Jump to content

Sait Faik Abasıyanık


semuel

Önerilen Mesajlar

Yazmak kaçınılmazdı onun için; yazmasaydı çıldıracaktı.

İşte edebiyatımızın en önemli öykücülerinden bohem bir yazar

SAİT FAİK ABASIYANIK

 

Hayatı ve Kişiliği:

 

Sait Faik, Adapazarı’nda 23 Kasım 1906 da doğdu, varlıklı bir ailenin çocuğu olmanın verdiği rahatlıkla büyüdü..Asıl adı Mehmet Sait’dir. Baştan itibaren okulu pek sevmedi . İstanbul Erkek Lisesi’nden yaramazlıkları nedeniyle kırkbir arkadaşıyla birlikte,Bursa Lisesi’ne gönderildi ve oradan mezun oldu.Edebiyat fakültesinde başladığı yüksek öğrenimini yarım bıraktı,babasının zorlamasıyla iktisat okumak için İsviçre’ye gönderildi.

 

Daha sonraları, bu yolculuğu gezmek ve eğlenmek adına yaptığını itiraf etmiştir.

 

Nitekim, aylak geçirdiği günler nedeniyle okulu tamamlayamadan babası tarafından geri çağrılmıştır. Sait Faik’in bu dönemde yaşadığı aşkların, eğlence ve içki dolu yaşamının ve gezdiği Avrupa şehirlerinin sanatçı kişiliğinin üzerinde olumlu anlamda etkisi olmuştur.

 

İstanbul’a döndükten sonra, bir süre boş ve anılarıyla başbaşa yaşadı. Zamanla canı sıkılınca bir işle uğraşmayı düşündü.Bir süre Türkçe öğretmenliği yaptı , bir süre ticaretle uğraşmayı denedi .Sait Faik’in bu sıralarda ilk kitabı yayınlandı .1936 yılında yazdığı mektubunda ilk kitabı için şunları söylemiştir.’Kitabım bir kaç güne kadar çıkmak üzeredir.Adını Semaver koymuş bulunduk Kitap bir çok yanlışlıkla çıktığı için pek ümitsizim.’

 

Birinci kitabından sonra da hikayeler yazmaya ve yayınlamağa devam eden Sait Faik, 1939 da ikinci kitabı olan Sarnıç’ ı yayınladı..Aynı yıllarda çıkan üçüncü kitabındaki ÇELME adlı hikayesi yüzünden askeri mahkemeye verilmiş, 1944 yılında yayınlanan MEDAR-I MAİŞET MOTORU ( sonradan Birtakım İnsanlar adı ile yayınlandı.) adlı kitabının asılsız bir ihbar üzerine toplatılması nedeniyle çok üzülmüş ve yazmaya küsmüştür.Sait Faik, çabuk kırılan ve küsen bir yapıya sahipti.İlk kitabının yayınlanmasından sonra da fazla satmaması nedeniyle üzülmüş ama yazmaya devam etmişti. Üst üste gelen bu olaylara daha fazla dayanamadı ve Burgaz Ada’ya çekildi.

Adadaki yaşamında, balıkçılık ve ada halkıyla yakından ilgilenmiş sonrasında bunları hikayelerine konu etmiştir.

 

Bu küskünlüğü uzun sürmemiş, yazı hayatına tekrar dönüş yaptığı kitabında ‘Haritada Bir Nokta ‘ adlı hikayesinin sonunda : ‘Söz vermiştim kendi kendime : Yazı bile yazmıyacaktım. .Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim.Hırs , hiddet neyime gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye kağıt , kalem aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım . Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.’

 

Böylece yazı hayatına tekra dönen yazar ,’ Lüzumsuz Adam’ adlı kitabını ancak 1948 yılında yayınlandı.Bundan sonra verimli bir yazı hayatı başladı Sait Faik için.Ve tekrar İstanbul’a döndü.Günlerini Beyoğlu’nda geçiriyordu.Bu semtin en şüpheli batakhanelerine gece yarıları bile girmekten çekinmezdi.Mavi gözlü bir balık gibi İstiklal caddesinde aşağı yukarı dolaşır,söyleneleri dinler, onlardan bir şeyler çıkarmaya çalışır, insanları incelerdi. Aşık olur, evlenme düşleri kurardı.Bunu yazılarında şöyle belirtmiştir:

‘Saçım tek tük, sakalım ağardı.Fakat her zaman pencere önlerinde bir hayal bekledim.Ne kadar hakikat oldularsa , şimdi bütün hepsi o kadar hayaldir.’

 

Gecelerini Bulgar çarşısındaki apartmanında geçirirdi. Yakın dostlarını candan severdi.Kini yirmidört saat sonra eski zaman havuzları gibi durulurdu.Çocuk gibi küserdi. Konuşması küfürlü idi.Böyle olduğu halde kibardı.Hikayelerini güç yazardı. Uzun uzun dolaşır , görür sonra bir yere kapanır,dolmuş bir akümülatör gibi boşalıverirdi. Bazen kalemi kağıdı cebine sokar, Burgaz’daki çamlığa giderdi.Orada tabiatla baş başa, aklına geleni yazardı. Çok kere de evde geç vakitlere kadar çalışırdı.Hikayelerinin çoğunu sarı yapraklı bir okul defterine kurşun kalemle yazmıştır.

 

Sait Faik, 1944 yılında tanısı konulan siroz hastalığı nedeniyle sıkıntılar ve krizler yaşıyordu. Ölüm korkusu , hikayelerine de yansımıştı. İyileşeceğine bir türlü inanmıyor, bu duygu en küçük hareketinden, en neşeli kahkahasına kadar yansıyordu.Alnı kırışıklıklarla dolmuş, zaten seyrek olan saçları iyiden iyiye beyazlamıştı.Dudakları bütün lezzetlere susamış, mavi gözleri çocuk gözleri gibi temiz görünmeğe başlamıştı.

 

Ölüm korkusu duyduğu günlerde ters,patavatsız bir insan olur, hırsından tırnaklarını yerdi.İçindeki yaşama hırsı, yaşama isteği kaybolmamıştı.Hişt ! Hişt! Adlı hikayesinde yaşamın bilinmeyen sırları hakkındaki düşüncelerini şöyle yansıtmıştır:

‘Nereden gelirse gelsin , dağlardan, kuşlardan, denizden , insandan, hayvandan , ottan , böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!.. Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları…Hişt hişt Hişt. Hişt hişt. Hişt hişt’

 

1953 yılında Amerika Birleşik Devletlerindeki Mark Twain derneği , modern edebiyata yaptığı hizmetlerden dolayı Sait faik’e onur ödülü vermiştir.

 

Yaşamının sonlarına yaklaşırken, çok sevdiği İstanbul’u da sevmez olmuş, adada annesinin hastalığı ile ilgili gösterdiği özenden de uzaklaşınca , hayata bağlılığı bütün yazılarında görülen Sait Faik ne yazık ki çok korktuğu sondan kurtulamamış, 10 Mayısı 11 Mayısa bağlayan gece 02:35 de ölmüştür.Ölümünden sonra annesi ‘Sait Faik Hikaye Ödülü’ kurmuştur. Annesinin ölümünden sonra da Darüşşafaka Derneği, bu ödülü halen devam ettirmektedir.

 

 

Öykücülüğü üzerine:

 

Sait Faik gibi bir yazar ve eserleri üzerine yapılmış pek çok değerlendirme var kuşkusuz. Bu değerlendirmeler içinde Tahir Alangu'nun "*****huriyetten Sonra Hikaye ve Roman" çalışmasında yer alan Sait Faik bölümü, -hem yazarın etkilerinin hala sıcaklığını koruyor olması, hem de Alangu'nun titizliği açısından- en başarılılarından bir tanesi. Yazının geri kalan bölümünü onun çalışmasından alıntılarla sürdürürken, Sait Faik'i tanıtmanın yanı sıra, Tahir Alangu'nun eleştiri tarzını da hatırlatmayı amaçladım.

 

"Düşünce ve duygularını, hele kendi kurallarını getiren yeni bir sanatçı olarak başıboş ve özgür yaşama tutkularını anlamayan, buna karşı olan bir çevrede yetişti. Ancak on beş yıl çabaladıktan sonra kendini bu topluma bir parça kabul ettiren, küçük bir üne sahip olabilen Sait Faik'in, aile çevresinden başlayarak yaşadığı öteki çevrelerle tam ve düzenli, doyurucu ve destekleyici bir anlaşma içinde olduğu söylenemez. İlk hikayelerinden başlayarak bütün eserlerinin, artistçe kendi uslubunda bir yaşamayı yadırgayanlarla çatışmalarının aynası olduğu görülür. Bu tür bir çatışmanın olmadığı yerde de, çağının sanatını ve yerleşmiş sanat ölçülerini aşan bir yeni ve güçlü sanat eserinin yeşermeyeceği de açıktır. Böylece onda, edebiyatı, özentilerden, romantik ucuzluklardan kurtarmak, bir başka kata yükseltmek isteyen bir davranışın varlığı daha ilk adımlarından belli olmaktadır. Sait Faik, hikayeyi "edebiyat yapanların" elinden kurtarmaya gelmiştir.

 

Onun ilk hikayelerinden başlayıp gerçeklerden düşlere doğru yürüyen anlatışındaki zaman zaman değişen kuruluş denkleminin, ölümüne yakın yıllarda tamamiyle değişeceğini, gerçeğin allegoriler, gerçeküstü unsurlarla kapatılacağını göreceğiz. Git gide gerçekten; küçük adamlar kalabalığının yaşadığı hayattan koparak, yalnızlığın vahşiliğine, "kavun acısı yalnızlık"ın dehşet verici bunaltılarına, yaklaşan ölümün ezici gölgeleri arasına karşıp yürüyüşünü, yine hikayelerinin aynasından seyredeceğiz. Hayatı ve eserlerinin iç içe oluşu, onun sanat anlaşının olduğu kadar, ancak çok iyi bildiği konuları ve hayatları anlatmak istemesinin de bir sonucuydu. Düşünce ve sanata karşı alabildiğince kayıtsız, sağır bir çevrede, dış çatışmalarla bezgin, içe dönük ve kavgacı, umutla umutsuzluk arasında, kaybettiklerini kenar mahalleler, köprü altları, balıkçılar ve küçük insanların yaşamlarına katılarak bulmak istedi.

İlk hikayelerinde olayları toplumcu bir açıdan gözlemeye çalıştığı, gözlemci bir gerçekçiliğe yöneldiği görülür. Bu yıllarda, "Vakit gazetesi" çevresindeki yazarlar arasında tutulan, toplum çatışmalarını anlatan hikayeleri ile "küçük adamın günlük yaşayışını" ele almaya başladı. Eskilerin kenarda köşede unuttukları, kimselerin varlığından haberdar olmadıkları "küçük adam"ı edebiyatımıza getiren o olmadıysa bile, yerleştiren, bilinmeyen yönlerini gösteren, bir moda haline getiren, en güzel hikayelerini yazan o olmuştur. Ona göre, asıl hikaye çekişmeler ve çatışmaların yaşam ve geçim kavgası ile ilgili olan yanında değil, onun ötesinde kalan yaşama sevincinde, halkın hayatında sürekli olarak giden, direnmeyi güzel ve umutlu bir hale getiren paylaşılmış sevgidir.

 

Sait Faik, yeni, kendine has, büyük şehrin aylaklarına yönelmiş hikayelerine, onu yavaş yavaş ölüme götürecek bir hastalığın teşhisi ile birlikte başladı. Ölüm korkusunun, onu, hikayede bir anlamda yaşama ve yazma tutkusu içinde herşeyi unutmağa, belki de ardında yaşayacak bir varlık bırakma endişelerine götürdüğünü, sonunda sıtmalı bir yazma devresine girdiğini görüyoruz. Ayrı din, millet, zümrelere bağlı insanlar ve mesleklerin ayırıcı çizgilerinin ötesindeki ortak vasıflara yönelerek, İstanbul'un beşeri bütünlüğünü veren mozayiğin ayrıntıları arasına iyice karışıp gömülerek, 1946-1954 yılları arasındaki sekiz yıl içinde ölümü bekleyişin sıkıntılarını avutmuştur. Hikayede hayatı, hayatta süreli ve düşlü hikayeleri yaşaması birbirinden ayrılamıyacak denli içe içe geçmiştir.

 

Sait Faik, kuruluşuna katılmadığı bir dünyanın kendine uymazlığı yüzünden dışa düşmüştü. İçinde yaşadığı toplum o süre içinde, Osmanlı yaşama uslubundan kopuşunu çabuklaştırmış, yeni bir yaşama düzeni ise "yeni insanı" destekleyecek ölçüde gelişmemişti. İnsan yenileşmesi başka yenileşmelerle orantılı olmadığından, yaşam bir yerde kuruyuvermişti. Sanata, bilime, devrimlere yönelen kuşaklar, kurulu düzenin çıkarcı tersliği karşısında bocaladılar. Devrimlerin duraklayışı, devletin aydın ve sanatçı kuşaklardan koruyucu ve yol açıcı desteğini kesişi de, bu yeni edebiyat öncülerini toplumdan kopardı, yabancılaştırdı. Sanatçıları çoğu, eski uygarlık düzenini yitiren, yenisini kuramayan düzensizliğin kargaşası içinde, evrime değil, yokluğa düştüler. Sait Faik'in arkadaşlarının çoğunun başına gelen budur. Sait Faik'in hayat dramı, onu yokluğun da, evrimin de karşısında kalıp direnmeye zorladı. Onun son hikayelerinde "gerçeküstücülüğe yönelik özellikler bulanlar oldu. Onda düşünceden, bilinçli seçmeden gelen bir gerçeküstücülük değil, yukarıdaki şartlara göre ve o anlamda bir "gerçeği örtme", yaşadığı dramı ifade etme sözkonusudur.

 

Onun eserlerinde bir çağın bütün anlamı, kendi kuşağının düşünce ve davranış çıkmazlarının zengin bir tasviri vardır. Bu eserlerde yalnız Sait Faik'in değil, kargaşanın ortasında bırakılmış kuşakların dramı da anlatılmıştır".

 

ESERLERİ:

 

Hikaye ve röportaj :

 

SEMAVER(1936) , SARNIÇ (1939) , ŞAHMERDAN ( 1940) , LÜZUMSUZ ADAM (1948)

MAHALLE KAHVESİ(1950), HAVADA BULUT(1951), KUMPANYA (1951) , HAVUZ BAŞI (1951), SON KUŞLAR (1952) , ALEMDAĞ’DA VAR BİR YILAN ( 1954) , AZ ŞEKERLİ ( 1954) , TÜNELDEKİ ÇOCUK( ÖYKÜLER/RÖPORTAJLAR -1955 ) , MAHKEME KAPISI ( ÖYKÜLER / RÖPORTAJLAR-1956)

 

Romanları:

 

MEDAR-I MAİŞET RAPORU (BİR TAKIM İNSANLAR-1944), KAYIP ARANIYOR (1953),

 

Şiir Kitabı:

 

ŞİMDİ SEVİŞME VAKTİ(1953)

 

Çeviri Kitabı:

 

YAŞAMAK HIRSI (George Simenon ‘dan)

 

Derlemeler:

 

BALIKÇININ ÖLÜMÜ /YAŞASIN EDEBİYAT ( 1977- Der. M.Uyguner)

AÇIK HAVA OTELİ / Konuşmalar-mektuplar (1980- Der.- M. Uyguner)

MÜTHİŞ BİR TREN ( 1981-Der.-M.Uyguner)

SEVGİLİYE MEKTUPLAR (1987- Der. M.Uyguner)

BİTMEMİŞ SENFONİ ( 1989- Der . M. Uyguner)

 

KAYNAKÇA:

 

Sait Faik Abasıyanık – Hayatı Sanatı Eserleri ( Varlık Yayınları)

Tahir Alangu- Cumhuriyetten Sonra Hikaye ve Roman

 

 

SEMAVER

 

- Sabah ezanı okundu. Kalk yavrum, işe geç kalacaksın.

Ali, nihayet iş bulmuştu. Bir haftadır fabrikaya gidiyordu. Anası memnundu. Namazını kılmış, duasını yapmıştı. İçindeki Cenabıhakla berbaer, oğlunun odasına girince, uzun boyu, geniş vücudu ve çok genç çehresi ile rüyasında makineler, elektrik pilleri, ampuller gören, makine yağları sürünen ve bir dize motoru homurtusu işiten oğlunu evvela uyandırmaya kıyamadı. Ali, işten yeni çıkmış gibi terli ve pembeydi.

Halıcıoğlu’ndaki fabrikanın bacası kafasını kaldırmış bir horoz vekarıyla sabaha, Kâğıthane sırtlarında beliren fecri kâzibe bakıyordu. Neredeyse ötecekti.

Ali nihayet uyandı. Anasını kucakladı. Her sabah yaptığı gibi, yorganı büsbütün çekti. Anası yorgandan dışarıda kalan ayaklarını gıdıklardı. Yataktan bir hamlede fırlayan oğlu ile beraber tekrar yatağa düştükleri zaman, bir genç kız kahkahasıyla gülen kadın mesut sayılabilirdi. Mesutları çok az bir mahallenin çocukları değil miydiler? Anasının çocuğundan başka gelirleri var mıydı? Yemek odasına kucak kucağa geçtiler. Odanın içini kızarmış bir ekmek kokusu doldurmuştu. Semaver ne güzel kaynardı. Ali, semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya benzetirdi. Ondan yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi.

Sabahleyin, Ali’nin bir semaver, bir de fabrikanın önünde bekleyen salep güğümü hoşuna giderdi. Sonra sesler, Halıcıoğlu’ndaki askeri mektebin borazanı, fabrikanın uzun ve bütün Haliç’i çınlatan düdüğü, onda arzular uyandırır; arzular söndürürdü. Demek ki, Ali’miz biraz şairce idi. Büyükdeğirmen’de bir elektrik amelesi için hassasiyet, Haliç’e büyük transatlantikler sokmaya benzerse de, biz, Ali, Mehmet, Hasan biraz böyleyizdir. Hepimizin gönlünde bir aslan yatar.

Ali, annesinin elini öptü. Sonra şekerli bir şey yemiş gibi dudaklarını yaladı. Annesi gülüyordu. O, annesini her öpüşte, böyle bir defa yalanmayı âdet edinmişti. Evin küçük bahçesindeki saksıların içinde fesleğenler vardı, Ali birkaç fesleğen yaprağını parmaklarıyla ezerek, avuçlarını koklaya koklaya uzaklaştı.

Sabah serin, Haliç sisli idi. Arkadaşlarını sandal iskelesinde buldu; hepsi de dinç delikanlılardı. Beş kişi Halıcıoğlu’na geçtiler.

Ali bütün gün zevkle, hırsla, iştiyakla çalışacak. Fakat arkadaşlarından üstün görünmek istemeden. Onun için dürüst, gösterişsiz işleyecek. Yoksa işin fiyakasını da öğrenmiştir. Onun ustası, İstanbul’da bir tek elektrikçiydi. Bir Almandı. Ali’yi çok severdi. İşinindalaveresini, numarasını da öğretmişti. Kendi kadar usta ve becerikli olanlardan daha üstün görünmenin esrarı, çeviklikte, acelede, aşağı yukarı sporda, yani gençlikteydi.

Akşama, arkadaşlarına yeni bir dost, yeni bir kafadar, ustalarına sağlam birişçi kazandırdığına emin ve memnun evine döndü.

Anasını kucakladıktan sonra, karşı kahveye, arkadaşlarının yanına koştu. Bir pastra oynadılar. Bir heyecanlı tavla partisi seyretti. Sonra evinin yolunu tuttu. Anası yatsı namazını kılıyordu. Her zaman yaptığı gibi, anacığının önüne çömeldi. Seccadenin üzerinde taklalar attı. Dilini çıkardı. Nihayet kadını güldürmeye muvaffak olduğu zaman kadıncağız selam vermek üzereydi.

Anası,

- Ali be, günah be yavrum –dedi- Günah yavrucuğum, yapma!

Ali,

- Allah affeder ana –dedi.

Sonra saf, masum sordu:

-Allah hiç gülmez mi?

Yemekten sonra Ali, bir Natpinkerton romanı okumaya daldı. Anası ona bir kazak örüyordu. Sonra yükün içinden lavanta çiçeği kokan şilteler serip yattılar...

Anası sabah nazmazı okunurken Ali’yi uyandırdı.

Kızarmış ekmek kokan odada semaver ne güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de patron olan bir fabrikaya benzetirdi. Ondan yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi.

 

Ali’nin annesine ölüm, bir misafir, bir başörtülü, namazında niyazında bir komşu hanım gelir gibi geldi. Sabahları oğlunun çayını, akşamları iki kap yemeğini hazırlaya hazırlaya akşamı ediyordu. Fakat yüreğinin kenarında bir sızı hissediyor, buruşuk ve tülbent kokan vücudunda, akşam üstleri merdivenleri hızlı hızlı çıktığı zaman, bir kesiklik, bir ter, bir yumuşaklık duyuyordu.

Bir sabah, daha Ali uyanmadan, semaverin başında, üzerine bir fenalık gelmiş; yakın sandalyeye çöküvermişti. Çöküş, o çöküş.

Ali, annesinin kendisini bu sabah niçin uyandırmadığına hayret etmekle beraber, uzun zaman vaktin geciktiğini anlayamamıştı. Fabrikanın düdüğü, camların içinden, tizliğini, can koparıcılığını terketmiş ve bir sünger içinden geçmiş gibi yumuşak, kulaklarına geldi. Fırladı. Yemek odasının kapısında durdu. Masaya elleri dayalı, uyuklar gibi vaziyetteki ölüyü seyretti. Onu uyuyor sanıyordu. Ağır ağır yürüdü. Omuzlarından tuttu. Dudaklarını, soğumaya başlamış yanaklara sürdüğü zaman ürperdi.

Ölümün karşısında, ne yapsak, muvaffak olmuş bir aktörden farkımız olmayacak. O kadar, muvaffak olmuş bir aktör.

Sarıldı. Onu kendi yatağına götürdü. Yorganı üstlerine çekti, soğumaya başlayan vücudu ısıtmaya çalıştı. Vücudunu, hayatiyetini bu soğuk insana aşılamaya uğraştı. Sonra âciz, onu köşe minderinin üzerine attı. Bütün arzusuna rağmen, o gün ağlayamadı. Gözleri yandı, yandı, bir damla yaş çıkarmadı. Aynaya baktı. En büyük kederin karşısında, bir gece uykusuz kalmış insan çehresinden başka bir çehre almak kabil olmayacak mıydı?

Ali, birdenbire zayıflamak, birdenbire saçlarını ağarmış görmek, birdenbire belinde müthiş bir ağrı ile iki kat oluvermek, hemen yüz yaşına girmiş kadar ihtiyarlamak istiyordu. Sonra ölüye bir daha baktı. Hiç de korkunç değildi.

Bilâkis, çehre eskisi kadar müşfik, eskisi kadar mülâyimdi. Ölünün yarı kapalı gözlerini metin bir elle kapadı. Sokağa fırladı. Komşu ihtiyar hanıma haber verdi. Komşular koşa koşa eve geldiler. O, fabrikaya yollandı. Yolda kayıkla giderken, ölüme alışmış gibiydi.

Yan yana, kucak kucağa, aynı yorganın içinde yatmışlardı. Ölüm, munis, anasına girdiği gibi, onun bütün hassasiyetini, şefkatini, yumuşaklığını almıştı. Yalnız biraz soğuktu. Ölüm, bildiğimiz kadar korkunç bir şey değildi. Yalnız biraz soğuktu, o kadar...

Ali, günlerce evin boş odalarında gezindi. Gece ışık yakmadan oturdu. Geceyi dinledi. Anasını düşündü. Fakat ağlayamadı.

Bir sabah, yemek odasında karşı karşıya geldiler. O, yemek masasının muşambası üzerinde sakin ve parlaktı. Güneş, sarı pirinç maddenin üzerinde donakalmıştı. Onu kulplarından tutarak, gözlerinin göremeyeceği bir yere koydu. Kendisi bir sandalyeye çöktü. Bol bol, sessiz bir yağmur gibi ağladı. Ve o evde, o, bir daha kaynamadı.

Bundan sonra Ali’nin hayatına bir salep güğümü girer.

Kış, Haliç etrafında, İstanbul’dakinden daha sert, daha sisli olur. Bozuk kaldırımların üzerinde buz tutmuş çamur parçalarını kırarak erkenden işe gidenler, mektep hocaları, celepler ve kasaplar fabrikanın önünde bir müddet dinlenirler; kocaman bir duvara sırtını vererek üzerine zencefil ve tarçın serpilmiş salep içerlerdi. Yün eldivenlerin içinde saklı kıymettar elleri salep fincanını kucaklayan, burunları nezleli, kafaları grevli, ıstıraplı, pirinç bir semaver gibi tüten sarışın ameleler, mektep hocaları, celepler, kasaplar ve bazen fakir mektep talebeleri, kocaman fabrika duvarına sırtlarını verirler; üstüne rüyalarının mabadi serpilmiş salepten yudum yudum içerlerdi.

Sait Faik ABASIYANIK

 

 

 

SEMAVER’İN İNCELEMESİ

 

 

Hayatın bize sıradan gelen ayrıntılarını çarpıcı bir dille ve kendine has üslubuyla anlatan yazarı okurken ilişkiler, kişisel bunalımlar ya da bel altı konular dışında konu bulamayan yeni yazar ve romancılarımızın ne tür bir çıkmaz içinde oldukları daha iyi anlaşılıyor. Çoğu bir iki sayfadan oluşan hikayeler, genel olarak bize hayattan küçük kesitler sunuyor. Pek çok farklı konuda pek çok farklı iklime uzanan hikayeler kanımca, türünen en güzel ve anlamlı örnekleri arasında. Sait Faik’in öykülerinin ilk dönem örnekleri arasında bulunan Semaver, bu acemilik devresinin bir kaç ufak, önemsiz ayrıntı hatası hariç oldukça güzel bir eser. Yazarın, yalın, içten anlatımının bize ulaştırdığı Ali ve anasının sıcak ilişkisini, anasının ölümü üzerine Ali’nin yaşadıklarını, hissettiklerini ve bu ölümü ağırbaşlı kabullenişi anlatan hikaye kabaca üç bölüme ayrılabilir.

Birinci bölüm Ali’nin ve anasının bir gününü anlatır. Her hangi bir teferruatı içermeyen bu sıradan, mutlu gün bize sadece bir günü anlatmakla kalmaz; ana oğulun küçük dünyalarında, alçakgönüllülükle yaşadıkları tüm hayatı da sezdirir. Bu hayat öyle ahım şahım değildir. Gelirleri (o da yeni bulunmuş) Ali’nin fabrikada amelelik yaparak kazandığı paradan ibaret olan, ufakça ve mütevazi olduğu yazar tarafından ayrıca betimlenmese de belli olan bir evde yaşayan, babalarının akibeti de belirtilmeyen bu iki kişilik aile, kendi içlerinde hayatla, hayatın sorunlarıyla barışık, küçük şeylerle mutlu olmasını öğrenmiş bir durumdadır. Biz tüm bu serimi Sait Faik’in uzun ağdalı cümlelerden kaçınan, kısacık ama özlü cümlelerinde okuruz. Bu anlatım, bize bu ikili hayatın tüm canlılığını, samimiyetini ve verilmesi gerekli ayrıntılarını verir. Bu, kısa cümlelerle kurulu, yalın anlatımdır Sait Faik’in ustalığı:

“Ali nihayet uyandı. Anasını kucakladı. Her sabah yaptığı gibi, yorganı büsbütün çekti. Anası yorgandan dışarıda kalan ayaklarını gıdıklardı. Yataktan bir hamlede fırlayan oğlu ile beraber tekrar yatağa düştükleri zaman, bir genç kız kahkahasıyla gülen kadın mesut sayılabilirdi. Mesutları çok az bir mahallenin çocukları değil miydiler? Anasının çocuğundan başka gelirleri var mıydı? Yemek odasına kucak kucağa geçtiler. Odanın içini kızarmış bir ekmek kokusu doldurmuştu.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Alemdağ’da Var Bir Yılan: Bir Sait Faik Öyküsüne Psikodinamik Bakış

 

 

GİRİŞ

Ellinci ölüm yıldönümünde Sait Faik’i anarak onun öyküleriyle bir kez daha “Yalnızlık

dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey.” tümcesinin

anımsanmasının yararlı olduğu düşünülmüştür. “Balık tutmak; kahvede oturmak,

yanımda çok sevdiğim köpeğim, insan tanımak; Beyoğlu’nda bir aşağı bir yukarı

dolaşmak, arada içmek; hikâye yazmak; velhasıl hiçbir şeye bağlanmadan avare

gezmek bütün gün. İşte ben böyle hayattan zevk alırım, buna yaşamak derim.

 

Yaşamaktan zevk almış, yaşamanın anlamını yakalamış “küçük insanlar”ın yazarıdır

Sait Faik; çünkü kendisi de bir yaşama ustasıdır. Onun “Hişt, Hişt!..” başlıklı

öyküsünde, “yaşama sevinci”dir bizi iklimine hemen alıveren. Öyle bir sevinçtir ki bu,

ansızın “çukulata rengi bir yaprak”, “çağla bademi renkli bir keçi”, ya da “eşek”

görebilirsiniz. “Yol hareket eder”, “Papazın oğlu otuz birli bir yüzle bakar”,

“Hişt, hişt sesi hâlâ peşinizi bırakmaz”. Çünkü yaşama sevincini içinizde

duymaktasınızdır.

 

Sait Faik’in sanatı ve dünya görüşü “insan sevgisi” üzerine kurulmuştur. İki yazısı

hakkında kovuşturma, bir yazısı için de soruşturma açılınca yazmamaya karar verir.

Sait Faik’in üzüntülerinin tek kaynağı sevgisizlik ve yalnızlıktır. Sait Faik’in yazı

yazmaya başladığı 1930’lu yıllarda Maupassant,Çehov ve Gorki tekniğine bağlı

öyküler yazılıyordu. Sait Faik, böyle bir ortamda kendi kişiliğiyle öykülerini

birleştirmiştir.

 

Onun öykülerinde, anlatılan kişiyle anlatan kişiyi birbirinden ayırmak zordur.

Sait Faik’in öykülerinde yoğun bir yaşama sevinci vardır. Bu öykülerde insan ve

çevre herhangi bir kurala bağlanmadan karşımıza çıkar. Sait Faik’in özgür yaşamı

bunda etkili olmuştur, denilebilir. Bu makalede, “Bir insanı sevmekle başlar

her şey.” tümcesini yaşamına pusula yapmış olan Sait Faik’in Alemdağ’da Var

Bir Yılan öyküsünü psikodinamik bir bakış açısından incelenmeye çalışılmıştır.

 

TARTIŞMA

 

Öykü boyunca kahramanın gözünden tanımlanan çevre F. Capra’nın,

“bugünkü toplumumuzun derin bir bunalım içinde olduğunu, yüksek

enflasyon ve işsizlik, enerji bunalımı, sağlığın korunmasındaki bunalım,

nüfus ve öteki çevresel felaketler, yükselen bir şiddet ve suç dalgasından

söz ederek bunların temelde bir ve aynı bunalımın değişik yüzleri olduğu”

söylemini anımsatır. Capra, tamamen birbirine bağlı biyo lojik, psikolojik,

toplumsal ve çevresel olaylar çerçevesinde tümüyle birbirine bağlanmış bir

dünyada yaşıyor olduğumuzu vurgular.

 

Gerçekten de, örneğin psikoloji alanında, toplum psikolojisinin kurucu ve

kuramcılarından Muzaffer Şerif; yaratıcı ve titiz deneyleriyle bireyleri

anlamadan toplumu, toplumu anlamadan da bireyleri anlamanın olanaksız

olduğunu kanıtlamıştır. Dolayısıyla öykü kahramanın, öykü boyunca izlenen

yalnızlığını, eleştirel tavrını yukarıdaki saptamaları anımsatırcasına betimlediği

toplumsal zemin ve ilişkiler içinde düşünmek ve anlamlandırmakta yarar vardır.

Fromm’un söylemiyle feodal sistemlerin çöktüğü 20. yüzyıl, insanı geleneksel

bağlarından koparmakla kalmamış, etkin, eleştirel, sorumlu kişiliğin gelişmesine

çok büyük katkılarda bulunmuştur; ama aynı zamanda bireyi daha yalnız, daha

soyutlanmış duruma getirmiş ve onda bir önemsizlik, güçsüzlük duygusu yaratmıştır.

 

Çağdaş insanın soyutlanmışlık ve güçsüzlük duygusu, bütün olarak insansal

ilişkilerin büründüğü nitelikle daha da artmıştır. Çünkü bir bireyin bir başka

bireyle somut ilişkisi dolaysızlık ve insansallık özelliğini yitirmiş, bir kullanma

ve araç olarak görme havasına bürünmüştür.

 

Fromm’un saptamaları da öykü kahramanını bütün olarak anlamamıza

katkıda bulunacak niteliktedir. Öykü kahramanının içinde bulunduğu

toplumsal arka plan tüm öykü boyunca betimlenmektedir. Böyle bir ortamda,

ruhsal var oluşumuz açısından tanıklık eden, varlığımızı aynalayan ve onaylayan,

anlaşılma, değerli olma, sevilme duygularını yaşatan, duygu ve düşüncelerimizin

benzer olduğunu yaşantıladığımız, sevdiğimiz, değer verdiğimiz, anladığımızı fark

ettiğimiz ve varlığını onaylayıp aynaladığımız hiç değilse bir kişinin olması gereklidir.

 

“Daha tiyatroya giderken kar başlamıştı.

Çıkınca meydanı bembeyaz buldum.

Boynumdan içeriye bir damla düştü. Ürperdim.

- Çek elini ağzından. Tırnağını yeme! diye

bağırdım. Önünden giden iki kişi dönüp baktılar.

Yüzümü görmek için yavaşladılar. Sanki ben

her akşam onunlaymışım gibi, bir yalnızlık

duyuyorum. O Cuma günleri gelirdi. Alçıdan,

ağzı pipolu bir gemi onu beklerdi.

 

Güneş muşamba perdede tam üçü işaret eder-

di. Geleceğine yüzde yüz emin olduğum günler

beklerken uyuyakalırdım. Kapıyı tırmalar gibi

vurduğu zaman nasıl duyardım rüyamın içinde.

Yataktan fırlardım. Kapıyı açardım. Rengi sol-

muş, nefesi boğazından gelirdi. Masadan bir

cigara alır yakardı Dünya ötede idi. Burada bir

konsol, bir ayna, bir alçıdan gemici, bir yatak,

bir ayna daha, bir telefon, bir koltuk, kitaplar,

gazeteler, kibrit çöpleri, cigara izmaritleri, soba,

battaniye vardı. Dünya ötede idi. Gökyüzünde

uçaklar vardı. İçlerinde yolcular vardı. Trenler

gidiyordu. Herifin biri imza ediyor, öteki para

veriyordu. Akşam serinliği çıkmıştı. Akşam simidi

de çıkmıştı dünyada. Odanın içini simitçinin sesi

doldurdu. Dünya ötede idi.

 

Biletçi bilet zımbalıyor, bir adamla bir çocuk

gazete okuyorlar. Bir delikanlı, karakaşlı, sıh-

hatli bir oğlan upuzun yatmış. Yakışıklı, kuvvetli

bir oğlan. Ellerini pantolonunun ceplerine sokmuş,

sıska birisi de sağına yatmış. Çocuk gazeteyi bıraktı.

Pardesüsünü başının altına dürdü. O da uzandı.

Bir vapurun alt kamarasındayım.”

 

 

Kohut, bireyin psikolojik var oluşunu sürdürmek için yaşam boyu kendilik

nesnelerine gereksinim duyduğunu ifade eder. Kendilik nesnesi; kendiliğin ve

içgüdüsel yatırımının korunması için kullanılan ya da bizzat kendiliğin bir

parçası olarak yaşanan nesnelerdir. Altbenlik, benlik ve üstbenlik psikanalizde

ruhsal aygıtın kurucu ögeleridir.

 

Bilindiği gibi altbenlik, ruhsal aygıtın ilk güç kaynağıdır ve tümüyle bilinçdışı

olup bilinçdışındaki kuralsızlıklar geçerlidir. Zaman ve yer kavramını tanımaz,

birbirine karşıt dürtü ve eğilimler yan yana bulunabilir. Cinsel ve saldırgan

dürtülerin enerjileri altbenlikte yatar ve benliğin yardımıyla bu dürtülerin boşaltımı

sağlanabilir. Altbenlikte doyum ve haz ilkesi egemendir. Benlik ise, gerçek dış

dünyanın etkisiyle altbenliğin bir parçasının özel bir gelişme göstermesi sonucunda

ortaya çıkar. Benliğin temel işlevi uyumdur. Bu uyumu yaparken benlik, bir yandan

organizma içindeki ilkel dürtüsel güçlerle; bir yandan çevresel koşullar ve gerekli

liklerle, bir yandan da üstbenliğin istekleriyle bağdaşmak zorundadır. Nenliğin

bilinçdışı olan parçasında savunma düzenekleri yer alır. Üstbenlik, benliğin bir

parçasının giderek daha çok ana-baba ve toplumsal değer yargılarını içen

özel bir yapı olarak ayrışmasıyla gelişir. Korku ve utanç duyguları üstbenlik

gelişiminin öncüleridir. Yargılayıcı dizge adını da verebileceğimiz üstbenliğin

insan yaşantısındaki belirtisi suçluluk duygusudur.

 

Kendilik (self) ise, tıpkı nesne tasarımları gibi zihinsel aygıtın bir içeriği olarak

görece deneyime daha yakın bir düzeyde olan, içgüdüsel enerjinin yatırıldığı,

zaman içinde sürekliliğe sahip olan zihinsel bir yapıdır ama zihnin aygıtlarından

biri değildir. Yalnız altbenlik, benlik ve üstbenlikte değil, tek tek ya da ikili

kombinasyonlar şeklinde bu zihinsel aygıtlarda yer alır. Örneğin, benlik alanı

içinde sınırlı bir yer tutan ya da altbenlik ve benliğin süreklilik oluşturduğu

bölgesel zihin alanlarını işgal eden çelişik, bilinçli ya da ön-bilinçli kendilik tasarımları

(büyüklenmeci ve aşağılık kendilik tasarımları gibi) yan yana olabilir.

 

Kendilik psikolojisi H. Kohut tarafından geliştirilmiştir. Kohut, erken çocukluk

kişilik yapılarının anne figürüyle ilişkiler yoluyla olduğuna odaklanmasıyla Freudiyen

kuramdan ayrılır. Basch anne figürüyle erken ilişkilerin niteliğine odaklanan

kendilik psikolojisinin J. Bowlby ve M. Mahler gibi bağlanmaya odaklanan diğer

kuramcılarca desteklendiğini öne sürer. Kendilik psikolojisinde iki ana kavram

“kendilik” ve “kendilik nesnesi”dir. Kendilik, kişiliğin özünde olan psikolojik bir

yapıdır ve kişiye iyilik, esenlik, özsaygı ve genel bütünlük duyusunu verir. Wolf,

kendiliğin, hırslar-hevesler, değerler, idealler, doğuştan getirilen yetenekler ve

kazanılmış becerilerden yapılandığını öne sürer. Sağlıklı bir kendilik algısını

sürdürebilmek için, bu kendilik algısını sürdürüp ilerletecek çevreden gelecek

bazı yanıtlara gereksinim vardır. Psikolojik olarak süreklilik gösteren bu yanıtlar

empatik ve yatıştırıcı, onaylayan, sürekliliğe sahip ve dinginleştiricidir.

 

Bunlar kişiyi kuşatan çevresindeki “nesneler”

(insan, hayvan, şeyler, deneyimler ya da fikirler)

tarafından sağlanır ve kendilik nesnesi işlevleri olarak adlandırılır.

Kohut, kendiliği bütün tutmaya yardımcı olan üç tip kendilik nesnesi işlevi

tanımlamıştır. Bunlar, aynalayıcı kendilik nesneleri, idealize kendilik nesneleri ve

alter-ego (ikizlik) aktarımı nesneleridir. Aynalayıcı kendilik nesneleri, onaylanma,

doğrulanma, kendiliğin büyüklüğünün, iyiliğinin ve bütünlüğünün tanınması

yaşantılarını sağlayarak kendiliği destekler. İdealize kendilik nesneleri, hayranlık

ve saygı duyulan kendilik nesnesinin bir parçası olma ve oturmuş, anksiyöz

olmayan, akıllı, güçlü ve sakinleştirici bir kendilik nesnesi tarafından

kabullenilme gereksinimini karşılayarak kendiliği destekler. Alter-ego kendilik

nesneleri, kendiliği diğerinin kendiliğine benzerlik yaşantısı sağlayarak destekler.

 

 

Birincil tekil zamir anlatımlı bu öyküde daha ilk paragraflarda öykü kahramanının

öykü boyunca etkileşimde bulunduğu diğer kişilerden farklı olan ve kendilik

nesnesi olduğu izlenimi veren kişiye duyduğu özlemle karşılaşırız. “Sanki ben

her akşam onunlaymışım gibi, bir yalnızlık duyuyorum.” Öykü kahramanı için

“Dünya ötede”dir. Kendilik nesnesinin burada oluşu “…bir konsol, bir ayna, bir

alçıdan gemici, bir yatak, bir ayna daha, bir telefon, bir koltuk, kitaplar,

gazeteler, kibrit çöpleri, cigara izmaritleri, soba, battaniye” ile çevrelenen

yalnızlığının panzehiri olarak duyumsanır. İçtenlikle ilgilenip gözlediği ama trenlerinin,

yolcularının, odasının içini dolduran simitçi sesinin azaltamadığı, gündelik akışının tüm

renkleriyle kendisinin yöneldiği ölçüde kendisine yönelmeyen “ötede” kalan dünyanın

yarattığı bir yalnızlıktır bu. “Günlerden Cuma. Mektep tatil, Süleymaniye’de

Kirazlı Mescit Sokağında oturuyoruz. Ben on yedi yaşlarındayım. Münir Paşa

konağının çam ağaçlarını hatırlıyorum. Lisenin bahçesindeki büyük çam ağacı

bir yangında yanmış olabilir. Münir Paşa konağının yağlı boya tavanları çoktan

duman ve kül olmuştur. Tahtakuruları da yanmıştır. Yatağım, yorganım, gözyaşım

yanmıştır. Havuzlar yanmıştır. Yapraklarını kışın dökmeyen ağaçlar yanmıştır.

Anılar, anılar yanmıştır. Yanmış oğlu yanmıştır. Beni bugüne getiren kitaplar yanmıştır.”

 

Kimi zaman bu “öteki dünya”daki “yakışıklı kuvvetli bir oğlan” kendi on yedi yaşına, lisesine,

yanan çam ağacı ve Münir Paşa konağına götürür onu. “Yatağım, yorganım, gözyaşım

yanmıştır. Havuzlar yanmıştır. Yapraklarını kışın dökmeyen ağaçlar yanmıştır. Anılar, anılar

yanmıştır. Yanmış oğlu yanmıştır. Beni bugüne getiren kitaplar yanmıştır.” Bu pasajda bir

zamanlar kendilik nesnesi işlevi görmüş olan yaşantıların yitirildiği izlenimi alınmaktadır.

Ötede kalan dünyadaki yalnızlığını kayıplarının kederiyle katmerlendiren bu çağrışım birey-

birey etkileşimi içinde kendilik nesnesi olan kişiyi yanında hissetme gereksinimini öylesine

artırır ki, “Ben de koyun postu taklidi bir kürk bulup pardesüme diktirmeliyim” dedirtir. Koyun

postu taklidi kürk, geçiş nesnesi kavramını anımsatır.

 

Freud gibi Winnicot da, bebeğin yaşama içsel olanı dışsal olandan, kendiliği bakım verenden

ayıramayarak başladığını belirtir. Giderek bebek büyür ve kendiliğiyle diğerlerini ayırt edebilme

kapasitesi gelişir. Bu gelişimi kolaylaştıran ve bebek tarafından ne kendilik, ne de

diğeri olarak yaşanan, ama aynı zamanda ikisini de temsil eden oyuncak, battaniye gibi somut

nesneleri kullanmasıdır. Çocuğun zihninde ayrı bir anne tasarımı tam olarak geliştiğinde artık

geçiş nesneleri işlevini yitirecek ve çocuğun bu nesnelere bağımlı olma gereksinimi ortadan

kalkacaktır. Öte yandan geçiş nesnelerinin kullanımı bu gelişim evresiyle sınırlı değildir.

Kişinin özellikle kendiliği ve diğerleri hakkındaki algıları ve hislerinde karışıklık olduğu zaman

erişkin gelişimine de hizmet edebilir.

--------------------

Özlenen kişinin yerine geçen bu nesnenin tam da geçmiş kayıpların anımsanmasını izlemesi

dikkat çekicidir. Aktarım kişisinin bu geçmiş kayıpların anımsandığı sırada orada olmayışının

yarattığı geçici kayıp duygusunu azaltan, ikisini birbirine bağlayan bir çıkış gibidir koyun

postu taklidi kürk; ve öykünün tamamında kendilik nesnesi işlevlerini sağlayan kişinin yerine

geçtiği izlenimini vermektedir. “Günlerden pazartesi. Yine vapurun alt kamarasındayım.

Yine hava karlı. Yine İstanbul çirkin,İstanbul mu? İstanbul çirkin şehir. Pis şehir.

Hele yağmurlu günlerinde. Başka günler güzel mi, değil; güzel değil. Başka günlerde

köprüsü balgamlıdır. Yan sokakları çamurludur, molozludur. Geceleri kusmukludur.

Evler güneşe sırtını çevirmiştir. Sokaklar dardır. Esnafı gaddardır. Zengini lakayttır.

İnsanlar her yerde böyle. Yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek. Yalnızlık dünyayı

doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı

sevmekle bitiyor.”

 

Bu satırlarda öykü kahramanı, bir taraftan yalnızlaşma ve yabancılaşma sürecine dikkat

çekerken bir taraftan da bu sürecin, gözünde kenti çirkinleştiren yönünü vurgulamaktadır.

İnsana kendi sesinin yankısını bile geri vermeyen yalnızlığın ve/veya yabancılaşmanın bu

dipsiz kuyularında “bir insanı sevmekle” başlayamıyor “her şey”, “Burada her şey

bir insanı sevmekle bitiyor.” Öte yandan bu tümceler, kendi yalnızlıklarına bile

yabancılaşmış insanların arasında yüzü her durumda “öteki dünya”ya dönük olanın

yalnızlığının daha da keskinleşip ümitsizlikle kucaklaştığını duyumsatıyor.

 

Daha önce de belirtildiği gibi Fromm, özbilinçlilik ve farkındalığın eşit olmadığını vurgulamıştır.

Öykü kahramanındaki keskin farkındalık ve özbilinçliliğinin, yabancılaşmanın ve yalnızlığın

acılarını daha yoğun bir şekilde duyumsamasına yol açtığı görülmektedir. İnsan, toplumsal

bir varlıktır. İnsanın toplumsal kişiliği, insan doğasının toplum yapısına dinamik uyarlanmasının

bir sonucu olarak ortaya çıkar.

 

Bu durumda geçerli toplumsal örgütlenmeye itaat etmeyen, devlet, gelenek ve topluma

uygun adım gitmeyen, dolayısıyla kendini

güvenli ve koruma altında hissetmektense kendisi için duyma ve düşünme yeteneği kazanmış

olmayı önemseyen bir bireyi, yalnızlığın bekleyeceği açıktır. Kuşkusuz, özgür olmaktan

korkan bir bireyin güç sahiplerine “hayır” demesi düşünülemez. Sonuç olarak, kurumlaşmış

insan ya da kurum insanı, itaat etmeme yeteneğini kaybetmiştir; hatta bir itaat eylemi

içinde olduğunun bile farkında değildir.

 

Esnafı gaddar, zengini lakayt olan ve bu sürece itaat eden çoğunluğun içinde, hem kendi

farkındalığı hem de toplumsal farkındalığı yüksek olan ve eleştirel duruşuyla itaat etmeyi

reddettiğini gösteren öykü kahramanının yalnızlığı katmerlenmiş gibidir. Sanki bu nedenle

tam bu anda öykü kahramanı Alemdağı’nın güzelliklerini anlatmaya başlar. Öykünün

burasında Konfiçyus’un bir ömür boyu mutlu olmak için doğayla iç içe olmak gerektiğini

anımsatan sözleri yaşam bulmuş gibidir.

 

“Güzel yer, güzel yer Alemdağı. Şu saatte on

beş metrelik ağaçlarıyla, Taşdeleni, yılanı ile…

Ama kış günü yılanlar inindedir. Olsun. Hava

Alemdağı’nda ılıktır. Güneş, yaprakları kıpkızıl

ağaçların içine doğmuştur. Gökten parça parça

ılık bir şeyler yağmakta, çürümüş yaprakların

üstüne birikmektedir. Taşdelen parmak gibi

akar. Su içmeğe gelen bir tavşan, bir yılan, bir

karatavuk, bir keklik. Polanez köyden şerefimize

kaçıp gelmiş bir keçi ile alt alta üst üste

oynaşıyoruz.”

 

Öte yandan bu fantazi devamıyla birlikte, rahatsız edici duyguları uzaklaştırma ve

mümkün olabildiğince zevk ve güvence veren homeostatik, dengeleyici işlevleri olan

bilinçdışı fantazileri çağrıştırmaktadır. J. Sandler’e göre bunlar “fantazi yoluyla

dengeleme, düzeltme” sağlar.

 

Yine de tek başına doğayla iç içe olmak öykü kahramanına yetmez ve aynalayan,

benzer duygu ve düşünceleri paylaşan ötekinin varlığına duyulan gereksinim eninde

sonunda kendini gösterir. Nitekim bu mutluluk sürecini paylaşma isteği öykü

kahramanını yine öteki-benine götürür. Bu kez fantazisinde yer alan öteki benine verdiği

adın Panco olduğunu anlıyoruz. Sandler’e göre rol ilişkileri, iki gerçek insan arasındaki

etkileşimle sınırlı değildir. Nesne ilişkileri kendilik ve nesne tasarımları arasındaki

ilişkilere işaret eder.

 

Aşağıdaki pasaj, içsel kendilik ve nesne tasarımlarını örnekler gibidir.

“’Panco, Panco!’ diye bağırınca, yılan da keçi

de, keklik de, tavşan da oldukları yerde alçı-

danmış gibi donup kalıyorlar. Bembeyaz kesili-

yorlar. Hemen keskin bir bıçak çıkarıp cebim-

den kiminin kulağını, kiminin kanadının altını

kesiyorum.”

Kahramanın imgelemindeki bu kan akıtmanın nedeninin bir önceki mutlu

betimlemelerle birlikte, sonraki cümlede “Kan akınca hareket

başlıyor. Beni bırakıp Panco’ya koşuyorlar.” da, yani kendisini mutlu

eden hayvanlarla bu içli dışlı oluşun mutluluğunu kendilik nesnesine

yaşatma isteğinde bulunabilir. Bu noktada Freud’un Totem ve Tabu

adlı eserinde yer alan adak kavramı da akla gelmektedir. Çünkü bu

kan akıtma sanki Pancho’nun kansız ve hiddetli yüzünde bir gülümseme

yaratmak içindir. Tıpkı adak olayında tanrıların gazabından korunup

şefkatini sağlamak amacının güdülmesi gibi.

 

Nitekim devamında hayvanlar Pancho’ya doğru koşmakta, Pancho’nun

hiddetli yüzünde bir gülümseme belirmektedir. Tam bu noktada

Pancho’nun aynı zamanda idealizasyon aktarımının da nesnesi olduğu

göze çarpmaktadır. İdealize aktarım kendiliğin hayranlık duyacağı

diğerlerini arayışına işaret etmektedir. Güçlü ve saygın bir başka insanla

bağlanabildiği sürece, kişinin kendiliği güvenlik duygusunu yaşar. İdealize

kendilik nesnesi aktarımı yoluyla yani dışsal nesnelerin idealizasyonu ve

bunlarla yaptığı özdeşimle bireyin kendilik saygısı iyileşir.

 

“Panco’nun her zamanki kansız ve hiddetli

yüzünde çıban yarasına doğru kaymış bir

gülümseme gözüküyor. Keklikleri gagasından

öpüyor. Tavşanın bıyığını çekiyor. Yılanı bileğine doluyor.

 

Top getirmiş, futbol topu. Ben kaleciyim. Yılan da kaleci.

Ötekiler yaprakların üzerine yatmış, güneşin içinde oynuyorlar.

Saatlerce oynuyorlar. Yılanla ben, top kalemize girerken

yana çekilip seyrediyoruz. Mızıkçılık ediyoruz.”

 

Bu fantazide idealize nesne olan Pancho’ya birleşme isteğinin yılan, top ve

kale simgeleri ile homoseksüel boyutlu çağrışımlar yarattığı

dikkati çekmektedir.

 

“Alemdağı güzel, Alemdağı… İstanbul çamurlar

içinde. Taksi şöförleri su birikintilerini inadına

inadına insanların üzerine sıçratıyorlar. Kar

inadına içimize içimize yağıyor.”

 

“İstanbul çamurlar içinde.” tümcesi güzel Alemdağ’daki ödünleyici

hayalden kaçınılmaz gerçeğe geçişi simgeler gibidir. Ve kahramanın

yalnızlığına, doğayla iç içe girip imgelemini de katarak ara verdiği bu hoş

fantazisinin ardından karşılaştığı gerçeklerle ilişkili gözlemleriyle ortaya

çıkan duyguları “İnadına içimize yağan kar” eğretilemesiyle dışa vurularak

devamındaki gözleminde yer alan üşüten sevgisizliğe kahramanı hazırlar gibidir.

 

“Kadının biri beşinci kattan bir kediyi sokağa

atıyor. Bir kadınla bir yabancı erkek kedinin

başındalar. Kedinin burnundan hafifçe kan

sızıyor. Erkek, Fransızca:

-Il es mort d’hemoragie, le pauvre! –diyor.

Kadın bana Türkçe, kedinin beşinci kattan atıldığını anlatıyor.

Galatasaray Lisesi’nin kalın ve yüksek bahçe duvarının kenarına,

artık ölmüş kediyi itiyoruz.”

 

Burnundan hafifçe kan sızan kedinin başındaki bir yabancı erkek ve

kedinin atılış öyküsünü kahramana anlatan kadınla birlikte artık ölmüş

olan kediyi “Galatasaray Lisesi’nin kalın ve yüksek bahçe duvarının

kenarına” itişlerinden sonra kediyi atan kadınla ilişkili çağrışımları ve

hemen ardından havanın daha da soğuduğunu hissetmesi öykü kahramanın

bu yabancılaşma ve sevgisizliğe ruhsal tepkisini betimler gibidir.

“Beşinci kattaki kadın, sobasına şimdi kömür

atıyordur. Hava da ne soğudu. Keşke kar

yağsa. Kar yağdığı zaman yine havada ılık bir

şeyler oluyor.”

 

Hem iklimsel bir gerçek, hem de öykü karhamanının iç dünyasının betimlemesi niteliğinde bir

eğretileme olarak soğuğun vurgulanışından

hemen sonra yine Panco ortaya çıkar. Pancho’nun tam bu anda yeniden ortaya çıkışı kendilik

nesnesi işlevi gördüğünün bir başka göstergesidir. Tekrar anımsarsak, kendilik nesneleri,

kendiliği destekleyen bir ilişkinin öznel görünümüdür. Kendilik nesneleri, içsel işlevler olarak

ve sağladıkları emosyonel oturmuşluk için

değerlidir ve kendilik nesnesi gereksinimi özellikle de stresli zamanlarda olmak üzere tüm

yetişkinlik boyunca sürer.

 

“Panco ne zaman dönmüş Alemdağı’ndan. Birdenbire bir arkadaşı ile yanımdan geçiyor. Bir

duvarın, ölmüş bir kedinin yanından geçer gibi.”

--------------------

Sonraki tümceler, öykü kahramanının, tıpkı kadının kediye karşı tutumunu

çağrıştıran böylesi bir yok sayış ve yabancılaşmayı kaldıramadığını,

gereksindiklerini yaşatacak ve kendilik bütünlüğünü sağlamasına yardım

edecek tam tersine bir fanteziye hızla geçtiğini düşündürecek biçimde sürer.

“Kollarımız birbirine sürünüyor hafifçe. Duvarlar açılıyor. İnsanlar

birbirlerine senelerdir dargınmışlar da birdenbire aynı hisleri duyarak:

‘Yeter artık’ diyerek barışmışlar gibi öpüşüyorlar.”

Burada Pancho, ikizlik aktarımının nesnesi olarak da gözümüze çarpıyor.

İkizlik aktarımı, yalnız kendilik nesnesinin kendilikle aynı düşüncelere,

değerlere ve görünüme sahip olduğu zamanki kendiliğin onaylanma hissiyle gelişir.

 

Böylece dönüp arkadaşını izler:

 

“Dönüyorum. Panco arkadaşı ile gülüşerek gidiyor

hala. Yangının kül ettiği Münir Paşa konağının

havuzunda kirli yeşil bir su bekler dururdu.

Suyun dibi gözükmezdi, ama gözümü kapayın-

ca içine atılmış on paralıkların parladığını görürdüm.”

 

Psikodinamik açıdan bakıldığında içerik kadar sürecin de önemli olduğu açıktır. Bu hangi

anlatımın hangi anlatımdan hemen sonra geldiğine dikkat edilmesini gerektirir. Kahraman,

aklına gelen bu anıyla adeta o anki Pancho’nun kendisine aldırmadan yanından geçerek

kendisini yoksun bıraktığı ikizlik aktarımını bilinç dışından gelen bir çağrışımla “kirli yeşil”

suda simgelemektedir. Dibi görülmeyen bu suda gözlerini kapadığı anda görebildiği

on paralıklar Pancho’nun bu tutumunun gizlemesine rağmen aslında ikiz benliği olarak var

olduğunu söyler gibidir. Bir kendilik nesnesi olarak empatik bir yanıttan uzak tutumu

nedeniyle Pancho’ya duyduğu öfke ise yer değiştirmiş, gizlenmiş ve doyurulmuş

olarak bir anısında ortaya çıkmaktadır:

 

“Bir defa da şimdi vali olan bir arkadaşımızı elli

kuruş vererek elbiseleriyle suya atmıştık” tümcesi, ederini ödeyerek de olsa

birine kendisinin rahatsızlık duyacağı bir şeyi yaptırmış oldukları

bir anıya gönderme yapmaktadır ve aşağılanan

değil de aşağılayan olduğu bir durumun anımsanması olarak dikkat çekicidir.

Bu savunmalar, Panco’nun ardına takılacak gücü bulmasını

olası kılmış gibidir:

 

“Panco’nun arkadaşı ile beraber getirdiği kahveyi

hiç bilmezdim. Kapısında alüminyum tencere-

ler, naylon bardaklar satan bir hırdavatçı bulunan,

iki kapısı da ardına kadar açık, hanla

apartman arası bir binanın birinci katındaymış

bu kahve. Onların bu kapıdan içeriye girdiklerini

görünce merak ettim. Ben de girdim. Baktım

karşımda cam bir kapı. Cam kapının içinde

büyük bir salon, içeride insanlar tavla ve

iskambil oynuyorlar. Daha köşede bir bilardo masası

var. İçeriye girince herkes bana baktı. Buraya

gelenler hep aynı müşteriler olmalı ki beni

baştan aşağı bir süzdüler. Oturup kahve içmek

bile cehennem azabı gibi bir şey olacaktı. Birini

arıyormuş gibi yaptım.”

 

SONUÇ

 

İnsanı anlama sürecinde tüm sanat yapıtlarının özellikle edebi eserlerin katkısı yadsınamaz.

Sait Faik, edebiyatımızda önemli yeri olan bir yazardır. Bu çalışmanın, gerek onun gerekse

diğer yazarlarımızın eserlerinin psikodinamik açıdan ele alınma çabalarını artıracağı umut

edilmektedir. Birçok eser, içinde yaşanılan çağı, bunun birey ve toplum ilişkilerine, kişilerarası

etkileşimlere ve bireyin psikolojisine katkısına ışık tutmaktadır.

 

Bu deneysel çalışmada öykü kahramanı, öyküde betimlenen sosyal arka plan ve toplumsal

ilişkiler göz önünde bulundurularak anlaşılmaya çalışılmıştır. Öte yandan bu öykünün

karhamanının ruhsal dinamiklerini anlamada özellikle kendilik psikolojisinde kullanılan

kavramların daha çok katkı sağlayabileceği düşünülmüştür.

Nesne ilişkileri kuramında daha çok öne çıkan kimi kavramlara ve grup dinamiklerine

göndermeler de vardır. Ancak başka çalışmalarda diğer ekollerin daha fazla katkısının

olabileceği göz ardı edilmemesi bir noktadır.

 

Bu çalışmada hiç bir kuramın insanı anlamada tek başına yeterli olmadığı

önermesinden yola çıkılmıştır. Var oluşun çok boyutlu olduğu göz

önüne alındığında, insanı anlama çabasında bireyden bireye ve bireyin

farklı dönemlerinde değişmek üzere insanı anlama sürecinde bazı

ekoller ön plana çıksa da eş zamanlı olarak farklı psikodinamiklerin de

işleyebileceği, bu nedenle de farklı kuramların katkılarına başvurulabilineceğinin

göz önünde bulundurulmasında yarar olabileceği düşünülmüştür.

 

Bu deneysel çalışmanın, gerek eklektik yaklaşımları kullanan, gerekse belli bir

ekolü izleyen çalışmacıların, sanat ürünlerinin psikodinamik

açıdan çözümlenmeleri sürecinde daha çok katkı yapmaları konusunda da

bir anımsatma olacağı umulmaktadır

 

Melahat Sönmez /Anadolu Psikiyatri Dergisi 2005; 6

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

en sevdiğim öykülerinden biridir mahalle kahvesi.insana ve mekana dair müthiş tasvirler taşır

 

MAHALLE KAHVESİ

 

Yazın bu küçük mahalle kahvesinin bahçesine sık sık gittiğim için, karayelin, tipinin çılgınca savrulduğu akşam, içeriye girdiğim zaman yadırganmadım. Kahve sapa bir yerdeydi. Yapraklarını dökmüş iki söğüt ağacı ile üzerinde hala üç dört kuru yaprak sallanan bir asmayı kar öyle işlemişti ki bahar akşamları, yaz geceleri pek sevimli olan bahçenin mora kaçan beyaz bir ışıkla dibinden aydınlık haldeki güzelliğine şöyle bir göz attığım halde, camın kenarına yerleşip de buğuları silince uzun zaman daldım, hem sevdalandım. Bu mor ışık o kadar çabuk koyulaştı ki, kahve daha ışıkları bile yakmamıştı. İnce belli çay bardaklarının en güzelini bırakıp giden kahveci:

 

-Kışın da güzel değil mi bahçe? dedi.

 

Bahçedeki mavi boyalı kasımpatılarının üzerine birikmiş karları gösterdi.

 

-Morukların söylenmeyeceğini bilsem, ışıkları daha yakmazdım ya -dedi- neredeyse homurdanmaya başlarlar.

 

Kahve, ışıklarını yakınca dışarıdaki karın ışığı söndü. Sekiz kişi ya var, ya yoktu. Küçük kapağının içinden alevler atarak yanan saç sobanın sağ tarafının neredeyse kıpkırmızı kızaracağını biliyor, bekliyor, bekliyordum. Yanımda tavla oynayanlar vardı. Bir zaman onlara daldım. Ara sıra camı silerek alnımı cama yapıştırıp dışarıyı seyrettim.

 

Evimden çıkınca ortalığın sessizliğini, bu sessizliğe lapa lapa kar yağdığını görmüş, yürümek hevesine kapılmış; ana caddeleri, arkadaş tesadüflerini, malum kalabalık yolları bırakmış, karın daha tez, daha temiz biriktiği, insanların az geçtiği bir semte gitmek üzere tenha tramvaylara atlamış, buraya gelmiştim. Ama ben gelirken yarım saat içinde hava değişmiş, karayel kudurmuş, lapa lapa yağan kar, küçücük küçücük soğuk darı taneleri halinde kaynaşmaya başlamıştı.

 

Kahveciye:

 

-Bugünkü gazete var mı? -Diye sordum.

 

Elime bir gazete tutuşturdu. Bir taraftan kafamdaki havadislere dalmaya çalışıyor, öte yandan kahveciyi dinliyordum. Maişet derdi münekeşelerinden öte insanlar bir şey konuşmuyorlardı. Bir ara kahvenin kapısı rüzgarla, bir adamla beraber açılıyor, avuçlarını üfleyerek o adam içeriye dalıyor, sobanın önünde karnını, göbeğini, göğüslerini, dizini iyice ısıttıktan sonra bir tarafa ilişiyor, ya kendi kendine hülyaya dalıyor, yahut da bir tavla partisinin iki ikişilik eğlencesine, oyuncuların itirazlarına rağmen bir üçüncü olarak katılıyordu.

 

Sedirde oturan ihtiyarların yanına da orta yaşlı, ciddi adamlar gelip oturdu. Benden uzakta idiler. Ne konuştuklarını duyamıyordum, ama yüzlerinde hüzünlü bir şeyler vardı. Uzun uzun susuyorlardı. Artık epey bir zamandır kahveye insan gelmediğini farkettim. Küçücük yuvarlak saat kahveciden yana dönük olduğu için saatin kaç olduğunu kestiremiyordum. Epey bir zaman geçti. Bir çok insan gitti. Kahveci nihayet saatini benden yana çevirdi. On buçuktu. Öyle bir uyuşukluk içinde idim ki kalkıp gidemiyordum. Gitmek ister gibi kımıldandığımı sezen kahveci:

 

-Eviniz yakınsa acele etmeyin -dedi-. Biz, bire kadar açığız. Buradan iyi yer mi bulacaksınız?

 

-Ya -dedim-. Bana bir çay daha yap öyleyse... Bir de limon.

 

Tam bu sırada içeriye birisi girdi. Kaşına, kirpiğine kar dolmuş, üstüne beyaz bir ceket giymişti sanki. Gelen adam sobaya doğru yürüdü. Üstünü başını süpürdü. Bir sandalyeye çöktü. Genç, çok genç bir adamdı. Yüzündeki karlar eriyince, beyaz, yuvarlak bir yüz meydana çıktı.

 

Kahvede o gelmeden evvel konuşmalar oluyorken, o girince herkes susmuştu. Kenarda tavla oynayanlar da tavlalarını şakırtı ile kapatıp çıkıp gittikten sonra bu sükut büsbütün arttı, uzadı.

 

Genç adama baktım. Bir sandalyenin üzerinde oturmuş, önüne bakıyordu. İhtiyarlar sakin, ciddi, adeta haindiler. Kahveci, başını iki eli arasına almış, kahve ocağında oturuyordu. On dakika bir mecliste insanların susması korkunç bir şeydir: Dehşetli bir sükut uzuyordu.

 

Genç adam ayak ayak üstüne atıyor, sonra ayağını değiştiriyor, bir türlü oturduğu yerde rahat edemiyordu. Belinden yukarısı, imtihan olan bir talebeyi andırıyordu, korkak korkak bakıyor, ayakları ise imtihan heyeti masa altından ayak ayak üstüne attığını göreceklermiş korkusu içinde gibi, bir inip bir kalkıyordu. Ayağının birisine altında kırmızı yamalar sallanan bir lastik artığı geçirmiş, bunu da iple bağlamıştı. Ötekisinde torik ağzı gibi açılmış, altından hala ızgaraları sallanan bir futbol ayakkabı eskisi vardı.

 

Kahvede sessizlik uzadıkça uzuyordu. Neredeyse birinin, ya:

 

-Şeytan geçti!

 

Yahut da:

 

-Kız doğdu!

 

Diyeceğini bekliyordum. Hepimiz gülüşecektik.

 

Hala kimse bir şey söylemiyordu. Tekrar gözüm adama ilişti. Yüzünü değil, geniş alnını görüyordum: Kırışıksızdı, manasızdı. Üstünde ceket yoktu. Yalnız siyah çizgili, beyaz bir mintan vardı. Kirli beyaz renkli bol bir kazağa bürünmüştü. Kazağın ön zaviyesini bir çengel iğne ile tutturmuştu.

 

Meraklanmış, şaşırmıştım. Bir hareket bile yapamıyordum.

 

Bu sırada kahvenin kapısı açıldı. İçeriye bir adam girdi. İhtiyarlara doğru yürüdü:

 

-Sizi çağırıyor -dedi-. Aklı yerinde ama, sabaha çıkamayacağıma kalıbımı basarım. Ara sıra fena dalıyor. Seni istedi Ali Ağa. Seni de Mahmut Çavuş. İstersen sen de gel Hasan. Seni çok severdi.

 

Arkada oturan üç kişi ayağa kalktılar. Soba kenarında oturana en küçük bir göz atmadan, ama ona dik dik bakarmış gibi bir halde geçip gittiler. Sanki gözlerini mahsus ondan çeviriyorlardı. Genç adam, büyük gözlerini açmış, gidenlere yalvarır gibi bakıyordu.

 

Kahveci, yeni gelene bir çay olsun getirmiyordu. Az sonra yerinden kalktı. Önümdeki fincanı kaldırırken:

 

-Şu zavallıya da, benden bir çay yap -dedim.

 

Bana, yalnız gözkapaklarını kaldırıp indirerek bir tuhaf baktı. Çay getirmeye gittiğini sandım.

 

Önümden geçerken çocuk birden ayağa kalktı. Kahvecinin önüne dikilmişti. Kahveci farkında değilmiş gibi yan dönerek uzaklaşırken:

 

-Babam, değil mi? -dedi-. Ölüyormuş değil mi?

 

Kahveci susuyordu. Bu hain, kötü, acı bir sükuttu. Sonra sanki buzlar erimiş gibi oldu. Ama cevap yine benim için manasız, çocuk için de acı idi:

 

-Senin baban değil o.

 

Genç adam bir şey söylemedi. Bir şeye karar vermiş gibi hızla yürüdü. Kapıyı bir türlü açamıyordu.

 

Kahveci:

 

-Sakın eve gideyim deme. Kapıda teyzenin oğlu bekliyor, gebertir seni!

 

Çocuk düşündü. Bütün kararları uçmuştu. Yüzünde iradesiz hatlar belirdi. Kendisini içeriye iten rüzgarı deler gibi gitti.

 

Bir zaman birşey soramadım. Kahvecinin arkası bana dönüktü. Gürültü ile birşeyler yıkıyordu. Yüzünü benden yana döndürmesini bekledim. Ama bir türlü işini bitiremiyordu. Nihayet döndü.

 

Ben:

 

-Nedir bu Allah aşkına? -dedim.

 

Belindeki önlüğü çıkarmaya uğraşıyor, cevap arıyor gibi düşünüyordu.

 

Kapı açıldı. Bir ihtiyarla beraber deminki adam girdi. Daha kapıdan girerken:

 

-Ruhunu teslim etti -dedi-, öteki savuştu mu?

 

Kahveci, elleri önlüğünün arkadaki bağlarında donmuş gibiydi. Onu çözeceğine tekrar bağladı. Masama doğru geldi. Sanki bana açıklaması lazımmış gibi:

 

-Arabacı Kamil Ağa -dedi-, öldü de... O deminki it, oğlu idi. Kız kardeşini kötü yola sürükledi diye babası reddetmişti.

 

Sonra öteki adamlara döndü:

 

-Namussuzum -dedi-, pişmanlığından değil, miras vururum diyedir.

 

İhtiyarlardan biri, bu söze taraftar olmadığını gösteren bir yüzle:

 

- Pişman olsa da affedilmez o! -dedi.

 

Ben, dudaklarımın ucuna gelen bir suali nasıl sorduğumu, niçin sorduğumu bilmiyorum. Bu tesiri yapacağını hiç düşünmeden budalaca sordum:

 

-Kız ne oldu?

 

Tuhaf bir şey oldu. Birbirlerine bakmadan, halleriyle bakar gibi yaptılar. Ses seda çıkmadı. Deminki sükutun bir başka türküsü içine düştük.

 

Hatta gözlerle değil ama, sükutta ve sükutun hareketsizliğinde:

 

-Bunu niye sordun?

 

-Ne lüzumu vardı?

 

-Başka soracak şey yok muydu?

 

-Ne de meraklı imişsin!..

 

Diyen bir hal vardı.

 

Kimse cevap vermedi. Parayı masanın üzerine bıraktım. Kahveciye baktım. Başı önünde düşünüyordu. Sapsarı idi. Elleri hala önlüğünün bağlarını çözmeye çalışıyordu. Kapıyı açtım. Çekip gittim. Kızın ne olduğunu öğrenemedim ama, onu kahvecinin kötü hayattan çekip aldığını mı anladım nedir?

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

YALNIZLIĞIN YARATTIĞI İNSAN

Pardösüsünün kürklü yakasını kaldırınca üşüdü mü diye baktım. Aslında soluk esmer yüzü balmumu gibi sararmıştı. - Üşüdün, dedim.

Kaşını kaldırdı. Yanağındaki çıban yerinde kan yoktu. Durdum. Yüzünü avuçlarıma alıp oğaladım.

- Neden böyle oldun, dedim.

Güldü. Karanlığa doğru tükürdü. Başını iki tarafa şiddetle salladı.

- Olurum bazı bazı böyle, dedi.

- Bir yere girelim, dedim.

- Girelim, dedi. Girelim ama içmeyelim artık.

- İçelim, dedim.

- Öleceksin be, dedi.

- Öleceğim dedim.

Elimizdeki bardaklara baktık. Yüzü ne durgun, sessiz, esmerdi. Yine soluktu ama canlıydı.

- Senin suratın bitkin, dedi.

- Bitkin dedim.

Fıstık yedi, bira içti. Fıstık yedim, bira içtim. Kulağıma bir şeyler öttü. Bayılacak gibi oldum. Dikkatle bana bakıyordu.

- Çok ihtiyarladın sen, dedi.

- İhtiyarladım, dedim.

Saçlarıma baktı. Gözlerime baktı. Güldü.

- Boşver, dedim. Yahu, bakma!

Isınmış olacak yakası kürklü pardesüsünü çıkardı.

Pardesüsünün yakası kürklü, pardesüsünün yakası kürklü dedim içimden. İçimden biri: 'E ne olacak yani?' dedi. Ne olacak, ben de yaptıracağım bir tane böyle.

- Seni bir daha göremeyecek miyim? Dedim.

Kızdı.

- O benim bileceğim şey, dedi.

İki gün sonra yirmi kişiye: "O benim bileceğim şey" ne mânaya gelir diye sordum. Hiçbiri doğru dürüst bir mâna veremedi.

Daha iki gün geçmemişti. Biz hâla birahanede idik. Etrafımı görmüyordum. Onu da görmüyordum. Havayı görür müyüz? Dalmıştım.

- Hadi kalk, gidelim, dedi.

- Nereye? Dedim.

- Maça, dedi.

- Maça mı? Dedim. Bu vakit maç olur mu?

- Avrupa'da gece maçları olur ya, dedi.

- Burada olmuyor ki, demedim. Kalktık. Yokuşu indik. Bir yerde durduk. O soyundu. Aşağıda merdiven başında yarı aydınlıkta oynayan futbolculara karıştı. Sesler duydum. Düdükler duydum. Küfürler duydum. Etrafıma baktım. Binlerce insan vardı.

Bir aralık yanıma geldi.

- Sen oynuyor musun? Dedim.

- Kör müsün? Dedi.

- E ben ne yapıyorum.

- Sen de oynuyorsun, dedi.

- Ben de mi oynuyorum. Ben ne oynuyorum?

- Güldü. Dişlerini gördüm. Bir tanesi kenarından kırıktı.

- Sen, dedi, seyirci oynuyorsun.

- Ha, sâhi! Dedim.

Ben seyirci oynuyordum. Başladım tepinmeğe. El çırpmaya. Üşüyordum. Paltomun yakasını kaldırdım. Onunki gibi koyun kürkü koyduracağım ben de. Yanaklarımda bir kürk serinliği duydum.

Artık hareket etmedim. Seyirciler kayboldu. Futbolcular kayboldu. Neden sonra yanıma geldi.

- Maç bitti, dedi.

- İyi ya, dedim. Kim kazandı?

- Ötekelir! Dedi.

- İşte bu olmadı. Dedim.

- Sen kim kazansın istiyorsun? Dedi.

- Bizimkiler, dedim.

- Bizimkiler kim

- Siz.

- Biz mi? Dedi. Bizim kazanmamızı mi istiyordun?

- Öyle ya, tabii, dedim.

- Neden? Dedi.

- Öbür tarafta tanıdığım kimse yoktu ki?

- Bizim tarafta var mıydı?

- Sen vardın ya; dedim.

- Budala dedi, ben de yoktum.

- Ben seni gördüm, dedim.

- Ne oynuyordum?

- Bek!

- Sâhi görmüşsün, dedi.

- Birisi seni düşürdü, dedim.

- Düşürdü, dedi.

- Topallıyorsun, dedim.

- Topallıyorum, dedi, sana ne?

- Hiç , bana hiç, dedim.

İçim burkuldu.

Birdenbire kaybettim onu. Seslendim:

- Panco, Panco!

Hiçbir cevap alamadım.

Birisi karanlıkta adımı çağırdı.

- İshak, İshak, dedi.

Cevap vermedim. Ses, onun sesi değildi. Ama sonra belki arkadaşımdın bir haber alırım diye:

- Ne var yahu? Dedim.

- İshak, İshak, dedi yine ses.

- Ne var yahu, ne var? Burdayım!

- Yanıma yaklaşan ayak seslerini tanıdım! Dedi. Yanında üç tane genç vardı. Biri kısa boylu, Ermeni suratlı idi. Ötekisi bir balıkçı ceketi giymişti. Mânasız bir yüzü vardı. Üçüncüsü upuzun biri idi. Aralarında kelimelerini binlerce kere duyduğum, mânalarını bilmediğim bir dil konuşuyorlar, anlamıyordum.

Onlar önde, ben arkada bir yokuş çıktık. Caddeye vardık. Cadde asfalttı. Işık içinde idi. Yerler ıslaktı. Yağmur kesilmişti.

- Yağmur yağmış, dedim kendi kendime.

Onları kaybetmiştim. Bir sinemanın gişesinde buldum. O kapıda bekliyordu. Bir tanesi bilet alıyordu. Uzun boylu bir balıkçı ceketli pis pis gülüyorlardı. O esmer, sakin, durgundu. Bana bakmadan benimle ilgili gibi idi.

Kendimi göstermemeğe çalıştım. Ben de bir bilet aldım. Onlar ön tarafta bir yere yerleşmişlerdi. Ben de kenarda ayakta durdum.

Onun karanlıkta sağa sola kıpırdandığını görüyordum. Önündeki adamla beraber o da sağa sola dönüyordu. Bir ara iyice yerine yerleşti. Elini yanağına dayadı. Seyre daldı. Sonra yine doğruldu. Başladı tırnaklarını yemeğe. Kalabalığın içinde pardesülü, kırk yaşlarında bir adam:

- Yeme tırnağını, diye bağırdı.

Gülümsedi. Işıklar yanmıştı. Üç arkadaşı kaybolmuştu. Önündeki tırnaklarını yeme diyen adam yanına geldi. Oturdu.

Bir şeyler konuştular, duymadım. Yakası kürklü eski arkadaşım pardesüsünün kolundan bir kaşkol çıkararak boynuna sardı. Ben siyah saçlarını görüyordum. Dönüp baktı. Beni tanımadı. Taşa, duvara bakmış gibi idi.

- Benim, yahu, benim, ben, arkadaşın, ben İshak demek için ağzımı açtım.

Sinemanın ağır havası ciğerime su gibi doldu. Sustum. Kalktılar. Işıklı çarşılardan geçtiler. Ben arkalarından mahzun baktım. Yapayalnız kalmış gibi idim. Onunla konuşaraktan bir lokantaya girdim. Lokantanın sahibi bir kadındı. Yanağında beni vardı. Halâ çocukluğunun genç kızı gibi idi. Gülümseyerek selâm verdi. Yirmi sene evveline gidiverdim.

Çok hasta olduğum zaman, ateşim kırka yaklaştığı zaman ellerim büyür. Dev gibi ellerim olur. Çoğunca çocukluğumda olmuştu.

- Ellerim büyüyor, derdim.

Büyükanam, yahut anam ellerimi soğumuş elleri içine alırlardı. "Yok bir şey, yavrum yok bir şey! Bak benim elimde ellerin" derlerdi. Sakinlerdim bir iki dakika. Yine büyürdü ellerim.

Ellerim büyürdü ellerim. Ellerim ne kadar büyürdü aman Yarabbi? Sokağa çıktığım zaman soğuktan ellerim küçülüverdi. Caddelerde idim. Binlere karşı birdim. On binlere karşı birdim.

- Panco, Panco diye haykırdım içimden.

Bir saate baktım. On bire çeyrek var. Caddeler tenha idi. Sinemalar dağılmamıştı. Sarhoşlar bana çarpmadı. Aralarından yılan gibi geçtim. Herkes Panco'ya benziyordu. Herkes maça gidiyordu. Pardesüsünün kürkünü kaldırmış gencin arkasından koştum.

Yakasından tutmak geçti aklımdın. Maça gidelim, diyecektim.

Hayır, hayır, seni o Alman lokantasına götüreceğim. Bir patates salatası yapıyorlar. Bir de spitzel yersin?

O pasajdaki birahaneye yine gitsem. O masaya otursam o masaya. İnsanlar gelse otursa çift çift kadınlı erkekli. Ben tek başıma. Milyonlar içinde tek başıma. Acı gitgide acıyor. Kavun acısı gibi, zehir gibi bir acı. Kaybettikten sonra bulduğumuz şey. Nedir o bil? Nedir o bil?

Kaybetmeden bulamadığımız bilemedin kaldır vur! Pencereden kim baktı. Neden baktı? Kapa gözlerini kapa. Ellerin büyüyor mu? Yok büyümüyor. Büyümüyor. Büyümüyor, büyümüyor, yaşasın. Ama acıyor, hayır acımıyor, yalan söyleme. Yüreğinin üstünde bir şey varmış gibi değil mi? Yalan. Mutlak bir yerde okudun. Yahut biri anlattı. Yahut aklında böyle kalmış. Yüreğinin üstünde bir şey yok. Yalnızlık. Yalnızlık güzel. Güzel değil. Kavun acısı. Kavun acısı da ne.

Sıcak sıcak börekler getirtti adamın biri. O olsa yerdi şimdi. Yemeği nasıl yiyordu bilmiyorum. Pardesüsünün yakası koyun kürkündendi koyun. Yanağında ufacı bir eski çıban izi vardı. Derisinin altından kan akmazmış gibi donuk esmer bir rengi vardı. Saçları kara, gözleri kara idi. Ne çıkar onlardan. Kara olmasalardı. Donuk esmer, altından kan akmazmış gibi solgun ve hiddetli rengi severim başka. Başkasında bulsam sevmem ki.

Yıldızlara baktım. Hani yıldızlar. Birahanede yıldız mı olur? Yıldızlara baktım. Bir sinemaya daldım. Geçen gün koşa koşa caddeden geçiyordu. Vakit beşe çeyrek vardı. Geç kalmıştı matineye. Koşa koşa o sinemaya girdi. Ardından baktım kaldım. Giremedim. Aksilik ediyor. Konuşmuyor. Hiç sesini çıkarmıyor. O zaman. O zaman buram buram buhar çıkan bir yere girmiş gibi terliyorum. Sonra üstüme kar yağıyor kar. Pıtır pıtır bir kar yağıyor. Tane tane bir kar. Aklım tabancalara gidiyor. Bıçaklara bıçaklara. Sevmiyorum bıçakları. Tabancalar. Beynimizde bir yerde küçük bir delik, etrafı siyah. Garip bir delik. Kan hafifçe sızmış. Beyin tıkayıvermiş deliği. İrin gibi bir şey akmış.

Ona ne, ona ne bundan. Bu benim kafatasımdaki delik. Ona da mı açmalı. Açmalı ya. Yalnızlıktan başka nasıl kurtulunur? Yalnız ölmek mi? Hayır insanların içinde, milyonun içinde iki ölü. Üç ölü. Dört ölü, beş ölü. Bırak ölüleri saymayı. Bu beşinci bira. Boş ver şu birahaneyi de. Camın dışarısını da. O gelmeyecek ki. Ha! sinemadaydık sâhi. Uçan daireden çıkan adam küçük bobinin elektrik fenerini aldı. Sokağa çıktı. Çocuk da arkasından.

Uçan daireyi iki nöbetçi bekliyor. Uçan dairenin önündeki robot dimdik.

O kürklü pardesüsünü çıkarmamıştı. Kürk hala serindi. O çıban izi olan yanağını serinliğe dayamıştı. Kürkün dudakları öpüyordu. Onu. İrkildi. Beni hatırlamıştı. Silkindi. Masanın üstünde alçıdan bir gemici biblosu dururdu. Ben onu ta uzaktan bir Avrupa şehrinin bayram yerinden kazanmıştım. Altına para kordum.

- Gemici paranı verdi mi?

- Verdi, verdi. Eyvallah gemiciye.

- Gemiciye eyvallah!

Yaz günleri o yanıma uzanınca rahat bir uykuya dalardım. Rüyamda hiçbir şeyi görürdüm. Hiçbir şeyi. Hiçbir şey kadar güzel şey var mı? Varsa ver bir lokma. Şu saatte. Hiçbir şey ölüm gibi güzeldir.

Öteki yıldızdan gelmiş adam taksiden atladı. Bütün ordu peşinde. Vur emri var. Vurdular. Askerler etrafını aldılar.

Geç geldiği zaman deli olurdum. Merdivende ayak sesleri yabancılaşınca kudururdum. Sonra birbenbire onun ayak sesleri, Kapıyı açık bırakmış olurdum. Öteki seyyareden gelir gibi gelirdi. Gözlerinden öperdim.

Çıkmalı. Buradan çıkmalı. Sinema bitti. Sokakların içinde sırtımda talihim, sırtımda kendim, yürümeliyim. Mahalle içlerine gitmeliyim. Evler görmeliyim. Gece yarılarından sonra hafif ışıklar yanan pencereler görmeliyim. Molozların üzerine oturup bekçi gözükünceye kadar bu 2 numaralı evi gözden geçirmeliyim. Yukardaki balkonlarda saksılar var. Yukarısı harap. Aşağısı harap. Ortası mükemmel. Hangi harapta oturuyor. Işık yakmamalı. Ağır ağır bir koridordan geçiyordum.

- Hırsız var! Hırsız var!

Sokaklarda koşmalı. Koşmalı. Bekçiler, polisler, düdükler arkamda. Hayır kimseler duymadı. Bir küçük odanın kapısın açıyordum. Orada harap bir karyolanın içinde, bir ayağı dışarda. İki ayağı da dışarda. İki ayağını yorganın içine sokuyorum. Derin bir nefes alıyor. Benden yana dönüyor. Bakıyorum. Çıban izi öbür tarafta. Tuhaf, hiddetli soluk yüzünde tatlı bir pembelik var. Kaşları ıslak ıslak. Dudakları kuru.

Kandil sönmek üzere. Meryem titriyor. Bu küçük karyoladaki kim? Eğilip ona da bakıyorum. Kocaman kocaman gözü var. Hiddetli bir derisi var. Bağıramıyor.

- Sus, sus diyorum.

Küçük kızın ağzını avucumla tıkıyorum. Çırpınıyorum.

- Gürültü etmezsen açarım avucumu, diyorum.

Kara gözlerini kapayıp açıyor. Avucumu ağzından çekiyorum. Sonra gidip öteki karyolaya oturuyorum. O hâla uyuyor. Gözümle etrafı arıyorum. Yakası kürklü pardesü orda. Giyiyorum. Bileklerim dışarda kamburlaşmış dolanıyorum odada. Küçük kız bana bakıyor. Avucunu ağzına kapayarak gülüyor. Molozların üstünden kalkıp yollara vuruyorum. Caddelerde şimdi yalnız sarhoşlar, pezevenkler ve şunlar bunlar var. Hepsi de hoş hoş adamlar. Hepsinin sırtında talihleri ve kendileri. Yalnız yalnız. Bir karı ile yatarken bile yalnızlar. Bir açık yer bulsam. Bir bira daha içsem. Yok, her yer kapanmış.

O hâla uyuyor. Kaşları ıslak ıslak. Nefesine yüzümü tutuyorum. Başının altındaki iki yastıktan birini çekip alıyor, onun ayak ucuna koyuyorum. Oraya da ben kıvrılıp yatıyorum. Ellerim büyüyor, büyüyor, büyüyor, büyüyor, büyüyor.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

ALEKSANDRA

 

“Ben aşka dair konuşmamalıyım; yalnızlık kuyuma taş düşmemeli.”

 

“Aşkla alay etti” dediği Aleksandra, Sait Faik’in büyük aşkıdır. Esmer, orta boylu, kıvırcık saçlı, yüz hatları sertçe bir kadındır. Amcası razı olmadığı için evlenemediği Aleksandra’nın kendisini sevdiğine bir türlü inanamayan Sait Faik, bir arkadaşıyla söz birliği ederek Aleksandra’ya bir oyun oynamış: Arkadaşı, bir akşam Sait’ten gizli Aleksandra ile buluşmak isteyecek ve o, bu teklifi kabul ederse Sait Faik, Aleksandra’nın kendisini sevmediğini anlayacakmış. Neler olup bittiğini bilmeyen Aleksandra, bu teklifi kabul etmiş. Bunu duyan Sait Faik, o kadar sinirlenmiş ki Ada’da oldukları bir gün Aleksandra’nın üzerine yürümüş.

Bu olaydan sonra bir daha hiç görüşmemişler ama Sait Faik, Aleksandra’yı hiç unutmamış, unutmaya çalıştıkça, yaşadığı yere gitmiş, sokağında dolaşmış, gördüğü her yüzde onu aramış:

 

BİR MASA

Bize bir masa ayır Yanakimu

Aleksandram’la benim için

Bir masa

Üstü çiçeksiz

Örtüsü gazeteden

Şarabı aşktan

Hem hülyadan

 

Aleksandra’m mızıka çalsın

Siyaha çalar parmaklarıyla

Güftesi bayağı şarkılar

Adi havalar

Meyhane acı zeytinyağı koksun

Sen hoşnut ol Yanakimu

 

Yıllar sonra bir kez, bir dişçi muayenehanesinde karşılaşmışlar ama birbirlerine tek söz etmemişler.

 

Kitaplık - Sait Faik Abasıyanık Özel Sayısı

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Çıplak heykeller yapmalıyım.

Çırılçıplak heykeller

Nefis rüyalarınız için

Ey önümden geçen ak sakallı kasketli,

Yırtık mintanından adaleleri gözüken

Dilenci

Sana önce

Şiirlerin tadını

Aşkların tadını

Kitaplardan tattırmalıyım

Resimlerden duyurmalıyım, resimlerden...

 

Şu oğlan çocuğuna bak

Fırça sallıyor

Kokmuş manifaturacının ayağına

Dörtyüzbin tekliğinden

On kuruş verecek.

 

Seni satmam çocuğum

Dörtyüzbin tekliğe,

Ne güzel kaşların var

Ne güzel bileklerin

Hele ne ellerin var, ne ellerin.

 

Söylemeliyim,

Yok

Yok... meydanlarda bağırmalıyım.

Bu küçük

Güllerin buram buram tüttüğü

Anadolu şehri kahvesinde

Kiraz mevsiminin

Sevişme vakti olduğunu.

 

Resimler seyrettirmeli, şiirler okutturmalıyım

Baygınlık getiren şiirler

Kiraz mevsimi, kiraz

Küfelerle dolu Pazar.

Zambaklar geçiriyor bir kadın.

Bir kadın bir bakraç yoğurt götürüyor

Sallıyor boyacı çocuğu fırçasını

Belediye kahvesinde hâlâ o eski, o yalancı

O biçimsiz bizans şarkısı.

 

Sana nasıl bulsam, nasıl bilsem,

Nasıl etsem nasıl yapsam da

Meydanlarda bağırsam

Sokakbaşlarında sazımı çalsam

Anlatsam şu kiraz mevsiminin

Para kazanmak mevsimi değil

Sevişme vakti olduğunu...

 

Bir kere duyursam hele güzelliğini, tadını,

Sonra oturup hüngür hüngür ağlasam

Boşa geçirdiğim, bağırmadığım sustuğum günlere

Mezarımda bu güzel, uzun kaşlı boyacı çocuğunun

Oğlu bir şiir okusa

Karacaoğlan’dan

Orhan Veli’den

Yunus’tan, Yunus’tan...

http://farm4.static.flickr.com/3031/2731392261_e069034552.jpg

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Yılan Uykusu

İşte karşı karşıyasın. İşte o da senin gibi; elli ayaklı, kaşlı gözlü, sıhhatli hasta, sarışın esmer, kafası var, saçları var, kirpikleri var, yalan söyleyen ağzı var. Yüzünde küçük küçük kavga, taş, düşme izleri. Yaramaz bir çocukluğun her şeysi, ufak ufak her şeysi. İşte elleri, parmakları, işte ayakları. Kim bu? İnsanoğlu! Senin gibi tıpkı tıpkısına apaynı.

İşte gözlerinde yaş, işte gülüyor. İşte ekmeği ısırıyor. Bak patates salatasını attı ağzına. İşte çatalında uskumru. İşte şarap bardağı dudağında. İnsanoğlu, tıpkı senin gibi apayrı. Üstelik seviyorsun da onu. Dudağının kıvrımını seviyorsun. Saçının karasını seviyorsun. Kaşının bükülüşünü, alnının genç kırışığını.

İşte senin gibi apayrı. Canına sokacağın geliyor. İşte gazete okuyor. İşte cıgara paketine imzalar atıyor. İşte portakal yiyor. İşte türkü söylüyor. Bilmediğin dilden bir türkü söylüyor. Arada bildiğin, kanında dolaşan şu Türkçe dilinden "karabuberim buberim buberim!" diyor. Sonra "Asepiya piluti Keton İbrahim!" İşte karşı karşıyasın. Haydi bakalım bil onu. Anla bakalım. Kendini anlat bakalım. İşte sıkılıyor. Geniş geniş nefes alıyor. İşte cıgara paketine sevdiğin parmaklar uzandı. İşte sevdiğin dudağın kıvrıntısından duman çıkıyor. Haydi bakalım. Bil onu bakalım. Kimdir? Senin hakkında ne düşünür? Şu saatte nerede olmayı ister? Senin sevgin umurunda mı?

Haydi bil bakalım. "Karabiberim, karabiberim, biberim nasıl edelim, nasıl edelim, candarmalar geliyor, cızlam edelim."

İşte karşı karşıyasın. Haydi bakalım. Söyle söyleyeceğim. De diyeceğini. Dinler de. Tatlı tatlı dinler de. Sevgiden söz aç. Ne çıkar; o seni anlarsa değil, sen onu anlarsan bir şeyler olacak.

İşte karşı karşıyasın. Birdenbire kalkar, dudaklarından öpebilirsin. Gözlerini kapar. Ne güzel gözlerini kapar. Belki de seni görmemek içindir. Sen de kaparsın gözlerini. Belki de onu görmemek içindir. Ne sen onu, ne o seni anlıyor. Belki anlamak ikinizin de işine gelmiyor. "Tam, tanı, kendini tanı". İşe başla bir kere bu yönden. Sonra onu da anlayacaksın.

Birdenbire bulunduğumuz odanın kapısı açılıverdi. İçeriye rüzgâr girdi. Soğukla beraber yapraklarını dökmüş bir ağaç girdi. Ağacın arkasından duman, dumanın arkasından bir kuş, kuşun arkasından bir bulut girdi.

Sonra... Sonra kar yağmaya başladı. Kütüphanenin camı buz tutmaya başladı. Ampulün ışığı buza girip çıktı. Üşüyerek yine tavandaki şişesine girdi. Elbiselerimin cepleri buzdan kaskatı kesilmişti. Elimi cebime de sokamıyordum. Soba harıl harıl yanıyordu. Sobanın üstünde buzlar eriyordu. Demin yanımda olan şimdi yandaki odaya geçmişti. İki odayı birbirinden ayıran kapıyı açmış, bana bakıyordu. Kuş ağaca tünemiş, kabarmış oturuyordu. O kuşa ıslık çaldı. Kuş cevap vermedi. Bana döndü. "Buz kestin orda, dedi, bu odaya gelsene!" "O oda sıcak mı?" diye sormuşum gibi "sıcak ya, dedi, bu oda ısındı" "senden mi?" diye sormuşum gibi "benden ya, dedi". Sobaya baktım. Harıl harıl yanıyordu. Herhalde sobada bir bozukluk olacak diye boruya elimi sürmemle çekmem bir oldu.

O içeriki odadan sanki beni görüyormuş gibi: "Sobada iş yok!" dedi.

İçeriki odaya geçtim. Yatak hazırdı. O ta köşeye büzülmüştü. Yanına sokuldum. Sıcacıktı. Hamam gibi idi. "Dondum sobalı odada yapayalnız," dedim, "burası ne iyi imiş!..." "Kuş ne oldu?" dedi. "Ağaçta," dedim. "Donacak zavallı," dedi, "buraya al onu da." "Bırak şimdi kuşu," dedim. İçime bir şeyler doğmuştu. Birdenbire yine garipsemiştim her şeyi. Onun yanı sıcacıktı. İçeriki sobalı odada soba harıl harıl yanıyordu. Ama kütüphanenin camı buz tutmuştu. Sonra içeride kuru dallarına kar birikmiş bir ağaç vardı. Ağacın üstünde kuş. Kuş soğuktan

kabarmıştı. Sabaha ya çıkar ya çıkmazdı. Yine "Kuşu buraya al! Kuşu buraya al!" dedi. İstemeye istemeye kalktım. Sobalı odaya girdim. Kuşu aldım ağaçtan. Kütüphanenin camındaki buzu tırnağımla kazıdım. Sobaya baktım, sönmek üzere idi. Bir iki odun attım. Döndüm geldim ki, yatak bomboş. Yatağın kenarındaki komodinin üzerine bir kâğıt bırakmıştı. Aldım. İkiye katlamıştı. Açtım; bomboş. Kuşu komodinin üzerine bıraktım. Ötmeye başladı. Bu oda hâlâ sıcacıktı. Hâlâ dudağının kıvrımı, hâlâ kaşının yaramaz çocukluğundan kalma tüysüz yara çizgisi odanın içinde çocukların mütalaa saatlerinde yapıp attıkları kâğıttan uçaklar gibi başıma düşüyorlardı.

Yatağımın üstüne oturdum. Bir cıgara yaktım. İçeriki odadaki ağaç buzlu cama pat pat vuruyordu. Sobanın sesini duyuyordum. Bulunduğum odanın kapısı vuruldu. "Girin!" diye haykırdım. Üstünde yeşil renkli bir yağmurlukla bir adam girdi.

"Buyurun," dedim. "Kimi istiyorsunuz?" Adam dikkatle yüzüme baktı. Sonra etrafına bakındı. "Nerede o?" dedi. "Kim?" dedim. "Demin burada sizinle beraber bulunan," dedi. "Bilmem kalktı gitti," dedim.

Yorganı açtı. Yüzüme baktı. "Neye yalan söylüyorsunuz?" dedi. Dönüp baktım. Demin büzüldüğü yerde uyuyordu. Mışıl mışıl uyuyordu. Alnı terli idi. Komodinin üstünden kuş kalkıp saçlarına kondu. Bir kuytu ormanda bülbül gibi şakıdı.

Biz adamla yandaki odaya geçtik. Şimdi odaya lapa lapa kar yağıyor. Onun yeşil muşambasına, benim pijamama birikiyordu. Ama ben üşümüyordum. O ellerini hohluyor, uğuşturuyordu.

"Bırak uyusun, biz konuşalım," dedi. "Konuşacak bir şey yok," dedim. "Hem burası soğuk. Gidip ben de yatmalıyım. Yarın erken kalkacağım."

Yüzünü hiddet bürümüştü. Elleri titriyordu.

"Durun hiddetlenmeyin, isterseniz konuşalım ama üstüme bir şey alayım," dedim. Dışarı çıktım. Paltomu giyip geldim. Oda birdenbire değişivermiş, her zamanki odamın halini almıştı. Adam kanepede rahatça oturuyor, cıgara içiyordu. Beni görünce "Anlaştık, anlaştık." dedi.

"Kiminle anlaştınız?" dedim. "Sizinle" dedi. "Ne zaman?" dedim. Güldü. "Kuş bana anlattı," dedi. Ferahlayıverdim. Kuş anlattı ise herhalde iyi şeyler anlatmıştır. Kuşlar kötü şey anlatır mı?

"Kuşlar anlatır mı?" dedim. "Tabii anlatır," dedi, "çocukken annem sen bugün mektepte hocaya dilini çıkarmışsın! Ayıp değil mi sana? derdi. Yalan vallahi anne, derdim, sana kim söyledi. Bana bir kuş söyledi, derdi. Bu kuş işte o kuş," dedi. "Hep şeyi anlattı mı?" dedim. "Anlattı" dedi.

Rahat ettim. Kuşlar kötü şey söylerler mi hiç? Küçük dedikoduların zararı yok. "Öyle ise" dedim, "mesele yok." "Yok, yok, dedi, şu cıgaramı içeyim gideceğim". Kütüphanenin camı yine buz tutmaya başladı. Kapı açıldı. Ağaç girdi. Ağacın arkasından kuş girecek diye bekledim; girmedi. Ama bulut girdi.

Oda yine değişmiş, yine soğumuştu. Bu sefer kitapların kenarından da buzlar sarkıyordu. Olur şey değil, diye söylendim kendi kendime. Ya adam da değişirse: Kanepede büzülmüş, ellerini hohluyor, kafasını sallıyordu. Burnu soğuktan kıpkırmızı kesilmişti. Ama bana bakarken gülüyordu. Değişmemişti. Deminki gibi idi. "Eh bana müsaade artık," dedi. Hayırlı geceler!" "Hayırlı geceler!" dedim.

İçeriki odaya girmek canım istemiyordu. Herhalde o da kalkıp çoktan gitmiş olacaktı. Kuşla beraber pencereden çıkmış olacaklardı. Ama o oda herhalde hâlâ sıcaktı. Ağacı yerinden söküp balkon kapısından fırlattım. Dumanla bulut da onun arkasından kendi kendilerine gittiler.

Odam biraz ısınmıştı. Soba gürül gürül yanıyordu. Anahtarı biraz kıstım. İçeriki odaya geçtim. Yorganı açtım. Köşeye büzülmüş mışıl mışıl uyuyordu. Kucakladım. Kuş onun kafasından benim kafama, benim kafamdan onun kafasına konup duruyordu. Sabaha kadar kuşun kanat seslerini, onun mışıl mışıl uykusunu duydum.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

“ Sizi bekliyorum. Sizi göreceğim; içimde bir şey koşacak. Siz görmeden geçeceksiniz. Ben kederle sevinci duyup dalacağım istediğim âleme. Dünyayı yeniden kederlerle kuracağım. Sonra çarşılardan çarşılara, insan sesleri arasında, her şeyi sizinle kurulmuş bir şehirde dolaşacağım. Herkes geçti, siz geçmediniz. Yüzünüzü göremedim. ”

Havuz başı öyküsünden.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...