Jump to content

Samuel Beckett ve Oyunları....


birunsatan

Önerilen Mesajlar

SAMUEL BECKETT ve OYUNLARI:

 

1906 da Dublinde İrlandalı,protestan, orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Alçak gönüllü bir yaradılışı olan Beckett , içe kapanık ve katı ilkelere sahiptir

 

Godot’yu Beklerken: En çok sahnelenen ve tartışılan oyunudur. Oyunun karakterlerinden Vladimir ve Estragon’un birbirini tamamlayan kişilikleri vardır. Vladimir düşünce ve duygu anlamında Estragon'dan daha gelişmiştir. Estragon ise sürekli insanın içgüdüsel yönünü simgeler. Sürekli acıkır, uykusu gelir. Varlığının sınırları üzerine kafa yormaz. Estragonu her seferinde Godot’un geleceğine dair Vladimir ikna eder. Yeryüzünde uzun yıllardır yaşıyormuş izlenimi veren bu ikili, varolduğu kuşkulu olan bir geçmişle ne olacağı bilinmeyen bir gelecek arasında şimdinin tutsağıdırlar. Doğumla ölüm arasındaki anlamsız hayatı sürdürürler. İntiharı düşünürler ama bir türlü gerçekleştiremezler. Estragon havucu yedikçe onu daha çok sevdiğinin ayrımına varır. Vladimir tam aksi bir tepki verir.

Pozzo ve Lucy de birbirlerini tamamlayan kişiliklerdir.Ancak onların ilişkisi daha ilkel düzeydedir.Pozzo sadist efendi, Lucy uysal köledir.

Godot’un kendisi de anlayış ve ceza dağıtımında adaletsizdir. Koyunlara bakanı dövüyor, keçilere bakana daha farklı davranıyor. Godot ile randevunun belirsizliği sürekli vurgulanmış. Godot’nun güvenilmezliği ve usa sığmazlığını ve ona bağlanan umutların boşa çıkarılarak yinelenmesidir. Godot’yu bekleme eylemi özellikle absürd gösterilmektedir.

İkinci bölümde ise Pozzo kör olmuş, Lucy’nin dili tutulmuş ama hala birbirlerine bağlıdırlar. Onları bağlayan ip yine Pozzo dadır. Pozzo Lucy’i amacı belirsiz bir yolculuğa doğru sürüklerken diğer ikili hal Godot’u beklemeyi sürdürürler.

Vladimir’in Godot’un geleceğine olan inancının azalmamasından ve ikinci bölümde ağacın yeşermesinden Beckett’in hiçlikçi olduğunu söyleyemeyiz.

 

Sen Quentin cezaevinde sahneye konan bu oyun mahkumlar üzerinde büyük etki bıraktı çünkü her şey fazlasıyla gerçekti.

 

Oyun Sonu: Bir düzeneğin durana dek işleyişini anlatır. İki ufak pencereli çıplak bir odada yaşlı kör Hamm bir sandalyede oturmaktadır. dışarıdaki dünyanın ölü olduğu oyundaki dört kişinin son kurtulanlar olduğu sanılır. Uşak olan Clov Hamm’dan nefret eder onu bırakacağını söyler ama yine de onun buyruklarına boyun eğer. Clov giderse Hamm ölecek aynı zamanda Hamm da ölecektir. Hamm bencil, baskın bir efendidir. Hamm’ın üzerinde büyük bir suçluluk yükü vardır. İstese ondan yardım isteyen bir sürü insanı kurtarabilirdi ama şimdi kendi erzakları da bitmektedir. Yani dünya tükenmektedir nedeni de bireysel bencilliklerimizdir.

Hamm anne, babasından nefret eder ve pasaklıdır, Clov aksine düzen delisidir. Clov ve Hamm da birbirlerine karşılıklı bir bağımlılık ilişkisiyle bağımlıdır. Birbirlerini bırakmak isteyen birbirleriyle savaş halinde olan yine birbirlerine bağımlı. Bu tek bir kişinin kişiliğinin temel unsurlarının karşılıklı bir ilişkinin bir görüntüsüdür. Özellikle kişilik kendisiyle çatışma halindeyse.

“Oyun Sonunda yoğun bir bunalımla yaşanan ,çok güçlü bir ölüm , sıkıntılı bir ağırlık ve umutsuzluk anlatımıyla da karşılaşırız.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Hiç için Metinler'den

 

 

 

-I-

 

 

Aniden, hayır, sonunda, en sonunda, katlanamadım daha fazla, sürdüremedim. Burada kalamazsınız, dedi biri. Orada kalamazdım ama sürdüremezdim de. Yeni betimleyeceğim, önemi yok bunun.

 

Dümdüz doruğu, bir dağın, hayır, bir tepenin, ama çok vahşi, çok vahşi, kes yeter. Bataklık, diz boyu fundalık, göze çarpmayan patikalar, yağmurların açtığı derin yarıklar.

 

İşte bunlardan birinde uzanmış yatıyordum rüzgârdan korunarak. Manzara göz alıcıydı, bir de şu her şeyi, vadileri, gölleri, ovayı, denizi gölgeleyen sis olmasaydı. Nasıl sürdürecektim, başlamamam gerekiyordu, hayır, başlamam gerekiyordu. Neden geldiniz, dedi biri, belki aynı kişiydi. Sıcak ve kuru yuvamda kalabilirdim ama kalamamıştım.

 

 

 

Evimi betimleyeceğim size, hayır, yapamam bunu. Çok kolay doğrusu, artık katlanamıyorum, insan böyle söylüyor işte. Bedenime, Haydi ayağa kalk, diyorum, harcadığı çabayı hissediyorum, yolun ortasında yığılıp kalan ve kalkmaya çabalayan, çabalamayı sürdüren, başaramayınca da çabalamaktan vazgeçen yaşlı bir beygire benzetiyorum onu. Kâfaya, Onu rahat bırak, rahat dur, diyorum, soluk alıp verişi duruyor, sonra eskisinden daha kötü biçimde başlıyor yeniden.

 

Tüm bu hikâyelerden uzaktayım, hiç kafamı kurcalamamam gerekirdi onlarla, hiçbir şeye gereksinme duymuyorum, ne daha çok ilerlemeye, ne de bulunduğum yerde kalmaya, gerçekten de umursamıyorum tüm bunları, uzaklaşmalıydım onlardan, bedenimden de, kafamdan da, kendi aralarında uzlaşmaları için, son bulmaları için bıraksaydım onları, yapamıyorum, benim son bulmam gerekiyor. Ya evet, sanki birden çok kişiyiz biz, hepimiz sağırız, sağır bile değiliz, yaşam getirmiş bizi bir araya. Bir başkası, ya da aynısı, ya da ilki, Evinizde kalmanız gerekirdi, diyor, tümünün de aynı sesi, aynı düşünceleri var. Evimde. Evime dönmemi istiyorlar. Yaşadığım yere. Sis olmasa, keskin gözlerle, bir dürbünle, görebilirdim buradan.

 

Yalnızca yorgunluk değil nedeni, yorgun değilim yalnızca, tırmanışa karşın. Burada kalmak istemem gibi de bir nedenim yok. İşitmiştim, manzaradan söz edildiğini işitmiş olmalıydım, uzaktaki deniz sanki kurşun dökülmüş gibiydi, altın ovalar dillerden düşmüyordu, çifte vadiler, buzul gölleri, dumanlara bürünen kent, hepsi yediden yetmişe ağızlardaydı. Aslında kim bu insanlar? Ardımdan mı geldiler buraya kadar, önümde miydiler, birlikte miydik yoksa? Yüzyılların, kötü havalı yüzyılların kazdığı çukurun dibindeyim, yavaş yavaş emilen sarı bulanık bir suyun üzerinde biriktiği kara toprağa uzanmışım yüzüstü.

 

Yukarıda duruyorlar, çevrelemişler beni, mezara koyulmuşum sanki. Bakışlarımı kaldıramıyorum onlara, ne yazık, yüzlerini göremezdim, fundalıklara gömülü bacaklarım belki. Görüyorlar mı beni, neremi görüyorlar? Belki kimse kalmadı geride, belki usandı ve gitti tümü de. Kulak veriyorum, işittiğim hep aynı düşünceler, her zamankiler demek istiyorum, tuhaf şey. Lime lime gökyüzünden güneşin tüm vadide pırıl pırıl parladığını düşünmek.

 

Ne kadar süredir buradayım, ne biçim soru bu, defalarca sordum kendime. Defalarca da verdim yanıtını, Bir saat, bir ay, bir yıl, yüz yıl, diye, burası, ben ve olmak kavramlarından anladığıma göre değişiyordu, olağanüstü yanıtlar da aramıyordum orada, pek değişmiyordum orada, biraz değişiyor gözüken burası yalnızca. Geleli çok zaman geçmedi, yoksa dayanamazdım, diyordum ya da.

 

Kervan çulluklarını duyuyorum, gün bitimini imliyor bu, gecenin oluşunu, kervan çullukları böyle çünkü, bütün gün suskun kalıp, karanlık basarken bağırıyorlar, bu yabanıl ve benimle karşılaştırıldığında kısa ömürlü yaratıklar böyle işte. Çok iyi bildiğim şu yanıtlanamayan öteki soru, Neden geldiniz, sorusuna da, Değişmek için, ya da, Ben değilim, ya da, Rastlantıyla, ya da Güneşli uzun yıllar görmek için, ya da, Yazgı, diye yanıt veriyordum, duyumsuyorum geldiğini başka bir sorunun, gelsin, hazırlıksız yakalanmayacağım nasılsa. Her yanımı gürültü sarmış, ağzına kadar dolu bataklığın emip duruşu sürekli, dalgalanan dev eğreltiotları, dingin uçurumlar barındıran fundalıklarda boğulan rüzgâr; yaşamım ve bildik nakaratları.

 

Görmek için, değişmek için, hayır, görecek bir şey kalmadı, gözlerim kızarana kadar, gördüm her şeyi, kötülükten kaçma olanağı da kalmadı, kötülük yapıldı, kötülük yapılmıştı bir gün, kendi yoluna gidecek olan, kendi yoluna gitmelerine izin verdiğim ve beni buraya sürükleyen ayaklarım beni dışarı sürüklediği gün yapılmıştı, işte bunun için geldim.

 

Yaptığım şey, çok önemli olan şey, soluk alıp verip, dumandanmış izlenimi veren sözcükleri yinelemek kendime, Gidemem, kalamam, ne olacak şimdi. Ya duyumsal olarak? Tanrım, yakınmaya hakkım yok, evet o ta kendisi, yalnızca kar altına gömülmüş gibi boğuk çıkıyor sesi, sıcaklığını biraz yitirmiş gibi, uykusunu biraz yitirmiş gibi, iyice, izleyebiliyorum onları, tüm sesleri, tüm bölümleri, oldukça iyi izleyebiliyorum, soğuk sarıyor her yanımı, ıslaklık da, en azından ben öyle sanıyorum, uzaktayım. Romatizmama gelince, düşünmüyorum artık onu, annem sağlığında romatizma çekerken nasıl bu acı vermediyse bana; şimdi benimki de vermiyor. Akbabayı anımsatan bu yabanıl yüzdeki dirençli ve sabit bakışlar, akbabaların günü belki de bugün. Yukarıdayım ben, aşağıdayım da aynı zamanda, bakışlarım üzerimde, yere uzanmışım, gözlerim yumulu, kulağım emip duran bataklığa yapışık, aynı düşüncedeyiz, hepimiz aynı düşüncedeyiz, eskiden de öyleydi, hep öyleydi, seviyoruz birbirimizi, acıyoruz birbirimize, ama bir de şu var, hiçbir şey gelmiyor elimizden birbirimiz için.

 

En azından bir şey kesinlik kazanmış durumda, bir saat içinde her şey için çok geç olacak, yarım saat içinde, gece olacak, ama henüz olmadı, kesin değil bu, kesin olmayan ne, saltık bir kesinlik bu, günün izin verdiğini gecenin engellemesi yani, bununla uğraşmasını bilenlere, bununla uğraşmak isteyenlere, yeterince gücü olanlara, yeniden denemek için gücü olanlara.

 

Evet, gece olacak, sis dağılacak, tüm dalgınlığıma karşın tanıyorum sisimi, rüzgâr sakinleşecek ve gece göğü bana yolumda bir kez daha kılavuzluk eden Büyük ve Küçük Ayı Takımyıldızı da içinde olmak üzere tüm ışıklarıyla açılacak dağın üzerinde, hadi bekleyelim geceyi. Her şey karışıyor birbirine, zamanlar, zaman kipleri karışıyor birbirine, başlangıçta burada bulunuyordum yalnızca, şu anda hâlâ buradayım, birazdan artık bulunmayacağım burada, yamacın ya da korunun sınırındaki eğreltiotlarının arasında ter döküyor olacağım, karaçamlar, anlamaya çalışmıyorum, bir daha asla anlamaya çalışmayacâğım, böyle diyor insan, şimdilik buradayım, hep buradaydım, hep burada olacağım, artık korkmuyorum büyük sözcüklerden, büyük değil onlar.

 

Gelişimi anımsamıyorum, asla gidemeyeceğim buradan, bana eşlik eden küçük topluluğum, gözlerim yumulu ve yanağıma değen kara toprağın nemini ve katılığını duyumsuyorum, şapkam düştü, uzağa düşmedi ya da rüzgâr sürükledi onu uzağa, boynuma bağlamıştım onu. Bazen deniz, bazen dağlardı, çoğu kez de ormandı, kentti, ovaydı da, evet ovalarda da düşüp kalktım, dört bir yanda açlığın, yaşlılığın eline, ölüme bıraktım kendimi, cinayete kurban gittim, boğuldum, sonra hiç nedensiz can sıkıntısından öldüm, son soluğumu verirken sanki yeni bir yaşam yeşerdi içimde, canlandım, sonra odalarda doğal ölümlerle yüz yüze geldim, yatağıma uzanıp, ev içi tanrılarının gazabına uğradım, hep aynı öyküleri, aynı sözleri, aynı soruları, aynı bilgisizliğin sınırlarındaydım, beddua dökülmedi dudaklarımdan, o kadar da aptal değildim, ya da çıktı da anımsamıyorum bunu.

 

Evet, beni yatıştırması için, bana eşlik etmesi için, sonuna kadar, hep fısıltıylaydı, kulaklarımı açıyordum iyice, eski öyküler için kulaklarımı açıyordum iyice, aynen babamın beni dizlerine oturtup da, bir fener bekçisinin oğlu olan Joe Breem miydi, Breen miydi, birinin öyküsünü, tüm kış boyunca, art arda her akşam okurken yaptığım gibi. Bir öyküydü, bir çocuk öyküsüydü, her şey fırtınada; bir kayanın üzerinde olup bitiyordu, anne ölmüştü, martılar gelip fenere çarpıyorlardı, Joe dişlerinin arasında bir bıçak, denize atlıyordu, yalnızca bunu anımsıyorum, yapması gerekeni yapıyor ve geri dönüyordu, tüm anımsadığım bu akşam, mutlu bir sonla bitiyordu, kötü başlıyor, iyi bitiyordu, her akşam, bir oyundu bu, çocuklar için.

 

Evet, babamdım ben ve çocuğumdum, kendime sorular sordum, elimden geldiğince yanıtladım bunları, art arda her akşam anlattırdım kendime, ezbere bildiğim ama bir türlü inanamadığım bu aynı eski öyküyü, ya da el ele, hiç konuşmadan, kendi dünyalarımıza gömülmüş, her birimiz kendi dünyasına gömülmüş, eller birbirinin içinde unutulmuş yürüdük. İşte şu ana kadar böyle dayanabildim. Bu akşam da işler yolunda görünüyor, kollarımın arasındayım ben, kendimi kollarımın arasında, büyük bir sevgiyle olmasa da bağlılıkla, evet bağlılıkla tutuyorum: Uyu şimdi, şu uzaktaki lambanın altındaki gibi, birbirine sarılmış, bu kadar çok konuşmaktan, bu kadar çok dinlemekten, bu kadar çabalamaktan ve oynamaktan yorgun düşmüş

--------------------

Hiç için Metinler'den XII

 

 

-XII-

 

Varolduğum yer, gideceğim, anımsanacağım, düşleneceğim yer bir kış gecesiydi, önemi yok bunun, inanıyordum kendime, inanıyordum kendim olduğuma, hayır, gerek kalmadı buna, başkaları var ya, nerede, başkalarının dünyasında, uzun ölümlü yollar üzerinde, göğün altında, bir sese sahip, hayır, gerek kalmadı,

 

hareket edecek güç de kalmadı arada sırada, başkaları, sahici olanlar hareket ediyorlar ya ama yeryüzünde, yeni bir ölüm, yeni bir uyanış süresince, burada bir şeyler değişsin de, bir değişim olsun da, doğumlar daha uzak olsun diye, ölümler daha uzak olsun diye, ya da bu anı ve düşlerle dolu fısıltının içinde ve dışında yeniden yaşama dönülsün diye beklerken.

 

 

 

Aysız, yıldızsız, ama aydınlık bir kış gecesi, görüyor bedenini, tüm önünü, önünün bir parçasını, ne aydınlatıyor bu olanaksız geceyi, bu olanaksız bedeni, onda anımsıyorum kendimi, sahici geceyi, sabahsız geceyi düşlüyorum, ve nasıl yarına çıkacağını, yarına nasıl katlanacağını, tanla birlikte yükselen güne; düne nasıl katlandıysa öyle katlanacak.

 

Ah biliyorum, ben değilim o, henüz değilim, eski bir savaşçı o, günlere ve gecelere alışık, ama unutuyor, beni düşünüyor, gerektiğinden çok düşünüyor,gün doğumuna daha çok var, belki de sonunda geldi güneşin bir daha doğmayacağı gün.

 

Söylediği bu işte, birazdan kendisinden ayrılacak sesiyle, belki bu gece; nasıl da aydınlık, diyor, nasıl geçireceğim yarınımı, dünümü nasıl geçirdimse, yarınımı da öyle geçireceğim, öf,işte bitti, sabaha daha çok var, kim konuşuyor benimle böyle, sanki yerini almışım gibi, yaşamına kastetmişim gibi kim yok sayıyor böyle beni, ah şu hiç kurtulamadığım utanç duygum engel oldu yaşamama, yaşamaktan duyduğum utanç engel oldu yaşamama, işte böyle, aynı saçmalıkları yineleyip duruyor, çenesi yüreğinde, kolları diz hizasında sallanıyor, gecenin içinde.

 

Beni onun içine, hala yaşayan onun içine, sürüklemeyi başaracaklar mı bakalım, benim anım ve düşüm bu, ama orada değil miyim uzun süredir, orada değil miydim oldum olası, bir zerre duyulan pişmanlık gibi; can çekişip duranın gizli tuttuğu gecem değil mi bu, duruşmadan kaçtığım davam değil mi bu; şuandan başlayarak ölene kadar varolabilmem için tek şansım elimdeki,peki böyle zırvalayan kim, öf, her yanda sesler, her yanda kulaklar var, biri konuşmaya ara vermeden, Kim konuşuyor, diyor, biri işitiyor, dilsiz biri, herkesten uzakta hiçbir şey anlamıyor, her yana dağılmış bedenler, eğilmişler, yerinde duruyorlar, umutlarımın yeşerdiği yerde, umutlarımın sıfırlandığı yerde, şu ilk gelenden farksız.

 

Kimse beklemeyecek, o da, ötekiler de beklemeyecek, kimse ben onun içinde yaşayayım diye, onunla birlikte öleyim diye beklemedi hiç, ama acele edin, tümü de ölüyor, Hadi çabuk ölelim,çabuk, o olmadan, yaşadığımız gibi, daha çok gecikmeden, yaşadıklarımız elimizden alınmadan, diyerek. Şimdi geldik ötekine,doğal bu, beni başarısızca üstlenmeye çalışarak, kendini başarısızca silmeye çalışarak saçmalayıp duran, şu son öteki konusunda, sayıdan da, kişilikten de yoksun, terk edilmiş varlığı ilgi odağımız olan öteki konusunda hiçbir şey söylenemez.

 

Bakın üçüne de güzel bire indirgendi, hem de hiçten farksız bir bire. Öyleyse,zamanı geldi, dememi bekliyorlar, yeryüzü bu işte, artık yitirmekte olduğum bana verilmiş olan beynim, yüreğim gibi organlarım, onları yitirir yitirmez bir başkasına ait olacak, çok teşekkür ederim;burada ona böylesine sıkı sözler ettirildiğini işitince, gülüyor,varolmayan bilgeliğin sessiz gülüşüyle, düşkünleşmeye başladınız,itiraf edin bunu, bisiklete binmeye başlayacaksınız sonunda.

 

Muhasebeciler korosu bu, tek bir kişiymişcesine söylüyorlar düşüncelerini, onlara katılacaklar var ayrıca, yeryüzündeki tüm insanlar bile yetmeyecek, milyarların bitiminde gereksinme duyuyorsunuz bir tanrıya, varlığına tanıklık edilmeyen her şeyin tanığına, her şeyin berbat olması nasıl da mutluluk verici, hiç bir şeyin hiçbir zaman olmaması, yaşamasız sözcüklerden başka varolan bir şeyin olmaması.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

BeCKETT YÜZ YAŞINDA

 

Samuel Beckett bu yıl yüz yaşında. Oysa on yedi yıldır aramızda değil. Godot’yu Beklerken’in Lucky’sinin çektiği, yarım bırakılmış tümceciklerden oluşan, ‘bilgiççe’ düzenlenmiş bir ‘laf salatası’ olarak tanımlanabilecek, sayfalarca süren ünlü ‘söylev’ yoluyla Batı’nın ‘uygarlık söylemi’nin çöküşünü anlattığında İkinci Dünya Savaşı yeni noktalanmıştı.

 

O dönemde Lucky, ‘efendisi’ Pozzo’ya (Hitler, sözgelimi) bireysel çıkarları gereği destek veren ve sonunda da onunla birlikte yıkım yaşayan bilim adamı ve sanatçı aydınların simgesi olarak yorumlanabilirdi.

 

Ya bugün? Pozzo’luğu dünya düzeyinde kimselere bırakmaya niyetli görünmeyen Bush Efendi’ye yaltaklanan ‘köle’ Lucky’ler saymakla bitecek gibi mi? Ne ‘dehşetengiz’ bir buluş olduğu zaman içinde iyice anlaşılan ‘küreselleşme’ modeli ile Batı uygarlığının zarafetinin son kalıntılarını da süpürüp atan Huntington üstadımız elde var bir.

 

 

 

Ve onun düşüncesine alkış tutan niceleri... Dünya, Pozzo’nun –elinde kamçı– tempo tuttuğu, Lucky’lerin de kamçı sesine ve darbelerine göre dans edip şakıdığı bir koca sirke dönüşmüş; biz, gariban sirk soytarıları Vladimir’ler ve Estragon’lar da, geçmişe ilişkin hiçbir şey anımsamayarak ve olan bitenden hiçbir şey anlamayarak seyrediyoruz dünyayı. Beckett, insanlık bağlamında olup bitenden yola çıkıp olup bitecekleri de yazmış çünkü. Beckett’in yapıtları, 20. yüzyılın ürünleri olmakla birlikte, ‘zaman’ ve ‘uzam’ sınırlarını aşarak insanlığın yeryüzündeki serüveninin tüm zamanlarını ve uzamlarını kucakladığı için ‘farklı’ ve ‘özel’...

 

Bu ‘özel’ olma durumu Beckett’in ‘insan’a bakışından kaynaklanıyor. ‘Dünya’ denen olgunun vazgeçilmez varlığı olan ‘toplumsal insan’, aynı zamanda da ‘yeryüzü’ dediğimiz olgunun ‘doğal’ bir yaratığı. Toplum içindeki varoluş, örgütlenmeyi, planlamayı, her tür üretimi ve yönetimi, her tür erk gösterisini içerdiğinden ‘tanrısal olan’a daha yakın; ‘ölümsüzlük’ özlemine özendiriyor insanı. Yeryüzündeki doğal varoluş ise ‘ölümün kaçınılmazlığı’ gerçeğiyle yüz yüze.

 

Böylece sonsuz bir ikilem içinde yaşamaya tutsak insanoğlu: ‘Tanrısal’ özellikler taşımasına karşın ‘ölümlü’... Beckett bu ikilemi ‘yazı öncesi’ dönemin ‘söylen’ (myth) oluşumlarında görüyor sanki. Öleceğini ve unutulacağını bilen ama ‘tanrısal’ yanıyla ürettikleriyle de ölümsüzleşmeye çırpınan insanın öyküsünü ‘söz’ yoluyla kuşaktan kuşağa ulaştırma çabasının, çağdaş dünyada bilim-sanat yoluyla sürdürüldüğünü... (Herkül öykülerine karşılık artık Süpermen öyküleri yazıldığını, tanrı/tanrıçaların yerini alacak tarihsel ya da çağdaş ‘idol’ler yaratıldığını, tanrıların dağı Olympos’u ele geçirircesine ‘uzay’a seferler düzenlendiğini, kimilerinin koca Zeus gibi evrene egemen olmaya heveslendiğini); ancak, bütün bunların ‘aldanış’ olmaktan öteye gidemediğini; yaşam karşısında tek gerçek olarak ‘ölüm’ün durduğunu, bu nedenle de, ‘ölümsüz’ olmaya çabalamanın da, ‘ölümlü’ olmayı kabullenmenin de insanı eşit derecede gülünç ve acınası kıldığını...

 

Sonuç olarak da ‘ilkel’ denen insanın yarattığı ‘söylen’ler ile ‘uygar’ denen insanların bilimsel-sanatsal üretimleri arasında özde bir ayrım olmadığını... her iki tür yaratının da ölüp yok olmaya karşı atılan umutsuz çığlıklar olmaktan öteye gitmediğini…

 

Beckett de bir ‘söylen’ yazarı. Bir anlamda, Batı uygarlığının sımsıkı sarılıp sahiplendiği Yunan mitolojisinin başlangıcı olan Kaos ile 20. yüzyıla ve sonrasına damgasını vuran –‘uygar’ insanın küresel düzeyde erk sahibi olma adına oluşturduğu– Kaos arasındaki insanlık serüveninin yazarı. Ancak, Beckett’in ‘söylen’i, uygarlık tarihinin yazı-edebiyat öncesi ve sonrası tüm dönemlerini bilen, insanı ve evreni tanımlama amacını güden mitolojinin bittiği yerde ortaya çıkarak aynı amacı sürdüren ‘felsefe’nin 20. yüzyılın sonuna dek ulaşan gelişmelerinin de bilincinde olan bir ‘aydın’ kişinin duyarlığının ve birikiminin ürünü...

 

Beckett ‘söylensel düşgücü’ olarak tanımlanabilecek yaratıcılığını –tıpkı ‘söylen’lerde olduğu gibi– ‘düş’/’karabasan’ sürecindeki yaşantıyı çağrıştıran bir anlatımla biçimlendirme uğraşı içindedir. Romanlarının ‘bilinç akışı’ tekniği bağlamında değerlendirilmiş olmasının, oyunlarının ‘uyumsuz tiyatro’nun öncü yapıtları arasında sayılmasının temelinde hep bu ‘söylensi’ anlatım arayışı bulunmaktadır.

Yazı yoluyla oluşturulacak ‘içerik’ için ‘biçim’ yaratmak yazar Beckett’in en büyük kaygısı olmuştur. Beckett için yazmanın amacı, daha önce kullanılmış yazı biçimlerinin dışına çıkmaktır. Yapıtlarını İngilizce ve Fransızca olarak yazması ya da kendi yapıtlarını bir dilden ötekine çevirirken yaşadığı ‘yaratıcılık’ süreci, ‘yinelenme’ yoluyla tükenme noktasına getirilen ‘dil’i sürekli olarak ‘yenileme’ kaygısıyla ilintilidir. ‘Dil’i yenileme kaygısı, ‘anlatım’ı yenileme kaygısıyla da buluşacak ve Beckett zaman içinde ayrıntılardan gitgide arındırılagelen ve ‘minimalizm’ yönünde ilerleyen yazınsal/teatral anlatımların ustası olacaktır.

 

‘Anlatım’da ‘minimalizm’, Beckett’in yapıtlarının ‘uyumsuz’ dünya görüşünü yansıtan içeriği ile uyum içindedir. Christopher Innes ‘uyumsuz’ dünya görüşünü Albert Camus’nün Sisyphos Efsanesi başlıklı yapıtına gönderme yaparak şöyle açıklar: ‘İletişimin olanaksızlığı ve ölümün kaçınılmazlığı karşısında yaşamın anlamsızlığı’ (1981: 202). Beckett’e göre, toplumsal çevre içinde etkin bir kişi olmaya, toplumsal çevrenin gerektirdiği kurallara uyarak kendisi için saygın bir kimlik oluşturmaya çalışan insan ‘aldanış’ içindedir. Bu tür kişilere hiç benzemeyen ‘has’ Beckett karakterleri, yüzeysel gerçeklerin ‘en az’a indirgendiği, ‘çıplaklaşmış’ bir dünyada varolurlar.

 

Beckett’in çıplaklaşmış dünyasına en yaraşan insan tipini, toplumla tüm ilişkileri kesilmiş, sahip olabildikleri eşyalar bile olabildiğince sınırlı, ‘uzam’ın ve ‘zaman’ın bağlayıcılığından arınmış, yeri yurdu olmayan garip serseriler oluşturur. Beckett bu insan tipini Molloy başlıklı romanının kahramanı Molloy’da ve Godot’yu Beklerken’in iki başkişisi Vladimir ve Estragon’da somutlaştırır. ‘Sofokles’in Oedipus’unun Kral Oedipus ve Oedipus Kolonos’ta oyunları arasında geçen süreyi kaplayan ‘sürgün’ yaşamı, ya da Lear’ın ‘fırtına’ sahnesi boyunca ‘zaman’, ‘uzam’ ya da ‘toplumsal kimlik’ sahibi olmanın güven vericiliğinden yoksun olarak ‘bilinçte’ yaşadığı sancılı süreç, Molloy’un, Vladimir’in ve Estragon’un öykülerinin tümünü oluşturur. (Yüksel, 2006: 34)

 

Dünyanın ‘çıplaklaşma’sı romandan romana, romandan tiyatroya, oyundan oyuna geçişlerde kademe kademe gerçekleşir. Molloy ile Godot’yu Beklerken, Beckett’in roman ve tiyatro türlerinde ulaştığı olgunluk döneminin göstergeleridir. Beckett’in yazı dünyasında bundan böyle yeryüzünde yeterince yaşamış, fiziksel gücü kısıtlı, belleği zayıflamış kahramanlar kol gezecektir. İlk öykülerin kahramanı Belacque ve ilk romanın başkişisi Murphy dünyayı kavramaya çalışan genç insanlarken, bir sonraki roman Watt’tan ünlü ‘Üçleme’nin ilk romanı Molloy’a geçişte, yaşlı insanların dünyasına adım atmıştır Beckett. Molloy’un ikinci başkişisi, toplumsal kimliğinin sağlamlığına inanan, orta yaşlı Moran, ‘söylensi’ bir ‘karabasan’ süreci içinde fiziksel gücünü ve toplumla ilişkisini adım adım yitiren Molloy’a dönüşürken, ‘Üçleme’nin ikinci romanı Malone Ölüyor’un kahramanı Malone yalnızca yazabilecek düzeyde hareket edebilen bir ‘yatalak’ kişidir.

 

Romanın sonunda, yontula yontula küçülen kurşunkalemin yazabildiği son tümceden sonra Malone’un fiziksel varlığı ortadan kalkacak, ‘Üçleme’nin son romanı Adlandırılamayan’ın kahramanı, bedeninden bütünüyle kopmuş (dolayısıyla kendine ‘ben’ diyemeyen) ‘bilinç’ olacaktır.

 

Beckett’in öykü-roman yoluyla kahramanlarına yaşattığı ‘bilinç oyunu’ bu noktada sonlanır. Beckett bir yandan da yazma biçimini sürekli olarak yalınlaştırmaktadır. Anlatı yalnızca gerektiğince kullanılmaktadır. Tümceler gitgide tümceciklere, sözcüklere, ünlemlere indirgenir. Roman kişilerinin sayısı da gitgide azalmış, son romanda ise ‘karakter’ ortadan kalkmıştır.

Böylece, 1950’li yılların başında, bir anlamda ‘yazının sıfır noktası’na ulaşmış olan Beckett’in, hiç zaman yitirmeden ‘anlatı dili’nden ‘sahne dili’ne geçtiği görülür. Çünkü roman türünde yazmayı sürdürmesi ‘sıfır noktası’ndaki yazıyı da aşındırması demekti. Oysa, tiyatro sahnesinin gerekli kıldığı ekonomik anlatım ve görsel-işitsel düzlemlerde de anlam iletme olanağı Beckett’e yeni bir açılım sunmaktadır. Yazar, roman türünün ‘öykü anlatma’ zorunluluğundan kurtulacak, dili en yalına indirgenmiş biçimiyle değerlendirebilecek, dahası, sahnede, sanki bir satranç tahtası üstünde olduğu gibi ‘oyun kurma’ olanağına kavuşabilecektir. (İlkgençliğinden bu yana yaman bir satranç oyuncusudur Beckett.)

 

Beckett’in ilk oyunu Eleutheria, Beckett’in anlatı türünden tiyatro türüne geçiş aşamasında yaptığı bir denemedir. Toplumsal çevreyi betimleyen bir sahne tasarımı, çok sayıda oyun kişisi ve bol bol diyalog gerektirdiğinden Beckett için önemli bir açılım sayılmaz. Beckett, tiyatroda aradığı yenilikçi anlatım ortamını ilk oyunun hemen ardından yazdığı Godot’yu Beklerken’de yakalar. Beckett tiyatrosu, kişilerin, hareketin, diyaloğun ve dekorun ‘en aza indirgenmiş’ olduğu aşamada oluşur. Godot’yu Beklerken’de uzam ‘herhangi bir yer’, zaman ‘herhangi bir çağ’, oyun kişileri ise sirk palyaçosu, müzikhol oyuncusu ya da iki kişiye bölünmüş Şarlo çağrışımını yaptıran, tüm insanlığın simgesi iki serseridir: Vladimir ile Estragon ya da Didi ile Gogo’nun tek eylemleri vardır: hiçbir zaman gelmeyecek olan Godot’yu (‘Tanrı’ ya da başka tür bir kurtarıcı) bıkıp usanmadan beklemek.

 

Böylece herhangi bir hareket gerektirmeyen ‘bekleme’ edimi bir ‘gerilim’ öğesi olup çıkar. Bu ikiliye zaman zaman Pozzo-Lucky ikilisi eşlik eder. Onlar toplumsal kimliğin önemli olduğu doğrultudaki ‘aldanış’ın sürdüğü, zaman ve uzam baskısıyla belirlenmiş bir gerçeklik düzleminin ürünleridir. Bu nedenle de durmadan bir yerden bir başka yere giderler ve zaman içinde çürüyüp yozlaşırlar. Gün gelecek –oyun sonrasında– onlar da Vladimir ve Estragon gibi zaman ve uzam dışı kalacaklardır...

 

Bir sonraki oyun olan Oyun Sonu yine bir ‘ikili’yi getirir sahneye. Hamm ‘efendi’, Clov ise ‘köle’dir. Sanki Pozzo ve Lucky’yi simgelediği efendi-köle ilişkisinin en yozlaşmış son aşamasını göstermek için sahnededirler. Beckett’in, insana ve dünyaya bakış açısını, anlatı dilinden sahne diline aktarma işlemi tamamlanmış gibidir artık…

 

Yazarın bir sonraki aşamadaki tiyatro eyleminde insan ‘ses’i ile ‘görüntü’sünü birbirinden ayırdığı görülür. Beckett 1956’da hem radyo oyunları hem de sahne, televizyon, sinema için sözsüz oyunlar yazmaya başlamıştır. 1958’de ise Krapp’ın Son Bandı’nda ilk kez tek kişilik oyun yazmayı denerken, sahnedeki canlı insan görüntüsü ile radyo oyunlarının banda alınmış ‘ses’ özelliğini buluşturacaktır.

Beckett’in 1960’ta yazdığı Mutlu Günler’in özelliği sahnedeki kahramanın yarı beline dek toprağa gömülmüş olmasıdır. Beckett, ‘Üçleme’de dile getirdiği ‘bedenin yokoluşu’ eylemini bu kez görselleştirmiştir. Oyunun son aşamasında karakter toprağa boğazına dek gömülüdür...

 

1963-83 yılları arasında yazılmış kısa oyunlarda ise karakterin parçalandığı, oyun kişilerinin yerine seslerin, soluk almaların, gözlerin, ağızların geçtiği görülür. Beckett sahne dilinde de Adlandırılamayan’da olduğu gibi ‘yazının sıfır noktası’na ulaşmıştır. Beden tiyatroda da yok olmuştur.

 

Bilinç ise yaşamaktadır. Beckett’in ‘söylen’ yazma edimini yüzyıllar öncesinden kopup gelmiş söylenlerde yansıyan insanlık bilinci ile buluşturan işte bu özelliktir.

 

 

Ayşegül Yüksel

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

beckett tarkovsky gbi insanın aklındakine aşıktır... izleyenlerden beklediğiniz nedir diye bir soru sorun kendinize... izleyenlerin kendilerini iztemez misiniz... ikisi de yapıtlarının tüm anlamını izleyene bırakmış... tabii izleyende bir anlam varsa... hepimiz aslında bir godot bekliyosunuz bence... ben de dahil... oysa yolumuzu ve gerçekliğimizi kendimiz belirleriz...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

samuel backet ın cogu oyunu absürt tür...ve bi cogunda oyunun bir ucu acık bırakılmıstır ki seyirci kendisinden bir parca bulup oraya yerlestirsin ve oyunu daha cok benimsesin diye...hekes birer godot'tur ve her sey godot'u bekler umutları için...:D

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

GODOT’YU BEKLERKEN DE KOMİK OLAN

 

Beckettin en bilindik ve tiyatro dünyasında en aşina olunan eseri Godotyu Beklerken durum komedisi olarak ele alınacak malzemeyi verse de kara güldürüyü içinde daha çok barındırıyor.1. ve 2. Dünya savaşı sonrası yıllarda görülen kara gülmece oyunlarında belirleyici yanlar şunlardır; tragifarsın mutlaklaştırılışı,saçma korku uyandırma,acı alay,katı kinisizm ve grotesk güldürü.20.yüzyılın başlarında İtalya da çıkmış olan grotesk ise toplumsal gerçekler ile idealler arasındaki uyuşmazlığın bir sonucu olarak ortaya çıkan “iki yüzlülüğü

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...