Jump to content

Tarihsel Süreç İçerisinde Şeytan ve Sanatta Yansımaları


nevermore

Önerilen Mesajlar

VAROLUŞTAN BUGÜNE KÖTÜLÜK

“Din Tarihi İncelemeleri” adlı eserinin önsözünde “Din, insan doğasının en yüksek, en çekici belirtilerinden biridir.” diyor Ernest Renan.

Din duygusu ne olursa olsun, insan yüreğinin  en  derinliklerinde  keşfedilebilecek  en  karmaşık  eğilimlerden  biridir:  Bu temel  eğilimin  çevresinde;  yaşam  üzerine,  evren  üzerine, öbür  dünya  üzerine  her çeşitten özleyişler, atılımlar, meraklar, her çeşitten acılı kaygılar ve aşırı heyecanlar toplanmış bulunmaktadır. Ernest  Renan’ın  deyişinden  yola  çıkarak,  ilk  insanlara,  insanı  insan  yapan  ilk özelliklere uzanan bir inceleme ile başlamak gerekir.

Primatlar grubunun bir üyesi olduğumuz  gerçeğini  değiştirmeksizin,  primatlardan  ayrılan özelliklerimiz  arasında dik  durma  ve  hatta  alet  kullanımını  sayalım.  Paleantropiyenler  yalnızca  alet kullanmakla  kalmaz  aynı  zamanda  onları  üretme  yeteneğine  de  sahiptiler.  Bazı maymunların  nesneleri  alet  gibi  kullanmaları  bilinir  ancak  paleantropiyenler  “alet yapmaya yarayan aletler” ürettiler.

Bilinen en eski işlenmiş taşlar insan bedeninin yapısında  önceden  var  olmayan  bir  işlevi,  özellikle  de  kesme  işlemini  –kesmek, dişlerle parçalamak veya tırnaklar ile sıyırmaktan farklı bir işlemdir- yerine getirmek üzere biçimlendirilmiştir.  Ağır  da  olsa  ilerleyen  teknoloji  insanın  yaşamak  için  öldürme  kararını  da pekiştirmiştir.  Kısacası  insanlar  da  etoburlaşarak  atalarını  aşmayı  başarmışlardır. Yaklaşık  iki  milyon  yıl  boyunca  paleantropiyenler  avlanarak  geçinmişlerdir.  M.Ö. 30.000 öncesi belgelerin çoğu yani aletler kullanım değerleri dışında başka bir şey ortaya koymamaktadır.  Bu ilkel avcı toplumlar, hayvanları, insanın doğaüstü güçlerle donatılmış benzerleri olarak görmüş ve insanın hayvana ve hayvanın da insana dönüşebileceğine, ölülerin ruhlarının  hayvan  bedenine  girebileceğine  ve  belirli  bir  kişiyle belirli  bir  hayvan arasında gizemli ilişkiler bulunduğuna inanmışlardır.


Fransa’nın  Ariege  bölgesindeki  Trois  Freres  Mağarası’nda  bulunan  Dans  Eden Büyücü isimli mağara resmi buna en güzel örneklerden biridir. ]

Avcıların dinlerinde  saptanan  doğaüstü  varlıklara  gelince,  vahşi  hayvan  suretindeki  can yoldaşları  veya  “koruyucu  ruhlar”,  hem  avı  hem  de  avcıları  koruyan  yüce  varlık, yabanıl  hayvanların  efendisi  türünden  tanrılar,  çalılık  ruhları  ve  çeşitli  hayvan türlerinin ruhları olarak karşımıza çıkar.  Bu  kısa  girişin  ardından  özetlemek  gerekirse,  ilk  dönemlerden  bu  yana,  hayvan ruhları,  bitki  ruhları  vb  bir  çok  nesne  ve  yaratıklara  kutsallık  atfedildiği  görülür. Dinlerin evrimini ele alacağım bu başlık altında sadece belli başlı inanışlara değinerek ilerlemeyi uygun gördüm keza inanç meselesi bir hayli karışık ve çeşitliliğin içerisinde çeşitlilik  doğuran  bir  kavram  olduğu  için  araştırmanın  örneklemeler  ile boğulmamasının daha verimli olacağını düşündüm. 

 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

ONGUNCULUK (TOTEMİZM)

Bazı sosyolog ve tarihçiler tarafından dinlerin en ilkeli olarak kabul edilen bir kavramdır.  

Ongunculuk, adına klan denen bir insanlar grubunu bazı kutsal yaratıklara ya da kimi kutsal nesnelere bağlayan dindir.

Yapılan  araştırmalar  sonucu,  Machlennan  totemizm  ile  antik  çağların  dinleri,  Robertson Smith de Sami’lerin dinleri arasında bir takım yakınlıklar bulmuşlardır. Totem terimi bir klanın bütün üyelerinin kutsal saydıkları yaratıklar ya da şeyler çeşidini göstermektedir. Bunlar çoğu zaman kanguru, opossum, manda, kartal, şahin, papağan, tırtıl gibi  hayvanlar,  kimi  çay  fidanı  gibi  bitkiler,  daha  seyrek  olarak  da  yağmur,  deniz,  bazı yıldızlar gibi şeylerdir.

Örneğin, kanguru klanının bütün üyeleri, bütün kanguru çeşitlerini kutsal  sayarlar. 

Totemizmde  ayrıca  tabu,  yani  yasak  düşüncesi  de  bulunmaktadır. Araştırmayı ilgilendiren ölüler üzerine olan tabuyu ele alacak olursak, totemizmi benimsemiş ilkel toplumlarda ölü ile bağ kurmak, ölüye temas etmek, en aşağılayıcı ve cezalandırılması gereken  bir tabudan öteye geçmez. Çünkü  bu  ilkel  halklar kişinin öldükten sonra ruhunu kaybettiğini ve kayıp halde bulunan ruhun ceset ile temas ile geri çağırılabileceğini ve belli başlı kötülüklerin başlarına geleceğinden korkmuşlardır.

Hatta ölünün adının söylenmesini tabu olarak gören ilkel toplumların olduğu bilinmektedir, akrabalarının ölümünden sonra ses benzeşmelerinin ortadan kalkması için isimlerini değiştirmiş oldukları araştırmacılarca tespit edilmiştir. Bunun tek bir açıklaması vardır, ruhun geri dönmesinden korku. İlkel toplumların ölü birey ve ölünün ruhunu ele alarak oluşturduğu bu sayısız tabu, kötü ruhları ve şeytan düşüncesini doğurmuştur.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

 

CANLICILIK (ANİMİZM)

Animizm, doğada insanın ruhuna az çok benzer ruhlar bulunduğu kabul eden din olarak ele alınabilir. Auguste Comte’a göre insanlık birbiri ardınca üç halden geçmiştir: Teolojik hal; bunda insan olayların açıklanmasını kendisininkine benzeyen, ama daha güçlü iradelerle yapar, metafizik hal; bunda insan olayları soyutlamalar ve doğa gücüyle açıklar, son olarak pozitif hal; bunda insan olayları, başka olaylarla açıklar.  

Teolojik halin kendisinde gelişme olmuştur: İnsan animizm ile işe başlamış, buna iyi ya da kötü ruhları sokmuştur; sonra çok tanrıcılığa geçmiş, buna da az sayıda fakat güçlü ruhları sokmuştur, sonra da bu tanrıları bir tek Tanrı halinde birleştirmiştir.  Teolojik  bir  hal  olan  animizm,  kendisine  yakın  görüşlerden  belirli  olarak  ayırmak olanaksızdır. Totemizmin temel tezlerinden birkaçına animizde de rastlanmaktadır. Bunlar: tabu düşüncesi ve yarı-insan, yarı-hayvan efsanevi atalar düşüncesidir.  

İlkel insana göre, “kişilik onun kişiliğinin çevresinde bitmez, bu ilkel zihniyete göre bedenin dışarıya  attığı  –saç,  kıl,  tırnaklar,  gözyaşı,  idrar,  dışkılar,  sperm,  ter  gibi-  maddeler  hala bedenin bir parçasıdır. Bu yüzden ilkel toplumlarda ve hatta toplumumuzda büyü ile zarar vermek istenilen kişinin saç, kıl, tırnak vb. atıklarına büyücü tarafından ihtiyaç duyulur. Kişinin gölgesi, sudaki yansıması, resmi de yine onun kişiliğe giren nesnelerdendir. Yine günümüze  yansımalarını  görebileceğimiz  bu  inanç,  ilkel  insanın  zihniyetinde,  fotoğraf çektirmek ve resmini yaptırmaktan uzak durmasında görülür.  

Animizmde yine ruhlar ön plandadır, iyi ve kötü ruhlar insanın yaşamını etkiler ve kaderini belirler. Totemizmden farkı ise ruhları ve belli başlı anlamlar yüklenen nesneleri kullanarak etki yaratma düşüncesi oluşur ki bu büyünün de en ilkel evresidir. Kimi nesneler, felaketi ve kötü ruhları uzaklaştırdıklarına olan  inanç  ile kişinin üzerinde taşınır,  Levy-Bruhl’e göre: “Erkeklerin  de  kadınların  da  süs  olsun  diye  taktıkları  ne  kadar  eşya  varsa  ilkin  muska  gibi kullanılmış  sonra  süs  haline  gelmiştir.”  

Günümüzde  kötü  enerji  olarak  düşündüğümüz nazardan korunmak için hala nazar boncuğu takan ve buna inanan insanlar bulunmaktadır.  Tarih  öncesi  dönemlere  ait  bulunan  kalıntılar  arasında,  animizme  olan  inancı  belirten işaretlerin yanında dans eden kadın ve erkeklerin,  balçık üzerinde kalmış ve günümüze kadar korunarak gelmiş izlerine rastlanmıştır. Bu izler türküler ve müzik gibi, dansların da bir takım büyücülük yöntemleri olması gerektiğini düşündürmektedir.9Büyücülükten çıkmış olan ilk sanatlar, daha sonradan dinlerle birlikte gelişmiştir.

Animizm, insanlara dünyayı inceleme, eski çağların ilkel insanlarını olduğu gibi bugünün insanlarını da, kendilerininkine  benzer  ruhlarla  dolu  sandıkları  doğa  üzerinde etki  yapmaya  kalkışmak bakımından  yüreklendirmiştir.  Auguste  Comte’la  birlikte  biz  de  “animizmin  zihni,  içinde bulunduğu hayvanca uyuşukluktan çıkardığını” söyleyebiliriz.  Renkli ve renksiz resmin, heykelin, raksın, müziğin, doğrudan ya da dolayısıyla tüm güzel sanatların  kökünde  animist  büyücülüğün  bulunabileceğini  düşündürmektedir.  British Museum’da  sergilenen,  Mezopotamya  Bölgesi’ne  ait  altından  yapılma  keçi,  Şeytan ikonografisinde önemli bir yer tutan hayvan imgeselliği ile kötülüğü betimlemenin en güzel örneklerinden biridir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

MISIR’IN DİNİ

Mısır, Mezopotamya ve Kenan kültürleri, Yunan ve Yahudi kültürlerinin hemen gerisinde yer alır, böylelikle Yahudi-Hristiyan dünyasındaki şeytan kavramına en azından dolaylı bir etkide bulunurlar.  

Mısırlıların  tanrıları  tümüyle  tek  bir  Tanrı’nın  tezahürleridir.  Bu  çok  tanrılı monizm10, kimi zaman açık kimi zaman ise örtük bir biçimde kendini gösterir. Mısır’ın dininde tanrı ve tanrılar muğlaktır: İyilik ve kötülük, acı verme ve yardım, tümü de tek  bir  kutsal  ilkeden  kaynaklanır.  Mısırlıların  dini  hiçbir  anlamda  ikili  değildir.  Tek  bir kötülük  ilkesi  yoktur.  Mısırlıların  kozmosu,  zıtların  birlikte  yer  aldığı,  tanrısal  düzenin uyumun dengeli bir tezahürüdür.

Daha önce “üç  hal kanunu”nu andığımız Auguste Comte’a göre insanlığın bugün adına animizm denen ve doğanın içindeki ruhlara seçkin bir yer veren animizmden, birkaç tanrıya tapan Çoktanrıcılığa geçmiş olması gerekir. Tanrılar da insanlara benzerler fakat bunlar daha az sayıda ve daha güçlüdürler.  Bu  geçişi  özellikle  Mısır’da  daha  iyi  incelemek  olasıdır.  Bir  dinin  kırk  yüzyılı  aşkın  bir zaman,  Afrika  halklarıyla  semitik  halkların  rastlaşma  noktasında  bulunan  bir  ülkedeki gelişimini burada özellikle iyi izlemek olasıdır. Bu halkların birbirleriyle kaynaşması, Mısır kavmini oluşturmuştur.

Tüm bu bilgilerden sonra geriye Şeytan’ın Mısır dininde tümüyle ya da öncülleri itibariyle var olup olmadığını bilmek kalıyor.  Uzun  süre  Mısır’ın[  iki  esas  tanrısı  olduğu  öğretilmiştir:  Biri,  Yukarı-Mısır’ın efendisi  Horus,  diğeri,  Aşağı-Mısır’ın  efendisi  Seth.

Her  ikisi  de, Osiris’le  İsis’in  oğludur  ve  iktidar  kavgasına  tutuşacaklardır.  Seth, Horus’un  mirasına  karşı  çıkarak  babası  Osiris’i  öldürmüş,  buna  karşılık  Horus  teke  tek kavgada  kardeşine  meydan  okuyarak  onu  yenmiş  ve  birleşmiş  iki ülkenin  hükümdarı olmuştur.  

Krallık  iktidarının  meşru  aktarımını  açıkladığı  kabul  edilen  bu  mitte  Horus  iyi evlattı ve Seth ise kötü evlattı. “İslam inancında da karşımıza çıkacak olan, Adem’in oğulları Habil ile Kabil arasındaki çekişme, kıskançlığın temellerinin belki de bu mite aktarımlar ile geçmiş olduğunu söyleyebiliriz.
Mısır dini, Yunan’la birlikte, insan varlığını ve Yaratılış’ı karşıt güçlerle uyum içerisinde tutmayı hedefleyen son büyük dindir. Dolayısıyla, sadece kötülüğü tanrısallaştırmış ancak günümüzdeki Şeytan kavramını  yaratmamış  bir  dindir.  Bu dinde kötülük tanrı Seth  ile kişileşmiş ve betimlenmiştir. 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

HİNDİSTAN DİNLERİ  

Mısır’da  olduğu  gibi  Hindistan’da  da  çok  ilkel  tapınışlardan  başlayan  ve  bunların  birçok izlerini  taşımakla  birlikte  hepsini  de  mucizeli  biçimde  geride  bırakmış  olan  bir  dinle karşılaşıyoruz. Hindistan’ın dinleri bol miktarda totemik ve animist kalıntılar karışımı ile; bazen  tektanrıcılığa,  bazen  de  koyu  bir  tanrıtanımazlığa  doğru  yönelen  bir  çoktanrıcılık biçiminde karşımıza çıkar.

Şeytan’ın  doğuşu  ve  nedenleri  üzerine  ister  istemez  sınırlı  bu  araştırma  çerçevesinde,  İÖ 563’te, bugünkü Hindistan ve Nepal sınırlarındaki Sakya krallığında bir kralın oğlu olarak doğan Buda’nın maceraları, konumuz olan Şeytan’ın en net belirtisinin Mısır’ın Seth’inden sonra burada bulunduğuna inanılabilir.  Gerçekten de, onu bir iskelete döndürmüş ve ölümün eşiğine kadar götürmüş olan altı aylık bir orucun ardından, henüz bir çömez, “doğacak Buda” ya da bodhisattva olan Gautama, bir incir ağacının altına oturmuş aydınlanmayı beklerken, Papimant da denen Kötü Mara  yani  kötücüllük,  ölümün  kişileşmesi,  kötülük  yapıcı  ruhlar  sürüsünün  başında  ona yaklaşır.  

Sözlük  anlamı  itibariyle  “yaralayıcı”  veya  “yaralayan”  anlamlarına  gelen Mara terimi, kutsal yazılarda, genellikle insanın başını sıkıntıya sokan her türlü dünyevi arzu-istek, böyle arzuların kaynağı olan güç veya kişisel nitelikler kazanmış ölüm anlamlarında kullanılmıştır.


Buda’ya yönelttiği kışkırtıcı söylem özünde kötü değildir. Gautama solgun dururken Mara onun karşısında belirir ve şöyle der: “Yersel  ve  göksel  bağlarla  bağlısın,  her  türden  bağla bağlısın.  Ey  çilekeş,  sen  özgürleşemezsin.” Kuşkusuz bu, biraz da, Şeytan’ın İsa’ya çölde yönelttikleriyle eş değerdir. Mara, bihassa Yeni Ahit’te sözü edilen ve İsa’yı çöldeki kırk günlük orucundan vazgeçirmeye çalışan Şeytan’ın Budist kutsal yazılarındaki adıdır. Zira, tıpkı şeytan gibi o da, kendini insanları iyi işler yapmaktan alıkoymaya, vazgeçirmeye adamış biridir.  

Dahası  bu  amacını  gerçekleştirmek  için  çeşitli  yollar  denemekten  geri  kalmaz. Örneğin, İncillerdeki anlatıma göre şeytan, İsa’ya önce açlığı hatırlatarak, sonra dünyevi mal ve servet vaat ederek, daha sonra da onu korku ve endişeye sevk etmek suretiyle orucundan vazgeçirmeye çalışır. Tıpkı bunun gibi söz konusu hikayede Mara da Budha’ya önce yaptığı işin sosyal statüsü ve görevlerine uygun olmadığını, daha sonra şehevi arzularını harekete geçirerek,  en  sonra  da  korku  ve  endişeye  sevk  etmek  suretiyle onu  Nirvana  yolundan alıkoymaya  çalışır.  Bu  nedenle  Mara  kimdir  sorusuna,  Hristiyanlık’ta  Şeytan  ne  ise Budizm’de de Mara odur demek mümkündür.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

İRAN DİNLERİ; ZERDÜŞTLÜK

İran  dinleri  içerisinde,  Tek tanrı  inanışına  yer  vermesi  bakımından  en  dikkat  çekicisi Zerdüştilik’tir.  Zerdüştilik,  adını  kurucusu  Zerdüşt’te  alır.  İslami  kaynaklarda Zerdüştilik veya Mecusilik, batılı kaynaklarda ise Zoroastrisme olarak adlandırılan bu dini harekete, dayandığı Tektanrı Ahura – Mazdah’dan dolayı Mazdeizm de denir.

İran’da  İÖ  600  civarında,  gerçek  anlamda  ilk  düalist  dinin  temellerini  atan  Zerdüşt’ün öğretileriyle  kavramlar  tarihinde  bir  devrim  gerçekleşmiştir.  Zerdüşt’ün  inancına  göre kötülük, hiçbir şekilde tanrısallığın bir tezahürü değildir, bunun yerine tümüyle farklı bir  ilkeden  kaynaklanmaktadır.

 Monizmden  düalizme  doğru  dönüşümüyle  Zerdüşt  aynı zamanda çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa doğru bir dönüşümü gerçekleştirmiştir.  Zerdüşt, iki ruhsal ilkenin var olduğunu öne sürüyordu. Bunların birincisi, iyilik ve ışık tanrısı olan Ahura – Mazdah, diğeri ise kötülük ve karanlık tanrısı Angra Mainyu yani yıkıcı ya da acı verici ruh idi. Ahura  –  Mazdah  kendi  özgür  iradesiyle  iyiyi  seçerken,  Angra  Mainyu  da  kendi  özgür iradesiyle kötüyü seçmişti. “Ta en başta, bu ikiz  ruh, kendi özelliklerini, yani iyiyi ve kötüyü seçmişlerdi.  Düşüncede  ve  sözde  ve  eylemlerinde...  Bu  iki  ruhun  kötü olanı,  en  kötü  şeyleri yapmayı  seçmişti;  ancak  en  kutsal  ruh,  en  yüksek  cennette  mekanını  buldu ve  Haklı  olanla birleşti.” Bu iki ruh birbirinin zıttıdır, ancak aynı zamanda ikizdirler ve zıtların birleşimini yansıtırlar.  

Zerdüşt’ün  kökteşlerini  Mısırlıların  kökteş  tanrılarından  ayıran  şey,  Tek  Bir varlığın tezahürleri olmak yerine birbirinden ayrı, bağımsız ilkeleri temsil etmeleridir. Ahura – Mazdah ya da daha sonraları değişen adı ile Ahriman, eski tanrıları ve özellikle kötü yaratıkları  bünyesinde  toplar:  Indra;  ölüm  tanrısı,  Saurva;  ölüm  ve hastalık cini, Akoman; kötü ruh, Tauru ve Aeshma; şiddet, öfke, suç güdüleri cini, Az; tensel istekler  cini,  Mitranduj;  sahtelik  cini,  Jeh;  insan  soyunu  küçük  düşürmek  için  yaratılan fahişelik  cini.  

Böylece  kötülük  nesnellikten  çıkar  ve  öznel  bir  hal  alarak  kişileştirilerek betimlenir. Zerdüşt sadece bir devrim yapmamış aynı zamanda bugün hala dünya üzerinde milyonlarca inananı olan kutsal dinler için de bir döl yatağı oluşturmuştur.

İran  coğrafyasında  doğan  Zerdüştlük,  tektanrıcılığı  birden  bire  getirmiş  bir  din  değildir. Zerdüşt bir peygamber olarak görülse de, kendi yetiştiği coğrafyanın tarihsel süreç içerisinde edindiği, analiz ederek geliştirdiği  ya da körelttiği  bir çok dinin  inceliklerini  barındırarak tekçiliği yaratmış ve iki zıt kavramı doğurmuştur. Tanrı ve Şeytan. Bugün kutsal dinler olarak kabul ettiğimiz dinlerin, yine aynı coğrafyadan çıkıp, aynı temeller üzerinde aynı mitler ile şekillendirilmiş olması iki şeyi akla getirir: 
Birincisi, insanoğlu dinler tarihindeki evrimini teklik ve zıtlıktan kullanarak kendine sürekli güncellenen dinler silsilesi içinde bir yer aramış ya da gerçekten de bir yaratıcının eli inanç dünyamızı şekillendirmiştir

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

YUNAN YA DA DEMOKRASİ YOLUYLA KOVULAN ŞEYTAN

Kötülüğün  kökenleri  ve  doğasını  kesin  felsefi  terimlerle  ilk  sorgulayanlar  Yunanlılar olmuştur.  Ancak  Yunanlılar  ve  onların  öncüleri  olan  Mikenliler,  Minoslular  ve Pelesgianlıların da, kendileri için çıkış noktası oluşturan bir folklor, mit ve efsane hazineleri vardı. Yunan geleneklerinin Antik Yakın Doğu ve İran geleneklerinden ne ölçüde etkilenmiş olduğu konusu bugün tarihçiler ve arkeologlar tarafından incelenmektedir, ancak, zamanla bu etkilerin önemi giderek ön plana çıkmıştır.  

Mısır  ve  Mezopotamya  tanrıları  gibi  Yunan  tanrıları  da tek  bir  Tanrı’nın  ikircikli tezahürleridir. Tanrıların görünürdeki çelişik etik ve ontolojik nitelikleri, bir kargaşadan çok zıtlıklar arasında bir uzlaşmayı aktarmıştır. Bu nedenle, gerek bir sınıf olarak tanrılar gerekse tek tek her tanrı ya da tanrıça hem iyi hem de kötü özelliklere sahiptir.

Neredeyse tüm tanrılar bir ouranic yani göksel, bir de chthonic yani alt dünya özelliği gösterirler ve chthonic özellik daha sık bir biçimde kötülük kavramıyla özümsenmiştir. Tüm bu muğlak özellikler kısmen, klasik dönemde bilindiği şekliyle her tanrı figürünün, kimileri Minos dönemine kadar inen kimileri ise Yakın Doğu kökenleri olan yerel kültlerden alınan pek çok farklı unsurun bir sentezi olduğu gerçeğinden kaynaklanmaktadır.

Yunan, Zeus’un kafatasından Athena’nın doğmasını andırır biçimde bir güneş gibi doğmadı: Bir çok savaş, istila, zafer ve yenilginin harmanlanması ile özel bir kültür doğmuştur. Çünkü ezbere  bilinen  bir  Yunan  panteonundan  söz  edilebilir,  ancak  bu panteon  Hindu  panteonu kadar  da  paradoksaldır.  Bizim  güzellikle,  ışıkla,  ilahi  parlaklıkla,  yani  ışıl  ışıl  bir  gönül yüceliğinin  bütün  erdemleriyle  özdeşleştirdiğimiz  Apollon, korkunç  bir  kıskançlık  krizi geçirerek kendisinden daha iyi flüt çalan satir Marsyas’ın derisini canlı canlı yüzer.

 
 Hükümdar Zeus, Hera ile evli olmasına rağmen bir çok çapkınlık ile anılır. Denizler tanrısı Poseidon, Atinalılar Athena’yı ona tercih ettiler diye sinirlenerek su baskınlarına yol açar. Pandora’nın kutusu mitinde olduğu gibi tanrılar doğaları gereği kötüdürler.

Yunanlılara göre tanrılar insanlığın ne dostları ne de düşmanlarıdır. Tanrısal işler insanlarla ilgili değildir.  Ancak bu panteon içinde şeytan ikonografisi açısından dikkate alınması gereken en önemli tanrılardan biri Pan’dır. Hermes’in oğlu Pan doğuştan kıllıydı; boynuzları ve çift toynaklı ayaklarıyla yarı – keçi görünümüne sahipti.  Babası gibi fallik bir tanrı olan Pan, aynı zamanda hem yapıcı hem de yıkıcı olabilen kösnül arzuları  temsil  etmektedir.  İkonografik  yönden  Pan’ın  Şeytan  üzerindeki  etkisi  büyüktür. Ortaçağ geleneğinde Şeytan sık sık bedeni kıllarla kaplı, kimi zaman boynuzlu kimi zaman da çift toynaklı olarak betimlenir.

Şeytan’ın genellikle çeşitli hayvan biçimlerine, en çok da keçi biçimine  girdiğinden  söz  edilir.  Bu  benzerliğin  kökeninde Şeytan’ın  Hristiyanlığın  diğer pagan tanrılarla birlikte reddettiği ve özellikle de vahşi doğa ve cinsel taşkınlıkla ilişkileri yüzünden korku duyulan chthonic bereket tanrılarıyla olan ilişkisi yatmaktadır.  Yunan  inanışlarının  içinde  yer  alan  bir  çok  kötücül  ruh  ve  yaratık  Şeytan  kavramının şekillenmesinde etkili rol oynamıştır. Ancak buna rağmen Yunan’da  hiçbir  yerde kötülük kavramının  kişileştirilmiş  haline  yaklaşan  bir  varlık  bulunmaz.  Bunun  nedeni,  Yunan geleneğinde teodise kavramı üzerine ayrıntılı düşüncelerin, mitologya yazarları tarafından değil,  filozoflar  tarafından  geliştirilmiş  olmasıdır.  Sistematik  bir  biçimde  “Pothen   to kakon?” sorusunu ilk kez soranlar Yunanlılardı.  

Sonuç  olarak  günümüzün  düşmüş  meleği,  özünde  totaliter  güçlerin  mantıksal  bir kurnazlığından  başka  bir  şey  değildir.  Yunan  din  adamı,  iyilik  ve  kötülüğü  birbirinden ayırmanın uluslar ötesi hakkını asla kendine mal etmedi. Yunan, tanrılarını ve onun yansısı olanları  kendinin  icat  ettiğini  asla  unutmadı.  Demek  istenilen  şu  ki,  Yunanlılar  asla  köle olmadı.
 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

İBRANİLER YA DA GÖKSEL HİZMETKAR İBLİSLERDEN MODERN ŞEYTANA

Yahudilik İsraillilerin ya da İbranilerin ya da Yahudilerin dinidir. İsrail sözü Savaşan Tanrı ya da Tanrı’ya  karşı  güç anlamına  gelmektedir,  yaptığı  savaşlardan  sonra  Yakup’a  bu isim verilmiştir.

Yahudilik üzerine başlıca belge, İsrail’in kutsal kitabı olan Eski Ahit’tir. Yeryüzünde  ortaya  çıkan  yüzlerce  uygarlık,  önceki  sayfalarda  kısmen  anımsatıldığı  gibi Yaratılış’ın  birçok  anlatısını  üretmiştir.  Gerçekten  de  insanın  en  derin  kaygısı  kendine kökenler yaratmaktır. Bu kökenleri bilemediği zaman da uydurmuştur. Yahudiler de bu köken sorununa bir çözüm ararken, ortaya yaradılış mitini koymuşlar ve hem her şeyin yaratıcısı olan tanrının kötü tarafını başka bir kavrama yöneltmişler hem de belli başlı tabuların temelini atmışlardır: Kadın, çıplaklık, cinsellik, ve şeytan yani İLK GÜNAH.

Eski Ahit’in üçüncü bölümünde; erkek ve kadınının Aden bahçesindeki Tanrıyla birlikteki yaşamları  ve  oradan  atılışları  anlatılır.  Hayvanların  en  hilekârı  olarak  nitelendirilen  yılan kadınla karşılaşır ve onu iyilik ve kötülüğü bilme ağacının meyvesinden yemesi için ikna etmeye  uğraşır.  Kadın,  bahçenin  ortasındaki  ağacın  meyvesinden  yemeyi  Tanrı’nın kendilerine yasakladığını ve şayet yerseler öleceklerini, ifade ettiğini söyler. Yılan ise, bu meyveyi  yemekle  ölmeyeceklerini,  bunu  Tanrı’nın  da  çok  iyi  bildiğini,  o  meyveyi yediklerinde iyiliği ve kötülüğü bileceklerini ve Tanrı’yla aynı özelliklere sahip olacaklarını söyler.

Bu sözler karşısında kadın ikna olur ve o da Âdem’i ikna eder. Önce kadın yer daha sonrada yemesi için Âdem’e de meyveden verir. Meyveyi yer yemez birden gözleri açılır ve o ana kadar farkına varmadıkları şeylerin farkına varırlar. İlk kez çıplaklıklarından utanç duyarlar, cinselliğin farkına varmışlardır. Buldukları incir yapraklarıyla edep yerlerini kapatırlar. Akşam serinliğinde bahçede gezintiye çıkan Tanrı, Âdem’i ve eşini göremez ve onları  arar.  Ağaçların  arasına  saklanan  Âdem,  nerede  olduğunu  soran  Tanrı’ya  çıplak olmasından dolayı utandığını ve saklandığını söyler.  Aden bir İbrani buluşu değildir. Sözcük Sümerlilerden gelmektedir ve Sümer mitlerinde de cenneti betimlemektedir.

 
Tanrı,  Âdem’in  yasak  meyveyi  yediğini anlar. Olayın gelişimini anlatan  Âdem, kendisini kadının kandırdığını, kadın da kendisini yılanın kandırdığını söyler. Tanrı önce yılanı lanetler. Daha sonra da kadına zahmetli bir hayat bahşettiğini, gebeliğini artıracağını, büyük acılar çekeceğini, kocasının onun üzerinde hakimiyet kuracağını ve kadının arzusunun da daima erkeğe karşı olacağını belirtir.

Kısacası İyilik ve Kötülük ağacı simgedir, tıpkı bütün simgeler gibi anlamı muğlaktır, peki ama yılan da bir simge olarak sayılabilir mi? Bundan kuşku duyulabilir, en azından bu mit için  çünkü  Elohim,  yani  Yahudilerin  tanrısı,  özellikle  ona  yılan  olarak  hitap  etmektedir: “Bunu  yaptığın  için  bütün  sığırlardan  ve  bütün  kır  hayvanlarından  daha  lanetlisin;  karnın üzerinde yürüyeceksin ve ömrünün bütün günlerinde toprak yiyeceksin. ”Bunun  dışında  daha  şaşırtıcı  olan  bir  mit  ise,  Yaratıcı’nın insanların  yeryüzünde yayılmasından hoşnutsuz olmasıdır: “Ve Rab gördü ki, yeryüzünde adamın kötülüğü çoktu ve her  gün  yüreğinin  düşünceleri  ve  kuruntuları  ancak  kötü  idi.  Ve  Rab,  yeryüzünde  adamı yarattığına nadim36 oldu. Yarattığım adamı... toprağın yüzü üzerinden  sileceğim.  Yarattığım adamı  ve  hayvanları,  sürünenleri,  göklerin  kuşlarını  toprağın  üzerinden  sileceğim,  çünkü onları yarattığıma nadim oldum.”Ve Tufan olur.  

Tüm bu olanlar yılanın dalaveresine düşen Adem ve Havva için mi, yılanın dalaveresi için mi, ya da kendinden daha fazla geçim maddesi biriktiren kardeşine öfkelenen Kabil’in cinayeti için midir bilinmez ancak açıkça görülen bir gerçek var ki o da Kitapların Kitabı Eski Ahit’te ki tanrı, öfkeli bir despot gibi görülmektedir, hatta öfkeli ve adaletsiz, bağışlama kavramına yabancı  ve  hayal  kırıklığına  uğradığı  için  öfkelenerek  tüm  yaradılışı  yok  etmeye  karar verebilecek  bir  tanrıdır.  

Bu  Yahudiliğin  başlangıcından  itibaren  kötülüğün  kaynaklarının belirsiz olmasının en büyük kanıtıdır.  İbranilerin şeytan fikri, Eski Ahit’in yazılış tarihleri arasında yani yaklaşık olarak İÖ VI. Yüzyılla  İS.  I.  Yüzyıl  arasında  değişir.  Bu  olgu  önceden  ortaya  çıkarılmıştır:  Şeytanlar Yahudiliği İÖ 150 ile 300 arasında işgal etmiştir.  veba cini Reshev, genel olarak hastalıkların cini Dever, cinlerin yardımcısı Belial, çöller cini ve daha sonraları İsa’yı da türlü sınavlar ile baştan çıkarmaya çalışacak olan Azazel. 

Yahudi  halkının  büyük  bölümünün  uzun  süre  kölelik  altında  yaşadığı Babil’e kıyasla bu zayıf bir dökümdür: Babil pandemonionu önemli ölçüde daha gelişkindir ve şeytanlara ilişkin daha ayrıntılı bir döküm içerir. Bu topraklarına geri dönen Yahudileri şaşırtmış ve en baştaki kötülük şeytanından, üremedeki düzensizlik şeytanına kadar tüm bu şeytanların kimliklerini akılda tutmayı gereksiz görmüşlerdir.  

Ve nihayetinde Yahudi dini insanlık tarihine, Mezopotamya’dan aldığı bir çok etki ile kadın düşmanlığını, günahı, pişmanlığı, ve en önemlisi günümüz Şeytan’ını kazandırmıştır. 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

YENİ AHİT: HRİSTİYANLIK ve ŞEYTAN

Yeni Ahit’te yer alan düşünceler, kısmen Helenistik felsefeden kısmen ise çağdaş Yahudi geleneğinden, özellikle  Apokaliptik ve Hahamcı geleneklerden alınmıştır. Bugün elimizde olduğu biçimiyle en erken dönem Hristiyanlığa ait yazıların daha erken dönemin sözlü ve olasılıkla yazılı kaynaklarından kaynaklandığına inanılır. Yeni Ahit’te yer alan bölümler İS 50 ile  İS  100  yılları  arasındaki  dönemde  yazılmıştır.  

Hristiyanlık,  Yunan  ve  Yahudi geleneklerinde var olan Şeytan kavramlarının bir sentezini sunar ve Yeni Ahit’te yer alan diaboloji  ve demonoloji özünde Hellenistik Musevilikle aynıdır. Yeni  Ahit,  yarım  yüzyılı kapsayan bir süre içinde çeşitli yazarlar tarafından kaleme alınmıştır ve sunduğu bakış açısı bir bütünlük içermemektedir. Şeytan üzerine benzer yaklaşımlar sadece Aziz Pavlus ve Aziz Yuhanna  yorumlarında örtüşmektedir.

Bu başlıkta bu  iki  Aziz’in  yaklaşımları üzerinden gidilecektir.  Şeytan, Hristiyan teodise’sinde önemli bir alternatif oluşturduğundan dolayı, Yeni Ahit’te son derece büyük bir öneme sahiptir.  Hristiyanlık,  Tek,  her  şeye  gücü  yeten  ve  tümüyle  iyi  bir  Tanrı  öne  sürer.  Bu  özellikler kısmen, Tek Olan’a ontolojik ve ahlaksal kusursuzluğu atfeden ve kötü ontolojik varoluşu yadsıyan ya da onu en alt düzlemde oluş biçimiyle özdeş kılan Helenistik düşünceden; alınmıştır.

Bu özellikler ayrıca kısmen, Tanrı’nın iyi özelliklerini kötü özelliklerinden ayıran, Tanrı’nın salt iyi yüzüne yönelerek onu Yehova’yla özdeşleştiren ve Şeytan adını verdiği kötü yüzünü alt düzlemde bir varlık ya da melek konumuna indirgeyen Yahudilik’ten de alınmıştır. Böylece Tanrı’nın özgün imgesi bölünmüştür.  Yeni Ahit, Şeytan’la ilgili birtakım kavramları miras olarak devralmıştır.

Şeytan düşmüş bir melektir, demonlar ordusunun başındadır, kötülük ilkesidir ve var olmayandır. Şeytanın işlevi İsa’nın karşıt ilkesi olmasıdır. Yeni Ahit’in merkezinde yer alan mesaj, kurtuluştur: İsa Mesih bizi kurtaracaktır. Bizi kurtardığı güç ise, Şeytan’ın gücüdür. Şeytan’ın gücü göz ardı edilecek olursa, İsa’nın kurtarıcı misyonu anlamını yitirecektir. “O zaman İsa, İblis tarafından denenmek üzere,  Ruh tarafından çöle sevk edildi.  Ve kırk gün kırk gece oruç tuttuktan sonra acıktı. Ve ayartıcı gelip ona dedi: Eğer sen Tanrı’nın oğlu isen, söyle  bu  taşlar  ekmek  olsun.  İsa  da  cevap  verip  dedi:  İnsan  yalnız  ekmekle  yaşamaz  fakat Tanrı’nın ağzından çıkan her bir söz ile yaşar. O zaman İblis onu mukaddes şehre götürdü ve mabedin kulesi üzerine koyup kendisine dedi: Eğer sen Tanrı’nın oğlu isen kendini aşağı at. O meleklerine  senin  için  emredecek  ve  ayağını  bir  taşa  çarpmayasın  diye  elleri  üzerinde  seni taşıyacaklar. İsa ona dedi: Sen Tanrı’nı denemeyeceksin diye yazılmıştır. İblis bu sefer İsa’yı çok yüksek bir dağa da götürdü ve ona dünyanın bütün ülkelerini ve onların izzetini gösterdi ve İblis ona dedi: Eğer yere kapanıp bana tapınırsan, bütün bu şeyleri sana veririm. O zaman İsa  ona  dedi:  Çekil  Şeytan,  çünkü  Tanrı’na  tapınacak  ve  yalnızca  ona  kulluk  edeceksin  diye yazılmıştır.”

Erken  Hristiyanlık’ta  Şeytan’ın  kesin  bir  imgesi  yoktur,  İlk Günah  kavramı  Yahudilerde olduğu gibi Hristiyanlık’ta da geçerli olduğundan  yılan  yine  burada da rol oynamaktadır. Şeytan  betimleri  Constantinus’un  tahta  çıkmasından  önce  ve  sonralarında  tam  anlamıyla yerine oturmaktadır. Çünkü Hristiyanlık, yayılma politikası yürütürken karşılaştığı zorlukların başında şeytan ve kötülük kavramlarını bilmeyen Roma ve Helen dinleri ile hem iç içe hem de zıtlıklar hatta ölümler katliamlar gibi bir çok acı evre geçirir. Ve Hristiyan Şeytan’ı Roma ve Helen  kültürlerinde  ki  bazı  tanrıları  düşkünler  olarak  sınıflandırarak  şeytan  imgesini oluşturmaya başlar. Siyasi bir kavram ile yoğrulsa da, Şeytan yüzyıllar boyu aktarımlar ile imgeleşmesini sürdürmektedir.  

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

İSLAMİYET ve ARAP YARIMADASINDA GÜNCELLENEN ŞEYTAN

Bütün  ansiklopediler  İslam’ın  Arabistan’da  yani  Arap  Yarımadası’nda  doğduğunu  yazar. Coğrafya  dikkate  alındığında  bu  doğrudur  ancak  tarih  dikkate  alınırsa  belirsizdir.  Çünkü tarihsel  olarak  Arabistan  özellikle  VII.  Yüzyılda  İslam’ın  doğuşu  sırasında  hem  kültürler açısından hem de dinler açısından homojen bir varlık olmaktan uzak olduğu gibi daha önceki yüzyıllarda  da  hiç  değildir.  

İslam,  kendinden  önceki  dünyalardan etkilenmekten  geri kalmamıştır.  Dünyanın  geri kalanının,  Avrupa, Hint  ve Çin’in tarihi  yüzyıllardan  beri  bilinmekteyken, Arabistan’ın tarihi, petrol araştırmalarına paralel olarak 1930’lu yıllarda girişilen arkeolojik kazı  kampanyaları  vesilesiyle  belli  bir  netlikle  ortaya  çıkmaya  başlamıştır.  Suriye  çölü Hama’dan  başlayan  ve  Kızıldeniz  ile  Basra  Körfezi  arasında  ilerleyip  Hint Okyanusu’na kadar uzanan bu küçük kıtanın, Issız Bölge adına fazlasıyla layık olan Rubül-Hali geniş alanları ya da Necd’in büyük bölümleri hala yeterince bilinmemektedir.  

Arabistan’da  bir  çok  kültür  var  olmuştur,  Mısırlılar,  Romalılar,  Yunanlılar,  Etiyopyalılar, Fenikeliler, Yahudiler buradan geçmişler ve her biri kendi izlerini bırakarak kimi zaman oraya nüfuz etmişlerdir.  Ve en erken 567’de en geç 579’da kimilerine göre ise 571’de Mekke’de Muhammed, iktidarı paylaşan  bir  çok  kabile  gibi  bir  kabilenin  mensubu  olarak  doğmuştur.  Bilindiği  ya  da söylendiğine  göre,  anne  ve  babasını  erken  yaşta  kaybetmesi  ile  önce  dedesine  dedesini kaybettikten sonra zengin bir tüccar olan amcasının yanına verilmiş ve amcası ile gittiği bir Yahudi kentinde peygamber olacağı rahipler tarafından belirlenmiştir.

Peki  Muhammed  hangi  şeytanı  bilmekteydi?  Tanıdığı  bir  Şeytan  var  mıydı?  Eğitimi  ve gelişimi hakkında hiçbir şey bilinmemektedir ancak kendi kabilesinin eğitiminden başka bir şey olması pek mümkün değildir. 
Zerdüştlerin  Ahriman’ını  işitti  mi  bilinmez  ya  da  kötülük  ruhlarına  ilişkin  bilgisi  Babil dinlerinden gelme çöl rüzgarlarında kötülüklerini üfleyen ifritlerle sınırlıydı yoksa Yahudi Şeytan’ından bağdaştırmacılık yoluyla türemiş ve Eski Ahit’te ki saygın “rakip” rolünde kalan bir biçimle mi sınırlıydı... bunu hiçbir zaman bilemeyiz. Ancak kendisine anlatılanları dinlediği kesindir çünkü Kuran’da Muhammed’e öncekilerin masallarını  anlattığını  söyleyenlere  karşı  bir  ayet  yer  almaktadır.  “Ve  dediler  ki:  Bu, geçmişlerin  uydurduğu  masallardır,  bir  başkasına  yazdırmış  olup  kendisine  sabah akşam okunmaktadır.” Bunun dışında bir çok yazar Muhammed’in Yahudi-Hristiyan bir öğretinin etkisinde  kaldığını  ileri  sürdüler,  durum  böyle  olsa  dahi  bunu  açıklamak  olanaksızdır  ve İslami Şeytan kavramını etkilemiş olsa bile bu öğreti kesinlikle Yeni Ahitsel bir öğretidir çünkü İncil gibi Kuran’da Eski Ahit’in tersine, Şeytan’ı Yaratıcı’nın hizmetkarı olarak değil, yeminli düşmanı olarak tanımlar: “Öyleyse  Kuran  okunduğu  zaman,  kovulmuş  Şeytan’dan Allah’a sığın.”

İslam, Eski Ahit’te ki bir çok miti içerisinde barındırmaktadır, Şeytan imgesinin yaradılış mitinde ki varlığı İslam sanatını da etkilemiştir. Fuzuli’nin yazmış olduğu Falnâme adlı eserde yaradılış aynı Erken dönem Hristiyan tasvirlerine benzemektedir. Sadece figürlerin giyim ve kuşamı ile mekan olgusu daha oryantalisttir. Yaradılış sahnelerinin dışında Pers coğrafyasında şekillenen minyatürlerde Muhammed’in Miraç’a çıkışı ile Cennet ve Cehennem’i ziyaret ettiğine inanılır. Cehennem minyatürlerinde, İslam sanatının alışılmışa gelmiş Muhammed’in yüzünü gizleme görülmez.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

SANATIN KÖTÜ ÇOCUĞU: ŞEYTAN

Frankenstein  isminin,  Mary  Shelley’nin  1818  yılında  yazdığı  gotik  romanında  başrolü oynayan bilim adamından, nasıl olup da küp şeklindeki kafasının içinden ok geçen Hollywood canavarına  dönüştüğünü  edebi  kaynakları  inceleyerek  öğrenemeyiz.

Edebi  kaynaklar, Şeytan’ın  neden  göründüğü  gibi  göründüğünü  anlamaya  kalkıştığımızda  da sınırlı  ölçüde yardımcı  olabilirler.  Yüz  yılı  aşkın  süredir,  en  çok  kullanılan  Şeytan  imgesi  aslında boynuzları, kuyruğu ve elinde tırmığı olan sakallı bir yaratığa aittir.  Şeytan’la ilgili düşüncelerimizin ille de Şeytan’ın resimlerdeki imgesiyle ilgili olmasa da, üç kaynağı vardır: Yeni Ahit’in ilk yorumları: Milton’un yarattığı Asi melek ile Blake’in ve Baudelaire’in romantik edebiyat geleneği; Şeytan’a ait kültlerin ve ortaçağda, Rönesans’ta, cadı ve büyücülerin şeytana bağlılıklarını yinelemek üzere zaman zaman toplandıkları kara günlerin popüler geleneği.

Milton, Cehennem’i tasvir ederken şu dizeleri kağıda dökmüştür; “Korkunç  bir  zindan,  dört bir  yanı  çevrili  /  Devasa  Fırın’dan  alevler  fışkırır,  ama  alevlerden  /  Işık  değil  karanlık görünür  /  Yalnızca,  ıstırap  manzaraları  /  Huzur  ve  rahar  yüzü  görmeyen  / herkese  doğan umudun  hiç  uğramadığı  /  Kederin,  kasvetli  ruhların  diyarı  görülsün  diye  /  ama işkence durmaksızın sürer / Ve her daim yanıp tükenmeyen kükürtle beslenen ateş tufanı da / Böyledir İlahi Adalet’in asiler için hazırladığı yer / Burasıdır onları bekleyen zindan / Zifiri karanlıkla ve onların kaderi / Tanrı’dan ve Cennet’in Işık’ından / Merkezin kutbunun ucuna uzaklığı üç kat daha fazla.”

Baudelaire  ise  Şeytan’a  övgüler  sunduğu  şiirinde  şöyle  demektedir:  “......  / Ey  haksızlık edilen,  sürgünlere  atılan  hakan  /  Ey  yenilip  düştükçe  daha  güçlü,  daha  dinç  kalkan /  Acı Şeytan, acı şu tükenmeyen yoksulluğuma! / .....” Popüler gelenek, sapkınlar ve cadı avcıları fantezisi, XII. Yüzyılda ortaya çıktı ve çok daha sonra tam olarak özlü bir biçimde ifade edildi. Gözümüzün önünde canlanan bir imge olarak Şeytan IX. Yüzyılda ortaya çıktı ancak XIV. Yüzyıla kadar bizim bugün  bildiğimiz Şeytan değildi. Temel Hristiyan edebiyatı için yapılan çizimlerde Şeytan’ın elinde çoğu zaman bir çatal ya da tırmık bulunmaktaydı.
Bu alet, Poseidon’un üç çatallı mızrağından gelmekteydi, bu çatalın kökeni ise, M.Ö. 2000’den önce Eski Babil’in İklim Tanrısı Adad’ın üçlü şimşeğiydi. Edebi kaynaklardan yararlanılarak yapılan hiçbir araştırma Şeytan’ın elinde neden bir mızrak ya da tırmık olduğunu cevaplamaz. Şeytan yalnızca IX. Yüzyılda ilk kez ortaya çıktığında klasik etkilerin sonucu olarak elinde üç çatallı bir mızrak tutar.

Bu mızrak bundan sonra Rönesans’a kadar nadiren görülür, Ortaçağ boyunca çoğu zaman tercih edilen alet dört tırnaklı demir oluşturmuştur. Bu belki önemsiz bir ayrıntı olarak görülebilir ancak üç çatallı mızraktan dört tırnaklı demire geçiş kaynak taraması yahut soyut estetik biçimlerin çözümlenmesi ile açıklanamaz. Bu değişikliğin arkasında iki önemli tarihsel ve toplumsal olgu vardır: Birincisi, klasik sanata duyulan ilginin azalması ve erişimin kısıtlanmasıdır. İkincisi ise sapkınlara ve suçlulara  işkence  etmek  için  tırnaklı  demirin  ya  da  çatallı  çengelin  kullanılmasının yaygınlaşmasıdır.

Bunun bir çok örneğini görebiliriz, farklı ülkelerden farklı sanatçılardan bir çok örnek bulunmaktadır. Bible de Souvigny’deki Eyüp Kitabı’nda,Winchester Zeburu’nda, ve St. Etienne Katedrali’nin batı cephesinin alınlığında, Şeytan tırnaklı demir ile görülür.  İki  farklı  resim  grubu,  bu  araştırmanın  temasını  oluşturan  belirleyici  bir  sorunu  ele  alır: Şeytan  imgesindeki  süreksizlik.  İlk  grup,  İsa’yı  baştan  çıkaran  Şeytan’ın resmedilmesi  ile  ön  plana  çıkar.  İkinci  grup  ise  Limbourg Kardeşlerin  iki  ayrı  eserinden oluşur: Limbourglar, XV. Yüzyılın başlarında bir dua kitabına hem Cehennem’i hem de Meleklerin Düşüşü’nü resmetmişlerdir. Ancak Cehennem’de betimlenen Şeytan  ile  Tanrı  huzurundan  düşen  Şeytan  arasında  bir  benzerlik  kurmak  neredeyse olanaksızdır.

Bunun nedeni, Şeytan bir insan değildir, bir çok maskesi olabilir, ancak onun özü, yüzü olmayan bir maskedir.  Japon  ve  Çinli  sanatçılar,  iblis  ve  şeytanları  etkili  bir  biçimde  temsil  etmekte  hiç zorlanmamışlardır. Batı’da yapılmış olan Şeytan çizimleri Japon Fudomyo – o yanında çizgi roman olarak değerlendirilebilir, ancak Fudomyo – o istemeyeceğimiz kadar vahşi  görünümlü  olsa  da  kötü  değildir,  aksine  kötülük  ile  savaşır. Tıpkı  Erken  Dönem Hristiyan sanatçııları; Yunanlıların tanrısı Pan’ı ve Babil’in veba ve yer altı tanrısı Nergal’i Şeytan olarak yorumlamış olsalar da, ne Pan, Yunanlılar için ne de Nergal Babilliler için şeytani ve kötüydü.  

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

ŞEYTAN NEDEN ÇIPLAKTIR?

Farklı  azizlerin,  ortaçağdaki  resimlerine  bakarsak  hep  aynı  yüzleri  görürüz  ancak  çeşitli özelliklerin oluşturduğu sabit bir ikonografinin yardımıyla örneğin, Petrus’u Pavlus’tan ya da Markos’u  Luka’dan  ayırt  edebiliriz.  Anahtarı  gördüğümüzde  o  kişinin  Petrus,  bir  boğa gördüğümüzde ise o kişinin Luka olduğunu biliriz.  

Peki ama şeytan’ı nasıl tanımlayabiliriz? Boynuzları ile mi? Kuyruğu ile mi? Ne yazık ki, çoğu  zaman  Şeytan’ın  ne  kuyruğu  ne  de  boynuzları  vardır.  Ne  de  tırmığı.  Ne  de  çatal toynakları. Üstelik Şeytan’ı yalnızca çirkin göründüğü için tanımayız, çünkü bazen hakikaten gülünçtür.  İsa  ve  Şeytan  dahil  bütün  figürlerin  temsilleri  V.  ve  XV.  Yüzyıllar  arasında değişikliğe uğramıştır. İsa’daki değişiklikler belirlenebilir ama Şeytan’ınkiler daha zordur, çünkü  İsa’nın  ikonografisi  tamamlanmış,  Şeytan’ınkiyse  tamamlanmamıştır.  

Bu  karşıtlığı açıklığa kavuşturmak için birkaç örnek ile konuyu toparlamaya çalışacağım.  Ortaçağdaki  iletişim  araçlarının  –kilise  vaazları,  dini  tiyatro  oyunları,  renkli  camlardan yapılmış  pencereler,  mozaikler  ve  heykeller-  amacı  inancı  öğretmek  açıklamak  ve güçlendirmekti. Anlam ikonografi yoluyla belirlenirdi.

İsa’nın bir temsilinin tarihi, genellikle belli ikonografik özelliklere göre belirlenebilir. IX. Yüzyılda haçın üzerinde, gözleri açık, heyecansız bir şekilde asılı duran sakin İsa, XIV. Yüzyılda büyük acılar çeken İsa’ya dönüşür.  Ancak herhangi bir zamanda Şeytan, farklı kılıklarda küçük zayıf bir şeytan ya da kötü bir iblistir. XII. yüzyılda Romanesk bir kilise olan Autun’daki St. Lazare katedralinde, tek bir heykeltıraşa ait olan eserlerde bile Şeytan’ın temsili değişir.

Üç yüzyıl sonra, Fra Angelico’nun Florasan’daki San Marco Manastırı’nda bulunan Kıyamet Günü’nde olduğu gibi aynı eser içerisinde bile farklılıklar vardır. Angelico’nun Şeytanlarının bazılarının boynuzları  vardır,  bazılarının  yoktur,  bazılarının  kanatları  vardır,  bazılarının  yoktur; bazılarının postu varken bazılarının yoktur. Bazıları bir köpeğin yüzüne sahipken, bazıları bir kendinin yüzüne sahiptir.

Şeytanın kendisi iki ana rolde ortaya çıkmıştır, ilk olarak Mikael’in savaştığı ejderdi destekçileri ise canavarlardı, ve Mahşer’de alt edildi. ikonografik olarak X. yüzyılda Morgan  Beatus’un  bir  dua  kitabına  yaptığı  tezhiplere benzer.  İkinci  olarak  da Kıyamet  Günü  gelir,  burada  Şeytan  düşman  değildir;  Tanrı’nın  işini  yapmakta  ve günahkârları cezalandırmaktadır. Rakip olmaktan öte, Şeytan kendi yerine sahiptir ve ilahi güçlerle  büyük  bir  uyum  içerisinde  çalışır.  Ne  düşman  ne  de tehdittir,  Şeytan  lanetlilere işkence ederek düzeni güçlendirir. Biraz daha farklı bir tema 800 yılı dolaylarında başlar ve 1550  yılı  dolaylarında  sona  erer:  Asi  Meleklerin  Düşüşü.  İlk  tahmin Trier  Mahşeri’nin tarihine  gider,  ikinci  ise  Venedikli  ressam  Lorenzo  Lotto’nun Mikael  ile  Lucifer’ine. Genellikle gözden kaçırılan asıl tuhaf sorun ise Lotto’nun resminde ortaya çıkar:

Mikael  ile  Lucifer  aynıdır:  aynı  vücut,  aynı  yüz.  Onlar  ikizdir,  birbirlerini  tamamlayan ruhlardır. Şeytan’ı çizmek ressamlar için gerçekten de zor dönemler geçirmelerine neden oldu. Sözü edilebilecek hiçbir edebi geleneğin olmayışı ve daha da kötü olanı aslında resim geleneği de yoktur. Yer altı mezarlıkları ve lahitlerde hiç Şeytan imgesi bulunmaz. Resim geleneğindeki bu eksiklik Şeytan’ı, Lucifer’i, Satan’ı ve iblisleri karıştıran edebi kaynaklar, Şeytan’ın tek bir imgesinin olmamasının ve ikonografinin değişip durmasının önemli nedenlerindendir.  

Çıplaklığın günah ile ilişkili olduğu fazla düşünülmeden verilmiş ani bir cevap olabilir ancak Roma’da  soylular  arasında  atletik  çıplaklık  bir  statü  belirtisiydi  ve  hamamlar  toplumsal hayatın bir parçası olduğu için insanın emsalleri asilzadeler arasında ve aşağı tabakadakilerin önünde  çıplak  olması  gündelik  bir  olguydu.  Ancak  Hristiyan  sanatında  çıplaklıktan  uzak duruldu. İlk çıplak bebek İsa figürü muhtemelen Jean Pucelle’in 1325’te Jeanne d’Evreux için yapılan dua kitabında yer alan bebektir.  İsa bazen ilk heykellerde ve bazı Bizans mozaiklerinde çıplak gösterildi ama VI. yüzyıldan sonra klasik modellere erişim kısıtlandığından nadiren çıplak betimlenmiştir. III. yüzyıldan VII.  yüzyıla  kadar  vaftiz  törenlerinde  yer  alan  İsa  çoğu  zaman  çıplak  bir  çocuk  olarak resmedilmiştir. 

X.  yüzyıldan  sonra  ise  beline kadar  suya  gömülmüş  cinsel organları gizlenmiş ya da resmedilmemiş sakallı bir adam olarak karşımıza çıkar. Tanrının penisinin olup olmadığı tartışılmasa da bu mesele dolaylı olarak ele alındı çünkü 1400’lerin  ortalarında  belli  teolojik  sorunlara  karşılık  İsa’nın  insanlığı  vurgulandı  ve  bu vurgu,  İsa’nın cinsel organlarını gösteren yeni bir resim türü doğurdu.


XV. Yüzyıla ait  bu  yeni türün temelinde, Rönesans’taki entelektüel,  ideolojik  ve teolojik değişimler  vardı.  Ancak  bu  çıplaklık  Şeytan  için  uygulanırsa  sorunlar  ortaya  çıkaracaktır düşüncesi ile çıplaklığı paganlığı aşağılamak için başvurulan en önemli yöntemlerden biri haline sokulduğunu görürüz. Hristiyan rahipler, pagan tanrıların şeytan olduklarına inandıkları için  ve  bu  tanrılar  çoğu  zaman  nü  olduğu  için  şeytanlar  da  nü  halini  almıştır.  Hristiyan sanatında  küçümseme  ve  aşağılama  göstergesi  olarak  çıplaklık  şeytanlar,  paganlar  ve sapkınlara ayrılmıştır. Pagan tanrılarının şeytanla özdeşleştirilmesi ve bazı şeytanların şekli olarak  Pan’ın  kullanılması  kazara  olmamıştır.  Bunlar,  kilisenin  klasik  bilimi  ve  felsefeyi yüzyıllar boyunca kurutarak nasıl parçaladıklarının bir göstergesidir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

ŞEYTAN’IN ÖZELLİKLERİ

Çıplak  resmedilmesine  karşın  Şeytan  nadiren  anadan  doğmadır.  Bunun  yerine  genellikle, hakkında  hiç  yorum  yapılmamış  gibi  görünen,  değişik  bir  etek giyer.  Bu  etek  ilk  olarak şeytanın Utrecht Zeburu’nda bulunan birkaç resminden birinde ortaya çıkar. Bu etek, toplumdan dışlanan, medenileşmemiş, vahşet ve kargaşanın göstergesidir.

Bu kaba tüylü mağara adamı eteklerini hiçbir Mısır, Yunan ya da Roma eserinde bulamayız ancak defalarca kopyalanan Utrecht Zeburu’nun ressamları böyle bir eteği olsa olsa satyr oyunlarını gösteren Yunan  resimlerinden  geliştirmişlerdir.  

Belkide  satyrlerin  giydiği  bu  kısa pantolonlar, satyrlerin vahşi ve terbiye edilmemiş cinsel davranışlarının bir özelliği olarak görüldü ve biraz değiştirilerek betimlendi.

Şeytan’ın  birçok özelliğinin  bir kaynağının da  Bes olduğu  söylenebilir. Hiçbir zaman önemli bir tanrı olamasa da, M.Ö. 1500 ile 1000 yılları arasında o kadar çok sayıda figürü yapıldı ki, birçok orta sınıf Mısırlının evinde onun bir heykeli bulunuyordu. Kötülüğe karşı  bir tılsım  ve doğumun koruyucusu olan  çirkin Bes’e Hellenistik dönemde de  itibar gösterilmiş  ve  vazolarda,  kapı  süslemelerinde,  mobilyalarda,  duvarlarda  yer  verilmiştir.

Satyrin Şeytan’ın karakter belirleyici özellikleri için model olmasının bir nedeni penisi ile resmedilmesi ise, o zaman bu, Bes’i Şeytan şeklinde düşünmenin bir nedeni olabilir.
Dik  penisli  temsilleri  özellikle  M.Ö.  IV.  Yüzyıl  dolaylarında  Bes’in  koruyucu  güçlerini arttırmak için özellikleri çoğaltıldığında ortaya çıktı. Bazen çıplak, bazen deri kısa pantolonlar içinde gösterilen Bes’in sonradan Şeytan’a ait olacak kabarık saçı, çıkıntılı ağzı ve dişleri, kuyruğu, hayvanlarınkine benzeyen kulakları, sakallı yüzü, kalın dudakları ve dışarı çıkmış dili vardır.

Bes çoğu zaman maymunlar ve yılanlar ile birlikte gösterilir, bu da onunla kötülük arasındaki özdeşleşmeyi güçlendirmiş olabilir. Ortaçağ’daki Hristiyanlar maymunu, günah ve şehvet simgesi olarak kullandılar, üstelik Şeytan’ın çoğu zaman  maymun kılığında ortaya çıktığı söylenirdi. Autun’da Romanesk St. Lazare Katedrali’nde sütun başlığına oyulmuş Musa’ya meydan okuyan vahşi Şeytan’ın alev alev, heybetli saçı ve eşsiz bir saç bantı vardır. Bu saç bantı Yunan ya da Roma tanrılarından gelmiş olamaz, ancak Bes çoğu zaman üzerinde devekuşu tüyleri tutturulmuş bir saç bandı takardı, ve bu tüyler, alev almış saç olarak yanlış yorumlanırsa o zaman sütun başlığındaki Bes – Şeytan karşımıza çıkar.  

Şeytan ikonografisine katkı sağlayan bir başka etmen ise Gorgo’lardır. Gorgo, Bes’te bulunmayan zehirli yılan dişleri ile Cehennem Ağzı için model görevi gördü.  Inferno’nun, Dante’nin Lucifer’i tarif ettiği son kantosunda Lucifer’in iki büyük açılmış kanadının  ayrıntıları  şöyledir: “tüylü  kanatlar  değil,  yarasanınkine  benzeyen  kanatlar” Dante’nin yarasaya benzeyen şekil üzerindeki kesin ısrarı tüylü kanatların onun zamanında hala  Şeytan’ı  tarif  etmek  için  kullanılan  norm  olduğunu  gösterir  ve  Şeytan’ın  yarasa kanatlarının kaynağının Dante olduğunu düşünebiliriz ancak Dante Inferno’ya başladığında tarih muhtemelen 1307’ydi ve yaklaşık 7 yıldan sonra bitirdi. Oysa Giotto, Assisi’deki St. Francis fresklerini 1300’den önce bitirmişti ve Dante bunları neredeyse kesinlikle görmüştür çünkü  Giotto’nun  ününden Purgatorio51’da  söz  etmektedir.  

Bu  fresklerden  birinde gökyüzünde uçan şeytanların yarasa kanatları vardır.  Şeytan’ın sanattaki işlevi ve rolü V. yüzyıl teolojisinden gelir, isimleri de. Yüzü ve şekli ise Hellenistik kaynaklardan – benimsenmiş Osiris’le ilişkili tanrılar ve Bes dahil- ve toplu dua niteliğindeki tiyatro oyunlarından gelir.
Kabaca  bunu  Şeytan’ın  nasıl  bir  görüntü  yarattığı  takip  eder.  İlk  Hristiyan  resimleri Roma’daki yer altı mezarlıklarındadır, ama bunlarda Şeytan yoktur, V. yüzyıldan önce Şeytan resminin olmamasının nedeni bugün hala bu konuda çalışmalar yürüten sanat tarihçilerinin zihnini yorar.

Şeytan ilk olarak IX. yüzyılda Pan’ın yüzüyle ve mağara adamı etekleriyle ortaya çıkar, aynı zamanda da Cennet’ten kovulan kirlenmiş bir ruhtur ve çoğu zaman bir ejder  şeklindedir.  Cehennem  hükümdarı  olarak  Şeytan,  ile  IX. yüzyıldaki ilk şeytanlar arasında hiçbir resimsel bağ yoktur. Şeytan kendi krallığında hep şişman, çıplak, siyah bir gorildir, çoğu zaman kanatları, boynuzları, toynakları ya da kuyruğu yoktur. XII. ve XIII. Yüzyıllarda Şeytan’ın  boynuzları  ve toynakları, kuyruğu  ve tırnaklı demiri vardır. Çoğunlukla kanatsızdır ve kanatlı olduğunda da melek kanatları vardır, fakat bunlar XIV. Yüzyıl  boyunca  melek kanatlarından  yarasa kanatlarına dönüşmüştür.

Birçok Kıyamet  Günü’nde  kutsanmış  ve  lanetlenmiş  insanların  ayrılmasında  Şeytan,  Romanesk eserlerde tüylü, ilkel bir insandır; Gotik eserlerdeyse insan vücudu ve çirkin yüz hatları olan çıplak bir yaratıktır.  Cehennem hükümdarı olarak Şeytan çok az değişir ama şekli ve  görevleri  bazen  Dante’nin  tanımlamasından  etkilenir;  Şeytan’ın  çoğu  zaman  yarasa kanatları ve boynuzları vardır ve günahkar mahkumları büyük bir şekle midesine indirip, dışkı haline getirir. Tıpkı Boticelli ve Giotto’nun betimlediği gibi. Şeytan, Gotik dönemde ve Rönesans’daki Kıyamet Günlerinde de grotesk bir canavar olarak kalır. 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

GİOTTO NEDEN ŞEYTAN’I RESMEDEMEDİ?

Dante’nin Inferno’sunun  yedinci  dairesinde  şair,  kendilerini  düşen  alevlerden  ve  yanan kumlardan korumaya çalışan tefecileri izler ve bu ona, bir yaz günü kendine işkence eden pirelerden kurtulmaya çalışan bir köpeği anımsatır.

Dante tek bir yüzü bile tanıyamaz, ama para keselerindeki armaları tanır: “Yanlarına  vardığımda  bakarken  etrafıma  /  sarı  bir  kesenin  üzerinde  maviye boyanmış  /  bir aslan kafası, bir aslan şekli gördüm; / bakmayı  sürdürdükçe başka bir kese / çarptı gözüme, kan kırmızısı, / tereyağından ak bir kazı gösteren, / ve beyaz renkli kesesinde / mavi, gebe bir domuz çili olan / sordu bana, “Bu çukurda ne işin var?” Soruyu  soran  Padova’daki  en  zengin  tefecilerden  biri  olan Rinaldo  Scrovegni’ydi. Cehennem’de Dante’ye soru soran adamın oğlu, Enrico Scrovegni olmasaydı, XIV. Yüzyılın en  önemli  Kıyamet  Günü  de  olmazdı.  Padova’nın  en  zengini Enrico  Scrovegni  Bakire Meryem şerefine yaptırdığı muhteşem Arena Kilisesi’ni süslemesi için Giotto’yu özel olarak görevlendirmiştir. Bu, İtalya’da bir vatandaşın kişisel olarak, büyük bir sanatçıyı himaye etmesinin ilk örneği olabilir. Ama bunun, tanınmış bir tefecinin değerli hediyelerini Bakire  Meryem  tarafından  memnuniyetle  kabul  edildiği  ilk  Kıyamet  Günü  olduğu  kesin: Giotto’nun  Kıyamet  Günü’nde  Scrovegni,  Bakire  Meryem’e kilisesinin  bir  modelini sunmaktadır.  Bu  eserin  büyük  bölümü  Giotto’nun  yardımcıları  tarafından resmedilmiştir;  ama  Scrovegni’nin  yüzünü  ustanın  kendisi  yapmıştır.  

Tabii  ki  burada Cehennem’deki  lanetlilere  katılamayacak  bir  adam  vardı.  Giotto’da  mali  bakımdan başarılıydı; Floransa ve Roma’da evleri vardı; tarım arazileri satın almış ve oldukça kazançlı dokuma tezgahları kiralamıştı. Aziz Francesco’yu resmetmiş, ama onu izlememişti.  Tamamıyla tecrit edilmiş bu Cehennem’deki alışılmış Şeytan, beklendiği şekilde lanetlileri yiyen gerçekdışı grotesk bir  figürdür. Önemli  ve önemsiz ayrıntılarda özgün olmayan  bu Cehennem Hükümdarı muhtemelen, Giotto’nun Floransa’nın Vaftiz bölümünden bildiği ünlü bir mozaiğin zayıf bir kopyasıdır.

Kurbanlarını midesine indiren Şeytan ilk kez Torcello’nun Kıyamet Günü’nde ortaya çıktı ve Giott’dan sonra yüzyıllar boyunca devam etti. Pisliğin Hükümdarı olan Şeytan’ın oturma pozisyonu, XII. yüzyılın sonlarında başlayan ve Bosch’un  fazlasıyla  dikkatini  çeken  günahkarların  dışkı  haline  getirilmesi konusuna yol açmıştır. 
Giotto’nun  şeytanları  muhtemelen  dini  oyunların  kostümlerinden  alınan  pençeleri  ve kuyrukları  olan,  tüylü,  sakallı  yaşlı  adamlardır  ve  çıplak  lanetlilere  işkence  etmekle meşguldürler. Bağırsakları çıkarılmış adamlar bir ağaçtan sarkmaktadır, kadının biri saçından, adamın biri de penisinden asılmıştır.  Cehennem  işkencelerinin  ardında  sadece  teoloji  ya  da  sapkın hayaller  değil  gerçekten tasarlanan ve yasal olarak kullanılan işkence aletleri de vardır. Giotto hem su işkencesini hem de “spine-roller”ı gösterir.

Şeytanların yüzyıllardır sürekli olarak kullandıkları tırnaklı demir, işkencede kullanılan aletin aynısıdır. Ayrıca suçluları çıplak bir şekilde sokaklarda kamçılamak, sanatçıların duyabileceği ya da görebileceği bir olaydı. Gerçekle gerçekdışının ve gerçek işkence yöntemlerinin hayali bir sahnede böyle tuhaf bir şekilde birleştirilmesi, birçok  Cehennem  resminin  belirleyici  bir  unsurudur.  Cehennem’deki  işkencelerin  çoğu zaman, zamanın uygulamalarının gerçek temsilleri olduğunu çok az kişi fark etmiştir. Bu da, şeytan gerçek görünmese  bile cezaların  ve çekilen  acıların gerçek görünmesinin  nedenini açıklar.  Giotto’nun Arena Kilisesi’ndeki Kıyamet Günü (1304 – 1313) aslında, olayları basitleştirdiği için farklı ve etkiliydi. Bir sahneyi anıtsal esaslara indirmek Giotto’nun büyüklüğünün ayrıca özelliğiydi; yaptığı indirgeme aslında bir zenginlikti: ama belki de Kıyamet Günü’nde, onun güçlü  yanlarını  ölçmek  için  pek  kullanılmayan  bu  konuda  değil.  Yapılan  ana  yapısal değişiklik  Giotto’nun  insanın  İlahi  olanla  ilişkisini  basitleştirmek  için  hiyerarşileri yumuşatmasıdır. İkonografi geleneksel, üslup  ise  yenidir. Buradaki İsa karar veren  yargıç değil, ciddi, şefkatli, sabırlı bir adamdır. Uzun giysisi içinde dik ve rahat bir şekilde oturan İsa’nın açık avuçları yaralarını gösterir; ama hiç kimseyi tehdit etmez.

Ruhların Tartılması yoktur, çekişme yoktur. Meryem Scrovegni’nin hediyelerini kabul ettiği için, aynı zamanda başkaları adına yardım dileyemez. İsa’nın her iki yanında Havarileri, aşağıda sağında Azizler onların altında da seçilmişler vardır. Dirilen  ölüler  sürüne  sürüne  yeryüzündeki  çatlaklardan  çıkarlar.  Sıkışarak  da  olsa  freske alınmayı başarmışlardır, sanki Giotto aslında bu sabit görüntüyü dışarıda bırakmak istemiş, ama kendini kullanmaya mecbur hissetmiş gibidir. İnsanlar elleri ayakları bağlı bir şekilde suya atılırdı ve eğer kişi suçsuzsa batacağına, suçluysa su üstüne çıkacağına inanılırdı.


Kutsanmışlarla lanetlilerin ayrılması yoktur. Lanetliler Cehennem’e doğru yürümezler; zaten içindedirler. Kutsanmışlar da yürümezler çünkü kritik ayırma sahnesi gösterilmemiştir. Esas olmayanları dışlamak, aşamalar arasındakinden çok, insanlar arasındaki ilişkileri resmetmek ve   ayırma   işlemlerini   kaldırarak   aşamalar   arasındaki   hareketi   kaldırmak, Michelangelo’nunkinden  önce  yapılan  iki  büyük  Kıyamet  Günü’nü  (Fra  Angelico’nun Kıyamet  Günü ve daha da önemlisi Metropolitan Sanat Müzesi’nde bulunan ve Hubert van Eyck’e atfedilen Kıyamet  Günü; her ikisi de 1430 yılı dolaylarında yapılmıştır)  etkileyen,  Giotto’nun  getirdiği  yeniliklerdi.  “Doğayı  incelemek  ve  öteki ressamları kopyalamamak, işte bunlardır gerçek bir ressamı yaratan. Giotto sadece zamanının bütün  ressamlarını  değil,  kendinden  yüzyıllar  önce  yaşayanları  da  aştı.”  

Bu  başkalarını övmeye pek de meraklı olmayan bir ressamın, Leonardo da Vincinin hükmüdür.  Yahuda’nın  İhaneti, Kıyamet  Günü’yle aynı Arena Kilisesi’nde yer alan İsa’nın Hayatı dizisinden bir sahnedir, ama büyük bir eser olan Kıyamet Günü’nün tersine bu Yahuda freskini Giotto tek başına yapmıştır.

Yahuda elinde henüz aldığı gümüş kesesini tutmaktadır, arkasında pençeye benzer eliyle Yahuda’nın sağ omzuna dokunan Şeytan vardır. En çarpıcı ayrıntı  teknik  ile  ilgilidir.  Yahuda  dahil  dört  adam,  Giotto’nun  kendine  özgü  natüralist tarzında resmedilmiştir: adamların cüppeleri, uzamı dolduran gövdeleri, hareketleri, yüzleri, psikolojik ve fiziksel etkileşimleri.

Oysa Şeytan bir Bizans ressamı tarafından resmedilmiş olabilir: Resimsel ve psikolojik olarak iki boyutludur. Gerçek bir varoluşu yoktur. Resmin içinde olmasına rağmen resmin bir parçası değildir ki resimden çıkarılsa dahi herhangi bir kayıp olmaz aksine resim geliştirilmiş olur. Bunun iki nedeni vardır. Birincisi, optik açıdan gerçek olmayan Şeytan, yanıltıcı gerçeklikte farklı bir aşamada, panonun mekansal birliğini zedeleyen çok daha düşük bir aşamada  yer alır. İkincisi, Gitto’nun tekniğinin  ifade ettiği sonuç şudur: Yahuda’nın hilekarlığı, tereddütü ve kötülüğü bu psikolojik portrede tamamıyla ifade edilmiştir. Şeytan, “Yahuda, Şeytan tarafından kışkırtıldı ve artık ona ait” dizelerine konulacak bir başlık kadar gereksizdir. Bu saygıdeğer Bizans şeytanı; yaşlı, kara, kıllı adam, Giotto’nun elinden gelenin en iyisidir; ama fazla bir şey değil. 
Giotto Şeytan’ı çizemiyordu, çünkü ona göre kötülük içgüdüsel olarak, fiziksel, psikolojik ve ruhsal açıdan gerçekti, ama Şeytan gerçek değildi. Augustinus, ışığı reddeden meleklerin saflığını ve temizliğini yitirmiş ruhlar olduğunu açıklar. “Kötülüğün   olumlu   bir   doğası   yoktur,   kötülük   dediğimiz   şey   yalnızca   iyi   bir   şeyin olmamasıdır   aslında.”

Kötülüğün  sadece  bir  şeylerin  yokluğu  olduğunu  dile  getiren  bu  teolojik  düşünce  gerçek mekanı üç boyutlu figürlerle dolduran ressamlar, özellikle de Giotto için çözümü imkansız bir sorundur. Eğer kötülük ve Şeytan sadece bir şeylerin yokluğuysa, böyle bir eksiklik nasıl resmedilebilirdi ki? Rönesans’ın  tek  büyük  Şeytan  ressamı  Giotto’ydu,  tek  büyük  Şeytan  heykeltıraşıysa Donatello’ydu.

Donatello’nun son eserleri arasında Floransa’daki Muhteşem Lorenzo’nun iki  kürsüsü  için  yaptığı  bronz  kabartmalar  vardır.  İncil  Kürsüsü  ile karşılaştırıldığında  1465’de  bitirilen  Mektup  kürsüsü,  düzenlemesi  ve uzamsal  özgürlüğü bakımından  olağandışı  derecede  özgündür.  Kürsünün  önünde  boşluk  bırakılmış,  böylece sahneler  bunun  arkasında  genişler  gibi  görünür.  Sahnelerden  biri  eski,  Limbus’a  İniş sahnesidir. Şeytan’ı,  yani küçük  yarasa kanatları,  yırtıcı ayakları  ve  bacaklarına dolanmış yılanla o önemsiz minik figürü bulmak için esere dikkatliden daha dikkatli bir şekilde bakmak gerekir.  Donatello’nun  Şeytan’ı  Giotto’nun  freskindeki  Şeytan’dan  daha  gerekli  değildir. Oraya  geleneksel  ikonografinin  etkisiyle  düşünülmeden  konmuştur.

 Açıkça  görülüyor  ki, Şeytan’a  olağandışı  ölçüde  yer  veren  bu  konuya  yoğunlaşan  Rönesans  heykeltıraşı  bile, Şeytan’ı dikkate değer bulmamıştır.  Giotto, kötülüğü  bir  figüre  yerleştirebilmiştir ama  birden  fazla figüre değil.  Resimlerinde kötülük  bir insan şeklinde cisimlenmiştir ve bu anlayış sadece Giotto’yla sınırlı değildir. Bunun temel nedeni ise, XIX. Yüzyıldan önce Batı’daki ressamların yaptığı akılda kalan çok az Şeytan imgesinin olmasıdır. “Doğayı  incelemek  ve  öteki  ressamları  kopyalamamak,  işte bunlardır gerçek bir ressamı yaratan” diye düşünmüştü Leonardo.Ama doğayı inceleyerek Şeytan’ı resmedemeyeceklerini düşünmemişti. 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

MODERN DÜNYADA ŞEYTAN

Hristiyan  geleneği,  Şeytan’ın  eğer  melek  olsaydı,  muhtemelen  en  güzel  melek  olması gerektiğini de unutmaya çalışmıştır.  Ancak, XVII. Yüzyıl dolaylarında, Şeytan dönüşüme uğramaya  başlar.  Shakespeare,  Hamlet’te  şeytanın  kendisini  güzel  şekillerde  de sunabileceğini göstermiştir. Dante tarafından tasfir  edilmiş Lucifer58  ile Tasso’nun  Kudüs Kurtuldu59 adlı eserindeki Pluto’yu karşılaştırırsak ikisi de korkunçtur.

Marlowe’un  Dr.  Faust’unda  (1604)  Mefisto  hala  çirkinken  ve  XVII.  Yüzyılda  Cazotte tarafından,  Aşık  Şeytan  aldı  eserinde,  bir  deve  şeklinde tasvir  edilmişken,  Goethe’nin Faust’unda iyi giyimli, centilmene bürünür Şeytan. Kendini alev alev gözler ve korkunç azı dişlerine sahip bir yaratığa dönüştürmeden önce, Faust’a kendini siyah bir köpek kılığında tanıtmış ama sonunda gezgin bir alim ve saygıdeğer bir entelektüel kılığında görünmüştür. 1896 yılındaki bir tiyatro afişi ile 1950 yıllarında çekilmiş La  Beaute  du  Diablo adlı sinema filminin afişi arasındaki fark gözle görülmekten ötedir, öyle ki ikisi de Goethe’nin Faust eserinin sahneye ya da beyaz perdeye yansımalarıdır. Ancak artık şeytan  değişmiştir.    

Yalnızca  diyalektik  olarak  kandırıcı  ve  ikna  edici  olması  anlamında şeytanidir ve Faust ile kedinin fareyle oynadığı gibi oynar. Öbür yandan Şeytan ile tanışmak isteyen kendisiymiş de durum tam tersi değilmiş gibi ruhlarla karanlık işler çevirmeye zaten hazır olan Faust’u baştan çıkarmak için çok çaba sarf etmesi de gerekmez. XX. Yüzyılda kötülük tamamen seküler hale gelmiştir. Dostoyevski, Karamazov Kardeşler’de Şeytanı; “Bu, bir  bay;  daha  doğrusu  genç  sayılamayacak,  Fransızların  dediği  gibi qui   frisait   la cinquantaine”; şık, oldukça uzun, koyu saçlarına pek seyrek ak düşmüş, ince sivri sakallı bir Rus  centilmeniydi.” sözleri  ile  betimler.

Artık  Şeytan  ne  korkutucu  ne  de  büyüleyici; tekdüzeliği ve görünür küçük burjuva çirkinliği ile iğrençken, bir zamanlar tasvir edildiği gibi masum bir çirkin olmadığı için daha tehlikeli ve daha endişeli hale gelir.   Acılar ülkesi hükümdarının yarı gövdesi / Buzlardan dışarı yükseliyordu; / Benim boyum bir devin boyuna daha yakın olurdu / Onun kollarına oranla / .... / Şaşırdım kaldım / Başında üç yüzü olduğunu görünce / Kırmızı renkliydi yüzlerden öndeki / omuzlardan eklenmekteydi / Öbür ikisi bu yüze / Ve tepede birleşiyordu yüzlerin hepsi; / Beyazla sarı arasıydı sağ yandaki, / Sol yandaki; Nil’in geçtiği / Yerlerden gelenlerin rengindeydi. / Her yüzün altında iki kanat vardı. / Her kanat dev bir kuş kanadıydı / Böyle yelken bile görmemiştim denizlerde / ...  Zalim; azametli hücresinden mağrur, hiddetli bir bakış fırlattı / Ve bakışlarıyla ürpertti bütün canavarlarını / Gözlerinde hiddet ve nefret kabarmıştı / Adamları kollarında toplayan iki ateş göründü / Keçeleşmiş saçları göğsüne dökülüyordu / Engebeli dağlardaki çalılık ve dikenler, / Pıhtılaşmış kanı köpürterek esneyen ağzını andırıyordu / Cehennemi bir seldeki geniş bir girdap gibi yarılmıştı.


Şeytan’ın  özellikleri  giderek  etkisizleşirken,  acımasız  özelliklerle  tanımlanan  düşmanı şeytanlaştırma yönünde giderek artan bir eğilim oluşur. Her ne kadar, Şeytan’ın yerini alan  bu düşmana önem vermeye başlayan modern dünya olsa da, o düşman aslında her zaman var olan olmuştur. Antikçağdan beri, düşman her zaman “öteki”, yabancılaştırılandır. Dini ya da ulusal düşmanlarını daima grotesk ya da şeytani görünüşlü özelliklerle temsil eden modern dünya,  siyasi  karikatürün  doğum  yeridir.  

Reform  döneminde  Protestanlar  ve  Katolikler tarafından Papa’yı ya da Luther’i resmeden karikatürler oldukça acımasızdı. Düşman  her savaşta canavar olarak tanımlanmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında  Berillon,  ortalama  bir  Alman’ın  bir  Fransız’a  göre  daha  fazla  dışkı üretmesinin yanı sıra bu dışkının daha kötü koktuğunu da ortaya koymaya çalıştığı La Polychésie de la race’ı yazmıştır. Dini  çekişmelerin  de  sanata  olan  yansıması  açıkça  ortadadır.  Bunun  için  tarihte  seyir etmemize  gerek  yok;  30  Eylül  2005’te  Danimarka’da  Jyllands  Posten  adlı  gazetede yayımlanan Muhammed karikatürleri ardından, İslam dünyası ile Hristiyan dünyası arasında yaşanan krizde 140 kişi hayatını kaybetmiştir.

İdeolojik olarak karşıt olan iki din mensuplarının karşıt düşünceyi, ya da ötekileştirmelerin sonucunda ortaya çıkan karikatürler farklı bir açıdan da konumuzun evrilmiş halidir. İster bir düşman, ister bir karşıt düşünceyi anlatmak  adı  altında  olsun,  Şeytan  insanoğlunun  tarihinde  var  olmuş  ve  olacaktır. Korkularımızı,  kıskançlıklarımızı,  bastırdığımız  duygularımızı,  bastırılan  cinselliğimizi düşüncelerimize yansıtıp bundan rahatsızlık duyduğumuz her an, tüm bu rahatsızlıkları sırtına yüklemek isteyeceğimiz bir dosta ihtiyacımız var. Bu dost kötü bir dost olacak elbet, yeri gelecek elindeki işkence aletleri ile lanetlilere işkence edecek, ama dost olduğunu bileceğiz, çünkü Ortaçağın karanlık zihniyeti haklı haksız ayırt etmeksizin öldürdüğü sekiz milyona yakın insanı vicdanından atabilmek için şeytani güçleri, din karşıtlığını, şeytana yakınlıklarını öne  sürerek  insan  katlini  dinsel  ve  hukuksal  açıdan  yerine  getirmeyi  uygun  görmesinde Şeytan’ı kullandığı gibi yüzyıllar boyu Şeytan yardımımıza koşacaktır.

 

KAYNAKÇA

Ahmet ÇELEBİ, Mukârenetü’l – Edyân el – Mesîhiyye,Kahire, 1993

Ali  İhsan  Yitik, Hint  Dinlerinde  Kötülük  ve  Şeytan,Milel  ve  Nihal  Dergisi, Aralık, 2003

Anselm Atkins, Caprice: The Myth of the Fail in Anselm and Dostoevski,Journal of Religion, 1967

Arnold Hauser, The Social History of Art, London, 1973

Augistine, The City of God III. Cilt, Washington, 1962

A.J. Wensinck, L. Garbet, İblis: The Encyclopedia of İslam III. Cilt, 1984

Carl Sagan, Tanrının Kapısını Çalan Bilim, İstanbul, 2007

David Hume, Din Üstüne, İmge Kitabevi, Ankara, 1995

Erwin Panofsky, Studies in Iconology, AFA Yayınları, İstanbul, 1995

Felicien Challeye, Dinler Tarihi, Varlık Yayınları, İstanbul, 2007

G. Vasari, Lives of the Artist, 1965

Henry Bettenson, Documents of the Christian Church, Oxford, 1991

J.  Burton  Russel, Şeytan:  Antikiteden  İlkel  Hristiyanlığa  Kötülük,  Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1999

J. Burton Russel, Lucifer: Ortaçağda Şeytan, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1999

J.  Burton  Russel, İblis:  Erken  Dönem  Hristiyan  Geleneği,  Kabalcı  Yayınevi, İstanbul, 1999

J. Burton Russel, Mephistopheles:  Modern  Dünyada  Şeytan, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1999

J. Vivaud, Egyptian Mytholgy, London, 1985 
Kitab-ı  Mukaddes:  Eski  ve  Yeni  Ahit,  Kitab-ı  Mukaddes  Şirketi  Yayınları, İstanbul, 2003

Kuran-ı  Kerim  ve  Türkçe  Açıklamalı  Meali, Hac ve Vakıflar Bakanlığı, Suudi Arabistan Krallığı, 1992

Gerald Messadié, Şeytanın Genel Tarihi, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1998

Luther Link, Şeytan: Yüzü Olmayan Maske, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2003

Mark Dresden, Mythology of Ancient Iran, New York, 1989

Michael Shermer, The Science of Good & Evil, 2007

Mircae Eliade, Dinler Tarihine Giriş, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2003

Mircae Eliade, Dinsel  İnançlar  ve  Düşünceler  Tarihi  I:  Taş  Devrinden  Eleusis Mysteria’larına, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2003

Mircae  Eliade, Dinsel  İnançlar  ve  Düşünceler  Tarihi  II:  Gotama  Budha’dan Hristiyanlığın Doğuşuna, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2003

Mircae  Eliade, Dinsel  İnançlar  ve  Düşünceler  Tarihi  III:  Muhammed’den Reform Çağına, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2003

Nimet  Yıldırım, Zerdüşt’ün  Kutsal  Kitabı  Avesta,  Atatürk  Üniversitesi  Fen  – Edebiyat Fakültesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Fars Dili ve Edebiyatı, 2001

Paul Carus, The History of The Devil and The Idea of Evil: Earliest Times to the Present Day, 2002

Prof. Dr. Abdurrahman Küçük, Prof. Dr. G. Tümer, Yrd. Doç. Dr. M. A. Küçük, Dinler Tarihi, Berikan Yayınevi, Ankara, 2010

Sigmund Freud, Dinin Kökenleri; totem ve tabu, Musa ve Tektanrıcılık ve DiğerÇalışmalar, Öteki Yayınları, 1991 


Umberto Eco, Çirkinliğin Tarihi, Doğan Kitap, İstanbul, 2009

Yrd.  Doç.  Dr.  Huzeyfe  Sayım, Zerdüştilik’de  Kozmogoni  ve  Yaratılış,  Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2004

Zekiye Tunç, Şamanizm Üzerine Bir Araştırma, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Elazığ, 2007 

GÖKHAN GÖKDEMİR

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...