Jump to content

Rüya Sakinleri / Iris Murdoch


KATA

Önerilen Mesajlar

Rüya Sakinleri / Iris Murdoch

 

s.13

Ona ne olmuştu acaba ve neydi bütün yaşananlar; hem artık neredeyse

her şey sona erdiğine göre bir önemi var mıydı ki? Hepsi bir rüya, diye

düşündü, insan bir rüya içinde geçiriyor hayatı, hepsi fazlasıyla ZOR. Ölüm

tümevarımı yalanlıyor. Neydi bütün yaşananlar diyebileceğin bir "şey" yok.

Sadece rüya var, rüyanın yapısı, özü ve son yaptıklarımızla yalnızca başka

birinin rüyasında var oluyoruz; gittikçe, gittikçe gözden kaybolan bir

gölgenin içindeki gölge. Janie ve Gwen'in, annesinin ve tanıdığı kadarıyla

Maureen'in dünyada başka bir yerlerde olduklarından daha güçlü, daha gerçek

olarak şimdi burada, onun kafasında var olduklarını düşünmek tuhaftı. Benim

yaşam-rüyamın bir parçasılar, diye düşündü, formaline batırılmış örnekler gibi

bilincime batmışlar. Ben Tithonus gibi yaşlanırken hepsi de ebediyen genç

kalan kadınlar. Pek yakında gerçeklikleri de kalmayacak. Bu rüya meselesi,

onun böylesine yoğun olan rüyası bir an gelecek sona erip bitmiş olacaktı ve

hiç kimse gerçekte neler olup bittiğini asla bilemeyecekti. Kendini

yetiştirmek için göstermiş olduğu bütün çabalar, artık hiçbir amaç da

kalmadığına göre, şimdi beyhude görünüyordu. Almanca öğrenmek, İtalyanca

öğrenmek için nasıl da çalışmıştı. Asla yaşanmamış bir anın içinde duyulan

birilerini etkileme, başarma, hayran olunma arzusu; şimdi hepsi beyhude

görünüyordu. Janie öyle güzel İtalyanca konuşurdu ki.

 

.......................................................................

 

s.66

Artık gökyüzü nereseyse kararmıştı; pırıl pırıl bir akşam yıldızı ve

çevresinde diğer yıldızların minik noktacıkları vardı. Old Brompton Road'daki

trafiğin tekdüze uğultusu geliyordu. Hep son ışıklarla ötmeye başlayan bir

karatavuk yakındaki bir ağaçta yardım dileyen kuşların duasının içe işleyen,

ısrarlı melodisini seslendiriyordu. Nemli hava karanlıkta soğuğa dönüşüyordu.

Aşağıda soluk bir şey hareket ediyordu. Soluk elbiseli bir kadın yavaş yavaş

kaldırım taşlarının üzerinden karşıya geçip biçilmiş otların olduğu yoldan

kemere doğru yürüyordu. Hangisiydi acaba? Hareket eden figürü sessizce

izlerken belirsizlik gözlerini bozguna uğrattı.

 

Aniden odadaki ışık açıldı.

 

.......................................................................

 

s.86

"Ölümde de olduğu gibi, dünya değişmez, son bulur."

"Ölüm yaşamımızdaki bir olay değildir. Ölüm görüp geçirilmez."

"Eğer ebediyetten anlaşılan, zamanın sonsuz sürekliliği değil de,

zamanın olmayışı ise, bugünde yaşayan ebedi yaşar."

"Mistik olan dünyanın nasıl olduğu değil, olmasıdır."

"Konuşamayacağımız konularda."

"Susmalıyız."

 

.......................................................................

s.97

"Sen komik bir çocuksun Nigel. İbadet de ediyorsun değil mi, O'na

inanıyorsun?"

 

"O'na mı? Evet."

 

"O'nun zamanla değişmesi ne tuhaf. Ben daha çok küçükken," dedi Bruno,

"Tanrı'yı büyük, boş bir şey olarak düşünürdüm, daha çok gökyüzü gibiydi,

aslında belki de O GÖKYÜZÜYDÜ, küçük çocuklara karşı tamamen bir

iyilikseverlik, koruma, şefkat demekti. Annemin yukarıyı gösterdiğini,

parmağıyla yukarıyı işaret ettiğini hatırlıyorum, muhteşem bir güvenlik ve

mutluluk hissi duyardım. Hiçbir zaman İsa hakkında fazla düşünmedim, sanırım

"onu" öylece kabul ettim. Benim sevdiğim, kendimi öylesine güvende ve mutlu

hissetmemi sağlayan şey gökyüzünün yumurta şeklindeki o büyük boşluğuydu. Bir

tür kıvrılma duygusu da veriyordu. Belki de yumurtanın içinde olduğumu

hissediyordum. Daha sonraları, örümceklere bakmaya yeni başladığımda

değişmişti. Biliyor musun Nigel, "Amaurobius" isminde bir örümcek vardır, bir

oyukta yaşar ve yaz sonunda yavruları olur, derken donlar başlayınca ölür ve

yavrular soğuklar geçene kadar annelerinin ölü vücudunu yiyerek yaşarlar.

İnsan bunun rastlantı olduğuna inanamıyor. Bütün bunları Tanrı'nın düşündüğünü

hayal ettim mi bilmiyorum, ama her nasılsa bu modelle bir ilgisi vardı, O,

modelin kendisiydi, yaz geceleri el fenerimin ışığında izlediğim ÖRÜMCEKLERDİ

O. bir fevkaladelik, bir ayrılık vardı; bu örümceklerin olağanüstü hayatlarını

yaşayışlarını görmek ilahi bir şeydi. Daha sonra büyüme çağında her şey

duygularla karmakarışık oldu. Tanrı'nın Sevgi olduğunu düşünüyordum, dünyayı

kocaman ıslak öpücüklerle sırılsıklam edip her şeyi yoluna koyan fazla hissi

kocaman bir sevgi. Kendimi dönüşmüş, arınmış, yücelmiş hissediyordum. Daha

önce masumiyet hakkında hiç düşünmemiştim ama o zaman bunu yaşadım. Parlak bir

gençtim. Kendimden çok fazla etkileniyordum. Tanrı'yı çok seviyordum, Tanrı'ya

aşıktım ve dünya da sevginin gücüyle doluydu. O zamanlar Tanrı çoktu. Sonra

azaldı, kurulaştı, önemsizleşti ve daha çok kurallar yapan bir memura dönüştü.

O'na bakarak ayağımı denk almam gerekiyordu. Konrtoller yapan, sonra bir daha

kontrol eden bir bürokrat gibiydi. O zamanlar ne parlaklık ne de masumiyet

vardı. O'nu sevmeyi bıraktım ve O'nu iç karartıcı bulmaya başladım. Derken O

büsbütün geri çekildi, kadınların yaptığı bir şey, bir tür kadın işi haline

geldi, yine de nadir de olsa karşılaşıyordum O'nunla, çoğunlukla taşra

kiliselerinde tek başımayken oluyordu, birdenbire ortaya çıkıyordu. Bu

karşılaşmalarda yine farklıydı. Artık bir memur değildi, epeyce kafası

karışmış, dokunaklı bir şeydi, belki de bir parça çıldırmıştı ve küçüktü.

O'nun için üzüldüm. Eğer O'nun elini tutabilseydim, küçük bir çocuğa yol

göstermek gibi bir şey olacaktı. Ama O'nu kendi yerleri vardı, kendi delikleri

ve yuvaları ve O'nu oralarda bulmak hala bir tür şaşkınlık veriyordu. Daha

sonrasına gelince, yok oluvermişti; entelektüel bir kurgudan, eski bir

hipotezden, bir edebiyat eserinden başka bir şey değildi."

 

.......................................................................

s.132

Lisa güldü, kolunu ablasının kolundan geçirip bir anlığına sıktı. Kısa

bir süre sonra, Brompton Mezarlığı'nın içinden geçen kestirme yola girerlerken

Lisa, "Bruno'yu böyle görmek bana babamı hatırlattı," dedi.

 

"Ah Tanrım. Lisa, bazen bunu ben de düşünüyorum ama sana sormak

istemedim hiç. Öldüğünde gerçekten yanında mıydın?"

 

"Evet."

 

"Böyle şeyleri düşünmek insanın hiç hoşuna gitmiyor. Öyle korkağım ki,

ben uzaktayken olduğu için çok rahatlamıştım. Çok mu berbattı?"

 

"Evet."

"Nasıldı?"

 

"Sanırım insan böyle sahnelerin ÖZELLİĞİNİ neredeyse tamamen

unutuyor."

 

"Acaba-korkuyor muydu?"

"Evet."

"Senin için çok kötüydü herhalde."

 

"Başka hiçbir korkuya benzemiyor. Öylesine DERİN. Kişisel bir şey

olmaktan çıkıyor neredeyse. Filozoflar biz kendi ölümlerimizin sahibiyiz

diyorlar. Ben böyle düşünmüyorum. Ölüm sahiplenmeyi ve benliği yalanlıyor.

Keşke insan bunu en başından beri bilebilse."

 

"Sanırım insan o zamanlar bir hayvandan ibaret oluyor."

 

"İnsan o zamanlar bir hayvanla birlikte oluyor. İkisi tam da aynı şey

değil."

 

"Hastalığının başlarında ne kadar iyiydi."

"Daha başlarda inanmamıştı; şimdi biz nasıl inanmıyorsak öyle."

"Onu kandırmaya çalışmıştık."

 

"Kendimizi kandırmaya çalışıyorduk. Onun fark edişini görmek

korkunçtu-gerçeği fark edişini."

 

"Aman Tanrım. Sen ne yaptın?"

"Elini tuttum, onu sevdiğimi söyledim-"

"Sanırım insanın bilmek isteyeceği tek şey bu."

 

"Berbat olan şu ki bilmek istemiyordu. Sevginin teselli ettiği

düşüncesine çok alışıyoruz. Ama işte orada insan hissediyor ki sevgi bile -

bir hiçmiş."

 

"Bu doğru olamaz."

 

"Ne demek istediğini anlıyorum. Bu doğru olamaz. Belki de insan aniden

sevginin ne olması gerektiğinin boyutlarını görüyor işte - başının üzerinde

açılmaya başlayan koca bir kemer gibi-"

 

"Gidişi - zor oldu mu?"

 

"Evet. Fiziksel bir mücadele gibiydi. Yani fiziksel bir mücadeleydi,

bir şeyler yapmaya çalışması."

 

"Bence ölüm bir tür eylem. Ama sonunda gerçekten farkında değildir

bana kalırsa."

 

"Bilmiyorum. Sonunda ne olduğunu kim bilebilir ki?"

 

"Ne kasvetli bir konuşma. Lisa, n'oldu, ağlıyorsun sen! Aa bırak

ağlamayı, canım, ağlamayı bırak, tanrı aşkına!"

 

.......................................................................

 

s.178

"Kyrie eleison, Kyrie eleison, Kyrie eleison. Christe eleison.

Christe eleison, Christe eleison." Kendimi bu muammadan kurtaramaz mıyım, diye

düşündü Miles. Aşık olmak, "l'amour fou" tıpkı tinsel bir durum gibi. Platon

herhangi bir sevginin bizi tinler dünyasına götürmeye gücü yettiğini

düşünüyordu: Belki aşık olmak sıkıcı hayatın, bu hayata yabancı olan aşkın

kendi gerçekliğini ve gücünü ortaya koyuyor. Fakat aşık olmak aynı zamanda

açgözlü tutkulu benliğin canlanması ve büyümesini de içeriyor. Böyle bir aşk

acı çekmeyi, yokluğu, ayrılığı öngörüyor, hatta bunlarla coşuyor: Fakat

öngöremediği şey ölümdür, en büyük kayıp. Aşık olmanın hiçbir şekilde

katlanamayacağı imgelem budur, her ne pahasına olursa olsun yolunu bulup

çıkacak, dönüştürecek, gizleyecektir. Miles düşünceleriyle boğuşuyordu:

Anahtar buralarda bir yerde, dedi kendi kendine, ama nerede? Bu parçalar

gerçekten birbirini tutuyor mu? Pek anlamlı konuşmuyorum, saçmalıyorum,

çıldırıyorum.

 

.......................................................................

 

s.184

Sırtı Danby'ye yarı dönük olan Miles başını kitaptan kaldırıyordu.

Önce, başı önünde olan Diana'ya, sonra da başı önünde olan Lisa'ya baktı.

Diana başını kaldırırken Miles tekrar kitabına döndü. Diana önce başı önünde

olan Miles'a, sonra da başı önünde olan Lisa'ya baktı. Lisa başını kaldırırken

Diana tekrar kitabına döndü. Lisa önce başı önünde olan Diana'ya, sonra da

başı önünde olan Miles'a baktı. Miles başını kaldırırken Lisa tekrar kitabına

döndü. Derin bir sessizlik hüküm sürüyordu.

 

.......................................................................

 

s.225

Lisa'nın gittiğini biliyordu. Kempsford Gardens'a uğramış, Diana da

ona boş odayı göstermişti. diana onun temelli yurtdışına gittiğini söylemişti.

Danby detay sormadı. Yurtdışına yalnız gitmiş olacağını sanmıyordu. Boş odada

Diana'yla suskun durdu. Danby ancak ayrıldıktan sonra Diana'nın, kendisiyle

Lisa hakkındakileri biliyor göründüğünü anladı. Miles söylemiş olmalıydı.

Ertesi gün ve daha ertesi gün büroya gitti. Bruno'ya her zamanki gibi

bakıyordu, öğle vakti yemek yedirmek için eve gidiyordu. Üç günlük aradan

sonra Nigel dönüp görevine başladı. Ne var ki Nigel artık hasım olarak vardı,

zayıf, hor gören, yargılayan bir melek. Danby onunla rahatsız, özür diler gibi

konuşuyordu, gülümseyişinden kaçıyordu. Adelaide eşyalarını çeşitli valizlere

yerleştirmiş, sonra da ihtiyacı olan şeyleri bulmak için her gün yeniden

açmıştı. Gideceğini bildirmiş ama henüz gitmemişti. Her gün zamanın büyük bir

bölümünü evden uzakta geçiriyordu. Mutfak kirli kap kacak ve bozulmuş

yemeklerle doluydu. Danby ne zaman Bruno'ya yemek yedirecek olsa kullanılmış

bir tabağı sıcak suyun altına tutuyordu. Kendisi birahanelerde yiyordu.

 

.......................................................................

 

s.249

Miles şiir yazmaya başladı. Kolay yazıyordu. Koca parçalar, büyük

karmaşık parçacıklar bütünleşip geliyordu. Etrafında imgeler yüzüyordu,

çoklukları onu neredeyse kör ediyordu. Aşık olmakta bir kesinlik zarafeti

vardı. Sanatta bir kesinlik zarafeti vardı ama çok nadirdi. Miles bunu ilk

defa şiirde kendi sesini duyduğu zaman hissetmişti. Artık kendine

alçakgönüllülükle şair demenin zamanının geldiğini düşündü. Yeterince uzun

süre beklemiş ve inançla beklemeye çalışmıştı. Ama şimdi nasıl beklemesi

gerekirdi, bunu bilmediğini ve girmesi gereken büyük hizmet için yaptığı bütün

girişimlerin yanlış olduğunu düşünüyordu. Büyük öteki seyredip gülerken o,

hayatın yüzeyini germiş, çekmiş, çizmişti. Şimdi onun işine yaramış olanı,

gerçek dünya bariyerinin içine onu geçirmiş olanı Miles biliyordu, ama

hayatının işi başladığı için bakışını çevirmişti. Daha derinde ve daha sakin

olarak biliyordu ki çılgınlık onu terk ettiğinde -uzun süremezdi- işinin bütün

aletleriyle baş başa kalacaktı.

 

.......................................................................

 

s.255

Adelaide evlilik hayatındaki acıları ve güçlükleri tahmin etmişti,

tahminleri doğru çıktı. Yılların geçmesiyle Will'in siniri düzelmedi, düzensiz

tiyatro hayatının sebep olduğu kronik bir hazımsızlık sıkça girdiği nöbetlere

yardımcı olmadı. Adelaide önceleri uysalca boyun eğiyordu. Daha sonraları o da

bağırıp karşılık vermesini öğrendi. Ama kavgalarından sonra utanç duyuyor ve

yorgun düşüyordu. Will kavga ettiklerini bile hatırlamıyor gibiydi. Ne var ki

Adelaide kötü şeyleri önceden görmede başarılı olduysa da, iyi şeyleri önceden

görmekte başarılı olamamıştı. Will'le kaderiymiş gibi, köşeye sıkışmış bir ruh

haliyle evlenmişti. Evliliğiyle ilgili olarak mululuk fikrini hiç aklına

getirmemişti. Ama mutluluk da vardı. Adelaide Will'le yatakta olmaktan ne

kadar çok zevk alacağını ve bu zevkin her ikisinin de yolunu aydınlatacağını

anlayamamıştı. Ağlayıp yeni adı Adelaide Boase'u ilk defa imzalarken, daha

sonra ve güzel günlerde Will'in huysuzluklarına rağmen uzun boylu ikizlerinin

(çift yumurta, Benedick ve Mercutio) Oxford'da okuyacaklarını, Will'in

İngiltere'nin en ünlü ve popüler aktörlerinden biri olacağını, büyük bir

değişim geçiren Adelaide'ın Lady Boase olacağını hayal bile edemezdi.

 

Daha yakın zamanda teyze ölünce karşılaştıkları sürpriz beklenmedik

bir servet getirdi, mücevherleri on bin sterlin değerinde çıktı. Teyzenin

anıları da İngilizce'ye çevrilince çok satar kitap oldu, aynı zamanda Çar

rejiminin son günleriyle ilgilenen tarihçiler açısından da bir bilgi

hazinesiydi. Adelaide'la Will Rusça öğrenip teyzenin anılarını orijinalinden

okuyacaklarını söyleyip durdular hep, ama öğrenemediler. Fakat Benedick bir

Rusça uzmanı oldu. Mercutio matematikçiydi.

 

.......................................................................

 

s.259

Tekrar yatağına oturup tuvalet masaındaki aynada kendine baktı. Bir

sürü ak saçı, oldukça iyi dişleri olan şişman bir adam. İç çekti. Keşke

Lisa'yı görmemiş olsaydı, keşke o başka bir şeyin, gerçekten yaşamanın ya da

her ne ise onun tadını almamış olsaydı. Adelaide'la sevişmekten oldukça

memnundu, Diana'yla cilveleşmekten çok mutluydu. Bu varlıklar onun sıradan

tatsız tuzsuz dünyasına ve sıradan yarı karanlık bilncine aitti. Lisa'yla

karşılaşma alacakaranlıktan gün ışığına, griden renkliliğe, gölgeden madde ve

cisme ani bir geçişti. Bunların ne olduğunu unutmuştu. Belki yine farklı bir

şekilde ışıdığı büyük bir durgun göle çıkacaktı. Belki bir tür huzuru

yakalayacaktı, yaşlı bir insanın huzurunu, meleksiz sıcak bir geri çekilişin

huzurunu. Kadınsız da, diye düşündü. Şimdi başka bir kız bulabilir miydi?

Lisa'yı gördükten sonra bunu hiç istemiyordu.

 

.......................................................................

 

s.275

Ne hissediyorlar, diye düşündü Bruno. Sinek kanatları güçlü iplikle

vücuduna ezilerek yapıştığında acı duymuş mudur? Örümcek çay fincanındayken

korkmuş mudur? Hayat bu uç noktalarda ne kadar gizemliydi? Ama uç noktalardan

ortalara gelindiğinde gizem azalıyor muydu? Belki Tanrı olsaydı yarattıklarına

aynı merakla bakıp ne hissediyorlar diye sorardı.

 

Ama Tanrı yoktu. Hayatımın büyük bir küresinin ortasındayım, diye

düşündü Bruno, ta ki kör bir el ipliği kapıncaya kadar. Yaklaşık doksan yıldır

yaşıyorum ve hiçbir şey bilmiyorum. Doğanın korkunç ritüellerini seyrettim ve

kendi varlığımın basit içgüdüleri içinde yaşadım, şimdi sona geldiğimde

bilgelikten eser yok. Benimle bu küçük zavallı yaratıklar arasında ne fark

var? Örümcek ağını öreer, o kadar. Ben bilincimi örüyorum, bu konuşma

tiryakisini, çok yakında sesi kesilecek bu aylak gevezeyi. Ama hepsi bir rüya.

Gerçeklik çok zor. Hayatımı bir rüya içinde yaşadım, şimdiyse uyanmak için çok

geç.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

86 ve 97 ve asagıdakıler...ben tsk ederım:)

 

 

Sadece rüya var, rüyanın yapısı, özü ve son yaptıklarımızla yalnızca başka

birinin rüyasında var oluyoruz; gittikçe, gittikçe gözden kaybolan bir

gölgenin içindeki gölge

 

 

"Berbat olan şu ki bilmek istemiyordu. Sevginin teselli ettiği

düşüncesine çok alışıyoruz. Ama işte orada insan hissediyor ki sevgi bile -

bir hiçmiş."

 

Hayat bu uç noktalarda ne kadar gizemliydi? Ama uç noktalardan

ortalara gelindiğinde gizem azalıyor muydu? Belki Tanrı olsaydı yarattıklarına

aynı merakla bakıp ne hissediyorlar diye sorardı

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...