Jump to content

Oyunlarım Üstüne-Nazım Hikmet..


pithc

Önerilen Mesajlar

Ilk tiyatroyu nerde, ne zaman gördüm? Karagöz de tiyatrodan sayilirsa, Istanbul’da gördüm, sünnet dügünümde sekiz yasimda. Belki daha önce mahalle kahvesinde Ramazan gecelerinden bir gece seyretmisimdir Karagöz’ü, ama aklimda kalmamis. Meddah’i da ilkönce sünnet dügünümde dinledim. O ilk Karagöz’ümle ilk Meddah’imdan aklimda kalan bugün? Ak ve avuçiçi kadar perdenin öte yaninda Karagöz’le Hacivat oynatan incecik degneklerin durup dinlenmeden uzanip kisalan gölgeleri.

Ne tuhaf, Karagöz’le Hacivat’in perdedeki renkli hayaletleri degil de, degneklerinin bir silinip bir beliren gölgeleri kalmis aklimda. Neden?

Karagöz’le Hacivat’in kollarina, gövdelerine, külâhlarina takilip onlari oynatan degneklerin, o degneklerin arkasindaki göze görünmez Karagözcü’nün isi çevirdigini, sekiz yasimda degil elbet, ama on dokuzumda meselâ anladim da ondan mi? Belki de.

Peki, ya Meddah’tan aklimda ne var bugün? Yüzünü, gözünü hatirlamiyorum, anlattigi hikâye, yaptigi taklitler de büsbütün aklimdan çikmis. Ama sesi kulagimda. Böyle sesleri, size bir seyleri ille de begendirmek, sizi memnun etmek, sizi güldürmek için çabalayan sesleri sekizimden altmisima kadar boyuna duydum.

Karagöz’le Meddah belki de tiyatrodan sayilmaz. Ama operet tiyatrodur. Ilk opereti yine Istanbul’da Birinci Dünya Savasi içinde, 915’te sanirsam, seyrettim. Bu bir Avusturya operetiydi. Istanbul’a turneye gelmisti. Bas aktrisi Miloviç adinda belki Avusturyali, belki Macar ama, hâlâ gözümün önünde, çok pembe, çok ak, çok sarisin, iri yari, bingil bingil bir avratti.. On üç on dört yasimdaydim. Bizde oglan çocuklari da, kiz çocuklari da tez erisir. Bu Miloviç’e harp zenginleri besyüzlük bankanotlardan yorganlar diktiler, cigarasini bin liraliklarla yaktilar. Oysa o siralarda Istanbul halki süpürge tohumu unundan ekmek yiyordu. Dört cephede delikanlilar kan revan içinde, aç, çiplak dövüstürülüyordu. Belki bundan dolayi, simdi bile Çardas operetinden bir parçayi ne zaman dinlesem bir yandan haykirmak, birilerine sövüp saymak gelir içimden, tepeden tirnaga isyan kesilirim, bir yandan da ates basar yüzümü, Miloviç’in çok tombul iki meme arasini görürüm. Miloviç’i bir kere seyrettim Çardas’ta, basim döndü, ama sevdalanmadim. Ilk sevdalandigim aktris Eliza Benemecyan’dir. Osmanli Imparatorlugu yikilmisti. Itilaf ordulari, donanmasi Istanbul’u isgal etmisti. Anadolu’da emperyalizme karsi ayaklanmalar baslamisti. Ben ilk siirimi çoktan yayimlamistim. Eliza Darülbedayi tiyatrosunun bas aktrisiydi. Türk tiyatro sahnesine asli Türk olan kadin daha çikmamisti. Islâm dini onu sahneye çikarmiyordu. Eliza aslen Ermeniydi. Ermenilerin modern Türk draminin, komedisinin, opera ve operetinin kurulusundaki payi çok büyüktür. Türk tiyatro tarihi Manakyanlarla, Papazyanlarla, Eliza Benemecyanlarla övünür.

Darülbedayi’de ilkönce hangi piyeste Eliza’yi seyrettigim aklimda degil. Ama Eliza’yi görür görmez birden vuruldum, bunu çok iyi biliyorum. Türkçeyi yüzde yüz Istanbullu hanim efendiler gibi konusuyordu. Ömrümde bu kadar iri göz görmedim. Konusurken yanaklari al al oluyordu. Burnu iriceydi. Ak ellerinin, alabildigine ak ellerinin yumusak hareketleri hâlâ gözümün önünde. Tiyatrodan çiktim. Piyes yazmaliyim, dedim, baska çaresi yok, bir piyes yazmaliyim, ancak bu yolla onu biraz daha yakindan görebilirim; belki de elimi sikar. Ama piyes yazmak bana yeryüzünün en zor isi gibi geliyordu. Bir piyes yazip Darülbedayi’ye vermek, sonra parterde en ön sirada, hayir, yanda dramyazari locasinda oturup, Eliza Benemecyan’i seyretmek, benim piyesimi oynarken seyretmek...

Piyesi siirle yazacaktim. Ama konu ne olacak? Elbette sevda. Ilk piyesim: “Ocakbasi” böyle dogdu.(1) Çok yasli, çok akilli, çok iyi, çok sair bir adam bir dag basinda yasiyor. Gecelerden bir karli gece çok güzel genç bir kadin soluk soluga çaliyor kapisini. Kocakisi eve aliyor genç kadini. Ocakbasina oturtuyor. Kadin bir seylerden korkmaktadir. Koca sair yatistiriyor korkusunu kadinin. Ona ocakbasinda geçirilen uzun kis gecelerinin güzelliklerini anlatiyor. Ona aklin, hikmetin, felsefenin, düsünce ve siir dünyasinin kapilarini açiyor. Bu kapilardan girip mutluluga kavusacagina inandiriyor kadini. Ama pencerenin karli camlarini kirarak bir delikanli atliyor içeriye. Genç kadini kovalayandir, genç kadinin korkusudur. Ve yürü diyor ona, gel benimle, elimden kurulmanin yolu yok. Kocakisi açiyor kapiyi -pencereden çikmasinlar diye anlasilan- ve iki genç, erkegi önde, disisi arkada gidiyorlar...

Niye ilk piyesim bu? Isin tuhafi, piyesteki Kocakisi bendim. Oysa on sekiz yasimdaydim o zaman. Sonralari düsündüm. Kendimi o kocakisi sayisim. Eliza’yla aramda herhangi bir bagin kurulmasinin imkânsizligindandi. Eliza nerde, ben nerde, Eliza kim, ben kim. Ben onu bir saat siirimle, aklimla piyesimin ocakbasinda tutsam bile, bir saat sonra perde inecek -pencerenin camlari kirilacak- Eliza’nin ünlü ve bana o zamanlar her nedense çok zenginmis gibi gelen hayati onu alacak benden. Ocakbasi piyesimi bitirdim, ama Darülbedayi’ye veremeden Anadolu’ya kaçmak, milli kurtulus savasina katilmak gerekti.

Ankara’da 921 kisinda, ahirdan bozma salas bir tiyatroda, gaz lambalarinin isiginda ve ikide bir soguktan avuçlarima hohlayarak Otello Kâmil’i seyrettim. Ömrümde ilk defa Sekspir’i seyrettim. Abdullah Cevdet adinda bir eski Jön Türk sairi Arap ve Acem sözcükleriyle dolu bir dille Büyük Üstadi Türkçeye çevirmisti. Otello’yu, Hamlet’i filân okumustum, sasmistim, hayran olmustum, ama pek anlamamistim. Kâmil bir gezgin aktördü. Repertuarinda bir tek piyes vardi denilebilir. Otello, Otello’yu Papazyan üslubuyla oynadigini söylerler. Ne yazik Papazyan’i Otello’da seyretmek nasib olmadi. Ama çiragi Kâmil’in Otello’suna bakip Ustasinin ustalik kertesini kestirmek mümkün.

Kâmil, Ankara’da kaldigim aylar içinde Venedik Amirali’ni belki on kere oynadi, ben her keresinde ordaydim. Sekspir’e hayranligimi Abdullah Cevdet’in kötü, çok kötü çevirmelerine borçluyum, ama Sekspir’i bana Vahram Papazyan’in çiragi Otello Kâmil anlatti. Kâmil çoktan öldü, aç, sefil, hasta, göçüp gitti. Papazyan Sovyetler Birligi’ne geldi, ki adiyla “Krasni Mak”(3).

921’de Batum’a geçtim. O zamanki adiyla “Fransa” otelinde, bir yandan günde iki tabak misir unu çorbasini, bir çeyrek funt kara ekmekle yedim, bir yandan takunyalarimi takirdatarak mitinglere gittim, bir yandan Türkiye Komünist Firkasi Dis bürosunun çikardigi “Kizil Sendika” dergisinde çalistim, bir yandan da su “Küçük Ilüstirasyon” serisinde yayimlanan Fransizca piyesleri okudum, belki yüz tane, ard arda, belki daha çok. Yerlestigim odanin dolabinda buldum onlari. Hepsi dokuz yüz on dörtten önceki tarihlerde çikmisti. Fransiz bulvar tiyatrolarinin o zamanlardaki repertuariyla, Fransiz Vodviliyle alti ay hasir nesir oldum. Yalniz o devirdeki Fransiz Burjuva ve küçük burjuvalarinin içyüzünü degil, piyes yazma tekniginin bir çok cilvelerini de ögrendim.

“Ocakbasi”ndan sonra bir piyes daha yazmistim, Vâlâ Nureddin isimli bir Türk yazariyla birlikte, Anadolu’da, Bolu’da ögretmenlik ettigim siralarda. “Tas yürek”. Köylü bir deli bir köy agasinin köy odasina konuk oluyor. Konusulanlari dinliyor. Köylüler aga için tas yürekli herif, diyorlar. Deli, gece boguyor agayi, gögsünden tas yüregini çikarmak istiyor, ama bir sey bulamiyor. Tüh, diye haykiriyor, herifin yüregi yokmus... Sosyal motifi bu pek belli ve bir hayli Gran Ginyol piyesin bana büyük bir yararligi dokundu: köylü dilini, daha dogrusu Bolu köylüklerinde konusulan dili inceledim, bu incelemeden genellikle halk diline atlamam sonralari zor olmadi.

Dönelim Batum’da Küçük Ilüstirasyonlara. Günün birinde “Bethoven” diye siirli yazilmis bir piyese rastladim. Hiç de kötü yazilmamisti aklimda kaldigina göre. Belki de kötü yazilmisti, simdi okusam hiç hosuma gitmez. Ama yazmak isteyip de hâlâ yazamadigim ve yazamadan ölecegim diye korktugum konuyu o piyes verdi bana: Karl Marks’in hayatini yazmak bir piyeste, yahut bir kaç piyeste.

Ilk operayi, ilk baleyi, ilk gerçek tiyatroyu Moskova’da gördüm. Opera sasirtti beni, ama o zamanlardan, yani 920-28 yillarindan söz ediyorum, aklimda kalan, o zamanki sahneye konuluslari ve oynanislari ve o zamanki dekorlariyla “Karmen” ve o zamanki adiyla “Krasni Mak”(3).

Dogrusunu isterseniz operayi sevmis degilim. Büyük sanat, zor sanat, yapilari da büyük oluyor, hem resmi taraflari da var. Opera her devlette resmi tiyatro, evet, ne yapayim, ne ilk görüste sevdim, ne simdi sevebiliyorum. Ama ders almadim degil. Aldim. Hem yalniz dramyazarligi alaninda degil, siir yazmak isinde de, hatta günlük hayatimda operanin bana verdigi, daha dogrusu tersine verdigi derslerden yararlandim. Sanatta ve hayatta kestirmeligin, sadeligin, süssüzlügün, yaldizsizligin ve kadifesizligin gerektigini “Bolsoy”da (4) seyrettigim operalardan ögrendim. Mali Teatr’dan (5) aklimda hiç bir sey kalmamis, o zamanlardan konusuyorum. Yeni zamanlarda “Afrodit Adasi”ni (6) sevdim. Az kalsin unutuyordum, opera resim ve heykel ve hatta mimarlik anlayisim, zevkim üstüne de etkili oldu. Opera sahnelerine, sahneye konuslarina, opera artistlerinin jestlerine filân benzeyen resimleri, resim kompozisyonlarini, heykelleri hâlâ sevmem. Dokuzyüz yirmi yillarinda Meyerhold (7) için yazdigim bir siirde, Bolsoy’dan: “Bolsoy teatrin yapisi mükemmel arpa anbari olur!” diye söz ettim. Elbette haksizlik etmisim O zamanki Bolsoy balelerinden aklimda hiç bir sey kalmamis. Yalniz “Güzel Yusuf” diye bir bale seyrettim. Bolsoy’un degildi, baska bir grubundu saniyorsam. Iste üstümde etkisi olan, hem de nasil, bale budur. Durmadan kimildanan, degisen kompozisyonun, yalniz balede degil, dramda, romanda, siirde, nasil olmasi gerektigini o “Güzel Yusuf” balesinden ögrendim. Onu yine öyle oynasalar her keresinde kirk bin ders almak için kirk kere daha giderdim.

Ben, Stanislavski’nin, Meyerhold’un, Vahtangof’un Tairof’un ellerinden taze çikmis, dumani üstünde buram buram hayat, devrim, güzellik, kahramanlik, iyilik, akil, zekâ kokan oyunlar seyrettim. Ben 922’de MHAT’ta (9) “Ayaktakimi Arasinda”yi (10), ben Meyerhold’ta “Traelkin’in Ölümü”nü (11), “Firtina”yi (12) “Müfettis”i (13), ben Kamerni’de “Fedra”yi (14), ben Vahtangof’ta “Turandot”u (15), seyretmis adamim... Bütün bunlari seyredersin de donmus, hareketsiz sanat anlayisin altüst olmaz mi? Karsinda birbirinden genis ufuklar açilmaz mi? Halkin için, halklar için, insan için umutlu, aydinlik, ileriye, hakliya, dogruya, güzele, hürriyete, kardeslige çagiran eserler yazmak için yanip tutusmaz misin? Benim de basima ayni sey geldi.

Burada yalniz bir satirlik sözüm var: o devirlerde, ana akimiyla, tiyatroda yenilik piyesten degil, rejisörden, artistten ressamdan geliyordu. O yillarin altin devriyle, Yirminci Kongreden sonra pirildamaya baslayan ve savki yakin yillarda göklere vuracak olan yeni altin devri -Sovyet tiyatrosundan söz ediyorum- arasindaki farklardan biri de, simdi yeniligin dramyazarligindan da, piyesten de gelmeye baslamasindadir. O zamanki reji ve sahneye konus arastirmalari sahsen benim dramyazarligim üstünde etkili oldu, dramlarimi meselâ Meyerhold’un, yahut Stanislavski’nin, yahut Vahtangof’un sahneye koyuslarini göz önünde tutarak kurmaya basladim. “Kafatasi” piyesimin yapisinda Meyerhold mektebinin etkisi büyüktür. “Unutulan Adam”da Stanislavski’nin, “Ivan Ivanoviç var miydi, yok muydu?”da Turandot’un.

Sovyet tiyatrolarinin etkisi siirimin üstünde Sovyet sirinin etkisinden büyüktür. Burada tiyatro derken dramyazarligini degil, rejiyi, artisti, ressami göz önünde tutuyorum. Bu etkiyi ayri ayri örnekler vererek gösterebilirim ama, benden baska kimseyi ilgilendirmeyecegi için vazgeçiyorum. O zamanlardaki Moskova tiyatrolari bende, dramatigi incelemek, derinlere inmek, abstiraksiyonlar ve genellestirmeler yapabilmek ihtiyacini dogurdu. Hem yalniz sanatta degil. Böylelikle ideolojik gelismeme yardim ettiler.

Farkindayim, ömrümde ilk defa bir konu etrafinda da olsa, bir çesit memuar yaziyorum galiba. Oysa, anilarini yazamayacak biri varsa o da benim. Neden o? diye gülümsemeyin. Sebep çok sade: hafizam bilemediginiz kadar zayiftir. Aklimda ayrintilar kalamaz, tarihleri, adlari aklimda tutamam. Bundan ötürü simdi kendimi zorlayip, tiyatronun ömrüm boyunca oynadigi rolü düsündükçe, -üçüncü derecede bir dramyazari olmama bakmaksizin- bir rolün büyüklügüne sasiyorum. Ben bunu altmis yasimda kesfettim, bir dergiye bu yaziyi hazirlarken, Ne tuhaf! Ama bu rolün bütün repliklerini, hele sirasiyla, hatirlayamiyorum.

Bir roman yaziyorum.(17) “Pravda”nin 924 yili koleksiyonunu gözden geçirmem gerekiyor. Evveli gün söyle bir habercik okudum: “12 Subat’ta, Krasno-Presnenski Kalyayef (18) isçi tiyatrosunun salonunda bir gece tertipledi. Gecenin resmi tören bölümünden sonra Türk dramkolu, Meyerhold tiyatrosunda çalisan Ek yoldasin sahneye koydugu ve kollektif üyelerinden Nâzim yoldasin yazdigi ve bütün kollektifçe islenen bir piyesi oynadi.

Piyes millî kiliklarla oynandi. Sahneye konus lakonikti. Salon çesitli milletlerden, Türkçe bilmeyen seyircilerle dolu oldugu halde oyunu çok büyük bir ilgiyle karsiladi.”

12 Mart 924 tarihli “Pravda” gazetesinde çikan bu bir kaç satir bu yazimda kullanacagim biricik belgedir saniyorum.

Demek ki, adim “Prevda”ya ilk önce 924’te geçmis ve piyes yazari olarak. Kim bilir bunu o zaman okuyunca nasil sevinmisimdir. Ne yalan söyleyeyim, evveli gün de bu bir kaç satira rastlayinca yüregim söyle bir tatli tatli hop etti. Saka mi bu, ta ne zaman “Pravda” adimi anmis!

Nikolay Ek’le Moskova’da “Metla” (19) tiyatro artelini kurduk. Galiba ilk ve son tiyatro arteli. Tam tarihi aklimda degil, ama afisi gözümün önünde. Bir kizil diskin üstünde uzun sapli bir çali süpürgesi. Niyetimiz açik. Süpürgemiz, bir yandan günlük hayatta ve insanlarin kafasinda ve yöresindeki burjuva, küçük burjuva ve derebeylik kalintilarinin tümünü süpürecek; öte yandan, bu kalintilari bilerek bilmeyerek koruduklarini iddia ettigimiz tiyatrolardan Moskova’yi temizleyecek. Haftada iki kere oynuyorduk, simdiki “Sentralniy”, o zamanki “Sanuar”da.(20) Burasi Dogu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nin kulübüydü de, ben de bir aralik kulübün baskaniydim gibime geliyor, ama Nikolay Ekin kulübteki dram kollarini idare ettigini çok iyi hatirliyorum.

Bir sey daha aklimda kalmis: Artistlerimizi iki çesit imtihandan geçirerek seçiyorduk. 1- Aktörlük imtihani, bunu Ek yapiyordu. 2- Politikadan imtihan, bunu ben yapiyordum. Namzetlere “Pravda” gazetesinin o günlük basyazisini okutuyor, anladigini anlatmasini rica ediyordum. Sonra günün iç ve dis politika konulari etrafinda sorguya çekiyordum. Tiyatromuz, politikayla sahnenin organik birligini kurmak iddiasindaydi. Yine aklimda kaldigina göre, “Kabahat kimde?” diye bir piyesimi oynadik “Metla”da, bir de “Kirjiçik” adli ve Ek’le birlikte yazdigimizi sandigim bir rövüyü “Kabahat kimde?” bir perdelikti ve cinayet, hirsizlik filân gibi suçlarda kabahatin, -kapitalist düzende- bireyde degil, cemiyette oldugu tezini savunuyordu. Rövü, sonralari külhanbeylestigini duydum ama, o zamanlar çok temiz bir sehir, bir yapicilar türküsü olan “Kirpiçiki” (21) türküsünün etrafinda kurulmustu. Birinci Dünya Savasi, Ekim devrimi, ilk ekonomik kalkinis. Sinemayi organik olarak tiyatroyla birlestirmistik bu rövüde. Bir örnek: kahramanlardan biri bir sokak gösterisine katiliyordu. Gösteriyi ekranda seyrediyorduk. Gösteriden ayrilip bir evin kapisini çaliyor, içeri giriyor, ekrandan çikip sahnedeki odaya daliyordu. Prensip: bütün eksteryörler ekranda, bütün enteryörler sahnede, ama dedigim gibi, bir birine bagli olarak.

“Metla” alti ay kadar dayandiktan sonra kendisi süprüldü tiyatro dünyasindan. Simdi düsünüyorum da, alti ay dayanmasi bile sasilacak sey. Ruhumuzdaki eski dünyalarin kalintilarina karsi sahnede, çok daha derin, çok daha ileri, çok daha olgun silâhlarla dövüsülmesi gerektigini biliyorum artik. Bizim “Metla”nin o günkü imkânlari ve o günkü tiyatro anlayisiyla bu isi becerememesinin ne kadar tabii oldugunu da anliyorum simdi. Ama insan ne de olsa övünmeyi seviyor - bu ruh hâli de bir kalinti degil mi? Evet, seviyoruz övünmeyi, bakin, tiyatroyla sinemayi organik bir bütün olarak kullandik diye yazarken övündüm basbayagi. Bu isi Çeklerin “Laterna Majiki”nden çok önce, mono ekran da olsa, - biz gerçeklestirdik gibime geldi bir an? Oysa ki, o yillarda bütün dünyada bu denemeler yapiliyordu. Hattâ Istanbul’da, bir filmi, bir Alman filmiydi saniyorum, bas aktrisi, hem perdede, hem sahnede oynadiydi.

“Metla” denemesi, sonu “Kafatasi” piyesine dayanan bir dramyazarligi anlayisini gelistirdi bende. O devirlerde Marks’la, Engels’le, Lenin’le hasir nesirdim. Lenin’in kitaplarini dogrudan dogruya sahneye koymak istiyordum. “Kapitalizmin son merhalesi emperyalizmi” büyük bir senaryo halinde ve konkre kahramanlari da ise katarak isledim. Sinema için degil, bizim “Metla” için. Ama oynanmasi nasibolmadi. Meyerhold için de bir bale yazdim: “Ehram”. Temelindeki istihsal kuvvetleri, istihsal münasebetleriyle ve üst yapilariyla sosyal ehram. Meyerhold’e götürdüm. Okudu, Begendi. Ama oynamadi. Bir de siir-piyes yazdim: “Ayin on dördü”. Bir Atlantik gemisindeki isyani anlatiyordu. Ama, aslina bakarsan gemi, ocak ve makina daireleriyle, atesçileri, tayfalari güverte, ikinci, birinci ve lüks mevki yolculariyla, kaptanlariyla bu Atlantik gemisi kapitalist cemiyetin stilize edilmis bir maketiydi. Piyesi bitiremedim. Oynanmadi. Ama bir çok parçalarini “Benerci kendini niçin öldürdü?” isimli siir - romanimda kullandim.

“Kafatasi” piyesimin ilk varyantini da “Metla” için yazdim. Oynanamadi. Bu varyant yitirildi de. Ikincisini Türkiye’de yazdim. Konusunu, oynanisini filân sirasi gelince anlatirim. Onun da tezi Marksizmin bir düsturuydu: Kapitalizm, geliserek öyle bir merhaleye varir ki, yalniz maddi esyalar degil, manevi degerler de mal olur, alinip satilir.

O yillari hatirlamaga çalisirken bir seyin bir kere daha farkina variyorum. Bütün sanat anlayisimi ve çabalarimin üstünde Sovyet tiyatrosunun ve Sovyet tiyatrosuna dolu dizgin katilmak isteginin etkisi büyük olmus. Lenin’in kitaplarini sahnede dogrudan dogruya ilüstre etmek istegi, siirde de beni ayni isi yapmaya götürmüs. Dram yazarliginda ve dolayisiyla siirde beni bu denemelere, hangi tiyatro itti diye düsünüyorum. Bu denemeleri yaptigima hiç pisman degilim. Bugüne kadar yararliklarini görüyorum. Beni bu denemelere Meyerhold itti, ama üstattan ögrendigim sadece sanatin politik yüzü.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Birçok sey borçluyum demek her seyi borçluyum demek degil. Tekrar edeyim, tiyatro sanatinin baska alanlarinda Stanislavski’ye Vahtangof’a ve hattâ Tairof’a da bir çok sey borçluyum. Bugünkü tiyatro anlayisimin tümüne gelince, o, kimseye yüzde yüz bagli degil, ne Stanislavski’ye, ne Meyerhold’e, ne Vahtangof’a, ne Tairof’a. Onlar ne kadar birbirine bagliysa, ki elbette birbirlerine bagli, hattâ birbirlerinin içindeyseler, benim bugünkü tiyatro anlayisim da onlarinkilerle öyle bagli. Ama öte yandan Sovyet tiyatrosu hele Yirminci Kongreden sonra büyük bir siçrama daha yapti; üniversal ve ulusal gelenekleriyle bagini koparmadan bir siçrama daha yapti. Ve ben bugün bu siçramanin da yalniz büyük rejisörleriyle degil, dramyazarlariyla da bagliyim.

Yillardan yirmi sekiz, yirmi dokuzdu sanirsam, Istanbul’da evimde hasta yatiyordum. Arkadaslar tevkif edilmisti. Istanbul’da Polis müdürlügünde çiplak gögüsleri cigara atesiyle yakildiktan, tabanlarinin derisi sopayla soyulduktan, koltuk altlarina kaynar yumurta konduktan sonra yargilanmak için Izmir’e gönderilmislerdi. Alabildigine öfkeliydim, kederliydim, alabildigine hastaydim ve meteliksizdim. Kapim açildi, büyük Türk rejisörü Ertugrul Muhsin girdi içeri. Modern Türk tiyatrosunun belli basli kurucularindan biri olan, Türk tiyatrosunda modern tiyatro disiplinini, hele Rus-Sovyet tiyatrosununkini, gerçeklestiren Muhsin, Stanislavski’nin ve Meyerhold’un hayranlarindandi. Sovyetler Birligi’ne bir kaç kere gelip gitmisti. Dostumdu. Hazir piyesin var mi? dedi. Var, dedim. Oysa yoktu. Bir haftaya kadar verirsen sahneye koyabilirim, dedi. Olur, dedim. O günkü antikomünist terör havasi içinde benim bir piyesimi, Istanbul’un biricik gerçek tiyatrosunda oynamak isteyisine sasmadim. Dostumdu. Ben dostluga inanirim. Muhsin gittikten sonra bir hafta içinde ne yazabilirim diye düsündüm. Aklima polisin eline geçip yitirilmis Kafatasi piyesimin konusu geldi. Yalniz maddi degil, mânevi degerleri de mal yapip pazara çikaran kapitalizm...

Dolaryanda denen bir ülkede Dalbanezo isimli çok fakir bir profesör verem asisini buluyor, daha dogrusu asinin nazariyesini. Verem sanatoryumlari tröstü telâslaniyor. Profesöre söyle bir teklif yapiyoruz: Asinizi, gerçeklestirmek için gereken parayi, laboratuvari biz size saglayacagiz. Ama siz belirli bir süre asinizi bir yana birakip ineklerimiz tedavi edeceksiniz. Profesör razi olmuyor buna ilkönce, ama sonra boyun egiyor. Agir verem kizini da alip, belirli bir süre inekleri tedavi etmek için sanatoryumlardan birinin laboratuvarina yerlesiyor. Fakat konturatodaki süreyi bekleyemiyor, asiyi gerçeklestirip kizini kurtarmasi lâzim. Asiyi gizlice istihsal ediyor, ama kizina yapamadan yakalaniyor ve konturatoyu bozdugu, tazminati veremedigi için hapse atiliyor. Çikiyor. Sirkte figüranlik ediyor. Ölüyor. Morgta kafatasini bile satiyorlar.

Ana çizgisini anlattigim bu piyes ancak üç gece oynanabildi Istanbul’da. Dördüncü günü Ankara’nin emriyle yasak edildi. Bahane diye de Baytarlarin protestosu ileri sürüldü. Piyeste Profesörün: Ben baytar degilim, ineklere bakamam, diye bir repligi var. Ama asil sebep, prömyerinden sonra seyircilerin, -büyük çogunlugu gençlik ve isçiydi- yaptiklari gösteri. Salondan bir saat çikmadilar. Bizi hesapsiz kere sahneye çagirdilar. Nihayet ben arka kapidan çiktim, ama sokak agiz agza insan doluydu. Beni ortalarina aldilar ve bir cemmi gafir halinde gece yarisi Istiklâl Caddesi’ne çiktik. Ayni sey üç gece tekrar etti. Sonra, dedim ya, yasak.

Kafatasi, Türkiye’de, Meyerhold okulunun kimi prensipleriyle sahneye konmus ilk piyestir saniyorum. Dedigim gibi, bu okulun bütün prensipleriyle degil, kimi prensipleriyle.

Bu piyesi 951 de sanirsam, Moskova radyosu bir kaç kere oynadi. Bir kaç yil önce de Gence Dram tiyatrosunda seyretmek nasiboldu. Ekber Babayef ve Azerbaycanli romanci ve dramyazari Menti Hüseyin’le seyrettik. Üstat begendi hem oynanisi, hem piyesi. Ben oynanisi begendim, piyesi yazdigima pisman degilim, ama piyesi begenmedim.

Süslü püslü, kadifeli, yaldizli, perdeli, dekorlu bir kapali kutunun içine tiyatroyu hangi tarihte, nerde soktular ilkönce? Bilmiyorum. Iyi mi oldu bu, kötü mü? Bunu da burada tartisacak degilim. Ben kendi payima, açik havada, pazar yerinde, sehir meydaninda oynanan tiyatronun hasretini çekerim arada bir bu hasretim teper.

Yilini hatirlayamiyorum, Moskova’da bir çocuk bayrami dolayisiyla yapilacak senliklerin oyunlari için bir müsabaka açilmisti. Nikolay Ek’le katildik biz de müsabakaya. Bizim piyesimiz de birinciliklerden birini kazandi. Bir hafta sirkte oynandi. Rejisör: Ek.

Kapali da olsa, kubbeli de olsa sirkte, açik hava tiyatrosunun, pazar yeri, sehir meydani tiyatrosunun halkçiligi, gösterisi, senligi, dolu dizgin heyecani yasar.

Bizim piyeste dram artistleri, balerinler, sirk artistleri -insan ve hayvan sirk artistleri- yan yana, bir arada oynuyordu. Olaylar hem yerde, ortada gelisiyordu, hem de yukarda dört yana gerili dört sinema perdesinde. Seyirciler de, -çogu çocuk- arada bir katiliyordu oyuna.

Simdi bunlari yazarken, bu denemeyi, daha da gelistirerek, niye tekrar etmedigimize üzüldügümü anliyorum.

Anilarimin sirasini sasirdim yine. Farkindayim bundan boyuna sikayet ediyorum. Ama insan tarih sirasiyla mi, mutlaka kronolojik bir düzen içinde mi hatirlar basindan geçenleri?

Istanbul’da Ertugrul Muhsin iki piyesimi daha sahneye koydu 930 yillarinda: “Bir Ölü Evi”yle “Unutulan Adam”i, “Bir Ölü Evi”nin ikinci varyantini Leningrat’ta Komisarjevski tiyatrosu oynadi dört bes yil önce. Adini degistirdim: “Bayramin ilk günü”. Prömyerine Mihail Zosenko’yla gittikti. Üstat begendiydi piyesi, ben de çok sevindiydim. Zosenko’nun bir çok hikâyesini çevirdim Türkçeye, ustaliginin hayraniyim. Türk burjuva basini. “Sovyetler Birligi’nde insanlar gülmeyi unutmustur, mizah edebiyati ölmüstür” filan diye yaygarayi bastiklari bir sirada Zosenko’nun yayimlanmasi çok iyi olduydu. Onbinlerle Türk okuyucusu, Zosenko’nun aci, ama çok derin ve asla kötümser olmayan hikayelerini okuyarak Sovyetler Birligi’ni sevdi saniyorum.

“Bir Ölü Evi”nin konusu, klâsik burjuva miras dâvasi. Dört gün oynandi ancak. Hayir hükümet yasak etmedi. Seyirci gelmedi. Sebebini anlatayim.

“Kafatasi” denemesini gözönünde tutarak, -sonradan anlasildi ki, gereginden çok gözönünde tutmusuz bu denemeyi- yeni piyesin yasak edilmemesi için yazarinin adini degistirdik. Bundan dolayi da piyese gelen çogunluk benim okuyucularim degil, burjuva, küçük burjuva seyircilerdi. Birinci perdenin ortasinda haykirmaya basladilar: Bu ne rezalet! Mukaddesatimiz tahkir ediliyor! Ikinci perde açildiginda salon yari yariya bostu, üçüncü perdenin ortasinda, galeri kalabalikçaydi ama, salonda dört bes kisi kalmisti. Dedim ya böyle parlak bir prömyerden sonra piyes ancak dört gün tutunabildi. Bundan ötürü Muhsin öteki piyesi adimla sanimla sahneye koydu. Bas rolü de kendisi oynadi. “Unutulan Adam”i 933’te yazmistim, hapislerimden birinden çiktiktan sonra. Kisaca konusu: Genç bir asistani olan ve genç bir kadinla evli, çok ünlü bir operatör ününün ve burjuva ahlâk telâkkilerinin esiridir. Karisinin kendisini asistanla aldattigini bildigi halde ses çikarmaz. Dile düsmekten, ününü zedelemekten korkar. Kizi evli bir erkekten gebedir. Rezaleti önlemek için kizinin çocugunu kendisi düsürmege razi olur, kiz ameliyat masasinda ölür, profesör hapse düser. Hapisten çiktigi zaman unutulmustur bütün cemiyetçe. Gidecegi bir tek yer vardir: unutulan adamlarin barinagi Sabahçi kahveleri. Piyeste insanlar biraz daha çok yönlü, böyle burada anlattigim gibi kabataslak degil saniyorum. Bunun da ikinci varyantini iki yildir Sovyet Ordusu Tiyatrosu basta olmak üzere bir çok yerde oynuyorlar. Demokratik Almanya’da, Çekoslovakya’da da.

Istanbul’daki prömyeri MHAT’in bir aktrisiyle seyretmistik. Adini hatirlamiyorum. Yirmi yillarinda Moskova’daki Türk Elçiligi bas kâtibi olan Fuat Carim Beyle evlenip Türkiye’ye gelmis. Sonra otuz yillarinda sanirsam bir rolü oynamak için bir kaç zamanligina Moskova’ya döndü. Gözümün önüne uzunca boylu zayifça ve çok kocaman kara gözlü, güzelligi acayip ve çok akilli bir genç kadin geliyor. Yazik, adini hatirlayamiyorum. MHAT’a telefon edip ögrenmeli. (22) Piyesi de oynanisini da pek begendiydi. Hiç unutmam: Bunu Rusçaya çevirip Moskova’ya MHAT’a yollayin, dediydi. Aklima birdenbire ne geldi bakin: Bir gün Fuat Beyin köskünde bahçede oturuyorduk. Fuat Bey, karisi ve bes alti yasindaki ogullari. Oglan bahçedeki bir çukuru kosa kosa atlamaya çalisti bir iki kere, ama her keresinde çukurun basinda irkilip durdu. Anasi oglanin yanina gitti. Atla, dedi. Mademki atlamak istedin, geri dönmek olmaz. Oglan:

-Korkuyorum anne, dedi.

Ana:

- Korkaklik kadar ayip sey yok bu dünyada, dedi. Atla. Atlayamazsan düsersin çukura, canin yanar, zarar yok, bir kere daha atlamaya çalisirsin Atla...

Ve oglan atladi çukura.

1938’de hapse düstüm. On üç yil kadar yattim bu keresinde. Bes piyes yazdim içerde: “Ferhat’la Sirin Yahut Bir Sevda Masali”, “Yusuf’la Zeliha Yahut Yusuf ve Kardesleri”, “Istasyon”, “Fitnat”, “Yerdepremi”. Bunlardan “Ferhat ve Sirin” Moskova’da, Pirag’da, Berlin’de ve daha bir kaç sehirde oynandi. “Yusuf ve Kardesleri” Çekoslovakya’da ve Demokratik Almanya’da oynandi. Ha, “Ferhat ve Sirin”den bir de film yapildi. Berbat bir sey. Hatirladikça utanirim hâlâ. “Yerdepremi”yle “Fitnat”in müsveddeleri bile kalmadi, kayiplara karisti ikisi de. “Istasyonu”, konunun temelini ele alarak yeniden yazdim. Hiç bir yerde oynanmadi.

Amerika’yi yeniden kesfetmek diye bir is var, komik bir is çok kere. Ama kimi kere de, Amerika’nin kesfedilmedigini gerçekten bilmeyip de bunu büyük bir ciddiyetle yaparsan, kesfettim diye de dehsetli sevinirsin, sonra karaya çikip da Amerika’da Avrupalilarin çoktandir topragi sürdüklerini görürsen durumun yalniz komik degil, azicik da aciklidir. Benim basima iste böyle bir kâsiflik isi geldi dramyazarligi alaninda.

Hapiste insanin vakti çoktur, hapishane istemeli üstüne kurulmamissa. Kurulmussa yorgunluktan düsünmeye vaktin kalmaz saniyorum. Ama benim yattigim hapishanelerde düsünmekten baska yapacak is yok gibiydi. Yalniz son yil dokumacilik etmek bahtiyarligina kavusabildim.

Çagdas piyeslerde monologlarin hemen hemen ortadan kalktigini düsündüm. Monologlarin gelistirilmesiyle, yeni bir açidan islenmesiyle iç dünyamizin sahnede bas rollerden birini oynayabilecegini kesfettim. “Ferhat’la Sirin”de bu icadimi gerçeklestirmeye çalistim. “Yusuf’la Zeliha”da da ayni kesfin sevincini duydum. Ferhat’la Sirin’de, kahramanlar bir yandan birbirleriyle konusuyor, bir yandan da akillarindan geçenleri birbirlerine degil, seyircilere söylüyordu. Kimi kere de, uzun bir süre, her biri yüksek sesle düsünüyordu. Sonra, kimi kere, kahramanlar, bir baslarina konusuyorlardi kendi kendileriyle, yani klâsik monolog. Sonra, Yusuf’la Zeliha’da, Zeliha’nin üç tonda sesi, iç dünyasinin üç ayri monologunu söylüyor, Zeliha agzini açmadan pantomima oynuyordu. O zamanlar daha magnetofon yoktu, belki vardi da benim haberim yoktu. Bundan dolayi bu üç sesi gramofon plagina yazdirmayi düsündüm. Bu kesiflerimden o kadar memnundum ki, hapisten çikar çikmaz ilk isim arkadaslara bu iki piyesi okumak oldu. Okudum ve “Hafifçe siritarak” yüzlerine böbürlene böbürlene baktim. Birisi:

- Iyi ama, dedi, bu senin marifeti, hem de âlâsini Sartre çoktan yapti.

Hapiste yatmanin kötülüklerinden biri de, dramyazari için, dünyada, dramyazarligi alaninda olup bitenlerden haber alamamasi. Ama dünya öylesine büyük ki, dramyazarlari o kadar çok ki, bu alanda olup bitenlerin tümünden haber alamamak için hapse düsmek de sart degil. Yani Amerika’yi yeniden kesfetmek için tiyatro islerinde, ille de hapislik gerekmiyor. Nitekim Moskova’ya geldikten sonra yazdigim bir iki piyeste de basima ayni is geldi. Yani bu piyeslerde, kimisi oynanmadi, ilkönce benim tarafimdan kullanildigini sandigim bazi marifetlerin benden çok önce kullanildiklarini sonradan ögrendim.

Bu anlattiklarimdan düsünüyorum da, söyle, bir sonuç çikariyorum. Belirli devirlerde, belirli mesleklerden insanlar; dâhisinden sira neferine kadar, bilimde, teknikte, güzel sanatlarda filân, dünyanin dört bucaginda, hattâ hapishanede, ayni sorularla karsilasiyor, ayni karsiliklari veriyor; irili, ufakli çok önemli, az önemli ayni kesifleri, ayni icatlari yapiyor, çok kere birbirlerinden habersiz.

Böyle bir sonuca varmam da bir yandan kendi kendimi avutma, bir yandan da Amerika’yi yeniden kesfetmenin bir çesidi galiba...

Azkala unutuluyordum: Moskova’ya döndükten sonra bir sürü piyes yazdim: “Türkiye’de”, “Enayi”nin ikinci varyantini, “Ivan Ivanoviç var miydi, yok muydu?”, “Inek”, “Iki inatçi”, “Tartüf - 59”, “Her seye ragmen”, “Prag saatleri”, “Demokles’in kilici”. Çogu oynanmadi. Bence iyi de oldu. Ömrüm boyunca hep tiyatronun etkisi altinda kaldim, ama üçüncü derecede bir dramyazarindan daha yükseklere çikamadim. Ama ne de olsa bu meselede kötümser degilim. Iyi bir dramyazari olabilecegimi umuyorum. Can çikmadan umut çikmiyor derler.

Nisan - Haziran 1962

Moskova

Notlar

(1) Piyesin asil adi: “Ocakbasinda”dir.

(2) Bu yazi yazildigi zaman Papazyan sagdi. 1968’de ölmüstür.

(3) Gelincik demektir. Sovyet kompozitörü Glier’in balesidir.

(4) “Bolsoy” - Moskova’daki “Büyük (Rusça - bolsoy) Opera ve Bale Tiyatrosu”

(5) “Mali Teatr” - Moskova’daki “Küçük (Rusça - mali) Tiyatro”

(6) Afrodit Adasi - Çagdas Yunan sairi ve dramyazari Aleksis Parnis’in piyesinin adidir.

(7) Meyerhold Vsevolod Emilyeviç (1874 - 1940) - Sovyet ve Dünya tiyatro sanati alaninda büyük hizmeti geçmis olan rejisör. 1920 yillarinda, Moskova’da orjinal oyunlariyla tiyatro sanatinda bir dönüm yapmis olan “Meyerhold Tiyatrosu”nun kurucusu ve sefi de odur.

(8) Stanislavski K. S. (1863 - 1938) - Büyük Rus rejisörü.

Vahtangof Y. B. (1883 - 1922) - Ünlü Rus rejisörü, Moskova’daki “Vahtangof Tiyatrosu”nun kurucusu.

Tairof A. Y. (1885 - 1950) - Rus rejisörü, Moskova’daki “Kamerni Teatr”in (Oda tiyatrosu) kurucusu.

(9) MHAT - Rusça: Moskovski Hudojestvenni Akademiçeski Tentr (Moskova Sanat Tiyatrosu)

(10) “Ayaktakimi Arasinda” - Gorki’nin piyesi.

(11) “Tarelkin’in Ölümü” - Rus yazari Suhovo - Kobilin’in piyesi. 1922’de Meyerhold sahneye koymustur.

(12) “Firtina” - Rus Dramyazari A. Ostrovski’nin piyesi.

(13) “Müfettis” - Gogol’ün piyesi.

(14) “Fedra” - Fransiz yazari Rasin’in piyesi.

(15) “Turandot” - “Prenses Turandot”, Italyan yazari Karlo Gotsi’nin eseri.

(16) KUTV - Nâzim Hikmet’in 1922 - 28 yillarinda okudugu üniversite.

(17) “Yasamak Güzel Seydir Be Kardesim” romanindan söz ediliyor.

(18) Moskova’nin “Krasno-Presnensk” mahallesinde bulunan ve Kalyayef adinda bir Rus devrimcisinin ismini tasiyan isçi kulübündeki tiyatro.

(19) “Metla” - Rusça: Çali süpürgesi demektir.

(20) “Sentralniy” (Eski adi: “Sa nuar”) - Moskova’da sinema.

(21) O zamanlar pek yaygin olan “Kerpiçler” adli bir türkü, çalistigi fabrikanin yeni bastan kurulmasina yardim eden bir Rus isçi kadini övüyor.

(22) MHAT’a telefon etmeye lüzum kalmadi, çünkü bu yazi çiktiktan iki gün sonra, MHAT’in bas aktörlerinden biri olan Vasili Toporkof’tan Nâzim Hikmet’e mektup geldi. Toporkof, yazida söz edilen aktrisin Suhaçeva Yelena Georgiyevna oldugunu açikladi. - E.B.

“TÜRK TIYATROSU / Üç Aylik Tiyatro Dergisi” adli derginin Ekim-Aralik 1976 tarihli 422. sayisinda yayinlanmistir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...