Jump to content

Ölümsüzlük Sembolü Olarak Bazı Bitkiler


nevermore

Önerilen Mesajlar

Yaşam Otu

İnsanoğlu tarihi boyunca ölümsüzlüğün kaynağını hep doğada aramıştır. Bu noktada insan toprağın daima var olduğunu kabul etmiş, onu bereket tanrıçası olarak algılamış, bitkilerin de bu tanrıçanın çocukları olduklarını düşünmüştür. Nitekim bitkiler güçlerini topraktan, ölümsüzlerin en büyüğünden, toprak ise gücünü, ölenlerin bedenindeki can suyundan almaktadır. Öyle ki, doğada ölen her şey toprağa karışmakta ve onun güçlenmesini sağlamaktadır. Böylece yaşayanların bedenindeki güç er veya geç toprağa geçmektedir.


Ayrıca ölümlerle güçlenen, ölümsüz toprak, ölümsüzlüğün en büyük sembolik halkası, yaşamı veren ve yaşamı alan özellikle de ölümsüzlüğün kaynağıdır. Başka bir deyişle toprak bir geri dönüşüm sistemine sahiptir. Her şeyi bünyesine alarak özümsemekte ve onları yaşama geri döndürmektedir. Yani toprak yaşatır, öldürür, öğütür ve yeniden şekillendirir. Bu devinim onu ölümsüz kılan en önemli güçtür. Bu nedenle insanoğlunun ölümsüzlük arayışı toprağın çocukları üzerinden devam etmiştir. Öyle ki, bir avuç çamurdan insana can veren toprağın, ölümsüzlüğün de çaresini içerdiğine inanılmıştır.

Nitekim tarihin erken evrelerinden beri birçok toplumda özellikle de Mezopotamya’daki Sumerlerde, Mısır’da, Uzak Doğu’da ve Türkçe konuşan halklar arasında bazı bitkiler diğerlerinden ayrı düşünülerek kutsal sayılmışlardır. Onların hayal dünyalarının ürünü olan mitolojide yer bulan bu bitkilerin, yani toprağın bahşettiklerinin, insanları gençleştirdiklerine ve hatta onlara ölümsüzlük sunduklarına inanılmaktadır.


Bu inanış biçiminin köklerinin çok daha eskilere uzandığı varsayılmakla birlikte, mitsel yazılı kaynaklarda ebedilik arayan kahramanların en eskisinin Sumerlerin ünlü, Uruk şehri kralı Gılgamış (M.Ö.2600) olduğu kaydedilmektedir. Gılgamış Destanının Sumerce ve Akadça olmak üzere iki versiyonu bulunmaktadır. Akadça versiyonunun XI. Tableti meşhur Tufan Olayı’ndan başka üç kısa mitolojik hikâye sunmaktadır. Bunlardan üçüncüsü “Gılgamış ve Sihirli Bitki” hikâyesidir. Destanın bu bölümünün tartıştığı temel problem olan “ölümün sırrına ulaşmak çabası” romantik edebiyatın en gözde temalarından birini oluşturmaktadır.


Efsaneye göre M.Ö. 3. binyılın ilk yarısında Mezopotamya’daki Uruk kentinde hüküm süren kral Gılgamış  , yakın arkadaşı olan Enkidu’nun ölümünden son derece etkilenmiştir. Kendisini de ölüm korkusu sarmış olan Gılgamış şöyle bir ağıt yakmıştır “bir gün bende onun gibi uyumalımıyım ve bir daha asla uyanmamalı mıyım?” ve ölümsüzlük arayışı düşüncesine kapılmıştır. Bu gaye ölümsüzlük serüvenine çıkan Gılgamış dünyada kendisine yardım edecek bir adamın olduğunu bilmektedir. O kişi de Tufan’dan sağ kurtulmuş olan ve tanrılar tarafından kendisine ebediliğin verildiğine inanılan Utnapištim’dir. Bu amaçla Gılgamış, Utnapištim’i bulmak üzere yola çıkmıştır. Utnapištim ölümsüzlüğün sırrını bilen bir bilgedir.


Gılgamış, onun verdiği ölümsüzlük otuyla gençliğine yeniden dönecek ve ölümsüzlüğe kavuşacaktır. Gılgamış bu düşünce ile onun ırmakların ağzında bulunan evine doğru ilerlemiştir. Ancak yol çok uzun, son derece zahmetli ve engellerle doludur. Kısacası Utnapištim, etrafı ölüm suları ile çevrili bir adada yaşamaktadır.  Ölümsüzlüğün peşindeki Gılgamış bütün zorluklara rağmen oraya ulaşmıştır. Ne var ki, Utnapištim Gılgamış’ı bir dizi sınava tabi tutmuş; ama kahraman başarılı olamamıştır. Açıkçası onun kaderi önceden yazılıdır ve ebedi hayata ulaşamayacaktır. Zira daha önce Šamaš “Gılgamış böyle nereye gidiyorsun? Ardına düştüğün (sonsuz) yaşamı bulamayacaksın”  demiştir. Neticede Utnapištim eşinin isteği üzerine, Gılgamış’a denizin dibinde bulunan, ebediliği vermese de, yiyen kimsenin gençliğini ve hayatını uzatan bir otun varlığını açıklamıştır.  Bunun üzerine Gılgamış ayaklarına taş bağlamış ve otu bulmak için denizin dibine dalmıştır. Otu bulmuş ve ondan bir filiz kopardıktan sonra, ayaklarındaki taşı çözerek tekrar suyun yüzüne çıkmıştır.


Fakat Uruk’a giderken bir pınarın başında su içmek için durmuş, otun kokusunu alan bir yılan yaklaşmış ve otu yutmuştur. Böylece Gılgamış ölümsüzlük şansını yitirmiş ve Uruk’a eli boş dönmüştür. Gerçekten Gılgamış ölümsüzlüğü bulmak için yola çıkmış ancak buna ulaşamamıştır. Zira tanrılar insanı yaratığında ölümü de beraberinde ortaya koymuşlardır .

Ölüme çare içeren bir başka bitki mitosu da Yunan Glaukos’un öyküsüdür. Efsanevi Girit Kralı Minos ile karısı Pasiphane’nin oğlu olan Glaukos, henüz çocukken, bir farenin ardından koştuğu sırada, ağzına kadar bal dolu olan bir küpün içerisine düşmüş ve ölmüştür.Çocuğunun ortadan kaybolmasına üzülen Minos, uzun arayışlar sonucunda Apollon’un bilgeliği ve yol göstericiliği sayesinde oğlunun cesedini bulmuştur. Minos’un üzülmesine dayanamayan Kouretaler/Koraybant’lar, sürülerinde günde üç kez renk değiştiren, beyazken kırmızı sonra da siyah olan bir ineğin rengini, doğru belirleyecek olan adamın Glaukos’a yeniden can verebileceğini, ancak bu adamın kim olduğunu bilmediklerini söylemişlerdir. Bunun üzerine kral Minos ülkesindeki bütün yetenekli insanları çağırarak bu soruyu çözmelerini istemiştir. Polyeidos adındaki bir adam bu ineğin böğürtlen renginde olduğunu ileri sürmüştür.

Çünkü böğürtlen başlangıçta beyaz, sonra kırmızı ve olgunlaştığında ise siyah olan bir bitkidir. Kral Minos Polyeidos’un fikrini doğru olarak kabul etmiş ve oğlu Glaukos’u diriltmesi için onu cesedin yanına götürmüş ve onu odaya kilitlemiştir. Çaresizlik içerisinde nasıl bir belaya bulaştığını düşünen Polyeidos odaya giren bir yılanın cesede doğru ilerlediğini görünce cesede zarar vereceğini düşünerek hemen yılanı öldürmüştür. Bu sırada ağzında bir tutam ot taşıyan ikinci bir yılan odaya girmiş ve ölen yılanın yanına gelerek ağzındaki otla arkadaşına dokunmuştur. Biraz önce öldürdüğü yılan gözlerinin önünde canlanınca Polyeidos şaşkına dönmüş otu kaptığı gibi Glaukos’un cesedine dokunmuş ve onu yeniden canlandırmıştır. Böylece yılanın Sumerli Gılgamış’tan çalmış olduğu ölümsüzlük otunu Yunanlı Glaukos’a iade ettiği gibi hayali bir düşünce ortaya çıkabilir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Mantar


İnsanoğlu bitkilerin keşfini sağlayıp aralarından yararlı ve besin değeri olanlarını seçtikten sonra, bitkilerden aldığı besinin beden sağlığı açısından önemini de yavaş yavaş kavramaya başlamıştır. Söz konusu bitkilerden şifa amaçlı olarak kullanılanlardan birisi de mantardır. Öyle ki, mantarın insanı ölümsüzleştirdiğine veya en azından gençleştirdiğine inanılmıştır.


Nitekim yazılı kaynaklardan anlaşıldığına göre,  Sumerlerin M.Ö. 3500’lü yıllarından itibaren mantar bitkisini tanıdıkları ve UZU. DIR. KUR.RA adını verdikleri bu bitkiyi cinsel iktidarı artırıcı şifa amaçlı  ve farmakolojide kullandıkları anlaşılmaktadır. Bunun yanı sıra mantar, Mısır’da da çok değerli bir bitki olarak kabul edilmiş ve sadece Firavunların yediği özel bir yiyecek konumuna yükseltilmiştir. Romalılar ise bitkiler arasında üstün gördükleri mantarı tanrıların yiyeceği olarak kabul etmişlerdir. Bir Uzakdoğu toplumu olan Çinliler de söylencelerinde “Ölümsüzlük Mantarından” söz etmişlerdir.

Ganoderma lucidum mantarına dair anlatı bunlardan biridir. Ölümsüzlük mantarı olarak da adlandırılan Ganoderma lucidum’un ana vatanı özellikle Çin, Kore ve Japonya’dır. Bu değerli mantar Uzak Doğu Asya ülkelerinde yaklaşık 2000 yıldan daha fazla zamandır bilinmektedir. Japon ve Çin kültüründe önemli bir potansiyele sahip olan bu mantarın çok farklı isimleri bulunmaktadır.
Japon halkı Reishi veya Mannentake (10000 yıl mantarı), Çin ve Kore halkı Ling Zhi ya da Ling Chi (Ölümsüzlük Mantarı ya da Ölümsüzlük Bitkisi) adını vermektedirler.

Çinlilere göre, Ganoderma lucidum “Uğurlu Mantar” olarak bilinmekle beraber mutluluğun, sağlığın, şansın ve uzun bir hayatın simgesidir.Çin kültürüne ait bir diğer anlatıda ise bölgede çok sayıda kutsal adanın var olduğundan söz edilmektedir. Buna göre bu kutsal adaları Atlas kaplumbağaları korumaktaydılar ve adalarda bulunan Beyaz Azizler “Ölümsüzlük Mantarı” yetiştirmektedirler. Bu mantara “Ölümsüzlük Mantarı” denmesinin sebebi ise bu bitkinin ölümü yenmesinden ileri gelmektedir. Çünkü “Ölümsüzlük Mantarı” yaşayanlara uzun bir ömür kazandırdığı gibi ölmüş kişileri de diriltebilmektedir.

Öyle ki, söylenceye göre birzamanlar, kuzgunlar adadaki mantarların yapraklarını ana karaya taşıyarak savaşta ölen askerlerin cesetlerinin üzerine yığmışlardı. Böylelikle üç gündür ölü yatan askerler dirilmişlerdi. Bununla birlikte mantar Yunan mitolojisinde de karşımıza çıkmaktadır. Zira antik yazar Pausanias’a göre Persseus, Atena’nın koruması altındaki Hesperidlerin  bahçesine girmiş ve burada bulunan bir su kaynağının yanında çıkan mantarlardan etkilenerek onların onuruna Myken kentini inşa etmişti. Bir diğer rivayete göre ise M.Ö. 2. binin ikinci yarısında Yunanistan’ın Mykenai kentinde ortaya çıkan Mykenei krallığı varlığını mantar bitkisine borçludur.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Elma


Erken evcilleştirilen, bahçe bitkilerinden olan elma  eskiçağ toplumlarının kanun metinlerinde hukuken koruma altına alınan ağaçlardan birisidir. Ayrıca birçok toplumda olduğu gibi İskandinav mitolojisinde de elmalar sonsuz gençliğin sembolü olarak yer almıştır.


Gençlik tanrısı İdun, “Altın Elmalar”ın koruyucusu olarak bilinmektedir  . İskandinav mitolojisinde elma, tekrar meydana getiren ve gençleştiren bir meyve olarak kabul edilmiştir.
Buna göre Tanrılar elma yerler ve evrenin mevcut devrinin sonuna (Ragna Rok) kadar genç kalırlar  . Gal (Kelt) mitolojisinde ise Batı Okyanusu’ndaki “Ölümsüzlük Adası”ndan bahsedilir. Bu bölgeye “Emain Ablech” yani elmaların çok olduğu Emain adı verilir. Burada yetişen elmalar yense bile bir parçası asla tükenmezdi.

Bu elmaları yiyen kişiler hem ölümsüz hem de güçlü olurlardı. Bu yüzden bu meyveler krallar ve rahipler gibi özel bir cemaat için ayrılmıştı. Keltlerin Gılgamış’ı olarak da bilinen Teigue adındaki kahraman “Ölümsüzlük Adası”na ulaşmış ve burada meyveleri bol olan ağaçlara rastlamıştır. Bu meyvelerle ilgili çevredekilere sorular sormuş ve bu elmaların özel cemaatin ölümsüzlük yemeği olduğunu öğrenmiştir.

Tüm bunlarla birlikte Gervasius, Hindistan’daki “Hayat Suyu” inanışına dair yaptığı çalışmasında Büyük İskender’in rahiplerinin hayatlarını dörtyüz yıl uzatmak için yanlarında taşıdıkları bazı elmalardan bahsetmektedir.

Türk inanç ve kültüründe de elmanın çok farklı bir yeri vardır. Öyle ki, Türklerde elma, beşikten mezara, hayatın her merhalesinde verimliliğin, zürriyetin, ebediliğin, gençliğin, güzelliğin, kuvvetin, sağlığın, sevginin ve hatta inancın sembolü olarak algılanmaktadır.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Asma


Bugün Hristiyan dünyası için büyük kutsiyet taşıyan şarap birçok ilkel gelenekte ise gençliğin ve ebedi hayatın simgesi olarak kabul edilmiş ve mitolojilerinde yer edinmiştir.
Şarabın ana kaynağı ise Asma Ağacı’dır. Öte yandan mitolojideki anlatıya göre, Sumerli Gılgamış bir bahçede mucizevi bir ağaçla karşılaşmıştır. O ağacın yanında Sabitu, yani “Asmalı Kadın” olarak tasvir edilen tanrıça Siduri (peri) bulunmaktadır.

Böylece Asmanın “Hayat Bitkisi” olarak nitelendirildiği ve hatta Sumerlilere göre de “Hayat” işareti olarak algılandığı düşünülmektedir. Bu muhteşem bitkiye, büyük tanrıçaları karşılayan bir misyon yüklenmiştir. Bu sebepten olmalı ki, Ana Tanrıça’ya önceleri “Ana Asma” denilmekteydi.
Böylece Gılgamış Destanı’nın eski versiyonlarında Siduri’nin daha önemli bir yer işgal ettiği gözlemlenmektedir. Ayraca anlatıya göre, Gılgamış bir gün Siduri’nin ebediliğini doğruca istemiştir. Bu anlatının batıya aksi ise Odyssey’de peri kızı Calypso  ile karşımıza çıkmaktadır. Nitekim Siduri gibi Calypso’da genç bir kız görünümünde olup bir örtü örtünmüş, bir salkım üzüm taşımakta ve dört pınarın çıktığı yerde ikamet etmekte, ona ait olan ada denizin ortasında bulunmakta ve peri kızı, Ulysses’i baştan çıkarttığı, tanrısal içecek ile diğer kahramanlara da ebedilik vermektedir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Hayat Ağacı

Temeli belki de insanlık tarihinin başlangıcına kadar gidebilecek olan “hayat ağacı” kavramı ve inancına göre, dallarıyla gökyüzüne doğru uzanan ve köküyle yerin derinliklerine inen bu ağaç bir anlamda sonsuzluğu simgelemektedir. Ayrıca ebediliği, yani hayat ağacını arayan insan ve ağacı bekleyen yılan veya canavar motif kalıbı, birçok toplumun mitolojisinde görülmektedir. Bütün bunların (insan-ağaç-yılan) hep birlikte ne anlama geldiği gayet açıktır.
Öyle ki,  ebediliğin elde edilmesi çok zordur; hayat ağacını ihtiva eder, o da ulaşılmaz bir yerde bulunmaktadır. Bir canavar (yılan) ağacı beklemekte ve büyük bir çabadan sonra ona ulaşmayı başaran insan ebedilik meyvelerine sahip olmak isterse, canavarla savaşmak ve onu yenmek zorundadır. Zira insan ebediliğe sahip olma hakkını elde edebilmek için “kendisini ispat etmeli”, bir kahraman olmalıdır. Buna karşın Ejderhayı veya yılanı yenemeyen bir kimse, hayat ağacına ulaşamaz, ebediliği elde edemez. Öte yandan hayat ağacı motifi Tevrat Kitabı’nda da karşımıza çıkmaktadır. Burada “Melek bana Tanrının ve Kuzunun tahtından çıkan billur gibi parlak yaşam suyu ırmağını gösterdi. Kentin anayolunun ortasından akan ırmağın iki yanında oniki çeşit meyve üreten ve her ay meyvesini veren yaşam ağacı bulunuyordu. Ağacın meyvesi uluslara şifa vermek içindir” denilmektedir.

Konunun yeri her ne kadar burası gibi görünmese de bir çok ritüel ve majikal çalışmalarda kullanılan bitkiler olduğu için burayı uygun gördüm ..

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...