, en geniş hayal ve sezgi gücüne sahip insanı. Eğer, evrenin bilinmeyenlerini, kozmik alemin sırlarını merak ediyorsanız, Muhyiddin’i Arabi’nin eserlerini yavaş yavaş, hazmederek okuyunuz. Göreceksiniz ki; onunla çıkılacak bu muhteşem yolculuktan asla pişman olmayacaksınız. Sadece size; “Cesaret” diyorum. Onun muhteşem renkli evreninde, kozmik yolculuklarında karşılaşmak ümidiyle.

Mukadder Altaylı

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Aynen, çok ince bir mesaj. Sizin taptığınız Tanrı...

 

ben-biz dedim; bölmedim bizi; siz-biz;

bizim taptıklarımız;

bir ölçüde hepimiz; yoksa burda/burada olmazdık değil mi? ne işimiz var;

tapma/tapınç; eğilim ya da yönelim olsun; maddeye düşkünlük-arzuya düşkünlük;

düşkünlük ve düşmek,

düş bunlar;

"şu dünyada bir nesneye yanar içim göynür (özüm) gibi; - Yunus"

 

göğnüme;

 

  1. Dertlenmek, üzülmek, içlenmek.
  2. Ham meyve olgunlaşmak.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Ben Sizin taptığınız Tanrı demedim. Siz de demedim. Biz de demedim. Arabi'nin fikri anlamında; Sizin taptığınız Tanrı...

Yani aynı şeyi söylüyoruz. Çok fazla dolambaçlı düşündüğün için farklı algılıyorsun sanırım.

ben-biz dedim; bölmedim bizi; siz-biz;

bizim taptıklarımız;

bir ölçüde hepimiz; yoksa burda/burada olmazdık değil mi? ne işimiz var;

tapma/tapınç; eğilim ya da yönelim olsun; maddeye düşkünlük-arzuya düşkünlük;

düşkünlük ve düşmek,

düş bunlar;

"şu dünyada bir nesneye yanar içim göynür (özüm) gibi; - Yunus"

 

göğnüme;

 

  1. Dertlenmek, üzülmek, içlenmek.
  2. Ham meyve olgunlaşmak.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

her neyse ben anladım sanırım;

"tapıtıklarımız" deyip bizlerken ben diğerlerini ayırmadım;

tapıncı tanrıdan da ayırdım;

maddeye öykünme-öykünüş olarak; arzulara boyun eğilmesi olarak; fizikselliğe tapınç ama, tapınç kavramınıda biraz daha esnek ve soyut yorumladım; diz çökmeden öte

yeryüzü ayaklarımızın altında ve biz üstündeyiz;

ama belki de yer yön ve alt üst yok evrende; yani aşağıdan bakarsak yer ve dünya bizim ve ayaklarımızın üstünde olur ; bunun gibi;

her neyse söz başka yerle gidiyor uzatmayacağım-incitici ve yanlış açıklamaya-anlamaya açık konular;

bu söz öfke/kırgınlık/kızgınlık ile edilebilir; ama; Tanrı ile varlık ile senim ile de birim/aynıyım (ben senim ve oyum) diyorsa kişi bu söz değişecektir; İncinme anında edilmiş bi söz ya da düşündürücü bi anlam-ileti olarak kalacaktır;

 

benim yaptığım düzeltme (biz düzeltmesi) şuna ilişkindi, ben birim-biz biriz; (ben oyum) ben yaratıcı ile ya da senin ile birim ya da ayınıyım/aynıyız diyorsa kişi biz/siz öne sürmemeli;

bölmemeli ve ikilik öne sürmemeli; benlik-senlik ya da (bizlik)-sizlik gibi

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

"Vahdeti Vücut"un Türkçesi, "panteizm"dir. "Tek"lik le de ilgisi yoktur. Yüzeyde görülen tekliğin arkasında,"Çok Tanrıcılık" vardır. "Veli" ler, gizli tanrılardır.

Söz konusu olan bir felsefedir. İnsan aklı ürünüdür. İman etmek, "tevhid"e aykırıdır.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Muhyiddin ibn arabi felsefesi ve kerametleriyle ünlü birisiydi.Herşeyin Allah olduğunu yanii herşeyin Allah'ın nurundan var olduğunu düşünürdü.Evrenin bilinci olduğunu yanii evren=Allah diye düşünürdü.Garip biri.Hala felsefesini adam akıllı çözemedim ama özellikle havass eserleri harika.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

monoteizm tekçilik değil ikiciliktir;

Sizden ayrı mutlak bir gücün varlığına/ikiliğe inançtır;

Monteist bile olsa-görülse; kendi varlığını (ve diğerlerinin varlığını) ondan (tanrı ya da diğer her şeyden) ayrıştıran felsefe ya da tanrı-tanrılar-tanrı anlayışları ikicidir;dualisttir,

Bu yönüyle-(böyle anlaşılırsa) monoteizmde dualisttir; (birci) değildir;

Tektanrıcı olması ya da adının tektanrılık içermesi onu tekçi ya da birci-birlikçi yapmaz; Tekrtanrıcıık monist değildir bu açıktır;

belki de 'kişinin ayaklar altına aldığı'nı alması buna yöneliktir;

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

"Mutlak Monizm Nedir?

Monizm, her şeyin bir tek zorunluluğun, ilkenin, madde veya enerjiden olduğunu iddia eden metafiziksel ve teolojik görüştür. Bu da yine Panteizmin ya da Panenteizmin bir çeşitlemesidir. Bu inanca göre Tanrı mutlak bir birlik içindedir. Yalnız kendisini tam anlamı ile gerçek olmayan bir dünyaya çoğul bir görünümde kendini açıklamaktadır."

 

Muhtemelen bu Arabi'nin ve diğerlerinin ben sen değilim desem-senden ayrıyım/gayrıyım desem- senin varlığında ikilik öne sürerim dedikleri şey olmalı;

 

bu alıntıyı (yukarıdaki) internetten buldum-derledim;

bi çok kavram kargaşası var; Örneğin, dualizm iki temel dayanağın varlığı evreni oluşturduğunu öne sürer-sürüyor diyor; Bizse şöyle tanımlıyoruz; Her şeyde ikilik ve karşıtlıklar zıtlıklar görmek; İyi ve kötü ya da mutlak iyi ve kötü; Aydınlık ve karanlık ve mutlak aydınlık ve karanlık gibi; Ya da Tanrı-Şeytan karşıtlığı ve dualizmi gibi, Mutlak karanlık ve çöküş yokoluş-bitiş vb. görmek ve görüp durmaya devam etmek; İyiler ve kötüler- kazanacaklar ve kaybedecekler aramak hepsi buna dahil; Ki bu içsel olarak (iyi tanrı-kötü) tanrı anlayışına kadar gider;

tek tanrı benimsemesinde mutlak kötü ve kötülük olsa bile kötülüğün kaynağı tanrıdır ya da tanrı olmalıdır çünkü kötülüğü ya da kötüyü yaratanda odur; (Şeytan ya da kötülük-karanlık kendinin kaynağı değildir; )

Bütün iyilikler-iyelikler-yücelikler tanrıya yüklenir ve kötülükler dışlanır bu anlayışta ve bir kötülük öznesi ve kaynağı bulunarak ona yüklenir; Cezalancak ve kaybedecek olanlar vardır ve seçilecek olanlar-seçilenler;; denge kurulmaz

 

Biz bu ikilikten ve bunu aşmaktan düşünmekten bahsediyoruz; Mutlak olarak iyilik ya da kötülük ya da mutlak olarak iyi ya da kötü olmadığından, Bunun anlaşılmasını istiyoruz;

 

eğer bir tevhid tevhidse yukarıdaki kavram (mutlak monizm) onu açıklamlaıdır; Gerisi dualisttir;

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Mutlu bir yaşam sür!

 

Eğer Tanrılar varsa ve adilseler, o zaman senin ne kadar inançlı olduğuna aldırmayacak ve uğrunda yaşadığın erdemlere göre seni değerlendirecektirler. Tanrılar varsa ama adil değilseler, o zaman onlara tapmamalısın. Eğer Tanrılar yoksa, ölmüş olacaksın ama, sevdiklerinin anılarında yaşamaya devam edecek onurlu bir yaşam sürdürmüş olacaksın.

 

Marcus Aurelius - Vikisöz;

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...