Jump to content

Önemsiz...


tiananmenian

Önerilen Mesajlar

SÜPÜRGE OTU

 

 

“ Kiev ”

 

 

 

1

 

Sürüklendim, değersizlik hissi ve küçük kahverengi saksısıyla yanımda taşıdığım küpe çiçeği ile birlikte. Sevgilim beni terk etti iki yıl evvelinde, gün geçtikçe kronikleşen para sorunlarım var, iş bulmakta güçlük çekiyorum uzun zamandan beri ve geceleri uyumak yerine sigara içerek geçiriyorum saatlerimi. Bir delinin hatıra defterinde çok yorgunum, beni beklemeden çekip gitmen seyrin selameti açısından hayırlı olacaktır kaptan. Ensem tüylerim uzun, tırnaklarım kirli, dişlerim bakımsız, düşüncelerim çamur kıvamında, hayallerim cenabet, geleceğim karanlık ve yatağımın altı silme boş bira şişesi dolu. Çuvalladın oğlum diyen bir suratla aynadan bana yansıyan görüntümden sıkıldım, düşük bel, dar paça kot pantalonumdan, enli kemerimin metal aksamından, artık onsuz adım atamadığım gözlüklerimden, durduk yere kendi kendime konuşmaktan, olur olmaz sırıtmaktan, her gün kasvetli evimden kaçarcasına dışarı kendimi atmaktan, iş görüşmelerine giderken taktığım sümük yeşili ince kravattan, sırf entelektüel bir zevk edinmek adına ve bilinmeyen bir hedefe ulaşma umuduyla okuduğum tüm o boktan kitaplardan, bir kadınla tanışmak uğruna kaliteli çakmaklar taşımak gerekliliğinden dem vuran pespaye gazete parçacıklarından, geceleri her kanalda ayrı ayrı gösterilme şerefine ulaşmış saatlerce süren dünyanın en büyük icadı iddiasında ağrısız, sızısız, kolayca tüy dökebilen modern ağda reklâmlarından, o reklâmlarda rol alan ve program esnasında kollarına ağda yaptırarak kıllarını aldıran sırıtık yavşak tadında erkeklerden, geceleri barlarda sürtünmekten, sahte bir cennette mutluluk dilenmek rüyasına uyanmak uğruna seks yapmaktan, kızışmış kuzgun yavrusu hazzıyla para peşinde koşmaktan, telefon ederken bile “efendim” diyene “efendin arıyor” deme küstahlığımdan, başıma gelen her felakette babamı ve Tanrı’yı suçlamaktan ve uzun uzun cümleler kurmaktan nefret ediyorum. Sırf çevreye çok sıkı biri olduğum izlenimi versin diye ilk gençlik çağlarımda giriştiğim yerli yersiz ancak kesinlikle gereksiz yüzlerce kavganın yüzüme attığı birkaç çizikten öteye geçemeyen faça izleri ve zavallı denecek kadar az sayıda ki gönül maceralarımın ruhuma nakşettiği jilet kesikleri ile yaşama gayretindeyim vesselam. Bitir oğlum şu işi, kendini dünyadan, dünyayı kendinden kurtar diyerek çığlık ata ata beynimin içerisinde dolanıp duran gaipten gelen sese inanasım geliyor zaman zaman. Sanatçı bir ruhun oğlu olduğum ve ilham perileriyle birlikte doğduğum safsatasıyla beni oyalayan, umutlandıran ve tahammül etmeme dayanak sağlayan aksi şeytanın kör olmayan gözüne yedi kurşun sıkılsın, Ebu Leheb’in de elleri kurusun. Alkol beynimi buruşturmadan ve dibe yuvarlandığımın henüz farkındayken gerçekleştirebilecek miyim o şiirsel ve muhteşem eylemi? Sessiz sedasız ve kimseden intikam almayı kurmadan. Ancak, ama, oysa, lakin, gibi biber gazı, darbuka dibi, sevgi pıtırcığı türünden kelimelerle oynaşır ertelenir dururum her zamanki gibi. Düşmanım bile yok şu acınası dünyamda, itiraf edebilirim bunu en azından. Ne ilk olur bu, ne de son…

 

 

Mutsuz ve tutunamayan, kronik ayrılıklar denizi densizi. Tuhaf oyuncakların mucidi, artık kendi kendinin oyuncağı olmaya karar vermişte yalnız başına oturduğu Kaf dağında, haberimiz yokmuş meğer kendini ifşa edene kadar. Farkındayım pozitivizmin içine ettiği, etik ve destansı değerlerden yoksun olduğumu ve elim böğrümde, boynum bükük, ön dişim kırık, sağlıksız beslenme kuralları gereği. Epeydir, beynimde mekân tutmuş örümcek ağlarının tozlu iplik parçalarıyla çok meşgulüm ve parmağımı kıpırdatmaya bile mecalim yok artık.

 

Kulaklarım uğuldamaya başlıyor yastığa başımı her koyduğumda ve gerçek hayatta rol yapmaya kalkıştığında insanın başına gelmedik kalmıyor. Kafamı uzatıp çıkarıyorum kimi zaman köküne kadar battığım kirli ve karanlık çamurdan ve simsiyah dişleri, sivri kulakları ve keçiboynuzu kokan tüyleriyle bir zebani üç başı sivri paslı demirden mızrağını dürterek geri itiyor beni içeri. Daha derine gömülmek istiyorum her seferinde, yitip gitmek, hiçbir düşüncede yer almamak, hiçbir sohbette anılmamak, isimsiz mezarlara benzemek, hiçleşmek. Elimden gelmiyor, sadece beceriksizlik hissiyle baş başa bırakıp terk edip gidiyor beni iyi zaman cinlerim. Hayrete düşüyorum sonra hemcinslerimin hayata karşı başarılarını gördükçe. Eğer işin içinde sahtekarlık yoksa, harbiden büyük iş beceriyorlar doğrusu. Kıskançlık deme vururum alnının çatından seni. Benim sorunum daha öznel ve dışa kapalı, diğerleriyle işim olmaz hiç. Öncelikle uyum ve denge yeteneğim sakatlanmış sanki genetikten getirdiğim bir çeşit lanetlenmeyle. Dünya, insanın üzerinde yaşaması için uygun tasarlanmış bir yerde, sadece ben beceriksizim. Her şey dengi dengine belli bir ritm tutturmuş; âdem oğlu görür ancak sınırlı bir duyarlılığın eşiğinde var olabilen imgeleri, duyar fakat belli bir frekans aralığında yer alabilen sesleri, limitlerle çerçeveli ancak beş duyuya hitap eder günlük yaşam. Tüm bunların ötesinde var olanlar, onlara bir şekilde kafayı takmış ve sırf bu nedenle türümüzün garip üyeleri derneğine kaydedilmiş uçuk kaçık cinsi tarafından araştırılıp bilimsel makaleye dönüştürülerek bize anlatılır ve biz öğreniriz habire muhteşem iletişim çağı gereği. Ben fire veriyorum aralıklarla. Ne içime siniyor ne dışa vurabiliyorum var oluşumu. Karanlığım, sakin, hafif ve ucuz. Altı üstü Birinci cigarası ve benzinli muhtar çakmağı ve çocukluğunda benzinli muhtar çakmaklarını doldurarak eğitim giderlerini karşıladığını iddia eden bir İlyas Salman gerçeğiyle var olabilmenin kırılgan pişkinliği. Kahramanlar çağının uysal izleyicisi olarak ayakta kalmanın yolunu bulacaksın yirmi birinci yüzyılda. Bir önceki yüzyılın son demlerini de gördüm ben ve bir hayli berbattı kendileri, bir sonrakini görmeyi ise hayal bile edemiyorum.

 

 

‘ Köpek Öldüren ’ namıyla anılan şarabının hangi marka olduğu üzerine bir buçuk saat tartıştık içki meclisinde dostlarımla dün gece. Böylede dertlerimiz var üzerine kırmızı kurdeleli mavi nazar boncuğu takılası. Ben ‘ Güzel Marmara ’da ısrar ediyordum, Ekrem ‘ Çubuk ’, Salih iddiasız, sessiz sedasız bizi dinliyordu. İçtiğimiz biraların haddi hesabı yoktu ve sırf ortama uygun olsun diye Anadolu halinden araklanmış ve her nasılsa evimi mekân tutmuş tahta domates kasasının üzerine gazete serip kurulmuşduk etrafına salonun orta yerinde. Ekrem birde büyük zeytinyağı tenekesi içerisinde ateş yakmayı önerdi ancak salonu kaplayacak dumanı ve evin benim olduğunu üzerine basa basa bağıra çağıra ifade etmem hevesini kursağında bıraktı lavuğun. Salih bir ara dışarı çıktı, ben hala Mersin’de bir birahaneye girip ‘ Hacı bana Köpek Öldüren şarabı getir ’ diye garsonu nasıl dumura uğrattığımın elli ikinci versiyonunu anlatma telaşındayım. İçki içince bizim tayfa sümsük tavırlarından sıyrılır ve iddialı kişiliklerini giyip kuşanırlar anında. “ Büfeci Derdalan’dır dedi birader ” diye çıkageldi Salih, gazeteye sarılmış bira şişelerini siyah bir poşette elinde sallayarak. Saygı duyduk ve mevzu anında kapandı. İyi çocuklar, kötü besleniyorlar. Ama iddia ediyorum ki ‘ Köpek Öldüren ’ diye ‘ Güzel Marmara ’ şarabına derler, erbabı bilir, büfeci de iki bira satıyorum ayağına, bilmiyorum diyemeyip cırt çekmiş Salih’e sonuçta. Bu arada bir şaraba Derdalan ismi veren zatı muhteremi de tebrik etmek gerekir, o da ayrı bir mevzu.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Çok teşekkür ederim okumaya değer bulduğunuz için...

 

Süpürge Otu - Devam

 

Sabahleyin kaçta gittiklerini bilmiyorum, gidip gitmediklerini bile bilmiyorum, bir sabah kalkarım ve salonda üç beş adam sere serpe yatıyordur sağda solda, ayak kokuları burun sızlatan, elbiseleriyle düşüp kalkan, yatacak yer için sadece üstü kapalı bir mekânı yeterli bulan ve kaybedenler derneği doğal üyeleri türünden. Ne çok adam evinden dışarıda geçirir geceyi ve neden benim evim tercih edilir her seferinde diye düşünmekten kendimi alamam. Yalnız yaşıyorum, yumuşak huyluyum, gürültü patırtıya gelemem, gelene hoş geldin, gidene nereye demem, benden gidenin hesabını tutmam, daha ne! Bu mahalleye ilk taşındığımda ( ki o zamanlar öğrenciyim ), iletişim kuramadık uzun süre etrafımla. Babam hayatının en büyük kazığını, oturduğum bu evi satın alarak attı bana. Varoşların çocuğu olmam babam marifetiyledir ey ahali, kişisel tarihime böyle not düşülsün. İlk dört ay boyunca köşe başında ki üç yıl kullanılmış amele ayakkabısı suratlı bakkaldan ve bira aldığım rakı ve beyaz peynir müptelası büfe sahibinden başka kimseyle konuşmadım doğru dürüst. Şimdi can ciğer kuzu sarması olduğumuz ama o zamanlar bana uzaktan uzağa diş bileyen dostlarım, gülerek anlatırlar nasıl ipin ucundan döndüğümü içki masalarında. Bir kenar mahalle yosması olan Melek ile adımı çıkarmışlar meğer kahve köşelerinde ve Melek’in o dönemlerdeki kırığı Naylon Şeref Efendi beni yol ortasında, herkesin gözü önünde ders mahiyetine marizlemenin bin bir yolunu arıyormuş kahvede okeyden başını kaldırabildiği zamanlarda. Allahtan buna yeterli zamanı yokmuş iri kıyım dallama namzedinin. Okeyde siyah yediliyle sarı sekizli arasındaki kombinasyon ile aynı oyun esnasında ikinci okeyin çekilme olasılıkları üzerine epey kafa patlatıyormuş o ara ve ben farkında bile olmadan sıyırmışım yakayı elinden. Şu okey oyununu icat edip memleketimin dört bir yanına yayarak delikanlılarımıza meşgale yaratan arkadaştan Allah razı olsun, ne diyebilirim ki? Hoş, konu başından sonuna aptalca. Yalan valla, bir kere Melek kim ben neyim? Ben kendimle ahbap olamıyorum, kaldı ki kevaşelerle yüz göz olmaya kalkayım. Melek Hanım bir keresinde küçük oğlunu ders çalıştırmaya göndermiş arkasından da bir tabak kek yollamış üzeri kâğıt peçeteyle kaplı, bütün muhabbet bundan ibaret. Epeydir dulmuş, geçim sıkıntısı çekerken iki yıl evvel, şimdi kirada oturduğu evi satın almışmış bana ne bunlardan. Hıyar bir durum olmakla birlikte ( kaybedenler safında yer almamın en büyük nedenlerinden biridir bu benim, hatun meselelerinde ) inanılmaz derecede eylemsizimdir ben. Ergenlik sivilcelerimin ilk döneminde bana cebren ve hile ile ve resmen göstere göstere asılan bir müptezel mitrayı bu tür tavırlarımla öylesine yıldırdım ki hırs yaptı kendince, en sonunda fırsatını bulup dudaklarını dudaklarıma değdirmişti de ardından benim eşcinsel olduğum söylentilerini yaymıştı sağa sola. Köşeye sıkıştırılmış bir kirpi kadar korkudan büzülmüştüm ve buz kesmişti elim ayağım. Sevmiyorum kur yapmayı kardeşim, .ikmişim hareketini, şeklini, tavrını, edasını. Normal zamanlarda bir elin beş parmağı sayısında zayıf ve narin, kurumlu beyin kurtlarım ortada bir manita mevzu varsa aniden mayoz ve mitoz bölünme modunda çoğalma yolunu tutarlar ve kısa zamanda sayılarını Darvin’in ve bilumum popülasyon ve devrim meraklısı doğa uzmanının kıçlarını tavana vurduracak, beyinlerini dumura uğratacak derecede arttırırlar. Asla gerçeği süzemem ve şifrelerden, imalardan, yollardan, işaretlerden iz süremem. Henüz metro seksüel diye bir tanımlama bile icat edilmemişken son tahlilde, kızların saçlarını elleriyle düzeltmesinden anlam çıkartıp “ Hatun bana tav oldu abi yarın kesin boğazda oturup çay içiyoruz görürsün sen ” diyen ayakkabı boyacılarının favorisi, her daim bakımlı ve atak, girişimci ruha sahip erkekler dünyasının var olduğunu bilirim. Sadece, ben sünepeler tayfasına yanaştım. Bunun da kendine göre bir karizması var ama belli belirsiz ve uzun vadede öküz sıfatını kazanmaktan öteye geçmez. Bu işlerin kompetanı üstatlarla dolu etraf, bizim gibi hımbılların ise elleri var sadece.

 

Naylon Şeref Efendi beni evire çevire yol ortasında dövemedi ama altı yerinden bıçaklanıp üstüne birde hapishaneye girdi. Derler ki Melek Hanım bir kere olsun görmeye gitmemiş kendisini ve yine derler ki kalantorlarla Bostancının barlarına takılıyormuş yaslı İstanbul gecelerinde. Ağzı olan konuşuyor bize de onların pazarlaması düşüyor. Şairsen duygu pezevengisin be birader, hamburgerciysen et, turşu ve mayonez.

 

Okulun ikinci yılıydı ve derslerle başım dertteydi her dem olduğu gibi. Üniversite denilen kurumda adama ne öğretilir de o daha sonraki hayatında onun işine yarar gibi abuk sabuk fikirlerle çok meşguldüm ve kronik kızlarla başı dert de şapşal oğlan pozisyonunda, küçük bir akvaryumda ki Japon balıkları nasıl seyrederler kendilerine bakan meraklı insanoğullarını adlı bir piyeste baş Japon balık rolüne soyunmuştum. O sıralar üniversite öğrenci ortamında gelecekte bir bok olacağını zannetme adına çeşitli eylem türleri geliştirmek modaydı. Hayatın dışına itilip hayata ısınma antrenmanları yaptığını zannediyordun ve bu his seni hareketlendiriyordu bir şekilde. Yeni çıkmıştık çılgın ideoloji çağından ve on iki eylül askeri darbesiyle tarumar edilen bir neslin kişiliksiz ardılları olarak hangi çağa girebileceğimizin hesabı içerisindeydik. Etiket gecikmeden gelecekti, birazda alayla Özal güruhu olarak adlandırılacaktık ve gurumuz şebekli bir kliple tahammül sınırlarını zorlayan bir popçu olacaktı bundan böyle. Ne zaman ki devrimci ve ülkücü abilerimiz hapislerden çıktı ve ülke kurtarmaktan sıkılıp kendilerini kurtarma yoluna gittiler, biraz rahat nefes almak kabil oldu. Sol taraftan reklâm ve medya dünyasına, sağ taraftan müteahhitlik ve inşaat piyasasına son hızla dalan ve cepleri parayla tanışan pos ve sarkık bıyık çetesinin üzerimizde ki baskısı kalktı da biz de kıl oldum abiden yola çıkıp yakalarsam öperim mertebesine erişme imkânı bulduk.

 

Gençlik işte! Kayıp gidiyor elden sabun köpüğü masalların sarımsak kokusu kıvamında. Kavanoz dipli dünya senin de sonun yok mu diyen bir kıza âşık sanıyordum kendimi. Benim kelimelerle başım her dem belada olmuştur ve sonum da bu yüzden olacaktır farkındayım.

 

“ Aşk dediğin masaldır sakın buna aldanma ” diye şarkı söyleyen ablalarından miras kalan her türlü boktan savunma metotlarını üzerimde denemeye kararlı görünüyordu hanımefendi. Ben hala inat etmeyi bir çeşit mazoşizmle soslayıp tarih sayfalarına Mecnun’dan sonraki en büyük âşık olarak geçme hayalleri peşindeydim. Daha o zamanlardan insan ilişkilerinde ki salaklığım patent almaya yetecek derecede gelişmiş demek ki. Bu ülkede aşk yoktur, çünkü aşkı anlamlandırabilecek yetkinlikte ki olgun kişilikler, toplumsal ilişkiler yapımızda yerini bulamamıştır. Belki bir yerlerde mevcutlar ama ben rastlamadım kendilerine henüz diyerek yumuşatalım mevzunun sert kıvrımlarını hadi. Hoş ben pek çok şeyi ya geç anlarım ya da hiç kıyısına köşesine bulaşmadan es geçer giderim. Kızlar baş belasıdır bunu bile çözmem uzun yıllarımı aldı benim. Git vahşi kurt sürüsüyle takıl, Tibet’te inzivaya çekil, Büyük Okyanus’ta hiç bilmediğin sulara yelken aç ama kızlara asla bulaşma. Sırtını her döndüğünde kamçılanacağın gerçeğiyle yaşarsın sonra. Tehlikelidirler, almadan vermezler (cinsellik içeren bir bağlam oluşturmak değildi niyetim vermek derken, çok basit, çok hafif, çok ucuz olurdu bu yaklaşım. Manavdan portakal almıyoruz, sadece betimleme yoksulu olduğumdan muhasebeci mantığına uygun yaşantı düşkünlüğüne işaret etme gereğidir maksadım ), soğukturlar kendilerinden başka pek çok şeye ve asla tam anlamıyla sırlarını açığa vurmazlar. O sırda ne menem şeyse kendileri de bihaberdir. İstisnaları mevcutsa da, bu türlerin hemen hepsi manastırlara kapanmıştır ve bekâret yemini ederek, kendilerini erkeklerden saklayıp Tanrı’ya adamışlardır. Geri kalanına da aklına gelen her bir yerde rastlayabilirsin. Kadın kendi varlığına dahi duyarsızdır ki bunun ispatı anlı şanlı psikoloji ilminin babası, hocası, kocası, eniştesi, her şeyi Freud amcamızın ölmeden evvel mırıldandığı son cümle “ Kadınlar ne ister? ” gibi abuk sabuk bir sorudan ibarettir. Eğer Üstat Azrail’le papaz olmadan hemen önce kafayı yemediyse bu hikâyeden çıkartılacak çok ders var ancak vakit yok. Kırbacını yanında taşı yeterli şimdilik. Teşbih ustası dedelerimizden elde kalan ‘ Cinsi Latif ’ tabirinin bende yaptırdığı tek çağrışım ise söz üstadı atalarımızın “ Katranı kaynattık olmadı şeker, cinsini. iktiğim cinsine çeker ” deyişidir.

 

Velhasılıkelam o zamanların nisan başlarında eve taşındım bir aşk yorgunu olarak, burası okula yakın İstanbul’a uzak. Yakınlıktan kasıt tek vesaitle ulaşabilme imkânına vurgudur sadece, uzaklığın tarifi ise Kadıköy’e ve tabii olarak vapura binme ihtimaline minibüs yolundan bir iki saat mesafede olmasıyla kişiliğini bulur. İstanbul her nerede yaşıyorsan orasıdır aslında, yüzde altmış nüfusu için de uzaktan bakılan ve ara sıra gidilen deniz manzaralı bir toprak parçası sadece. Bal kavanozuna ekmek bandırıp aslında kuru ekmeği midesine indirdiğini yadsıyan sanal bir alemin çocuklarıyız top yekûn. Bu yüzden birbirine yabancı kalan yaşamların kesiştiği bir ucube olarak varlığını sürdürür fikrimce Bizans’ın yaşlı ******su. Aşağıladığım sanılıp yanıltmasın sakın. Asla onu tam manasıyla anlatma küstahlığına kalkışılamaz, yedi kocalı Hürmüz’dür, sekiz kollu ahtapottur, kırk başlı canavardır. Sadece Dante, Cennet, Araf ve Cehennem’inde kelimelerin elverdiği ölçüde ancak zayıf bir biçimde şiirleştirmeye çaba göstermiştir İstanbul’u. Ve Beatrice’de doğal olarak Aslı’dır. Gece rahmet yağarmış üzerine gündüz şer, canlıdır, değişir, yenilenir, kirlenir, temizlenir. Abilerim, ablalarım İstanbul bize benziyor, biz İstanbul’uz. Laz bir minibüsçünün kemençeli kasetinden anlamadığım sözlerle dolu şarkıları eşliğinde kısa bir yolculuk sonrası Kürt böreği yiyerek iri burun kemikli Afrikalı bir oğlanın Çinli kız arkadaşıyla el ele yürümesini seyretmek kendi başına bir keyif. Yeri geldiği zaman etnik çeşitlilikten ve kültürel mozaikten çuvallar dolusu laf üreten, sıra İstanbul’a geldimi, sırf babaları buraya bizden önce geldiler ve burada doğmak gibi bir şansa sahip oldular diye kendilerini İstanbul’un seçkin evlatları varsayıp Mega köy’den dem vuran dantelli hurma parazitlerine sözüm yok. Ben, yetmiş iki buçuk millet tekmili birden beraber yaşarda sabahları dilenen martılara bir parça simit atacak delikanlı çıkmaz mı aralarından onun derdindeyim, ey Rabbul Alemin. Amin!

 

Ara ara kahveye giderdim varoş hayatımın ilk dönemlerinde maç seyretmeye, kulaklarımı tırmalayan küfürler arasında tuttuğum takım belli olmasın diye gol atıldığında sesimi çıkarmadan izlerdim sihirli kutuyu. Futbol gibi basit bir seyirlikten bile kavga çıkartıp, gürültüyle avunan karga sürülerini kahkahalarla çıldırtacak derecede salaklıklara imza atan tişörtlü, şapkalı, kaşkollü zibidilerin boy boy caddelerde dolandığını da öğretmişti İstanbul bana. Zaman geçti orada burada salınmamdan ve boş gözlerle etrafımı seyredip hiç birinin suratına bakmamamdan olsa gerek, bana alıştılar, su içene yılan bile dokunmaz diye boşa kelam savurmamış ehli zaman ekâbir takımı. Sessizdim, sedasızdım, bir sazan tadında susuzdum. Sağlıklı yaşam adına günde bir buçuk litre su içmek gerektiğine karar veren zırtapoz dergilere muhalefet olsun babından su gibi bira içiyordum. Ama yılan değildi onlar, sadece yabancılara öyle görünmek gibi bir çabanın kurbanıydılar. Teklifsiz içilen birkaç sigara tanesi, sabah okula giderken başı eğerek verilen dudak kıpırtılarıyla oluşturulmuş anlamsız harflerle örülü bir kaç selam kırıntısı, ayaküstü genel geçer değersiz bir iki kelam, birde bakmışsın anlatılmaz hızla gelişen candan sohbet kondularında “ Gel otur hacı, iki çift lafın belini kıralım ” muhabbeti. Her şey aslına döner, bunca yıl yerimi arayıp durmuşumda, haspam beni beklermiş meğer kapı dibinde. Az okumak yabancılaştırır, çok okumak cehennemin kapısı, okumamak safını belirlemektir Elhamdülillah. Milyarlarca hayat var ve bir o kadar da dokunuş, etkileşim. Kıramazsın zinciri, kendi hayatının kölesi olacaksın ya da çobanı. Ortası yok asla, iki ucu boklu değnektir ki nereye dokunsan elini temizleme gereği ardında. Köle ya da çoban olmak pek de matah bir ayrım değildir ancak. Son tahlilde herkes çoban olduğunu varsayar ve herkes kölesidir hayatının. Memleketim de durum içler acısı. Sokaklarda salın hele, erkekler kibirli, kızlar havalıdır. Osurukla şişirilmiş balonlar cenneti. İki mafya bozuntusunun elinde evirip çevirdikleri cep telefonu muhabbeti tuhaflığında rafting meraklısı sersemlerin mide burulmasından muzdarip ince bağırsak parazitlerine rahmet okutacak sahneler. “ Âlemin kralı diyorum olum sana ya ” “ Ne krallar gördük biz he ” “ Âlemlerin Rabbi aşkına bir kere de söz dinle .mına koyum ” “ Bak ciğerim! Severim seni bozma ağzımı, başlatma babanın şarap çanağından ” “ Benim babam Diyarbakır buğday pazarında hamaldı bi kere ” “ O halde ananın örekesinden ” “ Bittin olum sen, hesabın dürüldü senin ” “ Hadi len yüreksiz, alemlerin kralına selam söyle kıçının dibinden ayırmasın seni, ilk oradan mıhlamazsam sizi şerefsizim ” “ Şerefini .ikiyim, puşt ” gibi martavallardan müteşekkil zavallılıklar üzerine bindallı giydirmeler, gerdan kırmalar, kıç oynatmalar, göbek atmalar. “ Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur ” tadında çiftetelli, kasap havası, harmandalı. Karmaşanın oğlusun hayat, tut beni saçlarımdan, sal derine derine.

 

Yataktan ayrılıp yeni güne alışmam her seferinde olduğu gibi epey zaman alıyor. Yeni güne ve ışığa alışmak hep zoruma gitmiştir. Sanki benim esas vatanım uykuymuş da her sabah zorla ondan ayrılmak cezasına çarptırılmışım hissine kapılırım sık sık. Kendim uyanırsam daha yumuşak geçer bu evre, ancak telefon, kapı zili, çocuk zırıltısı, tüpçü zevzekliği, seyyar satıcı işgüzarlığı marifetiyle gerçekleşirse hiç çekilmez bir hal alır durum. Bir kere uyandıktan sonra da asla gözümü kapatamam yeniden. En azından bir sigara içerim ki vücut gece boyunca yoksun kaldığı nikotin miktarına yeniden kavuşsun. Anti ageing uzmanları öptüm münasip yerlerinizden her birinizi.

 

Banyoya gidip yüzümü yıkamak içimi buruyor, kendimi mutfağa atıyorum sakallarımdan damlayan klorlu su eşliğinde. Yağı kurumuş köfte artıkları masaya sere serpe yerleştirilmiş tabakların köşesinde, kirli parmak izleriyle sağa sola dağılmış bardaklar, uçları kıvrık kömürleşmiş sönmüş kibrit taneleri, ezilmiş izmaritlerle dolu külden rengini yıllardır muhafaza eden cam kül tablaları, boş bira şişeleri, ağzı düğümlenmiş siyah naylon poşetlerden müteşekkil çöp torbaları ve tüm bunları beynime yerleştiren gözlerimden dışarıya akan sefalet kırıntıları. Geçen aydan itibaren faturalarımı ödemekten vazgeçtim en sonunda, şimdi oturup ayda yediği faizi hesaplasam aklım feleğini şaşırır. Diyorlar ekonomi iyiye gidiyor, doların yükselişi kesildi, reel faizler düştü, enflasyon dizginlendi, yalancının… Ben çocukken de öyle derlerdi, bu sahneyi geçen yılda tekrarlamıştık, önceki senede. Korkunç zevksiz ve üç beş mevzua sıkışmış sıkılgan hayatların ülkesi, doğumlarından itibaren kaderin pençesinde geleceğiyle avunan Orient Express yolcuları. Osmanlının son zamanlarında şairlerimiz sokakta gördükleri çamurlu su birikintilerine dalıp memleketin ahvalini sayıp dökerlermiş bir bir. Şair duyarlılığı, tavuk suyuna ekmek bulamacı. Benimde pis bir mutfak tezgâhım ve bulaşık suyu kıvamında gençliğim var. Gel de iyiye yor o halde. Ezcümle yenildik ey halkım, Napolyon’un orduları kadar ezik döndük ülkemize karlar ülkesinin uçsuz bucaksız bozkırlarından. Her Çinliye bir tane satsam paranın .mına korum diyerek Çin pazarına bodoslama dalan ağızlarda sakız bir şirketimizin iflas bayrağını göndere çektiğinden dem vuruyor tabloid gazetelerin ekonomi sayfaları. Para kazanma hırsı, bir bok olma hırsı, ev alma hırsı, araba edinme hırsı, hırslı olmak hırsı. Ve derdimi anladım ben, yaşama hırsım yeteri kadar yok benim. Irmağın dibinde sürüsünden ayrı yaşayan ve suyun dışarısına duyduğu özlemle hayatını devasa bir klozet kapağının üzerine düşmüş birkaç damla sidik parçasına bulamış, kıçından uydurduğu martavalları derin felsefi çözümlemeler sanıp kendini avuttuğunu varsayan küçük aptal balığı. Abazalıktan eline patlayıp duran sefil. Elektrik, su ve telefon faturalarını saymazsak borcu olmadığını iddia eden bir ucubeler kralı.

tiananmenian tarafından düzenlendi
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

"Kendimi öldürsem mi, yoksa bir fincan kahve mi içsem..."

 

A. Camus

 

Bu kadar basit...sonra kahve içmeye karar verirsin,

işe gidersin, eve dönersin,

hanımının "kumkapı'ya nasıl gidebiliriz?" sorusuna "nasıl isterseniz öyle gidersiniz..." diye cevap verir bir otobüs şoförü,

dişini sıkarsın, geçip gidersin,

kahve içersin, devam edersin,

devam etmek için sürekli nedenler biriktirirsin,

çocuğun olur, damla damla büyür, azar azar bitersin,

kitapların, filmlerin, şiirin, hayallerin susar,

susar, susar, susarsın,

ne cennet, ne cehennem ne dünya ne evren

bilinmeyensin,

kahve içer, devam edersin,

kelimeler sessiz sessiz yağar içine,

birleştirip dışarı dökülemezsin,

altın sarısı muhteşem rengiyle bir bardak soğuk birayı bile günahkar olduğunu hissetmeden içemezsin,

almışlardır masumiyetini,

artık saf düşünemezsin,

kahve içer devam edersin,

tüm İstanbul suratına işer sokağa çıktığın o ilk andan itibaren

cama yapışırsın otobüste,

kafka'nın böceğinden daha betersin

ve içine içine batar diğerleri,

biri demiş ne de olsa "cehennem ötekilerdir!" diye

sen diyemezsin,

biter, yiter, si.tirip gidersin

kimsenin umurundadır

kimseyi iplemezsin

bir kahve içersin

devam edersin.

tiananmenian tarafından düzenlendi
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

"Bu yükseklikte etraf o kadar sessiz ki, insan kendini o uzay maymunlarından biri sanıyor.

Sana öğrettikleri küçük görevi yerine getiriyorsun.

Bir kolu çek.

Bir düğmeye bas.

Neyi neden yaptığını bilmiyor, sonra da ölüp gidiyorsun"

 

DÖVÜŞ KULUBU “Chuck Palahniuk”

 

 

Ne olmadığımı biliyorum, sorun ne olduğum! Bir yanım ben buraya ait değilim diye çığlık çığlığa, diğer yanım o zaman nereye aitsin o zaman diye felsefe yapıyor bana bilmiş bilmiş. Daha çok askıda ve sallantıda, ama hep yüksek bilinç düzeyinde olduğunu düşleyerek. O da ne ki? Yüksek gerilim dersen anlarım, bana soyut gelme, yenilir yutulur cinsinden çözümler sun. Arada kalarak ve asla öne çıkmayarak ve hayatı alttan alarak yeraltına çekilmek istiyorum, geri kalan herşey beni yukarı çıkartıp birşeyler yapmaya zorluyor ve ben engel olmuyorum artık hiçbir şekilde. Şikayet gibi gözüküyor şimdi buradan bakıldığında, aslında durum tesbitine daha yakın. Bunun şu an sürdüğüm yaşantıyla da bağları çok güçlü değil, ben yıllardan beridir bu sorunla başbaşayım. Yapmak istediğim milyonlarca şeyi bir yana bırakarak bir kaç isteğe indirgedim ama talihim geri kalan herşeyi bana ihsan ederek bunlardan beni alıkoyuyor. Ve erteliyorum her seferinde, her seferinde bir sonraki yıla nasip diyorum ve o bir sonra ki yıl gelmiyor hiç. Biraz karamsarlık var sanki üzerimde, yorgun ve uykusuzum günlerdir ve vücudumun bakımsızlığı düşüncelerimin kıvamını belirliyor şimdilerde. Olsun oğlum! Hayat dediğin baş ağrısıdır, aspirin atarsın iki tane geçer ve "'ve' asla sadece bir bağlaç değil" diri düşün hele bu gece...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Yazdıkların hemen herkesin kurabileceği cümleler, normal seviyede. Ama resmen dalıp gidiyorum okurken. Zevk alarak okuyorum. Kendimi buluyorum, samimi bir dille anlattığından daha da bağlanıyorum yazdıklarına. Henüz iki tane paylaştın ama emeğine karşılık olarak ben de tebrik etmem gerektiğini düşündüm. Farklı bir çekim gücü var yazdıklarının, devamını bekliyorum. Teşekkürler. :)

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Ben teşekkür ederim bu güzel yorumunuz için. "Ve" başlığı buraya taşındı, aslında bu başlıkta sadece "Süpürge Otu" yazılarını paylaşmak istiyordum, "Ve" ise karma yazılar için olacaktı, neyse sorun değil. Devam o zaman...

 

"Aslına bakarsan bütün insanların hayatı beklemekle geçiyordu. İstedikleri birşeyin gerçekleşmesini ya da birgün geberip gitmeyi bekleyip duruyorlardı. Markette tuvalet kağıdı satın almak için kuyrukta bekliyorlardı. Bankadan para çekmek için kuyrukta bekliyorlardı. Ve eğer paraları yoksa, daha uzun kuyruklarda beklemeleri gerekiyordu. Önce uykunun gelmesi için, sonra da uyanmak için bekliyordun. Önce evlenmek için, sonra da boşanabilmek için bekliyordun. Önce yağmur yağması için, sonra da yağmurun durması için bekliyordun. Yemek yemek için bekliyordun, sonra tekrar yemek için yeniden bekliyordun. Bazen de bir sürü delinin arasında "acaba bende mi onlardan biriyim?" diye merak ederek bir psikoloğun muayenehanesinde bekliyordun."

c.bukowski

 

 

Akşam karanlığına kaldım yine ve Kadıköy’den uzaklaşmam gerek parasız yaşam kuralı gereği. Her köşe başında para harcamam için bir sebep yaratılmış sanki. Geçenlerde orta yerde ki parkta bulunan tuvalete girme gafletinde bulundum da yeni Türk lirasıyla bir lira verdim tamı tamına. Sadece ben şikayetçi değilmişim demek ki, içeriye girdiğim tuvaletin metal kapısına keçeli kalemle “bir milyona ağzına da sıçtırtıyor musun ulan?” diye yazmış benim gibi söğüşlendiğini düşünen bir arkadaş. Elimde iki üç tane Bukowski kitabı var. Ne yazık ki modası geçti “pis moruğun” ve korsanı basılmıyor artık. Eski kitap satan dükkânlar var rıhtımdan Moda’ya çıkılan yol üzerinde. Çaresiz üç beş lira eksiğine eski kitaplarını aldım Otobüs duraklarının paralelinden yürüyüp minibüs durağına geldim sonra. Yakacık dolmuşlarının önünde sıraya girdim. Demokratik bir toplum, herkes mahmur gözlerle boş dolmuşlara yerleşiyor ve koltukları dolan minibüs kalkıyor. Sıra bana gelir gelmez en arka koltukta en dip koltuğa yerleşiyorum. Ne kadar az insan teması o kadar çok Bukowski böyle zamanlarda. Hemen paramı da yollayıp gömülüyorum kitabın içine. Amerika, evsizler, ayyaşlar, düzüşler, kaybedenler, kadınlar, at yarışları, kasabalar, tren ve otobüs yolculukları, hastaneler, işler, şehirler, ibneler birbirine karışıyor yine ve ben İstanbul’dan azat oluyorum o anda. Anında fark ediyor it oğlu it ve bir hareketlenme oluyor minibüsün içerisinde. Önce büyük bir alışveriş merkezinin yan tarafından geçerken üç beş tane zibidi biniyor minibüse. Neşeleri yerinde cıvıl cıvıl ve kaygısızlar. Her konuşmalarında gülecek şeyler buluyorlar. Erkeklerin saçları uzun, kulakları küpeli, kızların ise tam tersi neredeyse sıfır numara saç, erkeksi ve yeni yetme metalci tarzı siyah renk tişört ve kot. Bunlar bizim oraların değil Kozyatağı’nın ya da Bostancı’nın çocukları. Kıyafetler rahat, konuşmalar esprili ve coşkulu, gülücükler teklifsiz. Derken şoför mahallinde ufak bir arbede yaşanıyor ve şivesinden doğulu olduğu anlaşılan on sekiz yaşlarında fütursuz bir erkek sesi bölüyor bizim zengin çocukların sesini. Şoför ile yandaki koltuğun arasında motor kabini diyebileceğim yere oturmuş bir genç ile koltukta oturan yolcu tartışıyor önceleri. Genç işi kabadayılığa vuruyor sonra, “konuşma lan” la kurulan cümleler “bana İstanbul çocuğu ayağı yapma” larla devam ediyor. Diğeri ne kadar laf anlatırsa anlatsın, doğulu gencin “in lan aşağı, ne diyeceksen orada de” tehdidi sonrası kırılan onuru bir türlü yerine oturmuyor. Mesele “biraz öte git beni sıkıştırıyorsun” gibi boktan bir mevzudan açılmış, gencin terslemesiyle farklı bir boyut kazanmış ardından. Bukowski’yi kenara bırakıp kendi gerçeğimle yüz yüze geliyorum. Erkek tarzı kesilmiş saçlarıyla kızlar korkuyla, küpeli erkeklerinin koluna sarılmışlar sıkı sıkı ve şoför dahil hiç kimse konuşmuyor. Derken tahminlerimi doğrularcasına Bostancı’da iniyor Tigi genç güruhu ve biraz sonra da bizim bıçkın delikanlı iniyor aşağı. Gömlek düğmeleri üsten üç düğme açık ve göğüs kılı bile yok bu sert adamda. Tek serveti gençliği ve İstanbul’da var olmanın anlamını kendince çözmüş. Kendini ezdirme, söz söylerken tekleme, gereken söz ve davranış kalıplarını cesurca yerine getir. Ya bir gün dere kenarında leşini bulurlar ya da en babasından yeraltı dünyasına kaydın yapılır. Kapı kapandıktan sonra geride kalan adam son hamlesini yapıp şoföre çıkışıyor “helal olsun kaptan, minibüsünde yolcuna hakaret edildi, sen tek laf bile etmedin” diye. Minibüsçü ben her gün nelerle uğraşıyorum dercesine elini şöyle bir sallayıp üzerine bir de sigara yakıyor. Tekrar kitaba gömülüyorum bende ve minibüste kalan yolcunun yerinde olmadığıma şükürler ediyorum içimden.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Süpürge Otu - Devam

 

2

 

Esselamünaleyküm kıraç toprakların yağız delikanlısı. Aslan olduğunu varsayan aç tilkilerin hinoğlu hin dünyasına hoş geldin. Eşikte durma gir içeri gururla, yerin hazır, kapı dibinde kemik artıklarıyla geçindiğin yeter bundan böyle. Sana finans dünyasının kapısını ardına kadar açıyorum, senin parmaklarına evrenin hâkimi paranın anahtarını ve hükümdarlığını veriyorum. Takma sen komünistin teki ya da itin biri demiş ona ‘ Evrenin ******su ’ diye. Kedi uzanamadığı ciğere mundar dermiş hatırladın mı bir yerlerden? Para güçtür ve güç öbür dünyayı bilmem ama bu tarafın en mutlak hamisidir. Söz dinle, gözünü aç, her şeyi öğren, kendini geliştir ve güce uzan. Öncelikle hafta içi her gün sabah akşam beş saat bilgisayarın başında âlemlerin Rabbine şükrederek parmaklarını seri kullanmayı öğreneceksin. Yüzlerce hisse senedi kodu rüyalarını süsleyecek ve hiçbir şey üretmeden kısa yoldan köşeyi dönmek ve paradan para kazanmak isteyen haris ve çılgın kompetanların emrine uyacaksın otomatiğe bağlayıp kendini. Dokun klavyenin tuşlarına ve milyarlarla oyna bundan böyle. Durmadan al sat yap ki şirketin, senin ne kadar değerli bir çalışan olduğunu idrak etsin. Zaferin ve yenilginin pencerelerine açıyorum sana karanlıkta dijital ışık yoğunluğunda. Oyna onunla! Mümkünse küpünü doldur. Başkalarının parasıyla, başkalarının talimatları gereği işlem yapabilirsin yasa gereği, ancak çok istiyorsan yeterince güvendiğin birinin imzaladığı sözleşmeyle bir hesap aç, yatır varını yoğunu ve birikimini dilediğin gibi yönet. Unutma ‘ Burası borsa, kim kime korsa ’. Kulağını dört aç arkanı kolla, her adımda çelme yeme tehlikesinin seni yol üstünde beklediğini unutma, haddini bil, kredili hesaptan ve borçtan sakın. Öptüm…

 

Cep telefonu icat edileli beri kaybolmuyoruz. Bir tuşun ardında dostlar, sevgililer, müjdeler, ayrılıklar, sevinçler. Ben içimde kayboluyor sanıyordum kendimi ancak diğerleri beni bir şekilde bulmayı beceriyor her istedikleri vakit. Ve benim ruhumun cep telefonu numarası yok ya da varda borçlarını ödemediğimden kesmişler bağlantısını sevgili dünyalar arası iletişimin işgüzar telekomünikasyon memurları. Ruhunuzun telefon numarasını çevirip karşınıza “ Sayın abonemiz bu bir bant kaydıdır. Aradığınız numara sistemimizde kayıtlı değildir, bu mesajı İngilizce dinlemek için iki tuşuna basın lütfen ” ses kaydı çıkarsa, tekrar arayıp “Mesajı İngilizce dinlemek üzere iki tuşuna basmam gerektiğini anlayacak kadar Türkçeye sahipsem ne demeye ilk başta ki kelimelerle yetinmeyeyim, hem öbür dünyaya kadar yayılmışsa şu yabancı dil saçmalığı, beni beklemeyin birader ve mümkünse def olup gidin başımdan” demeye kalkışmayın, komik olur. Kaybolmuş ruhlar cehenneminidir başka bir açıdan yaşadığımız hayat, insan sırf bu açıdan bile ne kadar zavallı bir mahlûk olduğunun bilincinde değil henüz! Hayvanlar hiç değilse ne olduklarını ve ne yapacaklarını bilme kurgusuyla adım atarlar dünyalarına. ‘ Ben bir vaşağım sevgili babamız, yemek yemek ve üremek için yaşam sürerim genelde ama Hegel’in felsefesinde ki mantıksal boşluklar ara sıra pankreasımda derin sancılara sebep oluyor, bu nedenle kışı Katmandu da bir Budist tapınağında mastürbasyon yaparak geçirmeyi planlıyorum ’ gibi bir söylem yer almaz hayvanlar âleminin kıyısında köşesinde. Tutuklusuyum düşüncelerimin, beynim alkol almadan da aldıktan sonra da tuhaf düşlere sardırıyor kendini, haybeye içkiye para yatırmanın hissettirdiği hıyarlık psikozu da cabası. Cır cır çalan mikrofonik cep telefonu ziline kulağı alıştırmak üzere kurslar düzenlense, beş yıldızlı otellerde seminerler yapılsa kanepeli, kokteyl içkiler eşliğinde biz de faydalansak hani fena mı olurdu? Tigi gençlerin “ Ne bu hocam ya, müzeye kaldırdılar artık bunları” dedikleri kafa kıran cinsinden ağır ve hacimli telefonu güçlükle çıkartıyorum pantolonumun arka cebinden. Ya ben genişliyorum ya pantolonlarım çekiyor gibi ayrıksı paradokslar da benim eski dostlarımdan. Önce arayan kısmında dijital ışıklı ekrandan isme bak, ardından yeşil renkli tuşa basarak konuşmayı kabul et, bu arada telefonu kulağınla ağzının arasında yer alan boşluğa uygun bir konuma gelecek şekilde hızla yüzüne yanaştır ve öylece kal, bir yandan dinle öbür yandan cevapla, arada uygun cümleleri düşün, uzun işler bunlar hocam. Çare yok, ritüelleri sona erdirmek gereği vardır diye yazar kullanım kılavuzları. Oyun, set, maç sona erer ve perde kapanır! Tanıdık bir isim ve Aslı değil. Benim hayatımın kısa özetidir bu söylem. Diğerleri ile Aslı vardır ve Aslı diğerlerine emanet ederek beni, çıkıp gitmiştir hayatımdan. Mutsuz olduğum iddiasındadır ve kendini de mutsuz addedip benim onu daha kötü edeceğim düşüncesinin arkasına sığınmıştır. Onca eğitimime rağmen para işinde hep çuvalladığımı ve hayatımın bundan sonraki evresini de bu minval üzere kurguladığımı da kadınlara özgü sezgileriyle hisseder ama dillendiremez. Ayıptır ben zengin koca arıyorum demek nasılsa, bana bir ton karakter kelimesi söylemiştir ve benim onlara ağzından çıktığı şekliyle inandığımı bilir, ancak her söylediğini kayıt altına alacak kadar zeki olduğumu da öngörür. Selim değiştirilemez, değiştirilmesi teklif bile edilemez, hatta buna yeltenenin anasını avradını .iker gibi bir kanun maddesiyle doğmuş bu adamın aslında sarf ettiği kelimelerden daha küçük bir hayatın neferi olduğunu anlamıştır nihayet. Sakız çiğnenir ve şeker tadı kaybolup kendisi yavşayınca tükürülüp atılır.

 

Bu devedikeninin tadına bir kez daha baktıktan sonra ayaklarımız yere değsin yeniden. “he gardaş buyur” Mesele basit, mahalleden bir arkadaşa Muharrem ağabey kahveye uğradığında tembih etmiş ‘ Selim’e söyleyiverin Kadıköy’de bir iş ilanı gördüm, telefon etsin ’ diye, Ekrem’e yetiştirmişler hemen. “ Selim borsa mı ne zamazingoysa adam arıyorlarmış, Muharrem abi telefon numarasını verdi, bi ara olum ya, ne kaybedersin? ” “ Tamam usta, bakarız sağ olasın. ” Muharrem ağabey mahallenin emekli amcası, bizim kahvenin siyah kalın çerçeve gözlüklü gediklisi. İstanbul fethedilmeden hemen önce yerleşmiş olduğu sanılıyor bu güzide köşelere. Muhtar olmuş, belediye başkan adayı olmuş, en son kondusunu müteahhide peşkeş çekip, üzerine kooperatif marifetiyle apartman diktikleri zaman site yöneticisi olmuş. Israrla yaşıyor, inatla savaşıyor. Hayatı öğrendiğinizi sandığınızda, kader kendini hissettirmek maksadıyla, cilveli bir dansöz kıvraklığıyla baş döndürecek kadar naif ve hızlı devreye girmekte gecikmez. Hayat ve hayatı yaşayanlar değişmiştir, kıymetlimiz zaman elden kaçmıştır. Sadece Muharrem ağabey sırtını dönmüştür ellisinden sonra her şeye ve dondurmuştur kendi zamanını. Çok da yabancı değildir hani, pek çok yerde rastlayabilirsiniz kendisine. Her zaman belediye otobüsüne biner, gururla Cumhuriyet gazetesi okur ve Bülent Ecevit siyaset sahnesinde yer alalı beri ortanın soluna oyunu verir. Ara sıra da varoşumuz gençlerinin kültür, eğitim, evlenme ve işe girme faaliyetlerine yardımcı olur. Kadim zamanlarda misket peşinde koşan okul kaçkını çocukları kulağından tuttuğu gibi öğretmenine teslim edende odur, yazdığı sayısız dilekçelerle belediyenin canına okuyup, zaman zaman sürü halinde gezip genlerinde sıkışıp kalmış atalarının şanlı tarihinden miras eski vahşi günlerine özenen sokak itlerini toplattırıp içeri attıran da odur. O eski devirlerden elimizde kalan ender miraslardan biridir, tek sözüyle bitirimleri ölümcül kavgalardan döndürmesi, barıştırıp aynı masada çay, sigara içirtmesi şanına şan katar. Etrafına kendiliğinden saygınlık yayan ve tek renk kravatlar takan, pantolonunun keskin jilet uçlu ütüsü hiç bozulmayan ve yeleğinin cebinden zinciri sarkan kösteğiyle bir geçmiş zaman gezginidir Muharrem ağabey.

 

Ortaköy de sürttüğüm saatlerin birine denk düşüyor bu telefon konuşması ki yaşadığım yer icabı bu yakaya pek nadir gelirim ben. Otobüse atlayıp rıhtıma inme gereği cebimde. Beşiktaş’tan Kadıköy’e dikey geçiş, bir avuç martı çığlığı, bir tutam deniz havası, bir kaç gençliği saçlarına vurmuş, âşık olunduğu takdirde akıllara zarar kıza kesik atmakla geçen mutluluğun resim olup panoya asıldığı vakitler. Yıllar boyunca böyle bir yerde boğaz trafiğinin vazgeçilmezi vapurların birinde çalışmanın hayalini kurdum ben, çaycı olmaya razıydım anasını satıyım. Ama nerde yirmi beşinden sonra asgari ücretle üniversiteli çaycı istihdam edecek işletmeci memlekette. Bir iki ay sonra bırakıp kaçacağından emindirler her nedense ve dudaklarında gülümsemeyle savuştururlar adamı anında. Holding namıyla meşhur, parası ve genel merkez binası büyük olup üç beş tane anonim şirketi bünyesi altında toplayan büyük baş tabir edilen şirketlerinde bilgi bankaları vardır insan kaynakları departmanında. Başvuru yaparsın eline tutuşturdukları kâğıt bilgi bankasında değerlendirilmek üzere kayıt altına alınmıştır gibi ucuz bir yalanla bezenmiştir ve o günden sonra bir daha da arayan soran olmaz sizi. “ Fare yakalandıktan sonra kedinin siyah ya da beyaz olmasının önemi yok ” der kadim zamanların Çin ileri gelenlerinden bir tanesi. Rencide olmayacakmış iş arayan kişi, öyle der insan kaynakları uzmanları kitaplarında. Hayat beni yeterince rencide ediyor zaten bu devirde işsiz bırakmakla, siz etseniz ne yazar etmeseniz Ahmet yazar. Doğal olarak en ufak bir girişimde bulunmadım İstanbul vapur işletmelerinde çalışmak üzere, elim böğrümde kaldı, mahzun gözlerle bakakaldım giden her geminin ardından. Canımın içisin İstanbul senle ya da sensiz olmuyor bilirsin hep. İşte karşı kıyı, işte körler ülkesi Kadıköy, hiç yorulmayan gençliğini hep korur o, her tarafı didik didik edilir de ayakta kalmayı bilir hep. Çingene çocukları yaz kış çıplak ayakla dilenir kıyılarında, geçip giden insanların bıraktıkları çer çöp arasında ekmek parası ayağına. Hiç büyümez bu çocuklar, ilk vapurun rıhtıma yanaştığı günden itibaren sayıları da değişmemiştir. Her bir iş girişimin kendi çapında bir mafyası olduğunu kulağına fısıldayan şehir efsaneleriyle büyümüşsündür daha. ‘ Boktan bir işporta tezgahı açmak bile .öt ister oğlum buralarda’ diye laf seviştirmeleri tanırsın bir yerlerden.

 

Şimdi ayaklarım sürüklenecek de arabaların arasından atlaya zıplaya bir kez daha ölmediğime şükrederek karşıya geçip T’si ayrıştırılıp Türk Telekom’a dönüştürülen PTT’nin PT şubesine uğrayıp telefon kartı alacağım da, ardından telefon edeceğim sevgili finans dünyasının kırmızı kurdeleli seçkin evlatlarının mabedine. Neden olmasın? Ekrem’in dediği gibi kaybedecek hiçbir şeyim yok, su yolunu bulur, çivi çiviyi söker, hacı hacıyı Mekke’de ibne ibneyi dakka da bulur. PT’nin yerinde yeller esmiyor ama üst katı cafeye dönüştürülüp Kadıköy sevdalılarının yeme içme hizmetine koşulmuş biz buralara uğramayalı. Paraya kıyıp cep telefonundan aramak da içimden gelmiyor, otuzluk bir kart alıp telefon kulübesinde sıraya giriyorum. “ Merhaba hanımefendi, iş ilanınız üzerine aramıştım. ” “ Tamam, adresi alıyım o halde.” Alıyım alayım ayrımına takılmadan konuya yumuşak iniş, Kuzey Irak’ta 172 derece eğimle pike yapan ölüm makineleri F 16’ların gölgesinden. “ Yarın akşam saat beş, CV’im ile birlikte görüşüyoruz o halde. ” CV’sine atlıyım der benim sevgili mahalle arkadaşlarım. Türkçe okunuşuyla sivi diyoruz da .ötümüz göğe eriyor. Onlar her ismi İngilizce dükkânların seyir merkezi Beyoğlu’na sadece fuhuş ve dağıtmak için giderler, fırsat bulurlarsa da kavga edip karakolda sabahlamak pahasına. Züppeliğin tabana yayılmasıyla dilini satanların her şeylerini satmaya hazır olduklarını kafamıza muştuladı post modern dünya. Şimdi bir internet kafe bulup bilgisayarda özgeçmiş hazırlamalı. Lafa bak hizaya gel, şakulün bir kere kaymış sevgili Türkçem, Net cafe dersem de üzerine alınma sakın. Yarın akşama daha çok var. Kravat takmasam hatta daha iyisi buz mavisi rengiyle kendime baya yakıştırdığım kot pantolonla görüşmeye gitsem ne kadar güzel olurdu. Kısa ve net olsun özgeçmiş denilen beyaz kâğıt, adı, soyadı, doğum tarihi, vay anasını yaşlandım ben ufaktan yahu. Otuzunu aşmış herkes bana inanılmaz uzak gelirdi bir zamanlar, şimdilerde kıyısındayım otuzların ve lanet bir bilgisayarın yazı programıyla başım dertte. Hay bin kunduz, seni icat eden dürzünün muhteşem malikânesinin kenarına yaptırdığı yapay şelalenin suyu kurusun, ne deyeyim. En acınacak bölüm iş tecrübesi kısmı, yazacak kayda değer bir şey yok ki. Şevki abinin mekânda yardım etmek ayağına ortacılık yaptığımızı yazsak olmaz, Ekrem’le hafta sonu Fenerbahçe Stadında kanuna aykırı, polisle köşe kapmaca maç bileti sattığımızı yazsak hiç olmaz. Boş bırak gitsin. Okulun adı yeter, ekstradan yabancı dil ve bilgisayar da var daha ne olacak. Kâğıdı dörde katla kıç cebine sok ki daha işe başlamadan notunu versinler senin, yuvarlayarak elinde taşımakta ayrı bir bela, her an sağından solundan buruşturulma riski elde. Bu arada bu internet kafe işletmenlerinin Transilvanya göçmeni vampir olduklarını da bir köşeye not almakta fayda var. Üstelik bunlar, gece saat on ikiden sonra dişleri uzayıp insanlara saldırıp, kan ihtiyaçlarını karşılayan cinsinden de değiller, gündüzleri bir tabutta yatıp günün kararmasını beklemiyorlar, düpe düz gün ışığında görüyorlar işlerini. Altı üstü on on beş dakika bilgisayarın başına oturduk ve yazıcıdan bir sayfalık çıktı aldık, bir buçuk milyon fatura kesti puştlar. İstanbul’un esnafına işin düşmeyecek arkadaş, adamı donuna kadar soyarlar Valla. Kâğıdı, yazıcı kartuşuyla birlikte geçen zamanı da hesaba katarsak maliyeti olsa olsa elli bin, aradaki fark bir milyon dört yüz elli bin Türk lirası, yuh! Bizi de bu tür küçük hesaplar öldürüyor, çok şükür! Dönemsel ekonomik krizlere maruz kalan az gelişmiş bir ülkenin boynu bükük vatandaşlarına da böylesi kılkuyruk dangalaklıklar yakışır. Devir muhasebe devridir ey halkım! İleri!

 

Hazır buralardayken yerlerini de tespit etsem şu lavukların, yarın aramak zahmetine katlanmam. Üniversite sınavına ilk defa giren tıfıl öğrenci sendromu. Sokak tamam, büfeciye iş hanının adını sor, o bilmezse gazete bayii bilir, o da bilmezse seyyar kebapçı. Yardımsever yurdum insanı anında aydınlatıverir insanı devasa projektörlerle ışık saçarak. Soldan dön abicim sonra önüne çıkan ilk sapağa gir, sahile inen yolun üzerinde bu sokak. Siyah üzerine altın sarısı yazılarıyla pirinç tabelalar cenneti, asansörsüz, nefes darlığından muzdaripsen kapısından adımını bile atma geberir gidersin apartmanına gir, ikinci kata merdivenle tırman ama zile basma, boğaz görmese bile rıhtım iki adımlık yol.

 

Kadıköy benim eski sevgilim, her köşesinde ayrı anım gizli. Galiba buraya yolu düşen herkes de böyle bir sanı mevcut. Her neyse Aslı’yı burada terk ettim ben, ruhu bile duymadı, martılar bile bilmedi biten bir aşkı kutsadığımı kırmızı şarapla. Zannettiler ki geçici hevesler döneminden kalma zıpırın teki görüntü verip şekil çizmede sağa sola. Deniz kadın gibidir tam anlamıyla vakıf oldum şairin bu söylemine, içlerinde ne olacağını asla bilemiyorsun ikisinin de. Ve göründüklerinden daha tehlikelidir ikisi de yaz bunu da bir yere. Karşılarda bir yerlerde oturuyordun o zaman sen sevgili Aslı ve kimisi suya vuran milyonlarca ışıktan birinin çevrelediği duvarların arasında televizyondan geçen görüntülere bakıp iç sıkıntını erteliyordun habire. Akşam iniyordu Kadıköy’e ve takalar geçiyordu gürültülü motorları uzaktan gelen davul sesi. Yaşam gürül gürül akıp gidiyordu etrafımda, İstanbul bir otomobilin dikiz aynasında serseri görüntülerinden ibaret. Nefes almaya bayılıyordu insanlar ve fahişeler erkek gibi küfrettiklerinde adam olduklarını zannediyorlardı adım başı. Bir ben durmuştum ve yanımda yöremde sağa sola oturmuş yalnız adamlar sadece kendilerinin durduklarını ve diğer her şeyin geçip gittiği hülyasıyla baş başa vermişlerdi. Seni kötü edeceğimi iddia ediyordun ve ben karşı duramayacak kadar sessiz ve çaresizdim o sıralar. Yorulmuştum yorgundun, her şeyi istiyordun ben vazgeçmeyi seçmiştim. Tanıdığın en karanlık adam olduğumu fısıldıyordu kulağına iblisin uşağı beyin kıvrımların. Karakarga sürüsüyle yatıp kalktığını bilirdim hatta bir kaçını tanımıştım ve engelleyemiyordum namlu masal sevdalarında beyaz atlı düşlere uyanmanı. Ne hırsım vardı ne param, içecek sigaram, gece uyurken üzerimi örten bir çatı, birlikte içecek bir kaç arkadaşım varsa çok da fazla dert değildi hayat. Kara çalmıştım geçmişime, felsefeden, edebiyattan, sanat seviciliğinden beynim buruşmuştu ve zehirleniyordum yavaş yavaş. Cennete yerleşmiş seçkin bir aristokrat gibi hissediyordum kendimi senin yanındayken. Her hücrem seni kendi meşrebince seviyordu. Sonsuza kadar devam etsin istiyordum oysa kayıp gidiyordun sen yavaşça ve sadece seyretmek geliyordu elimden olup biteni. Lanet olsun gurur denen kuytuya! Yüreğim ağzımdaydı, adının üçüncü harfine şiir yazıyordum durmadan ve kamaşıyordu gözlerim rüyalarımda bile saçlarının kızılından. O sıra uzun bir ara vermiştik askıya alıp gezip tozmaları ve bir gün telefonda ‘Seni görmek istemiyorum artık’ dedin kabuk değiştiren yılanların soğuk diliyle. Kötü bir mucize gerçekleşmişti sanki, çok hazırlıksızdım, çok çaresiz ve çok mutsuz. Hayatım çoklaşmıştı hiç olmadığı kadar, hiç olmadığı kadar ölüme yaklaşmış hissediyordum kendimi. Sonra miladım başladı yeniden, buz tutmuş nehirlere benzeyen kırık kalpler gününde. Bir de mektubun var hakkını yemeyeyim şimdi. Kafası karışık ama kararlı olduğunu düşünen ve sana hiç yakışmadığı kadar üstten konuşan cümlelerle örülü. Aşk seveni aşağı çekermiş doğruya, muhatabına da yukardan bakmak kalır o halde. ‘ Aşk köpekliktir ’ diye bir kitap gördüm geçen gün. Demek ki evrenseli yakalamışız ha sevgili. Ancak seni azat ederek kendimi boşluğa bırakabileceğim aklına gelmeyecek kadar uzak bir ihtimal değil daha bilirsin. Mektubun elime ulaştığı o akşam aksi gibi halı saha maçına gittim, zaten şekilsiz olan yüzüm enine boyuna asıktı, sadece Hamit sezdi bendeki değişimi ‘ Bir hal ver sende baba bu akşam’ diyerek. ‘ Boş ver dostum hadi şunları yenelim ’ diye geçiştirdim bende. Boş vermemişim halbuki, maç esnasında kalecilik yapmama rağmen avukat Besim abiye gereksiz yere sert girdim, iki hafta kadar aksayarak dolaştı adliyelerde adamcağız. Karın bölgeme beklemediğim yerden sıkı bir yumruk almıştım sanki, ağzımda ekşimiş süt tadı, çakıp kaybolan heveskar intikam kırıntıları, hayal meyal buruşuk hatıralar ve fotoğrafların kaldı bende. Havlu atmıştım ağır sıklet boks maçında ve bir daha asla maça çıkamayacağımı fısıldıyordu kötü zaman cinlerim. Senden gerçek anlamda nefret etmeyi çok isterdim biliyor musun, gerçek adamlardan korkulduğunu öğretmiştin her seferinde bana. “ Fare! ” Batan gemilere benziyordum değil mi o zamanlar? Halen öyle...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Çürük bir diş gibi, gereksiz ama var ve zaman zaman ben buradayım ulan demekten keyif alıyor. İflah olmuyor, çekilmesi gerek ve yerini boşluğa bırakması, aksi takdirde senin olan sana karşı savaşımını sürdürecek ve mutlak sona kadar bu mücadele bitmeyecek. Bırakmalısın, bu varoluş saçmalığı takılmak denen anlamsızlığı kaldıramayacak kadar hafif bir esintiden ibarettir.

 

Ya anlarsın ya da günün birinde merhumu nasıl bilirdiniz kelimelerini sarf edecek olan imamın sakal kılları bile itiraf eder "varlığı ile yokluğu birdi aslında" diye ama cevap illaki "iyi biliriz" olmalıdır. Zararın dokunmadıysa bir şekilde diğerlerine bu kafadan iyi bilinme sebebidir. Hakikaten öyle mi? Binlerce kurbağa biliyorum ben hayatı boyunca kimseye zararı dokunmamış...

 

Her gösteri yabancılaşmayı barındırır kendi içerisinde ve sahne hayatsa eğer epeyce baş ağrıtır soğuk bir duş sonrası. Gösterisiyle sarhoş olmuşların ışıklar söndüğünde nasıl uyudukları umurumuzda değil ve haykırıyoruz buradan;

 

Gerçeğin dikenli kollarında acılarla yürümek, hayalin tozlu yollarında zil takıp ip atlamaktan iyidir canım ciğerim.

 

 

Umur Talu'nun bir yazısından alıntılayım öyleyse; Marx, Hegel'e demişki; "Baş aşağı diktiniz felsefeyi, düşünmeyi; müsaadenizle ayakları üstüne yerleştirelim."

 

Jeranimoooooooooooooooo!

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Süpürge otu devam-

 

3

 

Mekâna postu serdik yeniden, testosteron hapishanesi, kıllı suratlar ve pis bakışlar yetiştirme yurdu, okey oynamayı fayans düzmek gibi garip bir tabirle anan kaybolmuş erkekler cenneti, küfrün ve argonun her türlüsünün duvarlara tekrar tekrar çarpmaktan yorulduğu ve içeriye her girenin üzerine mahmur bir yeşil reçete ilacının sersem işleyişinde düştüğü, bin bir çeşit insanın yan yana gelebildiği tuhaf dünyalar kırıntısı. Kıraathane! İsme bak selam dur. Sıcak bir bardak çay içme ihtimali ve bir kaç tanıdık sesle selamlanma ayini. Kadın yok, kaynata zırıltısı, davul tozu, çingene tırnağı, minare gölgesi, televizyon, çay ve gazete sadece.

 

Mekânın sahibi Kel Şevki ağabey, modadan nasibini alarak ‘ Deniz Kıraathanesi ’ diye anılan dükkânın adını ‘ Holiday Cafe ’ olarak değiştirmiş bir iki yıl evvel. Büyük ekran bir televizyonla paralı kanaldan üç büyük İstanbullunun maçlarını yayınlıyor hafta sonları. Aynı zamanda sahile yakın bir mekânda düğün salonu sahibi ve bana ‘ Tohuma kaçtın oğlum sen, eğer bu senenin sonuna kadar sana evet diyebilecek bir eksik etek bulursan salonu sana bedava kiralayacağım sevabına. ’ diye takılmaktan büyük zevk alan neşeli ve paralı bir adam. Kel Şevki abimiz güzel saz çalar, sevdiği adamların düğününde de bizzat sahne alır, Anadolu’nun orta yerinden sadece eski kulağı kesiklerin mırıldanıp eşlik edeceği türden uzun havalar ve türküler söyler. Kulaklarını çevreleyen oldukça kısa kestirilmiş saç kırıntılarını saymazsak iyiden iyiye kel olması ve bazı samimi müşterileri tarafından ‘ Kel bey, bakar mısınız? ’ diye seslenmelerine gülüp geçmek gibi türlü marifetlerle bezelidir.

 

.iktimin CV’si hiç istemediğim halde ve bunca dikkatime rağmen yine de buruşmuş ötesinden berisinden. Umurumda değil, o kadar çok reddedildim ki artık koymuyor üzerime kapıların kapanması. Yetiştirilmek üzere tecrübesiz elaman arayışında olduklarını söyledi müdire hanım, ucuz adam arıyoruz demenin ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü tarifesi. Hayatımın en büyük kapısı, Aslı marifetiyle yüzüme kapanmışken hatta üzerime yıkılmışken, Maltepe sahil gazinolarında garsonluk yapmışım ya da Levent’te çok katlı bir plazanın en üst katında görkemli bir masanın arkasına kurulmuşum farkı yok. Benim türüm doksanlar Türkiye’sinde Özal’lı yıllarda ortadan kaldırıldı, birkaç kişi hayatta kalabildik ancak. Ve hiçbirimizin bir diğerinden haberi yok. Hırsa bulanmış başarılı hayatları, destansı yenilgilerin şiirine tercih edenlerle işimiz olmazdı bizim. Kaybedenlerin sessiz birlikteliğinde yitip gitmek ve sürüden ayrılanın kurdun kapmadığı bir deli rüya hayatımız. Hülyalı bakışlarıyla ince belli ve biraz uzun saçlı her kadının ayakları dibinde savrulacak toz zerresi kadar değeri yok yani. Cehennem dediğin de bir devasa yangındır diğerleri tarafından tutuşturulmuş. Ben oradayım...

Salih hoşgil karesi kurmuş, hoşgin de denilen tuhaf bir kâğıt oyunu, seksen kâğıtla oynanıyor ve en düşük kâğıt onlu. Eşli de tek de oynanır ve en az üç en çok dört kişi gerektirir. Benim en hoşuma giden tarafı ise içinde dört tane sinek kızı barındırması. Bu kâğıda neden sinek dediğimiz de muammasını korur, ama kahvehane lügatinde oyun oynayan kişilerin yanına takılıp ta çay ve sigaradan otlanan adamlara sinek denmesi bir anlamda anlaşılır. Öğrencilik dönemlerinde vakit geçirmek ayağına oynadığımız king partilerini bir yana koyarsak pek çok oyun bilmeme rağmen çok fazla masaya oturmaktan haz almadığımdan olsa gerek sabıkalı sinek olduğum varsayılabilir. Salih anında ilgilendi, sandalye çektirtti, çay söyledi, sigara ikram etti sonra da karo valeyle maça kızı evlendirerek yüz elli sayının yanına kırk sayı ekleyerek oyuna açılışını yaptı. Kel Şevki ağabeyden de gazeteyi kaptım yumuldum içine. Bugün keyifsiz görünüyor nedense, varmadım üzerine.

 

Resimli paçavra gazete dediğin, mini etekli sosyetik hatunların hangi barda kiminle oynaştığı, en son ne zaman estetik yaptırdığı ve hangi solaryuma gittikleriyle ilgili resimli iki koca sayfa, bir sayfa cinayet, intihar, tecavüz ve trafik kazası, iki sayfa ekonomi haberi, para alınarak oluşturmuş şirket haberleriyle kendi patronların ne denli namuslu ve fedakâr bir işadamı olduğuna dair zırvalıklarla bezeli, beş sayfa reklâm, iş ilanı, emlak ve oto alım satımı, dört sayfa spor. Ara ara da ölüm ilanı, sayısal loto, on numara, şans topu, altılı ganyan, milli piyango, spor toto, iddaa sonuçları. Birde sağlık, cinsellik, burç, kıl tüy sayfasını eklersek, oldu sana gazete. İçini bayar, ruhunu sıkar, beynini kemirir. Bu ülkede yaşamak yeterince ağır bir eylem zaten, sahtekâr aynasına her gün göz atmanın mazoşizmle mutlak bağını kurmakta fayda var sevgili sosyolog büyüklerimiz. Hiç bir şey yarım saatten fazla ilgimi çekmiyor bir sorunum da bu benim. Bu arada hoşgil oynayanların sesleri yüksek perdeden çıkmaya başlıyor ki oyunun dönüm noktasına gelindiğine işarettir. Tescilli sinek olmakta bazı meziyetleri gerektirir, en başta oyunu okumayı iyi bileceksin. Taraf tutabilirsin ancak hiçbir müdahalede bulunmayacaksın, çok konuşmayacaksın, çay veya oralet yerine daha pahalı olan meşrubat kısmına takılmayacaksın, vesaire vesaire. Yenenin ve yenilenin çoğunlukla oyunun orta bölümlerinde belirlendiğine yüzlerce defa şahit olmuşumdur. Geri kalanı sürpriz, ayda yılda bir defa gerçekleşir ama günlerce arkasından konuşulur. Skor tabelasını yenilenlere imzalattırıp ayakkabı ökçesiyle mühürleyerek kahvenin duvarına asanları çok gördüm ben. Bir tür sosyalleşme ihtiyacını giderme telaşıyla olağan dışı başarıları kutsamak da gerek ara sıra. İnsan neden bir oyuna saatlerini harcar ki ve neden hep aynı kişilerle? Kurt sürüleri gibiyiz İstanbul’da, mahallemiz, iş arkadaşlarımız, hemşerilerimiz, ailemiz, akrabalarımızla bir ağ örüp onunla kendimizi koruyoruz hep. Başka türlü tutunamıyorsun bu koca şehre. Biri beni döverse yarın onu beş kişiyle sıkıştırırım, ertesinde on kişi kapışırız, sonrasını Allah bilir. Hayat zor, can ucuz, post pahalı, ara sıra ötesine berisine çizik atmakta beis yok.

 

Sıkıldım, eve gitmek üzere kalkıp vedalaştım dostlarımla, beni severler, sessizliğimi ve hüznümü anlarlar ve üzerime ilişmezler hiç. Salih “ Baba yarın bir işim olacak seninle, akşam görüşelim ” diyor “ Eyvallah ” çekip düşüyorum karanlığın koynuna. Evim hiç olmadığı kadar kasvetli bu gece, elbette göreceli bir durum. Evin sabah bıraktığım halinden biraz daha tozlu olması dışında pek farkı yok ancak ben iyi değilim. Radyolar bile can sıkıcı, konuşacak o kadar çok şeyleri var ki şarkı çalmayı unutuyor dallama sunucular. Âlemin bütün gevezeleri radyolarda dc’liğe soyunmuşta Türk Dil Kurumu bu mesleğe isim bulmaya üşenmiş. Sersem sepelek boş konuşur tayfası tamlamasının ilk iki harflerini kes birbirine Japon yapıştırıcıyla ekle al sana mükemmel bir meslek ismi; Sesebokota. Mutfağa dalıyorum bira kalmamış buzdolabında, yarım şişe cin buldum ama ve zulasında bir de çeyrek limon. Yarım limon olsaydı daha iyiydi ama henüz suyunu çekmemiş ki buna da şükür. Çekirdeklerini bıçakla ayıkla ki midene girip de oradaki bakterileri kudurtmasın akşam akşam ne lan bu diyerek. Yarım şişe cin benim gibi bir alkolik namzedine ne yapar ki, en çok uykusunu kaçırtıp boş boş duvarlara baktırır. Az alkol içmenin de bir jargonu var, dilinin altına alkolü dokundurarak içeceksin, nikotinin ağız içine ne kadar etkisi varsa kahvenin ve alkolünde o kadar var. Bunun ayrımına ağız tadıyla varanlar şarap eksperi olurlar, olamayanlarda bodoslama dalarlar masaya, bardak bardak içkiyi sadece mideye yuvarlamaktan ve bu sırada tıkınmaktan ibaret sanırlar içki âlemini. Ufak yudumlar ve Japonların çay seremonisine benzer uzatmalarla cinden alacağım verimi maksimize etme telaşındayken telefonumun cırlamasıyla dünyaya geri dönüyorum. Kim ulan gecenin bu kör vakti? Cevap yok, karşı tarafta biri beni dinliyor ama ben ne söylersem söyleyeyim kendi sesini bana duyurmaya yanaşmıyor ve ne hikmetse ben buna sinirlenmem gerektiğini düşünerek hırsla kapatıyorum telefonu.

 

Bir keresinde Aslı’yı aramıştım da konuşamamıştım böyle. O kim bilir hangi şehirden kim bilir ne nedenle geri dönmüşmüş İstanbul’a meğer. İlkinde ne söyleyeceğimi bilemeyerek kapadım telefonu, bir daha aradım elbette sonrasında. “ Nereden bildin ki, bu sabah geldim ben İstanbul’a.” diye şaşırdı. Ne bileyim anasını satayım çok sarhoştum elime bir ajanda geçti haritada bir yerlere bakıyordum ki bir baktım cep telefonunun kaybolması ihtimalini göz önünde tutarak bütün telefon numaralarını kaydetmişim ajandanın fihristine. Her tür salak eyleme kafa yoran bir yeni yetmenin, boş vermeden önce hayata tutunma çabalarından biridir telefon numaralarını her ihtimale karşı saklamak. Bu yedi haneli sayılar yerine dostlarımın ve sevgililerimin adlarını yüreğime hançerle kazısaydım her şey çok daha farklı olurdu farkındayım. Aslı’nın karşısında bir İstanbul telefonu. Kendi evini boşalttığından bir ara birlikte kaldığı avukat arkadaşı da olabilir ablasının evi de, herhangi bir yerde ve ben bir yılı aşkın süredir tek bir ses işitmemişim daha dudaklarından. İlk telefonda “ Efendim ” dedi durdum kapadım. Sonra tekrar aradım, sonra konuştuk, sonra çok sarhoşsun kelimeleri karıştırıyorsun dedi, bir ara cep telefonum yok dedi, ardından da cebi arıyorlar sonra konuşalım dedi, ******lara takılma dedi, sonra çok içme dedi, şimdi değil ama seni bir gün göreceğim dedi, sonra hala mutsuzum ben biliyor musun dedi ve ben neler söyledim bilmiyorum pek fazla. Seni hala seviyorum gibi yavşakça kelimeler ettiğimi hatırlar gibiyim. ******lardan ve içmekten bahsetmiş olmalıyım nereden icap ettiyse. Öylesi bir sarhoşluk halinde nasıl oldu da kelimelerini yakalayıp hafızama yerleştirdim o da muamma. O öyle yok ki uzun zamandır, ölen dedemle Aslı arasında ki tek fark ikincisini sisli bir İstanbul sabahı hafiften görebilme umudundan öteye geçmez. Fakirin karnını yarmışlar içinden gelecek sene çıkmış derler ya, benim aşk hayatımın da kısa özeti olur bu deyiş. Her şey ‘ Gun ‘N Roses ’ metal topluluğunun dağılmasıyla başladı. Aslında Kurt Cobain’in intiharı bir şeylerin habercisiydi ancak daha toydum ben, anlamadım. Otuzuna doğru hayat inişe geçiyor ve batık bankaların kar göstergesinden daha dik bir çizelge biçiminde irtifa kaybedebiliyor bazıları. Dibe vuramıyorsun ölene kadar. İntifada hali, devamlı eylem kararıyla, kalk ve diren şiirsel söyleminde hayatıma anlam katma çabalarım elimde kalıyor teker teker. Rus yazarları kadar mutsuzum ey Allah’ım ve Rusya kadar yalnız iki binlerin İstanbul’unda.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Dilemma...

 

hiçbir şeyi en azından gereği kadar öğrenmeden geberip gitmek istemiyorum anlıyor musun?

kafama çivi gibi çaktıkları her düşünceyle hesabımı kapatayım istiyorum, kendiliğinden sert babaların, elinden pek bir şey gelmeyen şefkatli annelerin, kader ya da adı her ne ise ona büsbütün boyun eğenlerin çevrelendiği bir dünyada yaşamak istemiyorum, şark mazoşizminin gölgesinde uyanmak istemiyorum, ıssızlığın sesinde doğuştan kötü olmanın arabesk mahmurluğunda yıkanmak istemiyorum, kurtuluşu, ışığı, iyiyi özlemek istemiyorum, olmak, tamama ermek, erimek, aramak istemiyorum, istanbul'a methiyeler dizmek köye hasret çekmek istemiyorum, bir damla gözyaşı olup karanlıkta yitip gitmek istemiyorum, ölümsüz olmak istemiyorum...

 

hayat dediğin de ne çiçeğim?

devasa evrenin milyarlarca yıldızı arasında, bir nokta dahi olarak tasavvur edilemeyecek küçücük bir gezegen ve onun sahipliğini üstlenen insanoğlunun o tuhaf yanılsamalarından biri değilde ne? hiç durmadan yiyen, içen, koşturan, konuşan, işeyen, uyuyan, yürüyen, oturan, sevişen, ve tüm bunları yaparken kendinin önemli olduğunu varsayan tuhaf bir kibirle etrafına göz süzen, biraz kan, çokca kemik, et, safra, salya, sümük, bağırsak, ve bir şeylerin bütünü halbuki o sadece. öldüğünde ve nemalanması gerekenler işlerini bitirdiğinde hiçleşen bir sınırlılık. geri kalanı ise dünya meşakkati;

 

 

aç kalmamak için çalışmak zorundalığını anlıyorum, aile ve sorumluluğunu üstlendiklerinin asgari geçimlerini sağlama gerekliliğini kabul ediyorum, onurunu ve dürüstlüğünü el üstünde tutanları biliyorum ama,

ama çiçeğim;

 

 

diğerleri yoruyor artık. çokluğu yoruyor, yırtıcılıkları, hırsları, gözlerinin parıltısı, çıkarcılıkları, asalaklıkları, kıvrıla kıvrıla, düşe kalka, durmadan konuşarak illaki kendilerinde var olanı yüceltmeleri yoruyor. işleri, ilişkileri, memleketleri, ırkları, partileri, cemaatleri, gazeteleri, dinleri, fikirleri, kinleri, coşkuları, çabaları, ölümsüzlükleri, sabırları, inatları, senetleri, kelimeleri, her şeyi yoruyor...

 

 

yer silmek zoruma gitmezdi hiç çiçeğim,

ya da bulaşık yıkamak gün boyu,

bekçilik etmek geceleri sahipsiz kalan inşaatlara,

süpürmek bir caddeyi boydan boya sağlı sollu,

diğerlerine bulaşmak olmasaydı işin içinde eğer.

hayat dediğin de ne çiçeğim,

ayaklarının altına serilmiş incecik bir seccade gençliğim...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

K2-1

Asla önemsemezsiniz... Birbirimizi kandırmayalım lütfen, tek derdiniz bir an önce o sıranın bitmesi ve hesabı ödeyip aldıklarınızla evinizin yolunuzu tutmanız! Biliyorum, ben de öyleyim çünkü. Bir marketle insan ne kadar hissi bir bağ kurabilir ki? Alacaklarını tamamlayana kadar elbette, sonrasında tek amaç oradan bir an evvel kurtulmaktır.

Önemsiz değiller!

Kasiyerler de bu ritme ayak uydururlar doğal olarak, size poşette satılan ucuz bir peynir kalıbına baktıkları gibi bakar çoğu, siz onlara selam vermezsiniz, onlar da size, siz onlara gülümsemezsiniz onlar da size, siz onlara iyi günler dilemezsiniz, onlar da size görevleri gereği öğretilmiş ucuz kelimeler haricinde bir şey demezler...

Ben de sizdenim, o ***** kodumun Avm'sinin alt katındaki Allah'ın belası Migros'una girene kadar ben de aynen sizin davrandığınız gibi öğrenilmiş hareketler bütününü sergilerdim hep. En az sırası olan kasayı seç, mümkün olduğunca az konuş, gülümseme, aldıklarını poşete doldur, hesabı en kısa sürede öde ve bir an önce ayrıl oradan...

Öyle değilmiş meğer! Kasiyer genç kızımız tam aldığınız biraları poşete koyarken, "Bugün de biter mi acaba?" diye sorarsa eğer size, ve siz, size bir şey sorulamayacağını düşünüp önce sağa sola bakıp sonra kelimeleri anlamlandıramayıp, "Anlamadım" derseniz, ve O size tekrar gözlerinizin içine baka baka "Bugün biter mi sizce?" diye bir daha sorarsa apışıp kalırsınız işte benim gibi. Önce o göze tekrar bakarsınız, karşınızda bir insan vardır, gözünden başlayarak kendini dolduran bir insan, kaşı, saçı, kirpiğiyle sizden farkı olmayan biri...

"Biter! Her şey gibi bugün de biter..." gibi saçmalarsınız ardından benim gibi, gözlerinizde gözlerinde bir ışık yanar söner. Kimse anlamaz, koca Migros karanlıkta kalır o an, sadece siz ve o ışıkla yıkanabilirsiniz. Biraz sonra başka bir ses bozar o büyüyü. Şu anasını bellediğim reyonunda bu ebesini kovaladığımın ürünü önceden size geçirdiğimizden daha ucuzdur bugün yollu bir şeyler. Uzatmamak gerektiğini bilirsiniz nasıl olsa. İyi akşamlar dileyerek ve bu sefer gerçekten gülümseyerek terk edersiniz orayı. Artık sizden biri vardır içeride...

O sizsiniz!

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

K2-2

Aradan haftalar geçer, her şey unutulur, unutulması gerekir elbette çağın gereği...

***** kodumun Avm'sinin bodrum katı Migros'una yine yolumuz düşer. Bir kaç dergi, elbette bira, çoluk çocuğa çerez, fıstık derken kasalara doğru ilerlersin.

Canımın içi ağlamaklıdır bu kez ve burnunun ucu kıp kırmızı. Gül gibi kızı soldurmuşlar geçen zaman içinde vay anasını sattığımın dünyasında. Benim için biten gün onun için asla bitmemiş meğer o gün bu gündür.

Ama nasıl bir çaresizlik...

Ağlayamıyor bile!

Arka sıradaki kasiyere sadece "Ben artık devam edemeyeceğim, sen alır mısın lütfen..." diyor. Duymamazlıktan geliyor ******. Kafasını gömüyor kasasının fişine, cevap bile vermiyor. Edemiyorum sıradan çıkıyorum, ağlayamayan gözlerine bakmayı artık içim kaldırmıyor. Psikolojisi çok bozulmuş olmalı, her şeye rağmen burada çalışmaya devam ediyorsa eyvah eyvah başka seçeneğinin de olmadığı düşünüyor olmalı gibi saçma sapan düşüncelerle, ama uzanamadan, dokunamadan, sadece seyrederek ve yapabileceğim en iyi şeyin onun kasasının sırasından çıkmak olduğunu düşünerek, yandaki ******ya yöneliyorum.

Çok da fark ediyor sanki, çıktığım sıraya üç kişi yöneliyor anında. Burnunun ucunu elinin tersiyle silerek devam ediyor işine...

****** mekanik hareketlerle işimi görüyor, hesabımı kesip paramı alıyor, ama arada bir kere daha seslenen arkadaşına yine sağır kalıyor.

Bir an durup "Lütfen ağlama, bu şerefsizlere bunu görme fırsatını sakın sunma..." demek geçiyor içimden. Ne diyorum ne de arkama bakma cesaretini gösteriyorum.

Suç bizde!

Sadece yazıyoruz,

Allah benim belamı versin, o güzelliği bu hallere sokanı ise iflah etmesin!

Bak bu dua tutacak. Aha da buraya yazıyorum, tutacak...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Süpürge Otu-3.1 devam

 

Sonraki günlerin birinde internette araştırma yaptım biraz. Önce Aslı’nın T.C. kimlik numarasını buldum. Adı, soyadı, ana ve baba adı, yaş ve cinsiyeti bilmek yeterli ne de olsa. Sonra SSK’nın ana sayfasına girip biraz uğraşarak hala sigortalı olarak çalıştığını ve pek de iyi maaş almadığını öğrendim. İşyeri numarasını kaydederek Kadıköy SSK da çalışan üniversiteden arkadaşım Hüseyin’e telefon açtım ve çalıştığı yerin telefonda söylediği gibi Balıkesir’de özel bir okul olduğunu öğrendim. Bir an içimden atlayıp yanına gitme isteği geçti ama bilirim bu yolda erkeğin başvuracağı en son seçenektir yapışkan âşık rolü. Telefon numaralarını kayıt altına aldım işyerinin ama onu da aramadım sonrası. Artık onsuz devam etme gerçeğine alışmam gerekiyordu nasıl olsa. Aynı kuyuya üst üste iki kere düşmemeli insan, ihanetin cezası unutmak olmalı, ancak bir süreç sorunudur aşk denilen hadise. Bazen sadece süprüntü yaşantımı sürdürebilmek adına geçerli bir sebep aradığımı ve bulabildiğim en şiirsel bozguna Aslı’yı bilerek ve isteyerek alet ettiğimi düşünüyorum. Yaşantılarına sadece elleriyle değil her hücresiyle kök salmış bel bağlamış efendilerin dünyasında benim payıma düşen de kıpırtısız can sıkıntısı sevgilim. Ben böyle sonradan olmuş da değilim, bununla doğdum, bazen tamamıyla ben buyum. Derin ruhi depresyonda denir telaşlı bir etiketleme varsayımında. Hiç fark etmez, kelimeler sadece işkenceyi betimlemenin izini sürerler. Nihilist hiç değilse ne olmadığının farkındadır, ben topyekûn kaybolmuş bir neslin geleceğiyim nasılsa. Kavramlardan beynim buruşmuş, aklım tavana vurmuş, korkudan gözlerim çukura kaçmış, rüyalarımda demir yabalı iblisler, sesinden sakındığım, görüntüsünden sıkıldığım puslu İstanbul akşamları. Böyle bir yol haritasında, her şeyin çözümünü Aslı’nın varlığına ve yanımda olmasına indirgemem ve O’nun benim kimliğimi alıp, çiğneyip, fırlatıp atıp, hükümsüzleştirmesinin ağır gelişi. İçimde birbirine zıt iki değil her biri ayrı hava çalan binlerce çingene duygulanımın salınışı ve bunları herhangi bir faniyle paylaşamamanın derin kederi. Akan kan yerde kalmaz piç diyerek akla gelecek her suçu kabullenen batıl itikatlarımla, devasa cahil bir müminin nafile yakarışlarında ki çaresizlikleri el ele gönül gönüle birbirlerine dost tutturmuşum ki akıllara zarar. Arada kalmışık da ötemizden berimizden çekiştiriyormuş bizi yırtıcı akbabalar gibi kapitalist abilerimiz ve onların muhteşem renklerde ışıklı reklâm panolu şirketleri. Seni elde ettiklerinle değil de, edemediklerinle tartan çağdaş zaman ilahlarının kulağına fısıldadıklarına ne çabuk kandın, o lanet ruh hangi zamandır kapı dibinde bekliyordu da sonunda evinin kapısını ona ardına kadar açtın ve nutkun tutuldu be oğlum. Dünyada hiçbir şey onursuz bir yaşamın gerekçesi olamaz. Hayatın geri dönüşüm kutusu ve garanti belgesi yok. Yaşanılanlara bir daha yeniden başlamak mümkün değil. Hem geçmişten daha boktan ne var ki? Yaşasak ve unutsak her şey çok daha güzel olacaktı. Ama hayır, hep peşinden kovalar seni bet sesli kurbağa, ne çok eksik taş vardır yerine konulmadık ve ne çok eylem vardır gereksizce harcanmış. Dudaklarımdan dökülen her kelimenin saçma bir söylemin kırıntıları olduğunun henüz farkına vardığım yıllarla, suskunluğumun etrafımca anlamsız bulunduğu ve kötüye yorulduğu günler arasında ki sırat köprüsünün üzerinde dans ettiğim zamanlar o kadar da uzak bir geçmiş değil henüz. Şunun şurasında Aslı’yı bir buçuk yıldır görmedim ve topu topu iki kere telefonda konuştum bu zaman zarfında. İlkinde beni terk etti ikincisinde de kafam bir milyondu. Balıkesir civarında bir yerlerde öğretmenlik yaptığını söyledi en çok. Aramıza önceden boğaz girerdi şimdi bir de Marmara’yı sıkıştırdık. Karşı kıyının her ışığına farklı bakardım ben Aslı’sız yıllarımda. Şimdi en azından Yalova’yı uzaktan görebilmek için bile Darıca’ya gitme gereği cebimde. Onu da yaptım araba vapurlarının kalktığı yeri en tepeden gören yerde, yaslı bir Marmara akşamında vurdum rakının dibine dibine. Muhabbet koyu, mezeler taze, hava güzeldi o gün. Her şey zararsız muhabbetler çağında aylak takımından dört beş kişinin kahvehanede yapacak daha iyi bir iş bulamayıp yan yana gelmesiyle başlamıştı. Her yarım saatte bir televizyonda canlı yayınlanan at yarışlarının araya girmesiyle kesilen konuşmaların bilmem kaçıncı tekrarlarından birinde “ Sabri kimi bulursa içer ” diye bağladılar lafın sonunu, Salih de durdu durdu “ Selim de ne bulsa içer ” diye zıpladı ortalık yere. Ben daha yeni gelmişim, ortama ısınma telaşındayım, ancak ispirto ve sulandırılmış kolonya haricinde envai çeşit alkol bileşimini kısacık hayatımın ilk yarısına sığdırdığım ve bunu kendimi övme adına bir iki yerde dillendirdiğimin farkındayım henüz. Sabri “ Bu akşam araba bende, bir yerlere gidip takılalım ” demez mi! Canıma minnet benim, madem kadim dostlarımdan biri üzerime bir yafta yapıştırmış, bayraktarlığını yapıp yüzünü yere eğmemek boynumuzun borcudur öyleyse.

 

Aklıma geldi “ Darıca’ya gidelim baba ” deyiverdim. Sabri baba deyişi boşuna değil. Mavi gözlü olmasa da enine boyuna dev gibi bir adam Sabri. Akşama nevale düzüldü, mangal teşkilatı hazırlandı, Tekirdağ rakısı alınıp dinlendirildi. E5 karayolundan Darıca’ya akşamüstü yola çıktık Bayramoğlu’na uğrayıp Rıfat’la kardeşi Şeref’i de aldık yanımıza. Çimento fabrikası ve araba vapurlarının kalktığı uyuz limanı tepeden gören mekâna gelişimiz biraz zaman aldı. Rıfat “ Buralar hafta sonu yiyiş yeri aga, her ağaç dibinde bir araba durur yol boyunca” diye özetledi durumu. Arabayı park edip mangalı ateşledik, Salih etleri hazırladı, soğan ve sarımsak közledi ve yumulduk rakıya. Biraz zaman geçmedi ki tatlı bir rüzgâr sardı etrafımızı. Neşeli fıkralar anlattı Sabri, Sivas’tan, Diyarbakır’dan, İstanbul Üniversitesinde ki müptezel yaşamından Tayfun Talipoğlu tadında yol hikâyeleri sıraladı. Neşeli kahkahalarla, it kopuk masalları, kaderin cilvesi, öküzgözü üzümünün şaraba dönüşme faslı, demlenmenin incelikleri, dedikodu, siyaset, spor mevzularından hiçbirini es geçmeden, ara sırada ağaç diplerine işemekle aralanan vakit ne zaman geçti ve nasıl oldu da güneş denizin üzerinden batmaya niyetlendi farkına varamadık hani. İstanbul her şeye olduğu kadar gün batımına da yabancılaştırıyormuş insanı idrak ettik el birliğiyle. Gri, topak topak bulutların üzerinden etrafı kızıla çalarak ve denizle oynaşır gibi kayboldu mübarek. Daha o son ışıklarını denizle çakıştırmadan ay kendini gösterdi biraz ürkek ve sanki koyu bej tül bir perde arkasından. Karşı kıyının ışıkları seçilmeye başladı yavaştan ve balıkçı tekneleriyle araba vapurlarının farları yalazladı denizi. Sabri iyi içiyordu doğrusu, Salih araba kullanacağını öne sürerek geri durdu bir iki kadeh sonrası ve güzelleştik top yekûn. Muhabbetin son demlerinde iyiden iyiye kararmıştı ortalık ve karşı kıyıya dalıp efkârlanmıştım yine ufaktan. Aslı zihnimin bana oynadığı türlü oyunlardan yol bulup yine açığa çıkarmıştı kendini ve ben teslim olmuştum epeydir, kaçmıyordum düşüncelerimden. Rıfat “ Hadi ağa gidelim artık geç oldu ” diyene kadar o hal üzere ne kadar kaldım bilmiyorum. Sonra kalktık, cila niyetine yudumlanmış kahverengi şişeden Efes birasının da verdiği ara gazla her birimiz bir başka ağacın dibine ayaküstü işeyerek iz bıraktık Darıca tepelerine. Sırtlanların ve aslanların bu yolla hâkim oldukları alanın sınırlarını çizdiğini televizyonda izlemiştim, kedilerin aynı yöntemi kullandığını ise gözlerimle gördüm. Hayat devam ediyor ve her tür kendi yaşam mücadelesini ortaya koyuyor ama sadece insan bunu anlamlandırma gayretine yeltenebilme cesaretini gösteriyordu. Ve bunu yaptığı her seferde daha da hızla taş duvarlara toslamaktan kendini alamıyor o ayrı.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

tiananmenian o kadar zorlanıyorum ki okurken anlatamam, midem bulanıyor, harfler resmen oradan oraya uçuşuyorlar. Keskin zıt renklerden kaynaklanıyor sanırım, biraz daha koyu bir renk yapabilir misin rica etsem? Gerçekten zorlanıyorum ve okuduğumu anlayamıyorum.

 

Çok teşekkür ederim...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Deve Dikeni - Giriş

 

Bir tuhaf;

Ağlamak istiyorsun susuyorsun, ölmek istiyorsun devam ediyorsun, kaçmak istiyorsun tutunuyorsun, kurtulmak istiyorsun ama olduğun yerde kala kalıyorsun. Diziyorsun kelimeleri içine içine, her birinin başı zehirli iğne ucu, gömüyorsun onları yüreğinin orta yerine, sonra çekip tekrar batırıveriyorsun. Durmadan, sıkılmadan, bıkıp usanmadan...

Bu da senin ödülün Nemesiz! "Bir de ölümcül Nyx (Gece) Nemesis'i doğurdu, fani insana acı vermek için" diyene hakkını vermen için...

Bir tür aşağılanmaya dönüştü artık ekmek derdi. Herhangi bir işte çalışmak hiç de bu kadar onur kırıcı bir eylem değildi sanki eskiden. Para-sız-lık bizi yiyip bitirdi ciğerim. Başka bir evrenin çocukları olarak yetişip bu rezilliğin ortasında ayaklar altındayız. Arsız olanlarımız var artık, bırakanlarımız, boş verenlerimiz, kadercilerimiz, değersizlerimiz. Bir kısmı ise Yaradanını suçluyor, "Bu dünyayı bana çok gördün, diğerini ise ben istemiyorum..." diyor mesala bir tanesi. Hem inanıyor, hem inancına karşılık bekliyor iken yorulanlar sınıfı. Mülk Allah'ındır, he...

Dünya küreselleşti tamam. Artık; Romalılar, Cedaylar, Arafiler ve Minik Hobitler olarak ayrışıyoruz.

 

Dünya ve öteki dünya Romalıların tekelinde. Evrenin ******su paranın hükümranı olarak kendilerini konumlandırdılar artık. Minik Hobitlere kafanı çevirdiğin her yerde rastlayabilirsin, az biraz şanslı olanları kendi evlerinde oturur, karıları haftada en az iki gün çamaşır yıkar. Cedaylar, Romalıların geleceklerini, servetlerini, kendilerini ve ailelerini koruyan kapıkulu itlerinden ibarettir. Siyasetle uğraşanından bekçisine kadar geniş bir yelpaze aklına getir sonra da unut gitsin. Arafilerin bazı nitelikleri bir üstte saydım bile.

Aslında figürler tam netleşmedi, kafamın içerisinde yer değiştirip duruyorlar.

Minik Hobit klanlarının mesken tuttuğu bir sitede oturuyoruz ailecek. Hatuna bakılırsa negatif enerji yüzdesi oldukça yoğun bizim o tarafların. Ben pek .iklemem bu enerji, sinerji dalgalarını, mecburen dinliyoruz ama, çok da güzel anlatıyor diğer yandan. Ulan küfretse böyle sırıtık yavşak tadında mal mal bakıyoruz neredeyse suratına. Dur mevzu o değildi, dağılmayalım fazla. Hobitlerin bize bulaşanlarının çoğunluğu emekli. ( Bir an önce ulaşmak istediğim ama dünya şeysi uzun sayesinde mezarda ancak görebileceğim bir makamdır o da ayrı bir mevzu. ) Evlerini ve arabalarını çok önemsiyorlar, o kadar bağlılar ki evlerine; en ufak detayın bokunu çıkartıp üstüne duvarlarına top fırlatan çocukları süpürgeyle küreyecek kadar da azimliler. Erkekler sinirli, kadınlar aksi, çocuklar şımarık ve herkes konuşuyor. Sartre'nin cehennemi bizim sitenin yanında gül bahçesi takılır diyeceğim, aklıma Bukowski amcamın kendisi üzerine söylediği aforizma takılacak. Diğer yandan ölesiye bir haklı çıkma çabası hakim bunların üzerinde. Öyle böyle değil ama dakika dakika ve sürekli. Lan bir kere de hatalı sen ol, muhatabının kelamı üstüne susma basiretini göster, az bir alttan al, yok oğlu yok...

Romalılar tabiri, şu aralar Türkçe dublajlı olarak ilk sezonunun sondan ikinci bölümü geçtiğimiz cumartesi yayınlanan Spartaküs dizisinden araklama. Tv'de bir diziye göre aşmış erotik sahneleri az buçuk sansürlenmiş halini seyretmek istemeyenler net üzerinden tamamını seyredebilirler o ayrı da; Romalılar mutlu azınlığı mı temsil ediyor, paraya endeksli bir yaşamın doruk noktasında mı ikamet ediyorlar, kanları mavi mi henüz çözemedim. Araştırmalarım devam ediyor. Şu gerçek; herkesin; onlardan biri olmak, onlara yaslanmak, onlardan geçinmek gibi bir dertleri mevcut. Hobitler ve Cedaylar zaten böylesi bir güruh...

Arafiler; hem bu üç grup arsındaki ara kademeleri hem de hiç birine dahil olmayanları temsil etmekteler. Elbette bu yazıyı okuyan herkes gibi ben de kendimi arafi varsayıyorum...

Neyse hayırlı cuma. "Ölürsem kabrime gelme, istemem!" diye şarkı sözü mü olur lan?

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Okumaya değer bulduğunuz için size teşekkürlerimi sunabilirim ancak, eksik olmayın hiç...

 

"Bir yazar boksör gibi ayakta kalmak zorundadır. Sözcüklerinizin basılması ringe çıkmak gibi, yeteneğin ortaya konmasıdır. saklanacak yer yoktur. Gerçekler ortaya çıkar ve bazen sonuç felaket olabilir."

resurrecting the champ

DEVE DİKENİ

Poli

1

Tanrım korkunçtu! İki küçük dijital bip sesi. Semese denilen Türk Dil Kurumu'nun üşenip Türkçeleştiremediği lanet cep telefonu mesajında aynen şunlar yazılıydı; "Is yerinde internete sohbet yapmak yasaktır. bilginize. unun yerine firma yararına ograsacak cok sey var." Soğuk duş, ikizlere takke, uzayıp giden tren yolları açılıp sarmayan yarin kolları. Daha yarım saat kadar önce yanımdaydı, çekip odasına adam gibi konuşmak yerine uzaktan cep telefonu mesajıyla uyarı döşenmek de neydi şimdi? Sevgili miyiz oğlum? En basitinden korkaklık, çok basit, çok çiğ, çok hafif, çok ucuz. Yarabbime şükürler olsun ki kal geldi birden sol yanıma. Yüz felci geçirdiğimden beri unuttuğum o tuhaf uyuşukluk hali sağ yanımı da kendine çekti sonrası...

Önce ne düşüneceğinizi tam olarak kestiremiyorsunuz bir müddet. algı mekanizmalarınız karmaşayı çözmeye, anlamlandırıp içerisinden kendine uygun harekat tarzını seçmek için zamana ihtiyaç duyuyor ve. Küçümseyerek birazda alaycı; "Telefonla mesaj yazmak da yasak mı? Zira onun yerine firma yararına yapılacak çok iş var..." yazıp basıyorum gönder tuşuna. İş yeri değil bin dokuz yüz kırk iki Kuzey Avrupa Nazi toplama kampı sanki ..... kodumun yeri. Çet met de hikaye, ne meseneye ne de feysbuka takılma huyum var. Ergen miyim lan ben? Unum elenmiş, şakaklarıma kır düşmüş, 'benim mi allahım bu çizgili yüz' modundayım epeydir hem. Tüm olayımız kalburüstü bir forum ve muhafazakar bir sözlükten ibaret. Tanım girdiğim ya da uzun uzadıya okuyup geçtiğim de yok zaten. Bir kaç tanıdığın yazılarına göz atmak ve sözlük başlıklarından gündemi takip etmek tüm olayımız. Hani zamana vursan bir yirmi dakika ya tutar ya tutmaz gün içerisinde. O bu değilde bayram değil seyran değil patronum beni niye dişledi havalarında derin felsefik çıkarımların pençesine düşmek üzereyken tam, ikinci mesajda geldi;"fir isi ilgili degilse tabi yasak"

Henüz ilkinin kelebek etkisinden yeni kurtulmaya başlamışken ikinci dalgayla yeniden yerle bir olan Van depremi mahşerde şahidim olsun ki ne yazacağımı biliyordum artık. "İş yapmadığımı veya işi aksattığımı düşünüyorsanız beni kovar yerime birini alırsınız olur biter..."Aman Allah'ım çok uzun bir cümle oldu bu. Patronum olacak kütüğün, yan yana sıralanmış üç kelimeden sonrasını anlaması, bırak anlamasını okuması için bile şöyle okkalı tarafından bir on on beş dakikaya ihtiyacı vardır şimdi. Üstelik herifçioğlu Zaman gazetesine abone. Ve zavallı gazetenin ikinci sayfasının açıldığına şu gariban gözlerim şahit olmadı henüz. Cemaat üyesi ya da sempatizanıyım veya iktidara yakınım demenin avam kartviziti olmasından ve çaycı ablanın cam temizliği işlerinde kullanılmasından öte bir özelliği yok şimdilik. Gazetenin de çok umrunda tabii, ama dağılmamalıyım...

Çünkü dumur vaziyetlerinden sikerim işini gücünü, kafama sıkar giderim türküsü eşliğinde horon tepiyorum ben artık. Yanıt geliyor elbette. Son sözü söylemek pek bir afili gelir bu kral - baba - patron - tanrı kısmına. "Ben is yerindeki yasak olan bi seyi iza edixorum buna oymak zorudasin oymuyorsan gidersin."Sana virgül nedir öğretmeyen ilkokul öğretmeninin oymak oymak yedi sülalesini eşşekler kovalasın gece gündüz diye diye dizlerimi döverek ofisin ortasında tek kişilik bir apaçi dansına başlayacaktımki tam, gözlerim telefonla konuşan sekreter kızın saç topuzuna takıldı ve anında caydım bu saçma fikirden."Gideriz, sorun değil..." yazıp gönderdiğim ben de...

Bu "Deve dikeni" ne bir miktar daha devam etme fırsatı bulduk geçen zaman içerisinde. Çünkü o gün işe gitmedim, ertesi günde, daha ertesi günde. Önceleri paramı alamadım, (siz siz olun maaşınızı almadan ayrılmayın iş yerinden...), ki ilk defa başıma gelen bir nane de değil. Borsa firmasından ayrıldığımda da paramı vermemişlerdi puştlar, üstüne üstlük dava ile ödüllendirildiydim. İki sene kadar uğraştık falan derken kazandım davayı ama Ankara'da açılması sebebiyle avukatımın Sivas - Ankara yolculuk masrafları üzerime kaldıydı. Bu dünyada benim gücüm yetmiyor hesap sormaya, ettik Allah'a havale. Neyse ben muruşla Sivas'a gitme planları yapıyordum parayı bulup ve iş de aramadım. Hatun sesini çıkarmadı, kayınvalide homurdanmadı ne derken bir hafta gece oturdum gündüz uyudum, pazartesi günü bir aylık paramı almayı umarak.

Sonra, Pazartesi şirkete geldim, ki gelmeden evvel üç beş kere aramış beni telefondan sevgili patronum. Ortalık karmakarışık, çünkü yeni aldığı çizimci kız gelmemiş o gün. Meğer bu, cumartesi para dağıtmış personeline, kız da parayı beğenmemiş falan derken, koca PVC fabrikasının imalatı durma noktasında sırf bu yüzden. Ben hiç imalat çizimi yapmadım ancak programı kullanmayı biliyorum. Allem kallem, yok Sivas'a gideceğim, arada Ankara yapıp f'ye uğrayacağım, yeni bir kitap yazıyorum, üstelik kahramanı sensin diyemedim tabi. Çok uzatıyorum farkındayım, bir ceviz ağacıyım Gülhane parkındayım, falan filan fişmekan, artık çizimci olarak eski iş yerimde çalışıyorum iyi mi sayın seyirciler...

"Deve Dikeni" yarım kaldı arada. İyi de ben ne zaman emekli olacağım ey Rabbülalemin?

Adamın parasıyla adama posta koyuyoruz iyi mi? Şirket hattına kayıtlı bu telefona aylık elli beş lira simgesi henüz yeni bulunan Türk Lirası ödüyor hıyar. Ekipleri organize etmem, müşterilerle sürekli konuşmam, arada kendide ve diğer kardeşlerine rapor vermem gerekir ve binlerce boktan kelimeyi yan yana dizerek hiç istemediğin bir şeyi en istemediğin kişilerle gün aşırı yapmak insanı epeyce yoruyor iki gözüm. İnsan telefonla konuşmaktan nefret eder mi? Hem de nasıl...

2

Kurgu elbette böyle değildi ama hayat yeterince acımasızdı. Özallı yılların "Küçük Amerika" olma hayalleri kuran az gelişmiş bir ülkenin, darbe sonrası ayakta kalmaya çalışan sisteminin arka sokak piçleriydik biz. Ve yeni yeni palazlanmaya başlayan kapitalizmin anasını bellemeye niyetli Romalıların rüyalarını gerçekleştirmeleri sonucu ellerinde oyuncak hamuru olmak vardı geleceğimizde. Anadolu kaplanları her yerdeydi ve her kükremelerinde on işçiyi sokağa salacak güçteydiler. On minik hobit, on zavallılık, on kahvehane müdavimi, on saçmalalık, on boktan hayat. Ama başbakan her yerde, her zaman, çok konuşuyor ve hep haklı. Özal bizi çok fena yoğurup dönüştürdü, muhteşem bir evrilme dönemi ve geldiğimiz aşama kötü yönetilen koaliasyon hükümetlerinden sonra halkın yüzde ellisinin desteğini almış bir ampül partisi. Işıyıp duruyor, de dibini aydınlatamıyor. Bizim için farketmez, kadim bir Çin atasözünde dendiği gibi "Fare yakalandıktan sonra kedinin siyah mı beyaz mı olduğunun önemi yoktur..." Kaybedecek hiçbir şeyimiz yoktu eskiden zincirlerimizden başka, şimdi ona da haciz geldi.

Romalılar hep vardı ama bu kadar çok sayıda ve görünür değillerdi en azından. Sa derebeyliği, koç krallığı, ağaoğlu, paşazade, amcagiller ne derken farkediyorsunuzki tüm romalılar birilerinin oğlu, kızı, yeğeni, geri kalanlarda onun bunun çocuğu. Ama memlekette özgürlük ve demokrasi mevcut bizim oğlan! Yeterince şansın ve gerçekten sıradışı bir yeteneğin varsa eğer sizde romalı olabilirsiniz. Elbette yersen, kim tutar küçük enişteyi...

3

Artık sağ yok, sol yok, devrim yok, lider yok, ideoloji yok, ideal yok, devlet yok, gelecek yok, sadece ertesi gün. Neye inanıp kimin davasını güdeceğiz Allah aşkına? Her tarafımız maddiyatla çevreli ve geçirmişiz üzerimize geçim derdini. Buradan ilan ediyorum, isteyen herkes istediği şekilde algılayabilir ama artık tek gerçek bilinmeze olan imandır. Saf haliyle mutluluk sadece inananların tekelindedir bundan böyle. Müslüman, Hristiyan, Mecusi, Budist artık her ne ise adı sadece inananlar bu dünyayı beklentisiz ve karmaşaya dalmadan atlatabilir ve huzuru yakalama şansını yakalayabilirler. Üstelik ölümü bile emeklerinin karşılığı bir mükafat ya da tekamül aşamasında ileri bir formda yeniden doğmak gibi bir fikir olarak değerlendirebilirler. Çünkü katlanılabilir kılan ötelemektir ve ilahi adaletin gerçekleşeceğine duyulan mutlak iman. Dünya ve insanoğlu adaletini kaybetmiştir ve bu saatten sonra bulma ihtimali de yok. Ceymsin dediği gibi tünelin ucundaki ışık aslında üzerimize doğru gelen trene ait. Kohen de noktayı koyar; 'Herkes bilir, zarların hileli olduğunu' diyerek. Mutlak inanç sahipleri (ki sayılarının pek az olduğunu varsayıyorum) haricinde piramitin tabakaları romalılar, cedaylar, hobitler ve arafilerden oluşmaktadır kaba bir tasnifle.

Hükümranlık romalıların elindedir, silikon vadisinden Harran ovasına, *** kadar küçük bir işletmeden sendika başkanına kadar sayısı ve niteliği birbirinden farklı binlerce karmaşık bir ilişkiler ağı ile örülmüştür. Ayrım Marks'ın sınıfsal farklılığını çoktan aşmış ve para ya da nüfusu kullanma biçimi şeklinde kendini ifade etmeye başlamıştır. Hükümetlerin rolü artık "bıraktık geçtiler, bıraktık yaptılar" a dönüşmüştür ve kendilerinin, politikalarının, meclisteki sandalye sayılarının romalılara hizmetkarlıktan öte bir anlamı yoktur. İŞte ceday yaftası burada devreye girer. Romalılar miras aldıkları veya bir şekilde kendileri kurdukları düzeni akla gelecek her vasıta ile korumak eğilimindedir. Bu içgüdüsel bir davranış biçimi olarak doğal yollardan insanoğlunun varlık sebeplerinden bir tanesidir. Bu yolda örgütlenebildikleri gibi tamamen bireysel de takılabilirler. Akla gelen gelmeyen her türlü alet edavat, insan gücü, yasal dayanak, siyasi manevralar, özgürlük ve demokrasi gibi uyuşturucu hapları, bilişim çağının modern tanrısı medya araçları bilerek ya da bilmeyerek bu yolda kullanılırlar. Kullanım amacı para kazanmak, kazanılan paranın korunmasını sağlamak, ardından daha çok kazanmak, bu durumu sürekli hale getirmek için çalışmak ve nihayetinde gücünün etki alanını devamlı artırmak istemek ve bunun farkında bile olmamak bir romalının hem yaşam biçimi hem de bahtsızlığıdır. Her romalının gönlünde bir Karun yatar ve romalı namzetlerinin daha çocukken bokunda boncuk olduğu söylenir. Romalı doğulmayabilir ama romalı ölünür ve kaldırıldıkları caminin imamı bile rayban marka siyah güneş gözlük kullanır. Cedaylar romalıların hizmetlerine fiilen katılabildikleri gibi dolaylı yollardanda amaçlarının gerçekleştirilmesinde yardımcı roller üstlenebilirler. Zaman içerisinde koca bir sektör haline gelmiş özel güvenlik kuruluşları bu yolda istihdamı gerçekleştirir ancak diğer taraftan bakarsak eğer devletin güvenlik birimleri ve hatta devletin bizatihi kendisi en büyük ceday örgütüdür. Servet birikiminin sağlanması kadar devamlılığının korunmasıda gerekmektedir ve benim siyasetçim romalı sever. Romalıda çıkarları gereği siyasetçiyi kucağında oturtur, öper, okşar, yetiştirir. Birbirleri arasında çıkar çatışması olmadığı sürece işler yolundadır, siyasetçinin önünde yönettiğini varsaydığı bir ülke vardır ve o başta olduğu sürece iktidar hazzını sonuna kadar yaşar ancak gelinen noktada adalet dahil her atılım çabası ya romalılara hizmet eder ya da romalı onu nakde dönüştürecek bir çözümle tedbirini alır. Hobbitler ve arafilerde babayı alır. Altta kalanın canı çıksın, Ebu Cehil'in de elleri kurusun...

Kendimi bildim bileli arafiyim ben. Metalikanın tanrısal müzik yaptığına inanıyorum. Cuma namazında vaaz veren kavruk imamların hayatlarında bir kez olsun gerçek müzik dinlemediklerini ve sırf bu yüzden kuru kuruya lillo mıy mıy konuşup, vaazları bittiğinde basamakları tek tek, ağır ağır, önce bir ayaklarını atıp ardından diğer ayağını çekerek aynı basamakta durup törenle aşağıya indiklerini ve bunu ciddi ciddi çok gösterişli bir hareket zannetiklerini düşünüyorum. Kutup ayılarını seviyorum mesala, dünyanın yok olması çok da tın ama bu salak insanoğlunun göz göre içindeki tüm güzellikleri bir bir yok ederek varolma savaşı midemi bulandırıyor. Birbirlerini öldürürken bu kadar mantıklı ve soğukkanlı olmalarını anlayamıyorum sonra, savaşlarını ve savaşa giderken takındıkları kutsal ideal tavrını aptalca buluyorum. Sürekli koşuşturmaları ve durmadan konuşmaları yoruyor beni. Paraya duydukları karşılıksız aşklarını, beşikten mezara peşinden koşmalarını, hobitlerin romalılara duydukları hastalıklı hayranlık hissini, ırk, ülke, memleket sevdalarını ve kendileri her neye inanıyorsa onu bir şekilde diğerlerinden üstün tutma geri zekalılığını ise anlamlandıramıyorum. Önceleri arafilerin en tutarlı eylem biçiminin alkolizm olduğunu düşünürdüm. Uyku, sigara, seks, boş konuşma ve internette vakit öldürmede iyiydi ama alkolün yeri bir başkaydı gözümde. Kendimizden ve dünyadan ne kadar uzaklaşabilirsek o kadar iyi hissedebiliyorduk ama artık üç doz emi vaynhavs ile güzelleşme yöntemini keşfettik. Daha ucuz ve etkili, üstelik mide ekşimesi ve baş ağrısı sorunu da yok.

Arafiler Saba Tümer'in kahkahalarından en azından nefret ederler. Bir kısmı Hilti denilen aletin beton delerken çıkardığı o korkunç sesi daha anlamlı bulduklarını ve tek bir saniye Saba Tümer kahkahası yerine yarım saat Hilti sesine maruz kalmayı tercih ettiklerini iddia edebilirler. Kafadan saçma sapan ve dengesizler sınıfına mensup bu grup asla bir araya gelecek ve herhangi bir sınıf ya da oluşuma tehtid oluşturabilecek toplu bir sayıya ulaşamayacak seviyededirler. Olsa olsa bir kahvehane masasında ortak bir amaç için ve birbirlerine katlanabilecek kadar oturabilirler. Bir arafinin hayatı ve birbirleriyle ilişkileri; kazancı ancak bir diğerinin zararına gerçekleşebilecek bir kumar masası etrafındaki insanlara benzer.

Kötülüğün üzerine krema serpiyoruz bu gece ve kimseyi memnun etmek niyetinde değiliz. Dünyanın bütün rahatsızları birleşin! Arızalanıyoruz...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Süpürge Otu - Devam

 

4

 

Eski usul Çin işkencelerinden birinin üzerimde denendiğini ve berbat bir cendereye sıkıştırılmış hissetmemi sağlayan ses düzeneğiyle mekanik saatim, şimdiye kadar onu bozmak için geliştirdiğim tüm yöntemlere rağmen çalışmasını sürdürüyor. Kaç kez duvara fırlattığımın sayısını ben bile unuttum, ama kendisi kelimenin tam manasıyla Rus oğlu Rus olduğundan, ucuz, gösterişsiz ve dayanıklı olmaya daha en başından kurgulanmış görünüyor. Biz Türkler pratik ve daha günü kurtarmaya yönelik aletlerin mucidiyiz nasılsa. Eşyanın tabiatı dedikleri şey de bu olsa gerek. Bir şey büyük, abartılı, ambalajı şık ve bol ışıklı reklâmla piyasaya sürülmüşse gözün kapalı made in USA damgasını vurabilirsin örneğin. İşlevsel ve sıra dışıysa Japon’dur, Himalaya dağ meltemi esintilerinin ve koskoca, çifte su verilmiş çelik Samuray kılıçları tarihinin çocuğudur. Eğer mal, güvenilir, pahalı, garanti belgeli ve dayanıklıysa sosis ve bira eşliğinde kuzey Avrupa da üretilmiştir. Her ne olursa olsun taklitse Çin, Kore ya da Türk malıdır. İşkenceye de alışılır, değil mi ki insanın adaptasyon yeteneğine işaret eder yedi bin yıllık yazılı ya da değil tarih destanımız. Bir keresinde kendisini Aslı’nın gidiş saatine ayarlamıştım benim bu Rus’u. Kurmadım sonra öylece kaldı uzun bir süre. Bir gün Aslı saatin durduğunu söyledi. ‘ Senin gittiğin saati gösterebilme yeteneğine sahip sadece ’ diye aklımca kompliman yaptım. Kendisiyle ilgili her şeyde olduğu gibi Aslı ayrıntıya indi, bir sürü süprüntü cümle kurmak zorunda bıraktı beni. Kompliman arada kaynadı gitti, geride beklemiş hoşaf tadında buruk lezzetler bırakarak. Bir keresinde de kökenleriyle ilgili tuhaf bir övgü saplantısına takılıp kalmıştık böyle. Arnavut göçmeni kökene sahip olmasının benim lügatimde ufak taşlarla örülmüş kaldırım, una bulanarak kızartılmış ciğer ve inatçı bir savunma taktiğiyle anti futbol oynayan Arnavutluk Milli Takımından başka hiçbir çağrışım yaptırmayışı, anlamadığım sebeplerden gücendirdi Aslı’yı, oldukça güzel geçen bir akşam yemeği sonrası. Domuzluk bende biliyorum. Doğrucu Davut ile Kral Arthur el ele vermişler de ‘ Şövalye Kanunları ’ el kitabı yazmışlar sanki okuyup uygulamam için. Her yerde her düşünülen fikir dile getirilmemeli felsefesini bir tür maskeli sahtekârlık saydığım sürece başıma gelecek felaketlerden dilim sayesinde mesulüm amenna. Olayı neredeyse ırkçı bir söyleme oturtmasını da ben ateşledim farkındayım. Ama sırf Türk olduğum için neden gururlanmam gerektiğini ve sokağa her çıktığımda, beş bin yıl evvelki atalarının uçsuz bucaksız Orta Asya steplerinde at sırtında, taş üstünde taş, baş üstünde baş komayarak sınırlar değiştirip devletler kurmalarının, ortalıkta salınan, cadde boylarında piyasa yapmakla meşgul bu nesle ne gibi bir faydaları olduğunu sormak ise başlı başına kâbustu. Hep tetikte ve savunmada yaşayan habis ve tescilli kötü bir ruha da sevgilisine ufak tefek de olsa mutluluğu çok görmek yaraşır zahir. Boşuna kaybetmedim ben bu aşk oyununda.

 

 

Gece neye hizmet ettiği belirsiz bir içgüdüyle kurduğum saatimin cırlamasıyla uyandım bu sabah. Bugün perşembe ve epey süreden beridir ilk defa sabah kalktığımda sigaraya emzik gibi asılmak değil, sıcacık demli bir bardak çay ve ekmek eşliğinde yumuşak, yağlı peynir parçacıkları yemek geçiyor içimden. Giyinip bakkala çıkma hevesim ve aynanın karşısında artık dişlerimi fırçalamam gerektiğini düşünmem de iyiye alamet değil. Ne olur ne olmaz gibisinden sokağa çıkar çıkmaz bir sigara iliştiriyorum dudaklarımın ucuna. Peynir yarım yağlı üç yüz elli gram, fişek yapılmış gazete kâğıdına tıkıştırılmış iki yüz gram siyah zeytin, çikolata, ekmek, sigara, kibrit, sakız ve diş fırçası. Bu hızla alışveriş yaparsam bir iki hafta sonra iflas bayrağını göndere diker ve borçlanma devresine girerim ki bu oldukça can sıkıcı bir durum. Zaten baba desteği olmaksızın bu kadar yıl ayakta kalmam epeyce zor olurdu benim için İstanbul’un bu güzide köşesinde. Bir de bizi neden Avrupa Birliğine almıyorlar diye hayıflanıp duruyoruz. Otuzlu yaşlarda hayata hala ailesine bağımlı tutunmaya çalışan kocaman bebeklerin boy boy kapılardan dışarıya yeşerdiği bir ülkeyi kucağına oturtsun diye kapı kapı dolanmaktan ayaklarının altına kara sular indi delikanlı başbakanımızın.

 

Tanzimat’tan bu yana yüzünü batıya çevirmiş ve demokrasi dâhil tüm siyasal ve toplumsal gelişimini dışardan gelecek desteğe endekslemiş bir ülkenin başbakanına da asgari ücrete yıllık yüzde on iki zam yapıp Avrupa da kulis yapmak yakışır. Hakkını yemeyelim daha kötülerini de gördük evvelinde. Bir şeyler yapar gibi görünüp suya sabuna dokunmadan iktidar koltuğunu işgal eden en azından beş tane başbakan ismi sayabilirim Türk siyasi tarihinde aklımın ancak erdiği on iki eylül askeri darbesi sonrası. Bugünlerde gıda maddelerinde yüzde on sekizlik katma değer vergisinin yüzde sekize çekilmesi gündemi meşgul ediyor ki olumlu bir gelişme, gelirinin büyük kısmını gıda sektörüne ayıran kitleler açısından. Fakat fiyat ayarlamasını serbest piyasa koşulları gereği üretici firmaların eline bırakmakla bu ne denli akıllı bir iştir, zurnanın son deliği tüketici zevatın cebine nasıl yansır göreceğiz yakında.

 

 

Eski bir gazete kâğıdı serip kuruldum salonun orta yerine, paraya kıyıp gazete bile aldım anasını satayım. Hayatı zehirlemenin iki yolu var; ya günlük yaşayıp sıkıştıracaksın kendini alelade iş ve ilişkilerin demir leblebi kıskacına, ya küçümseyip yaşantını daha yüksek değerlerin peşinde harcayıp gideceksin elinde var olanı. Yirmi iki yaşına kadar futbol takımı taraftarı olmamamın anlamını çözemeyişimin arkasında ki hakikat, hayata yeteri kadar tutku yerleştiremeyen silik kişilikler havzasında yitip gitmemdir. Arkadaşlarımın sürüklemesiyle gittiğim bir futbol maçında sadece anın tadını çıkartmaya çalışan iki hippi turistin hiç anlamadıkları dilde yapılan tezahüratlara güle oynaya eşlik etme gayretlerine, bizim el kol hareketlerimizi beceriksizce taklit etmelerine ve kalabalığın coşkusuna ayak uydurma çabalarına öylesine imrendim ki hemen orada Beşiktaş’ın görüp göreceği en ateşli taraftar olmaya karar verdim. Sarışın, yüzü çilli kız bizim takım gol atar atmaz erkek arkadaşına öyle bir sarıldı ki, biz Türklerin bir sorununun da aktif yaşama yeteneğimizin daha çocukluk döneminde çeşitli baskılarla sakatlanmış olduğunu hissettirdi bana. Roller çiziliyordu daha en başından ve biz o kalıplara uygun davranış türleriyle var olduğumuzda mutlu olabileceğimiz öngörüsüyle yetiştiriliyorduk. Haliyle daha stresli ve kompleks mizaçlı olmamız kaçınılmaz bir çıkarımdı ve ‘ Bizim topraklarda sert olmayan adamda dert olur oğlum ’ diyen bir babanın oğlu olarak bu saatten sonra hayata bakış açımı değiştirmeyi biraz zor kabullenebilirdim. Sanırım Aslı’yı korkutan nedenlerden biride bu karamsar izdüşümdü. Değilmi ki babasından öğrendiği kırılmaz kalıplar zincirine sıkı sıkıya bağlı erkeklik figürü beni ona çekmişti ve yine aynı gerekçe nasıl üniversiteye başladığından itibaren hızla kendini evinden uzaklaştırıp savurmuşsa ıraklara, benden de o aynı merkez kaç kuvvetiyle kopup gidecekti zamanı geldiğinde. Sadece beni algılama sorunlarıyla baş başa bırakıp gitmesi onuruma dokundu. ‘ Sev ama uzaktan ’ felsefesini ‘ ‘ Senle ya da sensiz olmuyor ’ aptal diplomatik benzeşmesiyle örtüştürmesini içime sindiremedim hiç.

İnsanların hayatı biçimlendirme çabalarının da iki eksen üzerine kurulduğunu düşünüyorum; var olmak ve sahip olmak. Doğar doğmaz göbek bağını kesip kulağına ezan okuyorlar ardından bir melek elinde iki hapla beliriveriyor bebeğin zihninde. ‘ Mavi ve kırmızı hapım var sadece elimde küçük insan, biri sahip olmanın muhteşem zenginliğini ayağına seriyor, diğeri var olmanın korkunç hüznünü. Seçimin üzerine kurulacak bir hayatın izlerini süreceksin gelecek yaşamında. Mavi hapı seçersen kendini sahip oldukların ve olamadıklarınla tartacaksın. Mutluluk denilen aldanışa aklın sığsa ve benliğin yeterince kuvvetliyse erişmen mümkün. İç onu ve hayatın boyunca var oluşunu yadsıyarak kendin hariç her şeye kucak açarak yaşa. Çağlar boyunca insan kardeşlerin milyonlarca defa bu yolu seçti ve geride kalan torunlarına sayısız oyuncak bıraktılar oyalanmaları için. Kırmızı hapı seçmek istiyorsan artık uğraşacak sadece kendin varsın sevgili küçüğüm. Geride kalan her şey sisli bir perdeden görünecek bundan böyle sana. Yaşamını koca bir arayışın pençeleri arasına sıkıştıracaksın ve mavi haplı serdengeçtiler her köşe başında sırıtkan konuşmalarla alay edecekler seninle. Sana sadece kendini bulman ve bununla baş edip var olman için yola koyulma fırsatı sunuluyor. Hiçbir yere varamaman mümkün, olabilecek her noktaya ulaşman olası. Seç birini evladım seç ve kaderini çiz, ardından her şeyi unutup altına işeyeceksin ve her şey kaldığı yerden devam edecek. ’ Sanırım ben kırmızıdan yana kullandım tercihimi. Hikâyemin yegâne desteği bu masaldır ve Aslı’ya mutsuzluğumu açıklayacak başka türlü somut bir gerekçe sunmam da mümkün görünmüyor. Başarabildiğim tek şey olabildiğince dürüst olmak ve her ne isem onu açıkça ortaya sürmek. Poker oyuncusu olmak için yetiştirilmedim ben ya da ruhumu şeytana satıp elde ettiklerimin üzerine basarak yücelmek üzere kurgulamadım geleceğimi. Peynir, zeytin, ekmek yemem gerekiyorsa kahvaltı masasında sadece onlar vardır. Dişlerimi fırçalıyorsam hayatı en sıkı yerinden yakalamışımdır, gece yıldızlara bakmayı akıl etmişsem günü artıda kapamışımdır, hesabımı ödemişsem ve borç bırakmamışsam yarına mutluyumdur, ayakkabılarım vurmuyorsa ya da yanından yöresinden patlayıp su almıyorsa halim vaktim yerindedir, işime gücüme karışan pek yoksa ve akıl verip durmuyorsa birileri olur olmaz, bir şekilde hayatımı rayına oturtmuşumdur. Bir yalnızlık döngüsünün manifestosunu yazdığım elbette aşikâr, ancak şartların sınırını ben belirlemedim. Kaderin bana çizdiği minicik rolü Sezar gibi güçlü, Spartakus kadar onurlu geçirme kararım asla beni terk etmeyecek.

 

 

Şimdi küçük zeytin tanelerinin sarıldığı gazete kâğıdına bıraktığı gri izler üzerine, ‘ Boya katmışlar lan buna zehirliyorlar bizi ufaktan valla ’ geyiğine sardırmadan sofrayı kaldırıp dışarıya hazırlanma vakti. Gitmeden hafta sonu maçlarına göz atıp bir kupon hazırlamakta fayda var. Mahşerin üç kara belası İngiliz ada şövalyelerinden ikisi evinde, biri deplasmanda oynuyor, Fransızları es geç dünyanın en dengesiz ligi bu sene, ( geçen hafta lig birincisinin, sondan ikinci takıma kendi evinde berabere kalıp beni hatırı sayılır bir paradan ettiğini sadece sağır sultan duymadı ona da yazılı açıklama gönderdim ) İskoçlardan iki takım iki banko, sanki bu ülkede diğerleri bunların şampiyonluk yarışında figüran rolüne soyunmuşlar yıllardır, geçinip gidiyorlar kendi aralarında, makarnacılardan dört sağlam maç seçersek, üstüne İspanyol boğalarından da bir iki takım eklersek, oranlarının çarpımı otuz ikiyi bulur. Üç yeni Türk lirası yatırsak doksan altı lira kazanma ihtimalini cebe koyar hafta sonuna da kahvehanede konuşacak mevzuumuz olur hiç değilse. Daha adamakıllı bir para kazanmadım devlet marifetiyle tertiplenmiş bu kumar işlerinden ancak sadece çocuk esirgeme kurumuna şans oyunları kanalıyla yaptığım zorunlu bağışlar sayesinde cennette orta büyüklükte bir köşk edinme çabalarımın bir neticeye ulaşmasını umuyorum öteki dünyada. Milyonlar milyarlar yerine liralardan kuruşlardan bahsetmem boşuna değil. Geçen yılsonu şaşaalı reklâmlarla televizyonlarda günaşırı tanıtılarak ocak bir itibariyle altı sıfırı atılmış yeni Türk lirasıyla da tanıştık çok şükür. Su katılmamış süt rengi iktidar partimizin icraatın içinden programında konuşacak ve gündemi meşgul edecek bir mevzusu daha var artık.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Koleksiyon yapsaydım şayet; eski saatler olurdu bu. Çok severim eski saatleri ancak; kazara bir yerde, mekanik saatlerin sesine, insanların psikolojik olarak kalp ritmlerini ayarladığını okumuştum. O günden itibaren her tik tak sesine ritmimi ayarlar oldum ve o saatlerle yatamaz oldum. Çok eskilerde öğrenmiştim kalp ritmimi düşürmeyi, sırf suyun altında daha fazla kalabilmek için. Demek ki hızlandırabiliyormuşum da... : o )

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

:)

 

Deve Dikeni - 2

4

"Bugün firmam için ne yaptım demelisiniz..." dedi ve çaya uzandı yeniden. Sanki Allah pezevenk, gün boyu benim için ne yaptın diye sorguya çekiyor? Neyse. Yarım saattir konuşuyorduk, daha doğrusu o oyununu sergiliyor, ben arada sırada kem küm ederek eşlik ediyordum. Aylık maliyetimin kendisine bin altı yüz elli lira olduğundan bahsetti bir ara. Bin lira maaşı anladık da geri kalanı da ne oluyor diye kafamda tarttım o an. Bin lira maaş almama rağmen kağıt üstünde asgari ücretle çalışıyoruz. Dürüst ve hak bilir patronumun sigorta primini az ödemek için kullandığı yöntemlerden sadece bir tanesi bu. Devlet bu durumdan haberdar mı? En azından tahmin ediyordur, ama ne denetler ne de herhangi bir yaptırım uygular. Servet birikimi önemlidir ve ehil ellerde çoğalmalıdır, bizim gibi zibidilerin cebinde çar çur olacağına patronum gibi kurtların yönetiminde yatırıma dönüşmesi, fidanların ağaca, ağaçların ormana dönüşmesi uygun bulunur. Sonra o orman kereste olmalıdır, her şey bir işe yaramalı, her fırsat değerlendirilmelidir. Sistem artıklarını yemek üzere düzenlenmiştir ve; Cehaletin bir diğer göstergesi de gelişi güzel abartıdır...

5

Hiç kolay olmadı. İkinci dünya savaşı sonrası soğuk savaş döneminde safların rengi belliydi en azından. Sosyalist ve kapitalist dünya uzayda bile birbiriyle mücadele ediyordu ve siyaset ile uzantıları enerjilerini bu kıyasıya rekabete harcıyordu. Ülkemin gençleri ceplerinin yoksulluğunu idealin kıvılcımıyla tutuşturdu geçmişte ve seksen darbesine kadar uyku kaçıran bir kaos dönemi yaşadık. Cinayetler, anarşi, soygunlar, mitingler, grevler gün aşırı ve devasa boyuttaydı. Ayrışma ve bir diğerinin varlığına dahi tahammül edememe had safhadaydı ve kukla hükümetler beceriksiz siyasetçilerin elinde çaresizlik içerisinde sadece seyrediyorlardı olup biteni. Nekrofilik bir dönem ve öyle bir aşamaya geldik ki celladımızı çare olarak kabullendik. Daha kötüsü olamazdı nasılsa. Bir şekilde bitmesi gerekiyordu ve bunun sert ve ölümcül bir rüzgarla gerçekleşmesi umulmadık, istenmeyen ama kabullenilebilir bir durumdu. Bir gün herkesin şöyle bir durup "Hey ne yapıyoruz biz? Ülke kurtaralım diye diye o kurtarılacak ülke içerisinde yaşayan kimse kalmayacak neredeyse..." demelerini kimse beklemiyordu çünkü. Herkes yeterince kan, gözyaşı ve tere bulaşmıştı ve hiçbir su temizlemiyordu artık ellerdeki kiri. Şiddetin kendine has bir gücü vardı ve bir sarmal halinde içine çekiyordu önüne geleni. Tarafsız kalamıyordunuz, bir zaman sonra safınızı seçmek zorunda kalıyordunuz sanki. Vatandaşını koruyamayan geceleri hakimiyetini yitiren aciz bir devlet, kurtarılmış bölgeler, banka soygunları, bombalı eylemler, mezhep çatışmaları, nokta atış siyasi cinayetler, kilitlenmiş ve işlevini yitirmiş bir eğitim ve sanayi sistemi. Yokluk, fakirlik, umutsuzluk, anarşi ve; pandoranın kutusu açıldı bir eylül sabahı.

Güneş farklı doğmadı o gün. Doğa insanların tüm saçma eylemlerine rağmen ritmini bozmaz hiç, elbette etkilenmediyse. Doğaya bir şekilde dokunursanız eğer o da size dokunur. Tüm teknoloji ve donanımınıza rağmen kontrol edemeyeceğiniz bir nokta vardır ve bozmaya çalıştığınız şey size yıkım olarak geri dönecektir. İnsanın kendi gücüne tapınması kadar acınası ve geçici bir hayal yoktur. Ama vazgeçemezler.

Güneş farklı doğmadı o gün. Dudakları gülümseten ve içi espriyle doldurulmaya çalışılan nostaljik bir hatırlatmayla radyoda merhum Hasan Mutlucan davudi sesiyle kahramanlık türküleri söylüyormuş generallerin ülkeyi bu sefer hakikaten kurtardıklarını deklare ettiklerini beyan ettikleri sırada. Ülke kurtarılmaktan bıkmış tabii, ne de olsa gelen gideni aratırmış ve askerlerin öptüğü demokraside gül bitermiş hep. Ben o sıralar küçüktüm aklım ermiyor pek, kitaplardan öğrendim sonradan pek çok şeyi ve elbette sol yayınlar çok fazlaydı bu konuda her zamanki gibi. Zaten bu memlekette sanat adına yürütülen hemen hemen her faaliyet bu amcalar tarafından yürütülürdü eskiden beri. Bir kısmı gerçekten yetenekliydi de, ama pek çoğu eş, dost, akraba kontenjanından sanatçı kimliği kazanır, ardından köşe başlarına tutarlar, bir daha da kimseyi yanlarına yanaştırmazlardı. Darbe sonrası ortalık derlenip toparlandı yeşillerce bir güzel. Kurunun yanında yaş da yandı ama şiş ve kabap da epeyce nasibini aldı bu yanma olayından. Siyasi parti başkanları tutuklandı birer birer. Bir rahmetli Türkeş paçayı kurtarmıştı, aradan biraz zaman geçtikten ve başına gelebilecekleri sağlama aldıktan sonra gitti teslim oldu sonunda. Ne de olsa asker geçmişi vardı, bilirdi çarkların nasıl işlediğini. Yoğun bir propaganda dönemi yaşadık yeni anayasa hazırlanırken. Kurtarılmış bölgelerden silah depolarına, devrim mahkemelerinden banka soygunlarına, örgütsel dökümandan hücre evlerine kadar ne bulunduysa evimize aktı siyah beyaz ekranlardan. Evren alıp başını gitmişti, akla gelen gelmeyen her yerde miting düzenliyor, şehir şehir, kasaba kasaba gezip ülkenin içinde bulunduğu kaos ortamından yeni anayasa ile nasıl kurtulacağını anlatıyordu. Kimsede bu akışa karşı çıkacak cesaret yoktu ve uygulamalar yer yer çılgınlığa varan kötülüğe dönüşebiliyordu. Şiddeti bastırmak için şiddet uygulamak gerekiyordu sanki ve hiç kimse sorgulamıyordu bunu. Bastırılmışlık hissi ve kıskaca alınma süreci başlamıştı. Tek ya da toplu olarak olaya müdahale etme şansımız elimizden alınmıştı ve sadece seyrediyorduk olup biteni. Önce düşüncede yenildik çünkü. Nasıl istedilerse öyle yaptık ve yeni anayasaya çok büyük oranda evet dedi bu memleketin insanı. Bir dünya yeni parti kurulmuştu arada ve Evren cumhurbaşkanı olarak yerini sağlama aldı bir bakıma. Ama yeni kurulan partilerin bir kısmında tuhaflık vardı, eskilerin bir tür uzantısı olarak sistem içerisinde yer aldılar sanki. Hapisten yeni çıkan ancak siyasi faaliyet yasağı halen devam eden parti başkanları ilerde tekrar başa geçmenin hesabı içerisindeydiler ve zamanı geldiğinde koltuğu rahatlıkla kendilerine devredecek kukla kişiliklerin parti başkanı olmasına izin verdiler. Parti isimlerinden amblemlerine kadar her şey eskisini çağrıştırıyordu ve ANAP diye bir parti yeni seçim yasasının tüm imkanlarını sonuna kadar kullanarak başa geçti. Aranan lider tombul ve gözlüklüydü ve karısı ile birlikte gökten zembille inmemişti. Muhafazzakar geleneğin dilini iyi biliyordu ve bu memlekette bu durum iktidara gelme olasılığının tek giriş kapısıydı. Manevi değerlere göz kırp, hafiften ulufe dağıt amire memura, esnafa iki vergi kıyağı çek, vatandaşın zamlardan bükülmüş beline ufaktan bir omuz at, hop; seçimlerde çoğunluk oluşturacak sandalye sayın garantilensin. Özal bu süreci çok iyi değerlendirdi ve Türkiye'yi kapitalizmin kucağına oturtacak darbe öncesi imzalanan yirmi dört ocak kararlarını işleme koydu. Kucağa bir oturduk ve bir daha da kalkamadık. İyi mi oldu kötü mü yoksa buna tarihin tozlu sayfaları ve torunlarımız karar verecek, biz geçiş dönemi çocukları olarak değişimi bünyemize adapte etme çabasındayız hala. Marks der ki "Tarihte bir şey olmuşsa başka türlüsü olamayacağı içindir..." Geçmişe bak geleceğini karart öyleyse Nemesiz!

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...