Jump to content

Memedin Kitabı ; Adı Konulmamış Bir Savaşın Gerçek Tanıkları...


birunsatan

Önerilen Mesajlar

ÖNSÖZ

" 'Ölüm yalnızca iki santim yukarıda,' diyor Ahmet acı acı. 'Kafanızı siperden iki santim yukarı kaldırdınız mı alnınızın ortasına kurşunu yersiniz.'

 

Bunları söyleyen, askerliğini Güneydoğu'da yapan bir yedek subay. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde iktisat yüksek lisansı yapmış 25 yaşındaki genç savaştan şairane bir dille söz ediyor: 'Uzaklardan Kalaşnikovların takırtısı ölüm şarkısını söylerken, silah arkadaşınız kucağınıza yıkılır, beyni dağılmıştır.' Ahmet, Türkiye'nin yükselen finans sektöründe başladığı meslek yaşamına, silah altına alındığında ara vermiş.

 

'Hepsinden nefret ediyordum,' diye anımsıyor Ahmet, Kars'ın kırları kavuran savaşa sırtını dönmüş yerli halkıyla ilk karşılaşmasını. 'O sırada dağda askerler onlar için can veriyordu ama aşağıda kimsenin umurunda değildi,' diyor, genç askerlerin her savaşta öğrendikleri ilk dersi öğrenmiş olarak. 'Askerler ve siviller birbirinden tamamen farklı iki ayrı dünyadan geliyor.' Uzakta, bir başka dünyada, İstanbul'da yeğeni dünyaya gelmiş. Vietnam'da savaşan Amerikalı askerlerin deyişiyle, 'Dünyaya Geri Döndüğü' İstanbul'da, arkadaşlarıyla buluştuğunda onların buz gibi bir sesle sordukları sorulara yanıt vermek zorunda. 'Yaptıklarını yapmak zorunda olduğunu anlamıyorlar,' diye öfkeyle konuşuyor. 'Eğer bu ülkede yaşayacaksan, askere gitmek zorundasın. Bundan kaçış yok.'

.................

 

Ahmet şimdi 36 kişilik bir topçu birliğinin komutanı. Boş vakitlerinde PKK barınaklarında el konulmuş belge ve kitapları okuyor. Radyodan dağlar üstüne yakılmış türküleri dinlemeyi tercih ediyor. En çok sevdiği, 'Dağların arkasındaki yar'. Annesi ve nişanlısı İstanbul'da. Babası ise Almanya'da işçi. Bir başka resim: Giysileri çıkarılmış ölü bir PKK gerillası. 'Onları soymak zorundayız. Giysilerinin altında gizlenmiş belgeler, ya da cesetlerin altında bubi tuzakları olabilir,' diyor Ahmet, hâlâ savunmaya çalışıyor kendisini. 'Kadın, erkek farketmez,' diyor ama, resmi neden çektiğini, ya da neden hâlâ sakladığını, ya da neden gösterdiğini, açıklayamıyor. Birliklerin savaş yasalarını ihlal etmesine açıklama getirmeye uğraşıyor. 'Cephedeki askerin psikolojisi başka oluyor.' Diğer bir resim: Genç bir adamın savaşa şairane yaklaşımı. Tüfeğinin namlusuna takılmış bir gelincik. Barışa bir gönderme, belki de bir itaatsizlik belirtisi.

 

Ahmet, karşı taraftan Leyla'yı anımsıyor. Leyla kod adlı bir kadının komuta ettiği bir gerilla birliğine ateş açması emredilmiş. Ama, Ahmet'le Leyla, beş ay boyunca, karşılıklı dinledikleri telsizlerinden konuşmuşlar. Artık, operatörler telsizden Leyla'nın sesini duyduklarında Ahmet'e sesleniyorlarmış, 'seninki hatta'. Ahmet günün birinde Leyla'yı öldürebileceğinden korkuyor. Ahmet sonunda terhis olup dağlardan döndüğünde ne olacak? Vietnam benzetmeleri ve zafere ulaşamamış bir savaşçıya ilişkin sözler dökülüyor ağzından. 'Dağlardaki yaşamı hayal edemezsiniz,' diyor. 'Eşsiz doğa, bol içki. Uyuşturucu bile var. Hatta doktorlar bağımlılara kendileri hap veriyor. PKK'liler uyuşturucu kullanmıyorlar pek. Gene de birkaçında kokain ele geçirildiği olmuyor değil.'

 

......................

ASKERİN ŞANSI OLSA KAÇAR, KAÇACAK!

Beni nasıl kahraman olarak görebilirler? Kendi halkımla savaştım. Askerliğimi nerede yaptığımı söyleme gereği duymuyorum, iyi bir şey olmadığını biliyorum. Soranlara, "Kayseri'de yaptım," diyorum.

 

Paraşütü seviyordum, lisede bu nedenle Türk Hava Kurumu'nun açtığı kurslara katılmıştım. Tabii bu sportif amaçlı bir faaliyetti. Üniversiteyi kazanamayınca askerlik için başvurdum. Paraşüt sertifikamın askerlik şubesine gönderildiğini bilmiyordum. Böylece Kayseri Hava İndirme'ye gönderildim. Komando eğitimi alıyorum. İki seçenek vardı: Paraşüt ve dağcılık. Dağcılığa geçtim. Kayseri'de hiç dinlenme yoktu, çok yoğun dayak falan vardı. Oradaki üç aylık eğitim bitince, "bölgeye gideceksiniz," dediler. Bizim asıl birliğimiz Çorlu'daydı, ama birlik zorunlu hizmet için bir yıllığına Güneydoğu'daydı. Önce Diyarbakır'a toplanma merkezine, oradan birliklerimize gönderildik. Jandarma birliği idi orası. Bana Mardin-Dargeçit ilçesinin Kısmetli köyü düştü, Kürtçe adı Kezboran idi galiba. Köy hâkim bir tepede kurulu, bir de okulu var... Yer olmaması nedeniyle, bir ara okulda yattık, okulla iç içeydik yani. Bir bölük, timleri yirmişerden saysak, 100 kişiydik. Okulda önce çocuklar yoktu. Daha sonra, bina hem karargâh hem de çocuklar için okul oldu. Öğretmenle iç içeydik. Daha sonra, orayı boşalttık, hayvan ağılı mı desem öyle bir yer, tamir etmişler, oralara gittik. Bir karar gelirse, gece üçte de kalkıp gidiyorduk. İki-üç saat yürüdükten sonra uzak noktalara gidiyorduk. Çok uzak noktalara araçla bırakılıyorduk, oradan tekrar intikal alıp yürüyorduk. Genellikle, bir muhbir tarafından belli duyumlar alınıyordu. Duyumlar tabii tabur komutanına gidiyordu. Komutan da, "şu koordinatlarda gözetleme yapılacak, pusu atılacak, operasyon yapılacak," diye bize koordinat gönderiyordu. Ona kalsa sürekli operasyon yapılacak ama bölük komutanının inisiyatifi ile yapmıyorduk. Bölük komutanı asteğmendi. Operasyonlar genelde köylere, belli geçiş noktalarına, stratejik bölgelere yapılıyor. Operasyon sisteminde köyün en aşağı 500 metre gerisinde jandarmalar arama yapsın diye geniş emniyet alınır. Ev aramalarında, ben unsur komutanı olduğum için genelde emniyet olarak damlarda oluyordum. Aramayı öncü gücümüz yapıyordu. Ev aramaları sırasında köylüler evlerinde oluyorlardı. Hiç içimden gelmiyordu ama elbiseyi giydikten sonra ben de görevimi yapıyordum. Orada asker her şeyden üstün, oradaki insanlar da öyle korkuyorlar ki... Asker de halkın korkması için elinden geleni yapıyor. Diyelim, saat 10'dan sonra dışarı çıkmak yasak. O saatten sonra dışarıdaki her türlü canlıyı öldürme yetkisine sahipsin. Kaç eşek gitti, tahmin edemezsiniz. Bir iki arkadaşımız soğuktan donarak öldü. Bu Mardin çapında büyük ve genel bir operasyondu. Başka bölükten biri sırt telsizi kullanıyor, anteninden şimşek alıyor. Sıcak çatışmaya girmedim. Bir iki kere stratejik bölgeden geçerken, pusuya düşeceğimizi hissettik, geri döndük. Mesela, gece silah sesi gibi metal sesleri geliyor, biz de mecburen pusuya düşmemek için geri dönüyorduk. Bir de bu Nevrozda başka bölgelere gittik. Kendimi ölüme çok yakın hissettiğim anlar oldu. Onlar seni yeşil elbisenin altında tanımayacağına göre, ben de nasıl davranmam gerekiyorsa öyle davranıyordum. Zaten insanları da öyle şartlandırıyorlar; mesela tabur komutanı, "bir kelle getirenin askerliğini kısalttıracağım" şeklinde telkinler yapıyordu. Biz Kürtler azdık, Türkler daha çoktu. Zaten Kürt askerler devamlı araştırılıyor. Askerden önce PKK sempatizanı oldukları iddiasıyla bir iki asker hakkında böyle araştırma yapıldı. Bir tanesini başka bir bölgeye sürdüler. Mesela bir Türk adam kaçtı; korkudan ve şartlardan dayanamayıp gitti.

 

Bizim birlik bir yıllık görevini tamamladığında, ben tertip olarak yedi aydır Mardin'de kalmış durumdaydım. Birlik olarak otobüslerle Çorlu'ya döndük. Artık kurtulduk gibiydi. İnsanlık dışı bir olay, ben bu işin savaşla çözüleceğine inanmıyorum. Demokratik yollarla bu iş çözülse... O insanlar temiz ve masum. Onlara hiç kötü gözle bakmadım; gariban köylüler, herkes kendi halinde. Orada bu savaşın bitmesini istemeyen insanlar olduğunu sezdim. Burada askerden daha eğitimli paralı askerler var. Özel Tim yani. Özel Tim ille de savaşmak istiyor. Aslında savaşmıyorlar da, savaşın devamını istiyor. Kendileri de canı gönülden görevlerini yapıyorlar, aynı zamanda çok fahiş bir aylık alıyorlar. Kim bu paraların kesilmesini ister? Zaten bir sürü yığınak yapılmış oraya, gerek köy korucuları olsun, gerek bu paralı askerler olsun, bundan geçinen insanlar var. Bizim köyde korucu yoktu. Köyde kalırken insanlar korktukları için pek dostane yaklaşmıyorlardı. Ben bir iki sefer birkaç köylü çocuğa, "yumurta getir," dedim. Getirince, çocuklara para verdim. O tür bir ilişki oldu. Şahsen ben konuşmaya çalışıyordum, ama zaten onlar doğru dürüst Türkçe bilmiyor, yarı Kürtçe ile sohbet ettiğim oluyordu. Biz askerler kendi aramızda sohbetler ediyorduk, Batıdan gelen arkadaşlar Kürtleri pek tanımıyorlar, tanımadıkları için de pek iyi yorum yapmıyorlar. Buna ne demeli? Tanımıyorlar, tanımayınca da, devletin düşüncesi ile hareket ediyorlardı. Bir nevi o yönde eğitilmişlerdi. Herkes eğitilmiyor mu? Duyduklarına, okuduklarına adapte olmuşlardı. Arkadaşlara karşı tarafın da insan olduğunu, devlet politikasının yanlışlığını anlatıyordum. Kürt olduğumu bilmiyorlardı, sanki bir kuşak asimile olmuş gibi görüyorlardı. Ben tabii, "yok, ben asıl Kürdüm," diyordum. Bunu asla inkâr etmedim. Mardin'de ilişkiler çok dostaneydi, arkadaş gibiydik, artık selam falan yoktu. En yüksek rütbeli bile gelse, selam ver, verme önemli değil. Zaten askerlerin gergin olduğunu biliyorlardı, o yüzden dikkatli davranıyorlardı.

 

Ailem, arkadaşlarım, yakın çevrem benim nispeten mecburiyetten gittiğimi biliyorlardı. O yüzden fazla yargılamadılar. Benim o paraşütçülükten dolayı oraya çağrıldığımdan haberleri vardı. Beni nasıl kahraman olarak görebilirler ki? Kendi halkımla savaştım. O kadar zaman geçti, az değil beş yıl, hâlâ daha etkilerini hissediyorum. Askerlik benim için çok kötü bir anıydı. Sürekli, "ben ne kadar kötü bir insanım," diye düşünüyorum. Ben sanki mecburiyetten bu işe girişmiş oldum. Askerlik yükümlülük esaslarına dayandığı için yapmak zorunda kaldık. Askerliğimi nerede yaptığımı söyleme gereği duymuyorum. Çünkü iyi bir şey olmadığını biliyorum. Sadece, "nerede yaptın" diye soranlara, "Kayseri" diyorum. Sinirsel olarak yıpranıyorsun. Orada normal vasıflarını yerine getiremiyorsun, sürekli operasyon, pusu... Kimseyi öldürdüğümü sanmıyorum. Yok, sadece diyelim tek taraflı çatışma oldu, yani bir şey görüldü zannedilip ateş edildi, ben de hiçbir şey görmediğim için karavanaya, havaya ateş ettim. Ateş etmiş gözükeyim diye. Böylece, bende de mermi noksan olmuş oluyor. Bu savaşın biteceğine ben inanmıyorum, çünkü gerekiyor, yani günümüzdeki hükümetin oluşumu, bu gibi izlenimler veriyor. Mehmet Ağar'ın adalet bakanlığına getirilmesi bu sistemin tekrar işleyeceğini gösteriyor. TV'de çıkıyor ya, "vatan için canımız feda, vatanı böldürtmeyiz," falan diye. Ben o tür insanların bulunduğuna inanmıyorum, sadece paralı askerler olabilir. Normal askerler değildir. Yani askerin şansı olsa kaçar, kaçacak! (Temmuz 1996, İstanbul)

 

1969, Malatya doğumlu, lise mezunu. 1989 Kasım - 1991 Mayıs arası askerlik yaptı. Asıl birliği Çorlu'daydı ama hizmetinin çoğunu Mardin'de dağ komandosu olarak tamamladı. Lisedeyken paraşüt sporuyla uğraşıyordu. İş buldukça çalışıyor.

...................

 

EŞEK BANA BAKIYOR... "ULA," DEDİM, "BUNU BURADA VURAYIM MI?"

Dağda bir terörist görünce bir mermi atacağım, sonra, "terörist bey, gez göz arpacık edeyim de, bir mermi daha atayım?" diyeceğim. Mantıksız bir olay...

 

Çok yakın bir yerde askerlik yapmayı düşündüydüm, hayalim buydu. Bizim Karadeniz'in 1970'li tertiplere kadar rotası bahriyeydi, sonra komandoya çevrildi. Gittik oraya, affedersin koyundan farkımız yok. Komandonun özel bir eğitimden geçmesi lazım. Yakın dövüşleri, sürünmeyi, tırmanmayı, her şeyi detayına göre öğrettiler, ama yeterli değil. Güneydoğu'yu fazla anlatmıyorlardı. "Gidince, geri dönmek zor iş," diyorlardı. Isparta'da eğitim bayağı zordu. Sabahları aç karnına beş kilometre koşuyorsun. Kahvaltıya gidiyoruz. Bir masada 12 kişiye üç tane bal, bir çeyrek ekmek. Ekmeği de masaya ilk oturan silip süpürüyor. Sonrakiler parmağıyla balı yiyor. Öğle yemeği çok süperdi. Herkese ortalama bir ekmek. Akşamın ekmeğini sabah için koğuşa götüremiyorsun, yasak. Askere gittiğimde 100 kilodaydım, geldim 80 kilo.

 

Siirt'teki alayda gördüğümüz bir aylık eğitim çok iyiydi, ama zor. O bile dağa yansımıyor. Hedef tahtasına atışlar yapıyoruz. "Gez göz arpacık" ediyorsun, yarım nefes verip, atıyorsun. Nişanımı aldım, tak, tak, tak... Üçü de hedefte. Mermilerin duruşu üçgen şeklinde oldu mu astsubayın hoşuna gidiyor. Ben iki mermiyi aynı yerden geçirdim, bir mermi az aşağısında... Astsubay bağırmaya başladı, "kim attı lan" diye. Korktum tabii. Yerler çamur, beni yerde çiğniyor, küfrediyor bana. Başarılıyım. Benim ne zaman "gez göz arpacık" yaptığımı merak ediyor. "İkinciyle üçüncü mermiyi ne zaman 'gez göz arpacık' yaptın da attın," diye bağırıyor. Onun eğitimine göre haksızım... Çünkü gez göz arpacık nefes ayarlaması yapıp bir mermi, bir daha gez göz arpacık yapıp bir tane daha atacaksın. Ben tek 'göz gez arpacık'la üç mermiyi salladım. Astsubayın dayağı hayatta yediğim ilk dayak, ne hissedeceğim? Milletin içinde en iyi atışı ben yapmışım, mermi tam hedefte ve herif beni suçluyor. Daha sonra, dağdayız. Ben de izinden dönmüşüm, olmuşum hantal gibi... Gider gitmez göreve gittik, 30 km yol yürüyen adam, o gün gidemedim, sürünerek üs bölgesine çıktım. Albay, "denetleyeceğim," dedi. Silahım tabii bakımsızdı. Hemen atışa alınacağız. 100 metre koştuk, hemen yattık. Albay, "atış serbest," dedi. Silah ateşlemedi. "Komutanım, izindeydim, silahım bakımsız olduğu için bir daha atabilir miyim?" dedim. İki saniye müsaade etti. Yattım, nişan aldım, üç mermiyi salladım, üçü de hedefte. Albay "aferin," dedi. Koskoca albay "aferin," diyor, o astsubay, "gez göz arpacık demedin" diyor, dövüyor. Dağda bir terörist görünce bir mermi atacağım, sonra, "terörist bey, gez göz arpacık edeyim de, bir mermi daha atayım?" diyeceğim. Böyle mi olacak? Mantıksız bir olay...

 

Bir ay eğitimden sonra Siirt, Eruh'un Ormanardı köyüne gittik. Bir tepenin üstündeydik, Ormanardı'nın üs bölgesi oluyor, altta 500 haneli köy. Haritada Bağgöze diye geçer. Asteğmenler askerlerle şakalaşıyorlar, gülüşüyorlar, tuhafıma gidiyor. Doğu'da süper bir arkadaşlık var. Bölük komutanı, "burada komutanım demeyeceksiniz, selam bile vermeyeceksiniz," dedi. Köye her akşam terörist geliyordu. Şeker bir üsteğmen vardı, "köyün altına pusu atsak en az üç beş terörist öldürürüz," diyordu. Bizden de kayıp olacağı kesin. Üsteğmen, " her akşam köye terörist geldiğini biliyorum, köpekler havlıyor, köye inmeyin akşamları," diyordu. Üsteğmen bir yıl sonra batıya gidecek. "Şu son senemde şehit ettirmeyim," diyor. Şimdi üsteğmen, "akşam köye inmeyin," diyor ya, her akşam köye asker iniyor. Daha acemiyim, nöbetteyim. Üst devre, "aşağı iniyorum, beni ne gördün ne duydun," diyor. Aşağıda ne yapacağını biliyorum. Teskereye giderken bir tanesi bir kız aldı, evlendi. Kürt' tü o da, ama Adanalı'ydı. Orada kaldığımız beş ayda teröristler mevcudumuz fazla olduğu için saldıramıyor. İlk Ormanardı'na çıktığımızda timler dağa çıktılar ve çatışma oldu, ben katılmadım. Örneğin, senin koordinatına göre sana verdiğim yer şu evin orası. Sen aşağıdaki evde kaldın, oraya çıkmadın. Oradan gelen timler teröristlerin yuvasını buldular, envai çeşit erzakları vardı. Tabii onlar oradan bu tarafa doğru kaçınca bizim üsteğmen aşağıda kaldı, teröristler oradan kaçtı gitti. Ama üç terörist vuruldu gene de.

 

1991 oldu. Körfez krizinde bizi sınıra sürecektiler. Zaten sınırdaydık. Yanımızdan Dicle nehri akıyor, karşı taraf yabancı topraklar, Suriye'ye mi ne bağlıydı? Biz hiç etkilenmedik, jetler metler karşımızdaki dağları bombalıyordu. Köylüyle aramız çok süperdi. Erzak verirdik, onlardan alışveriş yapardık. Bizim sağlıkçılar hastalarına bakardı. Akşamları onlarla işimiz yoktu. Mesela kavrulmuş fındık geliyordu, yemezdik. Biz Trabzonlular bıkmışız fındıktan, çocuklara dağıtıyorduk. Siirt'ten 91'de, Şubat - Mart arası taşınıyoruz, yerimize gelen jandarmalara civarı gezdiriyoruz. Jandarma çocuklara vereceğim fındığı elimden aldı. "Ne ediyorsun sen," dedim. "Niye veriyorsun, bunlar terörist," diyor. "Git işine," dedim, "sana ne." Uşakları bir de iyi dövdü... Jandarmaya, "kardaş," dedim, "bizim çok iyi bir geçimimiz vardı, Allah sizin yardımcınız olsun."

 

Artık bir buçuk aydır Mardin'deydik, telsiz muhaberelerinde Ormanardı köyü basıldı, iki üç tane asteğmen, 10-15 tane şehit... Kim vurdu? Terörist vurdu. Niye vurdu? Jandarma hâkimiyeti eline aldı, köylüyü vurdu kırdı. Biz ayrılırken köylü öyle ağlıyordu ki adam anasından ayrıldığı zaman belki de o kadar ağlamazdı. Yani onlar da başlarına geleceği biliyor. Sancak kaptırdığı için bizim bölük parçalanıyor, sürüyorlar işte. Askerde gizli bir odada bayrak vardır, başına bir nöbetçi koyarlar. Bir asker bu bayrağı alıp bölük komutanına götürürse isterse bir günlük asker olsun teskereyi alır. Sancağı bekleyen de yakalayabilirse, onu öldürmek zorundadır. Sancak odur. Bizim Alay sancak kaptırdığı için Kıbrıs, Bozcaada, Siirt derken Mardin'e sürgün... Mardin'den, biz teskereyi aldık, oradan dağıldı. Mardin Kızıltepe bizim alayın yeriydi. Tabii Siirt üzerinden Mardin'in Ömerli ilçesine geldik, oradan dağa vurduk.

 

Halka acıyorum, bir nevi sokağa çıkma yasağı var. Gece bir yeri gezemezsin asker pat diye vurur seni, gebertir. Yani sosyal yaşantın yok, hiçbir şeyin yok. Hava kararınca yatıyor, gün açar kalkıyor. Ne televizyon, ne bir şey? Olağanüstü hal bölgesi gibi. Herifin 10 tane 15 tane uşağı var, zaten bakamıyor onlara. Herif teröriste yataklık yapıyor. İçimizde Kürtçe'yi iyi bilen askerler var. Muhtarın kapısına dayanılır, "biz geldik" diyerek terörist imajı veriyor. O senin asker olduğunu biliyor. Köylüyle teröristin arasında iyi bir diyalog var, şifresi var tabii. Sen, "ben teröristim" desen de adam asker olduğunu anlıyor. Asker Kürtçe, "dağdan geldim açım, yiyecek verin," diyor. Muhtar, "kapımıza gelmeyin, nereden alırsanız alın," diyor. Öyle bir köye gittim ki, Mardin'de, adını unuttum, Allahım, köyü tarihten silmişler. Üç dört genç kız var köyde. Karşıda bir tane güzel bir kız duruyor. Yanına yanaştık, kız şöyle bir yüzünü döndü. Ağzı, yüz kısmı içeri doğru batmış, şok oldum. Üç sene önce orada da korucular vardı, teröristler geliyor, tepeden aşağı mermi basıyor, korucu da alttan... Korucuda mermi tükeniyor, terörist elini kolunu sallaya sallaya giriyor köye, tek tek öldürüyor adamları. Bu kız da kümeste yakalanıyor, ağzının içine tam altı mermi sıkıyorlar, kız ölmüyor. Köy o gün tarihten siliniyor. Ölenlerin akrabaları da hep İzmir'de iş sahibi, onları da İzmir'deki adamlar basıyor. Devlet bu dışarıdakilere parayı basıyor, "gidip o köyde oturacaksınız," diyor. İnsanların belli bir işi var, artık kaç katını veriyorsa devlet, on hane köye dönüyor, devlet köyü tarihten sildirmiyor.

 

Akşamları pusuya gidiyoruz. Dağda kar ya da taş üstünde yatıyoruz. Bir taşın üstüne, "piyade süt çocuğu, komando süt çocuğu, jandarma ****** çocuğu," diye yazmışlar. Komandodan korkarlar ama cana yakın da bulurlar. Zamanında bunları katleden jandarmaydı, jandarmayı hiç sevmiyorlar, işleri güçleri jandarma öldürmek. Ben çatışmaya hiç girmedim. Uzun bir operasyona gittik. Bizim tim vurmadı ama üç teröristi getirdiler, ölü olarak ele geçtiler yani, 16-17 yaşında uşaklar....

 

Bizim üsteğmen batıya gidince yerine gelen üsteğmen her gece kalkıyor, haydi operasyona... Bir gün, " karşıdaki köyde toplantı var, civardan adamlar geliyor," diye bir duyum geldi. Köyü sardık. Sarınca elini kolunu sallayarak köye girersin. "Teslim ol" çağrısı da verildi. Hangi evde olduklarını biliyoruz. 15'ini de evde bulduk. Köy basılınca öteki ötekinin karısının yatağına girmiş. "Sen kimsin?" diyoruz, "misafirim," diyor. Akşam 11'de yakaladık, geniş alanımız var, bir tane de bayrak direği. Otuz otuz beş yaşlarındaki bu 15 adamı getirdik bayrak direğinin yanına, gözleri bağlı. Üsteğmen oturuyor sandalyede, onlar diz çökmüşler. "Ne yapıyordunuz?" İşte, "sığır alım satımı yapıyorduk." O yere çökertilmiş ya, kafasına bir tekme, adam arka üstü yığılıyor. "Kaldırın ayağa," diyor üsteğmen, tutup kaldırıyoruz. Adamın elleri kolları, gözleri bağlı. Her soruda bir tekme. Adam sen gebertsen de söylemez. Üsteğmen, "ayakların havada, ellerin yerde bayrak direğine tırmanacaksın," diyor. Tırmanır mı, tırmandığında küt kafayı yere vuruyor. Öteki üsteğmenimiz olsaydı o işi yapmazdı. Bunlarda terörist öldürüldüğü takdirde rütbe yükselir, bu üsteğmen de öyle biriydi... Sabaha kadar devam etti. Yani, jandarma dövse gücenmeyeceğim ama komando yapar mı? Üsteğmen, adamın "teröriste para topluyorduk" demesini istiyor. Üç gün üsteğmen köylüleri dövdü. Gözaltı falan yok, bırakıldılar, zaten orada, dağda yargı da biziz. Biz askerler sadece adamları tutup kaldırıyoruz. Bende zaten acıma hissi var, bir karınca dahil incitmedim askerde. Okulda yatıp kalkıyorduk, öğretmen de bizimle... Öğretmen Türkçe öğretecek ama köylü çocuklarını yollamıyor tabii. Çocuklarını zorla alıp getiriyorduk. Okulu kapattılar en sonunda. Biz hep köy aramalara gittik, şunu diyeyim, terörist gideceğimiz köyü her zaman biliyor. Diyeceğim terörist dağda askerin yaptığı her şeyi biliyor. Ama asker teröristi bilmez. Köy aramak üzücü. Canım istemiyor elin adamının düzenini bozmayı, ama mecbursun. Vur kır, al yatağı, at aşağı, arıyorsun tarıyorsun evde bir şey yok aslında. İlla ki bir sığınakları vardı. Halk komando askerini destekliyordu. PKK'yı da tabii. Bugün Doğu'da olayım ben bile desteklerim. Çünkü asker öyle bir şey yapıyor ki... Herif kalmış iki ateş arasında. Biz hiçbir kadına bir şey yapmadık ama nikâh kıydık. Adam karşı köyden kaçırmış kızı getirmiş bizim üs bölgesinin köyüne. Baktım millet kaçıyor, "herhalde teröristler saldırıyor," dedik. Anında öyle bir silah kuşandık ki üsteğmen bile şaşırdı. Köye hücum yaptık. Gidince anladık. İki taraftan sayılı adamları alıp kızla oğlanı getirdik üs bölgesine. Bizim asteğmen biraz hocaydı, bunlara bir nikâh kıydı.

 

Tabii acemi birliği daha kötüydü. Yani bugün beni alsalar aynı dönem o şartlar altında giderim. Mesela yanımda hiç arkadaşım ölmedi. Bizim dönemimizde en çok baskını jandarma yaptı, yani yüz şehit vermişse bunun 95'i hep jandarmaydı. En çok aklımda kalan... Bir gece pusuya gidiyoruz, üsteğmen toplamış bütün timleri köyün altına gitmiş, terörist imajı vermiş köylüye. O akşam en pis yerde nöbet tutuyorum, 5-7 nöbeti. Tabii üsteğmen bütün timleri köye çekti,11-01 nöbetine bir daha gittim. Telsizlerde, "köye terörist girdi, çatışma ha çıktı çıkacak" gibisine konuşmalar geliyor. Dolunay var, hava bir açıyor bir kapatıyor. Telsizden "teröristleri kaçırdık, üs bölgesine doğru geliyorlar," diye haber geçti. Nöbet iki saat, bir saat oldu bir tane nöbetçi subay gelmedi. Aslında terörist denenler bizim asker ama nöbettekilerin haberi yok. Bir de baktım tak tuk sesler geliyor, bir ter bastı beni. Mermi tüfeğin ağzında, kırma kolunu çekmene gerek yok, ses yapıyor. İşte mevzie yattım ses hâlâ geliyor. Kalbim öyle atıyor ki, sanki yerinden çıkacak... Geldi, geldi, geldi... Kafamdan aşağı duruyor da, onu görmüyorum. Üstten aşağı bana bakıyor, eşek. "Ula," dedim, "bunu burada vurayım mı?" Teröristler yollamış olabilir, peşinden kendisi gelir. Neyse atayım bir taş, kaçtı gitti. Yani o gece neredeyse ölüyordum. En korktuğum an Siirt'te oldu. Daha iki aylık askerim, üs bölgesine baskın yapacaklar dendi, timlerde nöbet bana kaldı. En pis yerdeyim, 4 nolu nöbet yeri. Aynı yerde daha önce asker nöbette uyumuş, adam gelmiş kafasını kesmiş. Gittim, 1-3 nöbeti gece göz gözü görmüyor, tek başınayım. Gene aynı; "teröristler kaçtı gidiyor," dediler. Nöbet bitene kadar kan ter içinde kaldım, herif ağzının içine kadar gelse göremiyorsun. Terörist dağda ölümüne atlayış yapıyor.

 

Beş yıldızlı otellerde kumarhaneleri kaldırdılar. Bugün Güneydoğu' ya, kırsal kesimlere zengin adama beş yıldızlı otel yaptıracaksın. Aynı Las Vegas gibi otele kumarhaneler koyacaksın. Zenginler uçak kaldırıp kumar oynamaya gitmez mi? Gider. Her otel yaptıran adama, "bir de fabrika kuracaksın," diyeceksin. Öyle kalkınır...

 

Döndüğümde çakı gibiydim. Timde 60'lık havan taşırdım, yüküm 30 kiloyu buluyordu. Hâlâ sırtımda onun ağrısı vardır. Doktor kireçlenme deyip duruyor. Bir iki ayda kendime zor geldim, gece rüya görmeler falan, bir etki kaldı. Aslında bende daha da çok kalırdı da, biz üç Trabzonlu arkadaş günlerimizi hep neşeyle geçirmeye çalıştık, hiçbir yer düşünmedik. Yoksa, adam aklını kaybetmiş olarak geliyor... Şimdi bende şu an bir etkisi yok gibi. Hal ve hareketlerim geldikten sonra değişti. Askerlik bir nevi adamı akıllandırıyor. Anadan babadan ilk defa ayrıldım. Ben geniş mezhepli biriyim fazla sinirlenmem. Yani bir şeye sinirlenirim, kızarım, bağırır çağırırım, az sonra yumuşarım. Ben giderken nişanlıydım. Acemi birliğinden telefon edip görüşüyorduk. Usta birliğinde telefonumuz yoktu muhtarın evinde vardı. Bizimkiler aradığında, muhtar, "yok öyle biri," derdi de, telefon açacağım desen bir şey demiyor. Öyle zaman oldu ki bizden üç ay haber almadılar. Siirt'te bir çatışma olduğu zaman illa ki izlerim, bakarım, gezdiğim kırsal kesimlerde, gittiğim yerlerde oldu olmadı mı? "Anadolu'dan Görünüm", "Mehmetçik" programlarını izlerim genellikle, asker orada konuşuyor kanımızı canımızı... Şimdi zenginin çocuğunu görmedim oralarda, hep fakir fukaranın çocuğunu yolluyorlar. Bizim dönemimizde çokları isyan etti, niye zengin adamın çocuğunu görmüyorum diye, hak veriyorum adama. (Temmuz 1998, Trabzon)

 

1970, Trabzon doğumlu. İlkokulu bitirdi. İki kız kardeşi var, ailecek fındıkla uğraşıyorlar. Acemi birliğini Isparta Dağ Komando Okulu'nda yaptı, "komando olarak değil, piyade olarak geçiyorduk," diyor. Ocak 1992'de Mardin'de askerliğini bitirdi.

 

................................

 

adı konulmamış bir savaşın gerçek tanıkları, isimsizler, isimleri memed olanlar....asken tanıklıklarına dayanan bu kitap çıktığında birçok tartışmayı beraberinde getirmişti, kitabı yasakladılar ama tartışmalar başlamıştı bile.. Şu anda, yeniden gündemde bu adı konulmamış savaş varken okunulması gereken bir kitap. Belki sahaflarda bulabilirsiniz ama o da biraz zor bir ihtimal....

--------------------

Kitap Nadide Mater imzasıyla Metis yayınlarından çıkmıştı... bunu yazmayı unutmuşum kusura bakmayın...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

DÜŞMANI GÖREMEDEN GERİ GELDİM

Dediklerine bakılırsa; Şemdinli'de bir jandarma komutanı varmış, halkla ilişkisi çok iyiymiş. Sonra ne olmuşsa, komutan halka ters düşmüş. Halk da bunun üzerine ayaklanmış. Şemdinli baskınının nedeni bu.

 

Biz seyyardık, merkezimiz Nevşehir'di. Destek olarak Tokat'a gönderilmiş, üç dört ay orada kalmıştık. Tokat jandarmanın alamadığı üç dört cesedi biz aldık. Yani, ufak çapta çatışmalar yaşadık. Aldığımız cesetlerin, yani çarpıştıklarımızın kimler olduğunu da bilmiyorduk. Söylenmiyordu, biz de soramıyorduk. "Onlar terörist," dendi, o kadar.

 

Tokat'tan Nevşehir'e döndük. Döndük, ama dinlenemeden bizi otobüslere bindirdiler, haydi Kayseri, oradan uçakla... Nereye gittiğimizi bilmiyoruz; soramıyoruz, söylemiyorlar. Kendimizi Van Tugay'da bulduk. Bekliyoruz... Askerler, "Şemdinli basılmış," diye konuşuyordu. Kim basmış, neden basmış, Şemdinli'de ne varmış? Bilen yok. İnsan merak ediyor. Geçmiş gün, demek ki 84 senesinin Ağustos sonu gibi oluyor.

 

Van Tugay'da bir hafta on gün kaldıktan sonra, güvenlik eşliğinde basıldığını bildiğimiz Şemdinli'ye götürüldük. Çadırları kurduk, bekliyoruz, gene ne yapacağımızı, neden orada olduğumuzu bilmiyoruz. Daha doğrusu, destek birlik olduğumuz için, bir problem olduğu kesin de... Şemdinli'nin basıldığını da duymuşuz. Eğitim yapıyoruz, nöbetler tutuyoruz. Bizim taburu bölük bölük dağıttılar. Ben 3. Bölükteydim. Bizi Konur bölgesine gönderdiler. 2. Bölük de Derecik bölgesine gitti. Tam bir mahrumiyet bölgesi, telefon dahil hiçbir şey yok. Ailelerimizi arayamıyoruz. Onlar da bizi nerede arayacaklarını bilmiyorlar. Bu Konur bölgesinde bir buçuk ay kaldık. Saldırı falan olmadı. Nöbet tutuyoruz, eğitim yapıyoruz. Bu kadar sakin geçince, arkadaşlarla, "bizi burada tutmazlar, bir yerlere yollarlar," diye konuşuyorduk. Dediğimiz çıktı, yeniden yolculuk göründü. Uzak değil, İkinci Bölüğün kaldığı Derecik bölgesine taşındık. Yollar "S" harfi şeklinde, yani araba kıvrım kıvrım inerken ya da çıkarken tepede bir yerde mevziini alırsan, arazideki bütün hareketliliği, geleni gideni görürsün. Teröristler tam böyle yapmışlar, tepedeler. Bizim bölük komutanıyla astsubay jiple kıvrıla kıvrıla yukarı tırmanıyorlar. Teröristler yukarıdan ateş açıyor, komutan hemen ölüyor, astsubayla iki er dereye yuvarlanıyor, orada mahsur kalıyorlar. Bir kamyon bunları görüyor, bir şey yapamıyor ama bize gelip haber veriyor. Biz zaten hazır kıta bekliyoruz, hemen arabalara bindik, olay yerine gittik. Sonradan Komutanın postası da öldü. Teröristleri kaçırdık ne yazık ki... Sabaha kadar ateş ettik ama, bir şey alamadık.

 

Sonra, "Irak sınırını geçecekler" diye bir duyum gelmiş. Geçişlerini kesmek için bizi helikopterle sınıra bıraktılar. Ateş ettik. Sonradan ateş açtıklarımızın kaçakçıların katırları olduğunu öğrendik. Neyse ki, kimse ölmedi. On saat kadar yaya yürüyüp bir karakola ulaştık, orada yattık. Bu karakolda kumanyamız bitene kadar, demek ki bir hafta kadar kaldıktan sonra helikopter bizi tekrar Şemdinli'ye götürdü. Orada yeni bir yatılı bölge okulu yapmışlar, ama daha açılmamıştı. Okul bizim oldu, içine yerleştik. En önemli konu gene bu meşhur Şemdinli baskınıydı, herkes bunu konuşuyordu. Dediklerine bakılırsa; Şemdinli'de bir jandarma komutanı varmış, halkla ilişkisi çok iyiymiş. Sonra ne olmuşsa, komutan halka ters düşmüş. Halk da bunun üzerine ayaklanmış. Şemdinli baskınının nedeni bu... Biz o zaman PKK falan bilmiyoruz, "terörist, anarşist" falan diyoruz... Çatulga diye bir yerde bir ay kaldık. Gece saat üç gibiydi, "teröristler geliyor," diye uyandık. Hemen ateşe başladık. Sabah olunca, kaç tane terörist ölmüş görmek için gittik. Katırları vurmuşuz...

 

Acemi birliği iyiydi. Savaş olacağını nereden bilebilirdik? Zaten, olan biteni savaş gibi görmedik. Askerliği böyle düşünmemiştik ama, başa gelen çekilir gibi bir şey oldu. Yaşadıklarım bende bayağı bir iz bıraktı. Neredeyse 15 yıl geçmiş, hâlâ hatırlamadığım gece yoktur. Oranın insanlarını da çok düşünürüm. İnsanların geçimlerini sağlayabileceği bir şey yok. Bir sosyal yaşantı yok, okul yok; halk yok yani aslında. Adamların geçimi kaçakçılık. Gündüz sokaklarda hiç erkek yoktur, hep bayan. Erkeklerin nerede olduğunu sorarsan, "dışarıda, İstanbul'a gitti," derler... Orada halk askeriyeye düşman, neden bilmiyorum. Şimdi, o insanlara bir şeyler götürülseydi, bütün bunlar olmazdı diye düşünüyorum...

 

Askerlik bitti. Antalya'ya geliyorum artık, otobüse bindim. Korkuyorum. Tabii teröristin terörist olduğu alnında yazmıyor, ama benim asker olduğum, teskereyi almış olsam bile çok belli. Yanıma oturan biri, "asker misin" diye sorduydu, hemen reddettim. Aslında belli. Üstelik, soran da askermiş, o rahatça söylemişti. Döndüğümde, kafam hiç iyi değildi. Babam da halimden memnun kalmayınca beni İstanbul'a gezmeye gönderdi. İçimde bir sıkıntı vardı. Askerlik dönüşü en çok fark ettiğim aileme, akrabalara, arkadaşlara ilgimdi. Oraları görüp yaşadıktan sonra, memleketime de, çevreme de sevgim arttı.

 

Bence, bu işin bitmesi ekonomiye bağlı. Kaçakçılık insanların geçim kaynağı. Yani Suriye, Irak ve İran ile ticaret serbest olsa bayağı etkili olur. Askerden önce Kürt arkadaşım vardı. Hatta, yıllar önce yanımızda çalışan Kürtlerle hâlâ görüşüyoruz. Birbirimizi severiz. Onlar Batmanlı. Askerdeki arkadaşlarımız arasında da Kürtler vardı, onlarla da hâlâ görüşüyorum. Ben Kürtleri düşman olarak görmüyorum. Askere gitmeden beynimde bir düşman vardı; onu her an vurulacak bir şeytan gibi düşünüyordum. Düşmanı göremeden askerliğim bitti. Düşman, belki de Şemdinli'de gündüz gördüğüm biriydi. Alnında "düşman" yazmadığı için onu tanıyamamıştım, kim bilir! Askerde hiç izin kullanmadım. Bir çırpıda olsun bitsin istedim. Ailemle neredeyse hiç haberleşemedik; telefon da yoktu, mektup da... Mesela, amcamın ölümünü dönünce öğrendim. Şimdiki durumlara göre, yanımda hiçbir arkadaşımın şehit olmaması en büyük şansımmış. Askerden döndükten sonra olgunlaştım. Kan basıncım mı azaldı bilmiyorum. Kaygılı, sakin biri oldum. İnsanlara daha nezaketli olmaya çalışıyorum. TGRT'deki "Mehmetçik" programını halen izliyorum, o günleri yeniden yaşıyorum. Toplum Güneydoğu'yla o kadar ilgili değil. Orada çocuğu olan, ya da çocuğunun askerlik çağı gelenler dışındakiler pek ilgilenmiyor. Ateş düştüğü yeri yakıyor. Medya askerliğin güzel yüzünü gösteriyor. Kahramanlıklar falan boş, çocuklarını göndermeden orası kimsenin aklından bile geçmiyor. Ben de gitmeseydim, Şemdinli nerede bilmezdim. İnsan ancak görünce ilgileniyor. (Kasım 1998, Serik, Antalya)

 

1964, Serik doğumlu, lise mezunu, babası esnaf, babasının işini sürdürüyor. Yedi oğlan, tek kız sekiz kardeşin dört numarası. Askerliğini 1983-1984'te, Nevşehir merkez olmak üzere Tokat, Şemdinli gibi yerlerde yaptı.

--------------------

YİRMİ YAŞINDA BİR ÇİĞDEM GİDİYOR...

O vatan aşkı olmasa, gidip yapmazsın bu işi. Aşkın tabii parayla bir ilişkisi var; para çoğaldıkça aşk azalıyor. Gitmemek gibi bir şey insanın hiç aklına gelmiyor ki...

 

Hayatımda Tunceli diye bir yer duymadıydım. "Çok ufak bir yerdir, vadinin içi," dediler. Bilmediğin yer, illa ki heyecanlanıyorsun. Komutanlar "gideceğiniz yer çok güzel," demişlerdi. Alay komutanı beş bin kişide biz 40 kişiyi örnek gösterip kutlamıştı. Acemide çok başarılı olunca bizleri bilgisayara sokmadan seçmişlerdi. Kutlama bundan. Acemi birliği illa ki zor. Acemide eğitime alıştırmak maksadıyla eziyorlar. Normal askeri eğitim değil, gerilla eğitimiydi. Olaylar bizim zamanımızda şey etti zaten. Bilgimiz de yoktu. Aslında ben Batıyı istiyordum.

 

Tugaya gittik. Hemşehrilerimiz varmış, yabancılık çekmedik. Nöbet yoktu, misafir gibi yedik, içtik, dolaştık. Arazi bilmediğimiz için bir ay bir yere gitmedik. Bir sabaha karşı, çatışmaya başladık. Dokuz saat sürmüştü. Önce bir tim çevirme yaptı, ondan sonra biz teröristlerin olduğu mezraya girdik. İlk ateşte bir arkadaşı da şehit verdik. Anons ettik, teslim olmalarını istedik. Ateşle karşılık verdiler. Tugay komutanı asker öldüğünü duyunca, "ağır silah kullanın," dedi. Düşen arkadaş bizden biraz üstteydi, teskeresine altı yedi günü vardı, Çorum'a cenazesi gidiyor. Babası, "teskere yerine cenaze mi gelecekti," diyor, o anda kriz geliyor, ölüyor. O anda insan şok oluyor. Zaten açtık, sabaha karşı gittik, akşama kadar da çatışma sürdü. O anda açlık aklına gelmiyor... İhbar 12 kişiydi; üçü kaçmayı başardı, dokuzunu öldürdük. Şehit arkadaşı birliğe gönderdik. Kalan teröristleri Ovacık il Jandarmaya teslim ettik. Bu çatışmayı üç dört ay üstümüzden atamadık. Ateş altında durmak çok zor oluyor. Her şeyi unutuyorsun, hayatta kalma savaşı veriyorsun. Üç dört ay ufak tefek çatışmalara katıldık. Mazgirt'te bir olayda dokuz kişiyi öldürdük, iki bayan bir erkek canlı yakaladık, teslim oldular. Kadının biri hamileydi. Teröristlerle karşılaşınca, insan öfkelenmez mi? Araçlara bindiriyorduk, il Jandarmaya teslim ediyorduk, sorgusu orada soruluyordu. Teröriste dokunamazsın. Yasak. Konuşsanız da, sana cevap olarak özgürlük işareti yapıyor. Jandarmaya normal ihbar, bize kesin ihbar gelirdi. Biz gider, imha ederdik. Mesela "burada dokuz terörist görülmüştür," dendiğinde, kesin vardır yani. Biz çok dolaşırdık, köylü seni terörist olarak bilir, asker olarak bilmez. İhbar alınca terörist gibi köye gidersin. "Arkadaşlar gelecekti, ne yana gittiler," dersin. Neyin ne olduğunu bilmiyorsun, abdest alıp gidiyorduk. Ayağımızdan bir ay bot çıkmadığı olmuştur. Dağda bazen telsizin şarjı bitince irtibat kesiliyor, araç gelmiyor, aç kaldığımız zaman oluyordu. Normalde çok güzel yemek çıkıyordu. Dağda konserve yiyorduk; et, balık... Ot yiyorduk. Anadolu çocuğu otları tanıyor, ekserisi Anadolu.

 

Vatani görevin kurtuluşu yok ki, teselliyi sohbetlerde buluyorduk. Arkadaşlıklar çok güzeldi. Sevdiğimiz arkadaşlarla yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Arkadaşlarla halen görüşüyoruz. Polis timiyle operasyona girerdik. Tim komutanlarımız ekseri teğmen. Operasyona gidince komutan yüzbaşı, binbaşı, nadiren asteğmenler oluyordu. Tunceli gelişmemiş bir memleket. Artık terör yönünden mi gelişemiyor bilemem. Halk çok iyi davranırdı, onlar da iki ateşin arasında kalmış, terörist geliyor başka türlü, asker geliyor başka türlü konuşuyor. Onlara da hak vermek lazım. Halk çok gariban. Onlarla sohbet ederdik, "niye duruyorsunuz burada, geliriniz de şey," derdik. "Ne yapalım," derlerdi, "mecbur yaşayacağız".

 

Bingöl'de kapıda nöbet tutuyorum. Bakıyorum, benzetiyorum. "Burada ne gezsinler," diyorum.. Koştum biraz, tabii sarmaş dolaş, babam, dayım... Nasıl sevindim, nasıl sevindim... Aslında görüşmek yasak, baba bir yüzbaşımız vardı, ses etmedi. Yatılı okulda kalıyorduk, babamla dayım da bizle bir gece kaldılar. Rütbe diye bir olay yok, arkadaş gibisin. "Komutanım" yok, ismiyle hitap edersin. Dayak da olmaz... Acemide dayak "yemedim" diyen yalan söyler, bir kişi hata yapar üç kişi dayak yer. Orası sivil gibi değil, baş kaldırsan ne yapacaksın? "Yerim dayağı, geçsin şu an," diye düşünüyorsun. Dayak olmazsa bir laubalilik olur mu acaba? Olabilir. Emir gelmeyince, ağır silahları kullanamıyorsun. Neden kullandırtmıyorlar bilmiyorum, aklım ermiyor. Ağır silahları daha önce kullanabilseydik, mesela Çorumlu arkadaşı kesinlikle şehit vermezdik. Bastığımız o mezrada zaten bir kişi duruyordu. Anons ettik, köyü terk etmesini istedik. İsteselerdi, ağır silahla köyü imha edebilirlerdi. Mezra zaten üç dört hane bir yer. Dokuz saatlik çatışmadan sonra ağır silahları kullandık.

 

Askerden döndüğümde beni kurban keserek karşıladılar, kahraman gibi. Annemler kahvaltıdaymış, tabii apar topar sarmaş dolaş. On yedi yaşında evlenmiştim, askere giderken bir çocuğum vardı. Tabii zor oluyor çocuk hasreti. Çocuğum o zaman yaşını doldurmuş muydu, doldurmamış mıydı? İkincinin doğduğunu üç ay sonra öğrendim. Operasyondaydım. Valla, ailemin mektubunu üç dört ayda bir alıyordum. Çatışmada insan mermi seslerine alışıyor. Çatışmaların etkisi kalmış bende. Geldikten sonraki ilk üç dört ay, arkadaşlar, "önceki gibi değilsin," derlerdi. Demek ki bir değişiklik olmuş, çatışmaların etkisi falan. Çatışmalar üç dört ay rüyalarıma falan giriyordu. Mermi, o çocuğun alnından girip arkayı parçalamıştı. Çok da gariban biriydi. Babasının ölmesi de bizleri etkilemişti. Hâlâ rüyalar görüyorum. O vatan aşkı olmasa, gidip yapmazsın bu işi. Aşkın tabii parayla bir ilişkisi var; para çoğaldıkça aşk azalıyor. Gitmemek gibi bir şey insanın hiç aklına gelmiyor ki...

 

Güneydoğu sorunu, Kürt sorunu yok da bir kişi ortalığı bulandırıyor. Öyle Kürt diye Türk diye bir olay yoktur. Öcalan olmasa bu sorun olmaz, arkasında çok büyük devletler var, adamı koruyorlar. Mesela rahmetlik Türkeş, "izin versinler, üç ayda kellesini getireyim," demişti. Türkeş'e neden izin vermediler, bilmiyorum. Haberleri izliyorum, aynı bizim operasyon yaptığımız yerlerde operasyona devam ediliyor, değişen bir şey yok. Aslında, orduyu, askeri durumu düşünecek olursan, bitmemesine imkân yok... O zaman bu kadar süreceğini hiç tahmin etmiyordum. Askeri duruma bakınca karşındaki de bir ordu gibi iyi dayanıyor. Askeriyenin en gözde askerleri orada. Niye bu kadar sürüyor bilemiyorum. Adam mesela akşama kadar normal, geceleyin terörist olarak çıkarmış. O zaman, "buranın hepsi böyle, bura kazılmadığı sürece bitmez," derlerdi. "Doğu'yu kazıyacaksın," derler. Şehit cenazelerine katılıyorum. Çok hüzünlü... İnsan "değer miydi" diye illa ki düşünüyor tabii. Yirmi yaşında bir çiğdem gidiyor ya. Umutsuzum ben, devam eder, bu Doğu bitmez. Gençler ölmeye devam edecek. Kim çıkıp da dur diyecek? Ancak Atatürk gibi bir adam gelecek ki... Ancak o "dur" der. Başka türlü olmaz. (Ağustos 1998, Çankırı)

 

1966, Çankırı doğumlu, ilkokul mezunu. 1986 Martı'nda Manisa Kırkağaç'a acemi birliği eğitimi için gitti. Usta Birliğinde Tunceli'deydi. Esnaf.

--------------------

savaşı yaşayanlardan iki anlatım daha...:)

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...