Jump to content

Önerilen Mesajlar

Bu konu uzun bir yazı dizisi şeklinde olacak. İçeriğin bu konu ile alakadar olanlara yol göstereceğini umuyorum.Fırsat buldukça eklemeler yapılacak. Yazım hataları olmuşsa kusuruma bakmayın. Bu yazılanlar tamamıyla benim kendi yazdığım şeyler değil, bir çoğu tuttuğum notlardır.

 

Arap fatihlerinin entelektüel-dinsel konularda sergilemiş oldukları açık fikirli tutumları, ilk Arap simyacısı olan Emevi prensi Halid bin Yezit’in kişiliğinde (635-704 dolayları) somutlaşmıştır. Fihrist’te anlatıldığına göre, Halid simyacılıktaki bilgisine, öğretmeni-hocası olan, efsanevi Rahip Morienus sayesinde kavuşmuştur. Morienus’un sembolik bir kişilik olması olasılığı yüksek olmakla birlikte, bu ifade Yunan-İskenderiye dönemindeki kültürel geleneğin, Hıristiyanlığın ilk döneminde, ardından da İslamiyet’e aktarıldığının bir göstergesidir. Morienus, Avrupa simyacılığının kurucusu olarak olağanüstü bir öneme sahiptir. Çünkü 1144 yılında Chester’li Robert (Robert Castrenisis) tarafından Arapçadan çevrilen De compositione adlı belgenin yazarı olduğu kabul edilmektedir. Söz konusu metin, ortaçağdaki Latince (Bizans kültürürnün etkisindeki bölgelerden farklı olarak) literatürdeki simya konulu ilk belge kabul edilir. Kimya literatüründe az çok değişikliğe uğrayarak giren alkalin, alnatron, almagra (alaşım; ‘’amalgam’’ terimi bu sözcükten türemiştir) ve zaman içinde ‘’eliksir’’ e dönmüş olan Al-iksir (felsefe taşı) gibi Arapça kökenli terimlerin isim babası Morienus’tur.

 

Arap simyacılığında Cabir bin Hayam ile ‘’ İlvan-ı Safa’’ tarafından kaleme alınan risalelerin özellikle ele alınması gerekmektedir. Latincede ‘’Geber’’ olarak da adlandırılması nedeniyle, Cabir imzalı yazıların aslının kime ait olduğu konusu kesin değildir. Dengelerin Kitabı’nda, dört elementin her cisimde mevcut olduğu kabul edilmiş, ancak bu yaklaşımda ateş akıl(spiritus) ile hava ise ruh ile (anima) eşleştirilmiştir. Önemli olan, birbirleriyle karşılaştırılarak felsefe taşının elde edileceği maddelerin seçimi olduğunun kabul edilmesidir. Bu sırada yıldızların konumuna dikkat edilmesi gerektiği vurgulanmıştır; zira bunlarla maddelerin isimleri kadar yapısal yapısal özellikleri arasında da yakın ilişki olduğuna inanılmıştır. Başlangıç maddesi olarak en çok Markasit tercih edilmiştir. Ancak bununla tam olarak neyin kastedildiği kesin değildir. Çünkü markasit(markazit) terimi ile çoğunluğu sülfit türü, parlak minerallerden oluşan ve kesin bir tanımı olmayan bir grup tanımlanır. Eelementlerin doğru ölçülerde birbirleriyle karıştırılması sonucu oluşan Lapis veya diğer bir deyimle Al-İksi’in, erguvan renkli, inci parlaklığında, balmumu kıvamında ve ateşten hiç etkilenmeyen bir madde olduğu belirtilmiştir. Civanın Kitabında, bu taşın metallerin oluşumunda oynadığı önemli rolden söz edilmiş fakat kendisinin metal sınıfına girmediği vurgulanmıştır. Bazı kitaplarda üretim yöntemi de açıklanmış ve bu bağlamda damıtma ve ayrıntıları belirtilmeksizin cevherden metal elde etme tekniklerine değinilmiştir. Burada ilginç olan, yöntemlerin doğru olarak uygulanmasının yanı sıra, yapım sırasında söylenmesi gerekli ‘’ sözcüklerin ve formüllerin’’ de doğru kullanılmasının büyük bir önem taşımasıdır. Bu olgu, Simya ile sihir(büyü) uygulamaları arasındaki yakın ilişkiye işaret etmektedir.

 

Doğal civanın yabancı maddelerle kirlenmiş olması nedeniyle akışkan olmasına karşılık, Mercurius saf olduğu için metallere bağlanma özelliğine sahiptir. Tüm metaller arasında en gelişmişi olan altının içerdiği sulphur artık bir bileşen olmayıp yalnızca boyacı nitelikteki bir iz elemente dönüşmüştür. Gerçek Mercurius’u elde etmek için, civanın sabitleştirilmesi, diğer bir değişle akışkanlığının(uçuculuğunun) giderilmesi gerekir. Civanın sabitleştirilmesi( alaşım oluşturulmasıyla karıştırılmamalıdır) simyanın en gizemli konularından biri olup bu konuda ustalaşmaya çalışan herkes bunu elde etmeye çaba göstermiştir. Civanın içerdiği küçük, uçucu öğelerin dikkatli bir şekilde tekrar tekrar ayrıştırılması sonucunda civa giderek, artık uçucu ya da akışkan olmayan ve yalnızca mediocris substania’dan oluşan Mercurius’a dönüşür. Mercurius’a sıvı sıvı öğelerinden iyice arındırılmış , az miktarda tamamen saf kükürt, tentür olarak (renk değiştirici madde) katılarak altın elde edilir. Bu durumda, Geber’e göre felsefe taşı aslında katılaştırılmış civadir.

boynuzsuzgeyikler tarafından düzenlendi
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Yazının sonuna doğru aklıma şey geldi nedense : Daha bir 100 sene öncesine kadar vs insanlar havuzlarını civa ile doldurup yüzerlermiş bir zenginlik ifadesi vs olarak.Simya gerçekten çok ilginç ama kendi adıma hiç bir zaman kalkışmayacağım bir konu sanırım.Zira çok da tehlikeli görüyorum çünkü.(İnsan sağlığı açısından).

Neyse, konunun devamını bekliyoruz hocam eline koluna sağlık :)

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

1616 yılında Strasburg’da Chistian Rosenkreutz’un Kimya ile Düğünü başlıklı bir kitap yayımlandı. Buradaki-Rosenkrreutz’un kendisi olduğu açık olan anlatıcı, bir kral ile kraliçenin yedi gün süren düğünlerini anlatıyordu. Kral ile kraliçenin düğünü simya literatüründe bilinen bir motif olup karşıt lementlerin, yani Mercius ile Sulphur’un birleşimini simgeler. Yedi gün ile çoğunlukla Opus Magnum’un yedi aşamalı oluşu kastedilir. Kitapta felsefe taşı alegorik bir tanımla ele alınmıştır. Boehme Felsefe taşı hakkında bazı çok açık ipuçları verir. Onun taş olarak isimlendirilmesinin nedeni şudur: ilk olarak taşın orijinal malzemesi gerçekten de bir tür taştır, dövülebilir ve toz haline getirilip üç elementine ayrıştırılabilir. Ayrıca sanatçının usta elleri ve doğanın telafi edici elleriyle tekrar mum sertliğinde bir taş haline getirilebilir.

 

Taşın maddesinin tek olanda (ya da tek olan şeyde) bulunduğu söylenmektedir. Felsefe taşı, başka hiçbir karışım olmadan bu maddeden yapılmıştır. Doğal olarak öğrenci veya bu sırrı araştıran kişi, ilk önce bahsedilen ‘’Tek Şeyi’’ bulmalı ve onu bulduğundan emin olana kadar arayışını bırakmamalıdır. Sülfür ve Merkür (simya metinlerinde civa yerine çokça kullanılan isim Merkür’dür), belki kitaplarda ismi en çok geçtiği için en çok peşinden koşulan maddedir.

 

Bu isimler, açıkça anlaşılmalıdır ki, temel anlamları açısından ele alınmalıdır. Sülfür ( Sol-pyr) esasında Güneş-Ateş’tir, Merkür (Mar-kurios) ‘’ Suların Rabbi’’ dir. Bu terimler gerçekte okült olarak Ateş ve Su’yun içsel ilkelerine işaret eder. Ne bildiğimiz su ve ateşle ne de bildiğimiz mineral sülfür ve civayla ilişkilidir.

 

İnsanları şaşırtan bir diğer şeyse bilgelerin görünürde birbiriyle çelişen ifadeleridir. Halbuki bilgeler, Taş’ın yapımının çok farklı aşamalarını tarif etmektedirler. Belli bir anda o ‘’ sakız ve beyaz suya’’ benzetilirken, bir başka yerde ‘’hayat suyu’’ olarak tarif edilir. Bu bulutlardan veya bildiğimiz başka bir pınardan gelen su değil, eli ısıtmayan, koyu, kalıcı kuru sudur. O yeryüzünün yağlarından çıkan sümüksü sudur.

 

‘’Toprak’’ ile kasıtta, üzerinde yürüdüğümüz toprağı kast etmezler, taşın imalatının bir parçası olan bilgelerin taşıdır söz konusu olan. Tekvin bölümünde’’Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde geziniyordu’’ diye okuyoruz. Ve doğaya baktığımında bütün hayatın nasıl esasen sudan çıktığını görüyoruz. Bunun için suyun tıpkı bayat bir havuz suyu gibi sümüksü olması gerekmektedir. Bu tür havuzlardan, suyun doğal bir rahim olduğu böcekler ve diğer canlılar fışkırır. Taşın yapımında, öyle görünüyor ki, bildiğimiz suyun güneş ışığına maruz kalmasında olan şeyler oluyor. Bu açıdan denizin suyu ile bilgelerin suyu arasında bir paralellik kurulabilir.

 

Bize bu suyun her yerde, her şeyde olduğunu, fakat tüm kusursuzluğu ve tamlığı içinde, herkes tarafından görülen, yalnızca çok az kişinin tanıdığı bir tek şeyin içinde mevcut olduğunu söylüyorlar. Bize şu bulmaca veriliyor : ‘’ O her şeyin içindedir, bu yüzden her şey Taş’ın oluşumuna katılır. O rahme toprağın altına düşer, gökyüzünde canlanır, zamanla ölür, sonsuz ihtişama ulaşır.’’ Öyle görülüyor ki bu tarife uyan tek bir şey vardır.

 

Bütün bilgelerin ormanların ve benzeri yerlerin yalnızlığına sığınmasının bir nedeni vardır; çünkü doğa buralarda kendisini en açık şekilde ifşa eder. Kuşkusuz aydınlanmış kişi aynı sesi her yerde işitir. Her çim yaprağı, her çalı, her ağaç yani tüm bitkiler doğada Taş’ın oluşumuna katkıda bulunur. Bilgelerin söylediği gibi bütün bunlar bizzat Taş’tır, ‘’toprağın altına rahme düşer, gökyüzünde canlanır, hepsi ölür ve sonsuz ihtişamına ulaşır.’’ Burada ‘’ihtişam’’ın ölümle geldiğine dikkat edilmelidir. Bu durum, vücutlerın özünün daha ihtişamlı bir suret içinde muhafaza edildiğini ima eder. Eğer bir kil parçasını alır ve onu yüksek ısıya tabi tutarsanız, harika lal taşlarının oluştuğunu görürsünüz. Burada her şeyin ruhani yasayı takip edip ısıyla dönüştüğüne tanık oluruz.

 

Doğanın simya için hazır halde ürettiği bu Tek Şey bir taş olarak tarif ediliyor. Simyacı bu şey üzerinde çalışmalıdır. Boehme ekliyor: ‘’Bilgelerin ‘en yüksek iyi’ dediği bu şeyin maddesini bulmak ilk amacınız olmalıdır.’’ Sonra ilave ediyor. ‘’susal ve topraksal doğasından arındırılmalıdır. Çünkü o ilk olarak topraksı, koyu, ağır, sümüksü ve sisli bir vücutta görünür, onda bulunan bütün kıvamlılık, bulutsuluk, şeffafsızlık ve koyuluk kaldırılmalıdır.’’ Bu süreçle onun içindeki canı ve ruhu alıyor, onu değerli bir cevhere ayrıştırıyor ve indirgiyoruz. ‘’Pontik ve katolik suyumuzla. O ki muhteşem hareketiyle bütün (Bilgelere ait) yeri sular ve bereketlendirir ve o tatlı, güzel, berrak, nettir ve altından, gümüşten, elmastan daha parlaktır.’’

 

Taş’ın ilk maddesinden çıkarılan cevhere bilgeler ‘’hamciva’’ derler ve bunu uzun bir kimyasal süreç aracılığıyla yapan şey yukarıda ‘’Pontik ve Katolik su’’ denilen şeydir. Bu suya sık sık ‘’Sülfür’’ denir, çünkü içinde gizli, yenileyici bir ateş vardır. Bu nedenle ona ‘’Bilgelerin Ateşi’’ denmektedir.

 

Bu bildik ateş değildir, bu durum Bilgelerin ‘’ Kimyagerler ateş yakar, simyacılar su ile’’ sözünde açıkça görülür. O halde bu maddenin bir tür ‘’ateşsi su’’ olduğu sonucuna varırız. Gerçekten de maddemizde gerçekleştiği söylenen harika değişimi yapabilmesi için bu minvalde bir şey olmalıdır.

 

Taş’ın civasal maddesinden ‘’karı’’ diye bahsetme geleneği vardır, dönüştürücü amil olan diğer maddeye de ‘’koca’’ denir. Söylendiğine göre bunlar hava geçirmeyecek şekilde mühürlenmiş bir hücreye kapatılırlar, vücutlarını yitirdiklerinde ruh yukarı çıkar, sonrasında ikisi tek bir vücutta birleşir. Bu gerçek yüceltilmiş erdişi (hermafrodit), Projeksiyon Tozu, kusursuz Felsefe Taşı’dır.

 

Yenilenme sürecinde buna çok benzer bir şey gerçekten olabilir, fakat felsefi kitaplarda sadece algıyı Taş’ın yapılışının doğru yöntemine açmak için bahsedilen sürece benzer bir süreç değil. Taş’ın felsefi yapılışı bir laboratuar çalışmasıdır, insan ona katıldığı sürece bir anlamda tümüyle mekanik bir el işidir. Bütün bunlar akılda tutmak kaydıyla, bu çalışma bronz bir madde dökmek veya ilaç hazırlamaktan farklıdır. Saf bir kalp, açık bir zihin, kanatlanmış bir akıl, sınırsız bir inanç ve ruhani rehberliğe güven gerektirir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Rönesans döneminde yaşayan simyacılar ve doğa büyücüleri -bilimcileri- Lapis’in sırrına erişebilmek için Kabbala’dan da yararlanabileceklerini düşünmüşler ve sonuçta şifreli isimler ve simyagerlerden oluşan gizemli bir dil kullanmakla yetinmeyip, aynı zamanda belirli bir metnin –tamamen modern anlamda- tamamının şifreli olduğunu kabul ederek bu şifreyi Kabala öğretisinde geçerli olan anhtarla çözmeyi ve gizli mesajı anlaşılır hale getirmeyi denemişlerdir. Bu inanca göre, bir simya metni, ‘’normal’’ olarak okununca ne denli anlaşılmaz olursa, o kadar değerli kabul edilmiştir.

 

Bir çok ustanın –yani Lapis sabinin- var olduğunu idda etmiştir. Pico della Mirandola, Giambattista dell Porta, Edward Kelley, Alexander Seton ve Michael Sendivogius bunlara örnek verilebilir. Bu isimler simyacılık çevresinde saygıyla anılan, seçkin dağa bilginleriydi. Eğer bu kişiler gerçekten Opus Magnum’un sırrını çözmüş ve kurşunu altına çevirebilmişlerse, simyacılık ve içerdiği okült bilgiler bir anlamda taşınıyor-aktarılıyor demektir

 

Düşüncelerinde ruh (spritus) önemli bir rol oynamıştır. Ancak ona göre (Libavius’a göre) ruh yalnızca insanlara yaşam enerjisi vermekle kalmayıp her şeyin içine nüfuz edebiliyordu. Libavius buna içilebilen altını ‘’Aurum potabile’’ ‘yi örnek vermiştir. Rönesans dönemi simyacıları içilebilir kıvamdaki altınla yoğun bir şekilde ilgilenmişlerdir; çünkü altını sıvı, dolayısıyla uçucu bir hale getirebileceklerini (tabii ki basit bir eritme işlemi ile değil), böylelikle felsefe taşına ulaştıracak yolda büyük bir ilerleme kaydedeceklerini düşünmüşlerdir. (Diğer sorunları da civanın ‘’sabitleştirilmesiydi’’.) Böylelikle altının ‘’ruhu’’ başka maddelere aktarılabilecekti; hatta ‘’Aurum portabile’’ için (içilebilir altın) hasta insanları da iyileştirebileceğine inanmışlardır. Libavius, daha çok Spiritus’un niteliklerini ve etkilerini araştırmış, ancak altının ruhunu nasıl altından ayırabileceği, altının nasıl içilebilir kıvama getirileceği gibi, diğer doğa bilimcileri (büyücüleri) gibi, net yanıtlar verememiştir.

 

‘’Bulunduğum manastırda bir süreden beri doğayı öğelerine ayırarak gizlerini ortaya çıkartmaya çalışıyorum. Böylece sınırlı bir süreyle var olan öğelerin içerdiği sonsuzluğa ve en yüksek bilgiye ulaşmayı amaçlıyorum’’

Basilius Valentinus

 

Yine Basilius Valentinus diyor ki ‘’Aramayı sürdürdükçe giderek daha çoğunu buluyordum; bilgiler adeta birer çeşmeden akıyordu ve Tanrı da hep daha fazlasını öğrenmem için bana yardımcı oldu. Doğanın mineraller ve metaller içine gizlediği mucizelere bizzat tanık oldum. Bu mucizeleri bilgi sahibi olmayan bir insanın kavraması çok güçtür. Bunların arasında birçok rengi bir arada barındıran ve bir sanat eseri olan bir mineralle karşılaştım. Bunun özünde gizli olan manevi güçle hastalanan kardeşlerimi birkaç gün içinde iyileştirebiliyordum.’’

 

Bailius Tanrı’nın yardımıyla Lapis’i bulmuştu; çünkü ‘’çok renkli bir sanat eseri’’ olarak tanımlanabilecek başka bir şey söz konusu olamazdı. Bunun içerdiği ‘’mavi öz’’ ekstre edidince, ateşe dayanıklı bir hale geliyor, dolayısıyla kusursuzluğa erişiyordu.

 

Basilius Valantinus’a ilişkin Erfurt’taki kilisenin sütunlarından biri yıldırım isabet ettiği için çatlamış ve içinde saklanmış olan bir kitap ortaya çıkmıştır. Basilius Valentinus’un simyaya ilişkin metinlerinin, Otuz Yıl Savaşları sırasında, simyaya ilgi duyan İsveç Kraliçesi Christina (1620-1689) tarafından götürüldüğü öğrenilmiştir. Söylentiye göre söz konusu belgeler ‘’manastırın yemek salonunun altında yer alan bir duvarın içinde, altın sarısı bir tozla birlikte bulunmuştur’’. Ancak Wedel’in ifadesiyle, ne yazık ki ne yazılanlardan ne de tozdan –ki kolaylıkla bunun bir miktar Lapis olduğunu düşünebilirsiniz- geriye bir iz kalmamıştır.

 

Kral Chiristoph Schmieder (1778-1850) Simyanın Tarihi ilk baskı 1832 yeni basım 2005

 

Bir hukuk ve tıp doktoru olan Johann Wolfgang Dienheim, DDe universali madicina (Strasburg, 1610) isimli kitabında, Roma’dan Almanya’ya dönerken yolda tanıştığı Seton’la ilgili olarak şunları yazmıştır:

 

‘’Bundan sonra o güne kadar sadece uzaktan tanıdığım bir adamı çağırdılar.(…) Bu kişi, ailesinde çok sayıda doğa araştırmacısı bulunan Dr. Jakob Zwinger’di. Üçümüz birlikte bir kuyumcuya gittik. Dr. Zwinger yanına birkaç tablet kurşun almıştı. Altın üreticisinden bir etirme kabı aldık, yolda da kalitesi sıradan olan kükürt almıştık. Alexander hiçbir şeye elini sürmedi, ateşi yakmamızı emretti ve eritme kabına tabakalar halinde kurşun ile kükürt koymamızı söyledi, ateşi körükleyerek, kabın içindekiler eriyene kadar karıştırmamızı istedi. Bir yandan da bizimle şakalaşıyordu. On beş dakika sonra ‘’şimdi şu ufak zarfı (mektubu) eriyen kurşunun ortasına koyun, ama dikkat edin, ateşe gelmesin’’ dedi. Zarfın içinde ağır, yağlı bir toz vardı.(…) Dediğini yaptık fakat inancımız Thomas’tan daha zayıftı. Bu karışım, bir on beş dakika daha kor haline gelmiş bir demir çubukla karıştırarak kaynattıktan sonra, altın üreticisi eritme kabını boşattı. Ancak artık kabın içinde kurşun değil, en saf haliyle altın vardı, hem de kuyumcunun test edip belirttiğine göre Macar ve Arap altınından çok daha üstün bir kaliteye sahipti. Ağırlığı kullanılan kurşunun ağırlığına eşitti. Seton, elini bile sürmeden kurşunu altına dönüştürmüştü, kalitesi de kuyumcu tarafından bir sertifika ile onaylanmıştı. Bu olayı izleyen ve ikna edilmesi zor olduğunu çok iyi bildiğim iki saygın tanık da, yapılan işleme kefil oldu.’’

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sülfür ve civa diye bahsedilen iki cisim, karışımın eril ve dişil ilkeleridir; bunlara ‘’Güneş ve Ay’’ yani ‘’Sol ve Luna’’ denir. D’Espagent şöyle der: ‘’şimdi (bütün perdeleri aradan kaldırdıktan sonra) doğrudan, dolambaca başvurmadan söylersek, tüm çalışmaların, -Sol ve Luna’nın doğru bir biçimde hazırlanması kaydıyla- ‘’Sadece iki vücutla’’ kusursuzlaştırıldığına inanıyoruz. Çünkü doğanın tek üreme yolu budur. Sanatın yardımıyla eril ve dişilin birleşmesi gerçekleşince, onlardan anne ve babadan çok daha soylu bir nesil çıkar.’’

 

Taş’ın yapım sürecinin tamamı şu sözlerle özetlenir: ‘’İlk olarak Güneş’in yersel vücudu tümüyle çözülür ve bütün kuvveti elinden alınır ve şekilde onun ruhu lekeden arınır.’’

 

‘’Ruh yukarı çıkıp Vücut Ruh’tan ayrılmış olarak bir süre için imbiğin dibinde küller gibi ölü yatar. Fakat ateş ölçülü bir şekilde arttırılırsa, Ruh damlalar halinde tekrar aşağı iner, vücudu nemlendirip doyurur ve onun tümüyle yanıp tükenmesini engeller. Bundan sonra tekrar yükselir ve alçalır, bu süreç yedi kez tekrar eder. Isı sürecin başından sonuna hep aynı kalmalıdır. Telaşsız ve hızlı. Çünkü Ateş’in etkisi için içine nazikçe ve tedricen sokulmalıdır. Bu süre içerisinde, dikkatle gözlemlememiz gereken imbiğin içinde bir sürü kimyasal değişiklik göreceksiniz. Eğer bunlar olması gereken sırada gerçekleşirse, görevinizin iyi bir sonuca ulaştırılacağına işaret eder.’’

 

Yukarıda yazılanlardan ve Bilgelerin bir çok benzer ifadesinden açıkça anlaşılıyor ki bahsedilen ‘’Ateş’’ bizatihi maddenin içinde olmalı, tıpkı ocakta kömürün oksijenle karbonun bir araya gelmesiyle gerçekleştiğini bildiğimiz tutuşması gibi, operasyona kimyasal bir süreçle girmelidir. Bu kimyasal elementler kimyasal maddelerimizin içindedir, fakat burada sıvı haldedirler. Suyun, her biri yoğun bir ateşle yanan iki bileşenine kolayca ayrışabildiğini düşünürsek, yakıcı, ateşsi su teriminde anlaşılmayacak hiçbir şey yoktur.

 

Birçok insanın düşündüğü gibi, bu tümüyle ruhani bir mesele olsaydı, bu şeye ‘’neredeyse elle tutulamaz, çok hoş kokulu, safran renkli latif bir tozdur’’ diye tarif edilemezdi.

 

Açık ki Taş bilinen (ve bazı bilinmeyen) bütün biçimlere girmektedir. O ilk önce katıdır, sonra sıvı, ardından gaz ve en sonu günümüz kimyasının bildiği hiçbir şeye benzemeyen toz halinde bir öz, yani beşinci elementtir.

 

Ayrıca Taş’ın kimyasal sindirimi için kırk gün gereklidir.

 

Simya tariflerinde sık sık karşımıza yedi rakamı çıkar. Yedi aşama, yedi renk, yedi metal ve yedi gezegen vardır. Satürn’le yani kurşunla başlayan çalışma, Jüpiter’le yani kalayla, oradan Mars’a yani demire, oradan Venüs’e yani bakıra, oradan Merkür’e yani civaya ve nihayet Ay’a yani gümüşe ve Güneş’e yani altına ilerler.

 

Bununla birlikte kurşun minerallerin fiilen kalayla, sonra bakırla vb. dönüştüğü düşünülmektedir. Fakat madde, yani cenin halindeki Taş’ın maddesi, planlar denilen bir dizi değişim ve görünüşten geçer. Bir planet Güneş veya altın denilen bir kusursuzluğa doğru yola çıkmış bir gezegen, yani gezegendir. Bu bildiğimiz altın değil, erimiş civanın üzerine serpilen ve bütün kütleyi isteğe göre gerçek gümüş veya altına dönüştüren yüksek bir majikal tesirdir.

 

Bondinus şöyle söyler: ‘’Taş’ımız Ateş’tir. Ateş’de doğar, fakat Ateş’te yanmaz. Ateş’le yapılabilen, fakat Ateş’le yok edilemeyen şey nedir? Masallardaki ünlü ‘’Semender’’dir bu. Onun ateşte yaşadığı ve ona muhteşem rengini verdiği söylenir.

 

Rosinus şöyle söyler: ‘’İki şey iki şeyde gizlidir ve Taş’ı gösterir : ‘’ Toprakta Ateş, Su’da hava vardır, oysa dışta sadece iki şey vardır, Toprak ve Su.’’ Bu bilgilerin ifadesine göre Taş’ın bileşimine sadece iki şey girmektedir. İçinde Ateş olan Toprak ile içinde Hava olan Su. Bunlar bizim Sülfür ve Civa/Merkür diye bildiğimiz şeylerdir. Bilgelerin ne Toprak’ı, ne de Su’yu, dışsal olarak duyulara ateş veya sıcaklık gibi bir şey göstermez, ta ki bunlar dışarıdaki havayı hariç tutan bir kavanozun içinde bir araya getirilene kadar. Sonra suyun içindeki hava topraktaki ateşi canlandırmaya başlar. Bu süreç başlangıçtan sona, sıcak ile soğuk arasındaki bir çatışma gibi görünür ki bu çatışmada sıcak nihayet galip çıkar. Bununla birlikte Taş’ın kusursuz doygunluğu ve olgunlaşmasını sağlayan ılıtıcı etkisine borçluyuz.

 

Aros şunları söyler: ‘’İlacımız iki şeyden ve tek bir özden oluşur. Bir civa ile vücut ve ruhtan, soğuk ve nemden, sıcak ve kurudan oluşmuş bir sabit ve uçuşkan madde vardır.’’

 

Bu ‘’tek öz’’ kendinden başka şey yaratan görünmez bir şeydir. O gerçekte her şeyi yaratan hayat kuvvetidir. Madde onun kaynağı ve temeli gibi görünmektedir, oysa gerçekte madde sadece duyular tarafından algılanabilen bir araçtır, onun suret üretme işinde hizmetkardır. ‘’Sabit vücut’’ soğuk ve nemlidir, ‘’uçuşkan vücut’’yani ruh, sıcak ve kurudur.

 

D’Espagnet ‘’Hermetic Arcanum’’ adlı eserinde şunları söylemiştir: ‘’Keskin zekalı öğrenciler ciddi ve inanılır yazarları sürekli etüt ederek ve parlak gün ışığı sayesinde Sülfür’ün bilgisine erişmişlerdir, fakat Filozofların Merkür’ünü arayışta bir adım bile ilerleyemezler. Yazarlar bu konuyu öyle çarpık çurpuk anlatırlar ve öyle tahmin edilmez isimler kullanırlar ki o arayan aklı ve zahmetinden ziyade sezgisiyle bulunur.’’

 

Bir şey hariç sanatımızda en değerli olan şey Merkür, ham halinde bizim için tümüyle faydasızdır. Kimyanın bilmediği ilave saflaştırma sürecinden geçmeli, ‘’Bilgelerin Ateş’inde’’ pişirilmelidir. Her yüceltme(süblimasyon) sürecinde ona hala Merkür denir. Taş suretinde Sülfür’le nihai birleşmesinde ona ‘’Kusursuz Merkür’’, ‘’erdişi’’ denir. Çünkü o artık eril ve dişil, pozitif ve negatif ilkelerin sabit ayrılamaz bir birliğidir. İşte bu ‘’Tanrı onları öyle bir birleştirdi ki hiçbir insan ayıramaz’’ denilen şeydir.

 

‘’Dünyanın İhtişamı’’ adlı eserin yazarı şunları söyler:’’Ateşi veya Bilgelerin kireçtaşını al. O bütün ağaçların hayati ateşidir. Orada Tanrı kendini ilahi ateşle yakar’’. Bu ifade şimdiye kadarki en yalını gibi görünüyor. Ateş’in ‘’bütün ağaçların hayat ateşi’’ olduğu söyleniyor ve bu şekilde onun kökeni işaret ediliyor. Bu durumda bize sadece onu elde etmenin ilkesini ve yöntemini öğrenmek kalıyor.

 

Bu ateşte, diyorlar, Merkür’ü saflaştır ve sanatın emelleri için onu öldür. Bu suda veya Ateş’te saklı Merkür, orada kendinde sabittir. Şimdi biraz daha aydınlanıyoruz. Çünkü bu Ateş’in gerçekte Su olduğu bize açıkça söylenmiştir.(hatırlayın simyacılar suyla yakıyor). Bu ATEŞ-SU, Merkür, Tanrı’nın Güneş’e yerleştirmiş olduğu canlı ilahi Ateş’le benliğinden ayrışıyor, berraklaşıyor, çökeliyor ve katılaşıyor(sabitleşiyor).

 

‘’Taş’a konmuş Ateş’’diyor D’Espagnet, ‘’Doğanın Prensidir, Güneş’in oğludur. Hareket eder ve maddeyi sindirir ve oradaki her şeyi kusursuzlaştırır. Doğa ateşi kullanır. Ateş Us’tadır, Kusursuzlaştırandır. Bu yüzden Ateş’in bilgisi filozoflar için en yararlı bilgidir’’.

 

Kaynatma ya da pişirme konusunda Bilgelerin kitaplarında çok şey söylenmiştir. Hepimiz biliyoruz ki pişirmek için ateşe ihtiyacımız var, oysa ocağımızda bildiğimiz ateşi kullanmamamız için sürekli uyarılıyoruz. Kömür ocakları, benzeri bir sürü ocak ve soba kullanmış, her türden mineral ve metal üzerinde çalışmış, bu şekilde davranarak Bilgeler tarafından konulan bütün kurallar çiğnenmiştir.

 

Bunları yapanlar gürültücü simyacılar ve yoldan sapanlardır. Yüce Ödülün incisini elde etmek isteyenlere bu tür aptalca operasyonlardan uzak durmalarını tavsiye ediyoruz. Buna rağmen bazı büyük simyacılar operasyonda Ateş kullanmanızı açık açık tavsiye eder, fakat bu tavsiyenin ikili bir anlamı vardır. Örneğin Basil Valentine, meşhur On iki Anahtar adlı eserinde yazdığı açıklamada şunları söyleyerek bütün meseleyi bulandırır;

 

‘’Bu şekilde malzemeyi elde ettikten sonra, bütün dikkatinizi vermeniz gereken şey Ateş’in idaresidir. Araştırmalarımızın amacı ve bütünü budur. Çünkü Ateş’imiz bildik ateştir’’-dikkat edin bilmeyenlerin gözlerine tozu nasıl atıyor-‘’ocağımız da bildiğimiz ocaktır. Haleflerimizden bazıları yazılarında ateşimizin bildik ateş olmadığını söylemiş olsa da, bunun Sanatımızın sırlarını gizlemek için kullandıkları bir tertip olduğunu size söylerim’’

 

Valentine, bu görünürde açık seçik ifadeyle, muhtemelen, binlerce insanın yanlış yola sapmasına vesile olmuştur. Sözlerine şu şekilde devam eder:

 

 

‘’İspirto lambasının ateşi amacımız açısından bir işe yaramaz, ne gübrede yakmak, ne de çok masraf gerektiren her tür ısıtma aracı. Hiçbir ocak da istemiyoruz. Ateş’in ısısını düzgün(uygun) bir şekilde düzenlemek için bizim üç katlı ocağımıza ihtiyacımız var. Ocağımız ucuzdur, ateşimiz ucuz, malzememiz ucuzdur. Malzemeye sahip olan onu hazırlayacağı ocağa da sahip olacaktır. Tıpkı unu olanın onu pişirecek bir fırından mahrum olmaması gibi’’

 

Buradaki benzetme pek yerinde değildir ve bir saçmalık içerir. Çünkü fırın un değildir. Oysa malzeme Filozofların ocağını oluşturan şeydir. İşte Valentine’nin size aktarmak istediği bilgi budur. Bunu yaparken aynı zamanda onu yakalayamayacak kadar akıllı olmayan milyonlarca insanı da aldatır. Sözlerinde sanatımızın konusunun bizatihi adını vermiştir. Fakat bunu öyle gizli bir şekilde yapmıştır ki keşfedebilecek insan zor çıkar.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Ben de fırsat buldukça eklemeler yapabilirim...

 

(John Frederick Helvetius'un hatıratlarında anlatılan Elias...)

 

17. Yüzyıl...

 

Avrupa bilim / düşün çevresinin kendisine entelektüel anlamda daha sağlam dayanak noktaları araması neticesinde gelişmiş olan bilimsel metodun daha sofistike ve yapılandırılmış yaklaşımları zorunlu kılmasıyla birlikte en parlak ve ayrıntılı dönüşüm yöntemleri de bu dönemde ortaya çıkmaya başlar. Bunlardan biri, dönemin en önemli tıp insanları içinde yer alan ve yine Orange Prensi'nin de özel doktoru olan John Frederick Helvetius tarafından 1667 yılında yazıya dökülmüştür.

 

Helvetius anılarında 27 Aralık 1666 tarihinde The Hague'deki evinde kendisini bir yabancının ziyaret ettiğinden söz eder. 42 yaşlarında uzun saçlı olan bu adam, her birinin üstünde çeşitli özdeyişler yazan madalyonlar takmıştır. Madalyonların üstünde "Nurun yoksa altının sözünü bile etme." "Tanrı, doğa ve simya hiçbir şeyi boşuna yaratmamıştır." gibi sözler yazılıdır.

 

Adının Elias olduğunu söyleyen adam kısaca kendini tanıtır, bir pirinç döküm ustası olduğundan ve Helvetius'un İngiliz simyacı Sör Kenelm Digby'yi kıyasıya eleştirdiği kitabıyla çok ilgilendiğinden bahseder. Ardından da Helvetius'a Felsefe Taşı'nın varlığına inanıp inanmadığını sorar. Adamın fildişinden üretmiş olduğu üç sarı taşı cebinden çıkarıp göstermesiyle birlikte Helvetius da çevresinde de iyi bilinen şüpheci tavrını hemen gösterir. Adam ise ısrarla elindekilerin gerçek birer Felsefe Taşı olduğundan söz ediyordur. Pek inanmasa da merakını frenleyemeyen Helvetius adama hemen orada bir dönüşüm yapıp yapamayacağını sorar. Bocalamadan hemen cevap veren Elias bunun için doğru bir an olmadığını söyleyerek uzaklaşır. Üç hafta sonra gelen yabancı Helvetius'a elindeki taşlardan birini verir. Taşı inceleyen Helvetius bunun çok küçük ve de özelliksiz alelade bir taş olduğunu söyler. Bunun üzerine yabancı elindeki taşı ikiye bölerek bir parçasını ateşe atar, bu Helvetius'un dahi beklemediği bir harekettir, korkar. Elinde kalan yarım parçayı doktorun eline tutuşturur ve "Bu cevizden küçük parça dahi yeterli olacaktır." der. Ertesi gün yine orada olacağını söyleyerek, şaşkınlıktan dili tutulmuş olan Helvetius'un yanından ayrılır. Adam ertesi gün dönmediği gibi bir daha Helvetius'un karşısına çıkmaz.

 

Adamın iddiaları epey kuşkulu gözükse de Helvetius karısının ısrarlarına dayanamayarak Elias'ın verdiği taşı bir miktar kurşunla karıştırarak ısıtmaya koyulur. Helvetius ve karısı gördükleri karşısında büyük bir şaşkınlığa kapılırlar; kurşun - taş karışımı altına dönüşmüştür. Ellerindekini bir altın ustasına götürürler, adam da onlara bunun şimdiye kadar gördüğü en kaliteli altın olduğunu söyler. Bu dönüşüm ülke çapında büyük bir olaya dönüşür, kuşkuculuğun en bilinen ismi Spinoza dahil Helvetius ve karısının altın üretmeyi başardığını teslim eder. Asıl ilginç olansa Helvetius'un çevresinde yalancı ya da uçuk biri olarak değil tam aksine rahatsız edici derecede gerçekçi biri olarak tanınıyor olmasıdır.

Öyküsünü okumuş olan herhangi biri, bu bahsedilen yabancıyı kolaylıkla zihninde canlandırabilir. Helvetius'un yazdıklarına göre bu adam içeri girdiğinde botlarındaki karları dahi silme gereği duymamış, yüzünde çukurluklar, büyük çıbanlar olan bir adamdır. Paracelcus'ün, Artist Elias isimli bir simya mesihinin gelerek insanlara tanrının sırlarını fısıldayacağı ve insanlığı kendisinden koruyacağına dair kehanetinin bu örnekte doğrulanmış olması da olayın bir başka esrarengiz boyutudur. O dönemde yaşanmış, buna benzeyen daha pek çok olay daha vardır. On yedinci yüzyıl boyunca böyle birçok yabancı, septiklere (özellikle aydınlanmanın öncü bilgin ve düşünürlerine) görünerek onlara dönüşümün nasıl yapılabilceğini göstermişlerdir.

 

Belki de Elias denen bu yabancı, akıntının yön değiştirdiğini içten içe sezmiş bir kişiydi. Sanki Avrupa'nın o dönem yaşadığı düşünsel ve bilimsel değişimlerin ne denli tehlikeli olabileceği konusunda Helvetius'u uyarmak istemişti. Sakınımsız, gözü kara ilerleyen bir bilim ve teknolojinin ne kadar tehlikeli altüst oluşları tetikleyebileceğini sezer gibiydi. Maddecilik, akılcılık ve Kartezyen ikicilik gibi sol - zihniyet saplantılı bir bağlılığın insanlığın tanrısal melekelerini yok edebileceğini hissetmiş ve onları geri getirebilecek bir araç olarak da simyayı devreye sokmuştu.

 

Kaynak:

 

Simya ve Simyacılar - Sean Martin (85, 86 ve 87. sayfalar.)

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Simyacı ve Bir Tıp Duayeni Paracelcus Hakkında;

 

Paracelcus'ün; bir hastalığı tedavi etmenin ancak ve ancak tüm vücudu tedavi etmekle mümkün olduğunu öne süren holistik (bütünsel) tıbbın babası olduğu düşünülmektedir... ...Fakat halkın gözleri önünde Hipokrat ve Galen gibi saygın tıp otoritelerinin kitaplarını yakması ve benzer eylemleri zamanla şehrin önde gelenlerinin nefret ve düşmanlığını kazanmasına neden oldu. Kısa bir süre sonra da en ufak bir pişmanlık hissetmeksizin arkasına bakmadan Basle'ı (yaşadığı şehir) terk etti, hayatının geri kalan yıllarını (bitki bazlı ilaçların karşıtı olan) mineral içerikli ilaçları öven devrimci makaleler yazarak ve gezerek geçirdi. Bir yandan da astral döngülerin insan sağlığını etkilediği yönündeki inançlarını sürekli çevresindeki insanlara aşılmaya çalışıyordu. Paracelcus'e göre içimizde yaşayan cennet / cennetler vardı, hasta insan ancak ve ancak bu içsel cennetlerini evrensel cennetle ilişkilendirerek sağlığına kavuşabilirdi. 1541 yılında Salzburg'da hayata gözlerini yuman Paracelcus büyük ihtimalle düşmanları tarafından zehirlenmiş olmalıydı.

 

Paracelcus yalnızca Batı Avrupa'nın ilk homeopati uzmanı olması açısından değil; aynı zamanda vücudun fiziksel işlevlerinin temelinde basit kimyasal tepkimelerin yattığını ve kimyasal preparatların bilinçli bir tarzda kullanılmasıyla iyileşmenin mümkün olduğunu kavrayan ilk kişi olması açısından da önemli bir tıp insanıdır...

 

...Paracelcus'un simyayı, laboratuarların dumanlı ortamından çıkarıp tüm toplumun yararına kullanarak işlevselleştirdiği iddia edilebilir.

 

(Alıntı; Simya ve Simyacılar)

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Yanlış hatırlamıyorsam ilaçlara olan öfkesinin sebebini de şöyle açıklıyordu : '' Şifa diye verdiğiniz o ilaçlar asıl zehirdir. İnanmıyorsanız içmeniz gereken dozu bir aşın bakalım, o zaman zehrin nerede olduğunu göreceksiniz'' daha fazlasına girmiyorum yanlış ya da eksik yazmamak için. Onlara da geleceğim :)

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Nicholas Flamel (1330 - 1417?)

 

"...400 yaşına kadar yaşadığı!? rivayet edilen efsanevi Fransız simyacıdır. 1700'ler civarında Hindistan'da görülmüştür...

 

...Flamel, el yazması simya kitapları üzerinde de çalışmıştı. Bir gece rüyasına bir melek girmiş ve ona göz alıcı tezhiplerle süslenmiş bir kitap göstermişti. Flamel kitaba dokunabilecek kadar yaklaşmış, ancak tam onu ellerine alıp tutacakken kitap yok olup gitmişti. Birkaç gün sonra gittiği bir kitapçıda eline bir kitap geçmiş, kitaba bakar bakmaz da onun gece rüyasına giren kitap olduğunu anlamıştı. İncelemeye devam ettikçe Abraham Eleazar tarafından yazılmış olan kitabın metallerin altına dönüştürülmesi ile ilgili bir kitap olduğunu anlamıştı. Kitapta her yedi sayfada birçok ilginç ve gizemli illüstrasyonlar vardı, bu resimler büyük ihimalle simya sürecini betimleyen resimler olmalıydılar. Flamel tüm bu olanları yalnızca, kitabın en fazla ilk birkaç sayfasını anlayabilecek bir düzeyde olan karısı Perenelle'e anlattı.

 

Araştırma ve başarısız deneylerle geçen yirmi yılın ardından Flamel, bir ihtimal gideceği yerde işin inceliklerini kendisine anlatacak bir Yahudi bulabileceğini düşünerek Santiago de Compostella'ya bir hac ziyareti yaptı. (Eline geçen kitabın yazarı Abraham, bu kitabı kendi gibi Museviler için yazmıştı.)1378'de Santiago'ya giden Flamel, Üstat Canches olarak bilinen bir kişi ile tanıştı. Canches adlı bu tüccar, Flamel'in elindeki kitabın sonsuza değin kaybolduğu düşünülen çok eski bir kabalistik metin olduğunu iddia etti ve ondan hiçbir yardımı esirgemeksizin tüm figürlerin anlamını ayrıntılı bir biçimde açıkladı. Canches ile Flamel Paris'e dönmek üzere yola çıktılar, Canhes'ın bu yolculuğa çıkışındaki asıl neden Flamel'in elindeki orijinal eseri inceleyebilmekti. Ancak ömrü buna yetmedi ve mola vermek için durakladıkları Orleans'da hayata gözlerini yumdu.

 

Paris'e yalnız dönmek durumunda kalan Flamel üç yıl kadar daha aralıksız çalıştı. 1382 yılının Ocak ayına gelindiğinde ise karısı Perenelle ile birlikte çalışmalarını tamamlamıştı. Flamel ve Perenelle; aynı amacı gerçekleşirmek için potansiyellerini birleştiren zıt güçlerin (içerideki ile dışarıdaki, dişi ile erkek, ying ile yang) arketipsel kadın ve erkek simyacının, mistik kız kardeş ile mistik erkek kardeşin adeta tipik birer örneğiydiler. (Ki bu da Kilise'nin simyaya şiddetle karşı çıkmasında etkili olmuş özelliklerden biridir.) Nihayet aynı yılın Nisan ayında ilk başarılı deneyi gerçekleştiren çift kısa zamanda çok ciddi bir servet ve zenginliğin sahibi olmuştur. Aradan geçen on beş yıl içinde sadece Paris'te on dört hastane kurdular. Yine yedi kiliseye en cömert bağışlarda bulunmakta tereddüt etmeyen çift, Perenelle'in memleketi olan Boulogne'da da benzeri hayır işleri yaptılar. Yaptıkları tüm bu cömert bağışlar o dönem, laboratuar başarılarının bir meyvesi olarak düşünülmüştü. Çiftin 1417 Martı'nda aniden ölmesiyle beraber bir grup serseri zenginliklerinin gerçek kaynağını görmek için evlerinin kapısını kırarak içeriye girdi. Bodrum katta bulunan ölü odasındaki tabutları kırıp baktıklarında yan yana duran boş iki mezarla karşılaştılar. Akıbetleri hakkında uzunca bir dönem çeşitli rivayetler yapıldı, 1700'lü yılların başında bir dönem Hindistan'da görüldükleri söylentisi yayıldı, yine başka söylentiler de 1761 yılında Paris Operası civarında görüldükleri yönündeydi.

 

Öte yandan 'gerçek' simyacılar olduğu söylenen çoğu kişinin ortalamanın yaklaşık iki katı kadar uzun yaşamış olması tam da burada belirtilmesi gereken ilginç bir ayrıntıdır: Cebir 90'lı yaşlarının ortalarında ölmüş, yine Albertus Magnus 87, Roger Bacon 80, Lully 81 yıl yaşamıştır. Flamel'in tahmini olarak 87 yıl kadar yaşadığı söylenebilir, ondan sonra gelen Newton 84 yıl yaşamışken, Fulcanelli 100 yıldan fazla bir süre hayatta kalmıştır..."

 

Kaynak: Simya ve Simyacılar - Sean Martin Türkçe Çeviri: Eylem Çağdaş Babaoğlu Sayfalar: 71, 72, 73 ve 130

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Dönüp dolaşıp bir ormus edindim. Şimdi bu kullandığım bizim ülkede üretilmiş. Elbet düşük içerikli, bor da var içinde. Etkilerine gelirsek; ilk başlarda geceleri kafamın içinde bir ses oluyordu kozmik bir ses gibi, hafif de bir çınlama. Sonra geçti. Onun dışında konsantrasyonum arttı. Ve uyku kalitesi zirve yaptı. Harika bir uyku, 4K rüyalar ve dinlenmiş uyanmak. Hiç böyle bir performans beklemezdim, şaşırdım açıkçası.

 

İleride ABD' den iki farklı markanın ürününü denemeyi düşünüyorum. Düşüncem gerçekleşirse, sonuçlarını yazarım herhalde.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Dönüp dolaşıp bir ormus edindim. Şimdi bu kullandığım bizim ülkede üretilmiş. Elbet düşük içerikli, bor da var içinde. Etkilerine gelirsek; ilk başlarda geceleri kafamın içinde bir ses oluyordu kozmik bir ses gibi, hafif de bir çınlama. Sonra geçti. Onun dışında konsantrasyonum arttı. Ve uyku kalitesi zirve yaptı. Harika bir uyku, 4K rüyalar ve dinlenmiş uyanmak. Hiç böyle bir performans beklemezdim, şaşırdım açıkçası.

 

İleride ABD' den iki farklı markanın ürününü denemeyi düşünüyorum. Düşüncem gerçekleşirse, sonuçlarını yazarım herhalde.

 

Cahilliğime ver ama Ormus nedir? Ekşide bile hakkında pek bir şey bulamadım. Satan sitelerde bile doğru düzgün bir açıklama yok. Fiyat aralıkları ise birbirinden tutarsız. 100 liraya bulmakta mümkün 800 lirayada... Eğer mümkünse bilgi verirsen sevinirim.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...