Jump to content

Ömer Seyfettin


Dolunay

Önerilen Mesajlar

http://www.geocities.com/doru_tay/image/omer01.jpg

 

Hayatı

Ömer Seyfettin, yazı ve öyküleriyle dilde sadeleşme hareketinin öncülüğünü yaparak yeni bir edebiyat akımının oluşumunu sağlayıp, Türk öykücülüğünde kısa öykü türünün dil, anlatım tekniği ile tematik yönden ilk özgün örneklerini vermiştir. Aynı zamanda ulusal edebiyat akımını başlatan yazarlardan olan Ömer Seyfettin 28 Şubat 1884'te Gönen'de doğdu. Babası, Kafkasya Türklerinden yüzbaşı Ömer Şevki Beydir. Öğrenimine, dört yaşında iken, Gönen Mahalle Mektebi'nde başladı. Ailesiyle birlikte İstanbul'a gelince (1892), ilköğrenimini özel bir okul olan Aksaray'daki Mekteb-i Osmani'da sürdürdü. Babasının isteği üzerine, Eyüp baytar Rüştiyesi'nin subay çocuklarına özgü bölümüne yatılı olarak yazıldı (1893). Buradaki eğitiminden sonra (1896), Edirne Askeri İdadisi'ni (1900) ve İstanbul Mekteb-i Harbiye'yi bitirdi. 22 Ağustos 1903'te piyade teğmeni rütbesiyle mezun oldu. Merkezi Selanik'te bulunan 3. Ordu'nun İzmir Redif Tümeni'ne, daha sonra da Kuşadası Redif Taburu'na atandı (1903-1906). İzmir Zabitan Efret Mektebi'nde öğretmenlik yaptı (1906-198). Üsteğmenliğe yükseldi. II. Meşrutiyet'in ilanı üzerine (23 Temmuz 1908), 3. Ordu'nun selanik'teki merkezinde görevlendirildi. Bir süre sonra da (1909) Makedonya sınırındaki Yakorit köyü sınır bölüğünde bölük komutanlığı yaptı. 1911'de öğrenim ücretini ödeyerek, isteğiyle ordudan ayrıldı, Selanik'e yerleşti. Ziya Gökalp ve arkadaşlarının çıkardıkları "Genç Kalemler" dergisinin kadrosuna katıldı. Balkan Savaşı'nın başlaması üzerine, yeniden orduya çağrıldı (14 Eylül 1914). Sırp ve Yunan cephelerinde savaştı. Yanya kalesinin savunmasında Yunanlılara tutsak düştü. Naflion kasabasında bir yıl süren tutsaklığı sona erince (Kasım 1913), 4 Aralık 1913'te İstanbul'a döndü. Kısa bir süre "Türk Sözü" dergisinin başyazarlığını yaptı. Kabataş Erkek Lisesi'nde edebiyat öğretmenliğine başladı (1914). Ölünceye dek bu görevini sürdürdü. Bir doktorun kızı olan Calibe Hanım'la evlendi (1915). Bu evlilikten Güner adında bir kızı oldu (1916). Darülfünun'da (İstanbul Üniversitesi'nde) kurulan Tedkikat-ı Lisaniyye Encümeni üyeliğinde bulundu (1917-1918). Eylül 1918'de eşinden ayrıldı. 6 mart 1920'de kaldırıldığı Haydarpaşa Hastanesi'nde şeker hastalığından öldü. Kadıköy Kuşdili'ndeki Mahmut Baba Türbesi mezarlığına gömüldü. 1939'da, kemikleri Zincirlikuyu Mezarlığı'ndaki Asri Mezarlık'a taşındı.

 

 

 

Edebî Hayatı

Edebiyatla ilgisi, Edirne Askeri İdadisi'nde öğrenciyken başladı. İlk şiiri "Hisss-i Müncemid", "Ömer" "imzasıyla "Mecmua-i Edebiyye" de (7 Aralık 1316, "1900", Sayı: 9); "Gizli Kağıt" adlı ilk yazısı yine aynı derginin 20 Mart 1902 tarihli sayısında; ilk öyküsü "İhtiyarın Tenezzühü" ise "Sabah" gazetesinde yayımlandı (1902). İzmir'de ve Makedonya'da görevli bulunduğu yıllarda "Sebat", "Hizmet", "Serbest İzmir" (1903), "Aşiyan", "Musavver Hale", "Düşünüyorum", "Kadın", "Rumeli", "Teşvik", "Piyano", "Zeka", "Çocuk Bahçesi", "Genç Kalemler" (1908-1912) gibi dergi ve gazetelerde şiir ve makaleleri çıktı. Askerlikten ayrılıp Selanik'e yerleştikten sonra, başyazarlığını Yunus Nadi'nin yaptığı "Rumeli" gazetesinde, "Kadın" ve "Bahçe" dergilerinde yazdı. Ziya Gökalp ve Ali Canip'le (Yöntem) birlikte yeni biçimde çıkarmaya başladıkları "Genç kalemler2 (11 Nisan 1911) dergisindeki yazılarıyla asıl ününü yaptı. Derginin ilk sayısında imzasız olarak yayımladığı "Yeni Lisan" makalesinde ileri sürdüğü görüşler ve savunduğu düşüncelerle ilgiyi çekti. Bu görüşleri Milli Edebiyat akımının başlangıç bildirisi olarak nitelendirildi. Tutsaklığı sonrasında İstanbul'a dönünce, "Türk Sözü" dergisinin başyazarlığına getirildi (12 Nisan 1330, 1914) Birinci Dünya Savaşı yıllarında Ziya Gökalp'ın çıkardığı "Yeni Mecmua"da (Temmuz 1917) yayımladığı öyküleriyle ünü yaygınlaştı. "Tanin", "Vakit", "Türk Dünyası", "Zaman", "İfham" gazetelerinde (1918-20); "Türk Yurdu" (1913), "Yeni Mecmua" (1917) "İnci", "Diken", "Şair" (1918); "Donanma", "Büyük Mecmua" (1919) gibi dergilerde öykü ve romanlarının yanı sıra şiir ve makaleler yayımladı. Yarım kalan iki çevirisi; İlyada 1918'de "Yeni Mecmua"da, Kalavela ise "Türk Yurdu"nda tefrika edildi. Sağlığında kitap olarak üç yapıtı yayımlandı: Ashab-ı Kehfimiz, (roman, 1918); Harem, (uzun öykü, 1918); Efruz Bey, (roman, 1919). Bazı öyküleri, ölümünden sonra iki ciltte toplandı: Yüksek Ökçeler, 1923; Gizli Mabet, 1923. yapıtları toplu olarak 1938'de yayınlanmaya başladı (9 cilt). Birkaç kez basılan bu ciltlerin 1950'den sonraki yeni basımlarını hazırlayan Şerif Hulusi; notlar ve varyantlar ekleyerek yapıtları 10 cilt olarak yeniden düzenledi. Bunu, 1962'de, Tahir Alangu tarafından, külliyatına girmemiş 30 öyküsü eklenerek "Toplu Eserleri" adı altında 11 ciltlik yeni basımı izledi. 1970'de yayınlanmaya başlayan "Bütün Eserleri" temalarına göre 11 ciltte toplandı. Şiirleri Fevziye Abdullah Tansel tarafından derlenerek, Ömer Seyfettin'in Şiirleri adı altında yayınlandı (1972).

 

 

 

Edebî Kişiliği

 

Ömer Seyfeddin'in eserlerinin ağırlık noktası Türk milliyetçiliğidir. Yaşadığı devrin karışık olayları, ideolojik durumu dikkate alınınca, Ömer Seyfeddin'in milliyetçilik ve Türkçülük üzerinde ısrarla durması ve bunları savunması önemlidir. Sınır boylarında süren askerliği sırasında Osmanlı unsurlarının bağımsızlık hareketlerine şahit olmuş, Osmanlıcılığı savunmanın manasız olduğu görüşüne varmıştır.

 

Ömer Seyfeddin edebiyata şiirle başladı. İlk şiiri henüz 16 yaşında iken, Mecmua-i Edebiye'de yayınlandı. Aynı dergide başka şiirleri de çıkan Ömer Seyfeddin, bu şiirlerinde aruz veznini ve Sone şeklini kullanmıştır.

 

Türk edebiyatında hikaye türünü yerleştiren Ömer Seyfeddin'dir. Hikayelerinin konusunu kendi hayatından ve yaşanılan gerçek hayattan almıştır. And, Falaka, İlk Cinayet, Kaşağı da çocukluk hatıralarını; Primo Türk çocuğu: Nasıl doğdu?, Primo Türk çocuğu: Nasıl Öldü?, Bomba, Beyaz Lale, Fon Sadriştayn'ın Karısı, Fon Sadriştayn'ın Oğlu, Kızıl Elma Neresi?, Hürriyet Bayrakları, Bahar ve Kelebekler, Çanakkale'den Sonra Bir Çocuk: Aleko, Forsa, Müjde gibi hikayelerinde Osmanlı İmparatorluğu içindeki Türk unsurların millî şuurlarını uyandırmak istemiştir.

 

Ömer Seyfeddin Batı medeniyetine özenmeyi şuursuzluk olarak görmüştür. Efruz Bey ve Yüksek Ökçeler'de bu temaya ağırlık vermiş; Boykotaj Düşmanı, Mehdi, Piç, Bir İttihadçının Hatıra Defterinden isimli hikayelerinde ise çağın siyasi ve sosyal düzenini hicvetmiştir.

 

Ömer Seyfeddin, takma ad, rumuz veya imzasını atarak yazdığı makalelerinde, Yeni Lisan, Gökçe Türkçe, Güzel Türkçe, Sade Türkçe, gibi adlar verdiği dilimiz ile ilgili görüşlerini ortaya koyar. Dilin kendi kanunları ve ihtiyaçları içinde gelişebileceği ve ancak dilin tabiatına uygun bir müdahale yoluna gidilebileceği fikrini taşır. Milli edebiyatın temelini meydana getirecek olan dil hakkındaki görüşleri Yeni Lisan adı altında yayınlamıştır.

 

 

 

Yaşadığı dönem ve düşünce dünyası

Fransız devrimiyle gelen özgürlük yanlısı düşünceler, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan azınlıkları "ulusal bilince" yönelme mücadelelerini geliştirir. Balkan Savaşı öncesi, İmparatorluk içinde başlayan bu çözülüşe karşı devletin birliğini korumak, yıkılışını önlemek ülküsünden hareket eden siyasi akımlara (İslamcılık, Osmanlıcılık, Batıcılık) 1911'den sonra ortaya çıkan Türkçülük akımı da katılır. İmparatorluk içindeki ulusların bağımsızlık mücadeleleri ve imparatorluğun çöküşünü hazırlayan etkenler karşısında devletin birliğini ayakta tutabilecek ülkü olarak benimsenen Türkçülük akımının siyasi alanda "halka doğru" yönelişi; edebiyat alanında da "ulusal kaynaklara dönme" düşüncesini oluşturur. Halka ulaşabilmenin tek yolu olarak da ulusal bir dil, tarih ve kültür birliğine sahip çıkılmasıyla olabileceği düşüncesini yaygınlaştırır. Özünde halka yönelikliği amaç edinen bu eğilim, ulusal bir edebiyatın oluşmasında da ulusal bir dilin benimsenmesini ilke edinir. Bu görüşlerden yola çıkan Ziya Gökalp ve arkadaşlarının, İkinci Meşrutiyet'in getirdiği özgürlük ortamında, "Genç Kalemler" dergisi çevresinde başlattıkları hareket; bu akımın ulusal bilinçlenme yolundaki yönlendirici çabası sayılır. Tanzimat'tan beri süregelen dilde sadeleşme eğilimi, bu düşünceden hareketle benimsenir, geliştirilip sistemleştirilir.

 

 

 

"Yeni Lisan" hareketi

Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp ve Ali Canip tarafından Selanik'te çıkarılan "Genç Kalemler" dergisinde yayımladığı "Yeni Lisan" adlı makalesinde; "milli bir edebiyat vücuda getirmek için evvela milli bir lisan ister", düşüncesini savunarak, bu akımın ideolojisini oluşturan öncüleri arasında yer alır. Dilin sade, yalın ve anlaşılır olmasından yanadır. Türkçenin kurallarına göre hareket edilmesini, dilin Arapça ve Farsça sözcüklerden arındırılmasını savunur. Halkın anlayacağı bir dille yazmayı, halka gitmenin ilk koşulu olarak benimser. Ürünleriyle, bu yönelimin Türk edebiyatının ilk örneklerini verir. Milli edebiyat akımının oluşmasında önemli katkılarda bulunur. Birinci Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında, Ziya Gökalp ile İttihat ve terakki' Merkez Umumisi'nden belli bir kadronun belirlediği yeni kültür politikasına bağlanır. Bu dönemde (1914-1916) edebiyat dışı çalışmaları, polemik yazarlığı ve kadro adamlığı yanı ön plana çıkar. İttihat ve Terakki Fırkası'nın görüşlerini savunduğu görülür. Bu amaçla, 1914'te, "Panislamist ve Pantürkist" görüşleri savunan "Yarınki Turan Devleti" ve "Tarhan" takma adıyla "Ameli Tecrübelerden Çıkarılmış Ameli Siyaset" adlı kitapçıkları yayımlar.

 

 

 

Hikâyeciliğinin Aşamaları

 

Yazın yaşamının ilk evresi sayılan İzmir döneminde (1903-1908) Baha Tevfik, Hemmet Necip (Türkçü), Yakup kadri, Şehabettin Süleyman gibi yazarlarla ilişki kurması; ona, düşün dünyasını zenginleştiren bir ortam hazırladı. Fransız edebiyatını yakından izlemesi, özellikle de Guy de Maupassant ve Emile Zola'yı tanıması, M. Necip Türkçü'nün dil üstüne görüşlerinden etkilenmesi bu dönemine rastlar.

Yazın yaşamına girişi şiirle oldu. Bu evrede yazdığı şiirlerinde Servet-i Fünun şairlerinin etkileri görülür. Aruz ölçüsüyle yazdığı şiirlerinde ağdalı bir dil hakimdir. "Yeni Lisan" akımı sonrası hece ölçüsüyle yazar.Dilini daha yalın ve anlaşılır kılar. Şiiri, düşüncelerini ve ülküsünü anlatabilmede bir araç olarak görür.

 

Öykücülüğünün birinci evresini oluşturan 1909-1913 yılları, Makedonya'da bulunduğu süreyi kapsar. Balkan uluslarının ulusal kurtuluş mücadeleleri onun "ulusal" bilince ulaşma düşüncesini etkilerken, bu dönem öykülerinin de başlıca temasını oluşturur. Buradan hareketle, yaşadığı devrin siyasal hareketlerini eleştiren, Türkçülük anlayışını destekleyen öyküler yazdı. Bu öyküleriyle bir yandan da sade dil anlayışının savunuculuğunu yaptı. Öykücülüğünün ikinci evresinde (1917-1920) toplumsal eleştiri ve taşlama yanı ağır basan öyküler yazdı. İmparatorluğun savaştan yenik çıkmasıyla iyice belirginleşin yıkılış günlerinin sorunlarına yönelir. Son dönem öykülerinde mizah yanı ağır basar. Yaşanılan koşullar, onun bu tür öyküye yönelişini hazırlar.

 

 

 

Sanatı

Guy de Maupassant'ın öykü anlayışından etkilenerek geliştirdiği öykücülüğüyle, çağdaş Türk edebiyatında bu türün (kısa öykünün) öncüsü sayılmıştır. Çoğunlukla bir tez ekseninde işlediği öykülerinin başlıca temasını yaşadığı dönemin toplumsal ve siyasal olayları oluşturur. Tematik yönden çağdaş Türk öykücülüğüne yeni açılımlar kazandıran nitelikte konuları ele alıp işlediği gözlendi. Öykülerinde dönemin siyasal akımlarını, balkan uluslarının bağımsızlık mücadeleleri karşısındaki Türklerin yaşantılarını ve onlarla ilişkilerini, çocukluk anılarını, birinci Dünya Savaşı'nın toplum yaşamına yansıyan olumsuzluklarını, halkın yanlış inançlarını, toplumsal yaşamın bozuk ve kötü yanlarını, tarihsel olayları konu edinmiştir. Yaşadığı dönemin olaylarından edindiği gözlem ve anılarının yanı sıra halk fıkralarından, folklor ve destanlardan da yararlanarak öykülerinin konularını zenginleştirmiştir.

Toplumsal yergi ve gülmece öğelerinin belirgin olduğu kısa mizahi (magazin) öykülerinde ise güncel yaşamın sıradan olaylarını eleştirel bir biçimde yansıttığı gözlenir. Öykülerinde konuşma dilini etkin kılarak, çağının toplumsal sorunlarına yönelmiş, bunları toplumsal eleştiri ve yer yer de humour yüklü bir anlatımla yansıtmıştır. Öykülerinde süssüz, yalın bir anlatım hakimdir. Konuşma dilini yazı diliyle birleştirmesi, "Hakikati, görüldüğü gibi, edebiyat yapmadan yazmak" amacı anlatımcılığının en belirgin yanını oluşturur. Kişi, yer betimlemeleri ve ruhsal çözümlemelerden ise; 'olay'dır ön planda olan. Bu bağlamda, 'olay' öyküsünün biçimsel özelliklerini başarılı bir biçimde kullandığı görülür. Öyküsünü kişi-çevre-olay kurgusu üzerine kurar, serim-düğüm-çözüm/sonuç bölümlerine uyarak geliştirir. Öykülerinde 'olay'a önem verişi, tip ve karakter çizmesini engeller görünse de; epik öykülerinde yansıttığı olaylar içinde belirgin kişilikler çizdiği görülmektedir.

 

Toplumsal olaylara yaklaşımındaki bakış açısı ve döneminin sorunlarını yansıtmada beliren düşünsel eğilimleri öyküsünün ana tezini oluşturur. Ona göre; söyleyişten çok, söylenen düşüncedir önemli olan. Öykü bir araçtır; düşünceleri iletmeye, toplumsal yapıdaki bozuklukları göstermeye. "Cehaletin, nasuti duyguların alçalttığı beşeriyyet için onu bir kurtarıcı olarak görür. Özellikle konularını tarihten alarak yazdığı öykülerinde; ülkenin savaş sonrası umutsuz, karamsar havası içindeki insanlarına "iyimserlik ve umut vermek" amacı güttüğü belirgindir.

 

 

 

Eserleri

 

 

 

Hikayelerinin yanında değişik mahlaslarla şiirler de yazan Ömer Seyfeddîn'in esas edebî faaliyeti, Genç Kalemler mecmuasının ilk sayısında neşrettiği Yeni Lisan adli makalesinde görülür. Bu makalede; edebiyatımızın Garba yönelmeden önce Sark edebiyatını, Garba yöneldikten sonra da Fransız edebiyatını taklide yöneldiğini anlattıktan sonra, kendi anlayışına göre, edebiyatımızın takip etmesi icap eden esaslar hakkında bilgi verir. Bu anlayış, edebiyatımız hakkında, bilhassa sadeleşme mevzuunda söyledikleri, günümüze kadar söylenmişlerin en doğruları olarak kabul edilmektedir. Milliyetçilik hakkındaki görüşlerini de bu yazısında bulmak mümkündür. Diğer yazılarından da anlaşılacağı gibi, milliyetçilik anlayışını ırktan çok, dil, din, terbiye ve örf esaslarına bağlayan yazar; inançları, terbiyeleri, kültürleri, gelenekleri bir olan insanların meydana getirdikleri birliğin daha kalıcı, sağlam ve uzun ömürlü olacağını kabul eder.

 

Yirminci yüzyıl Türk realist hikayecilerinin önemli sîmâlarından olan ve çok güzel hikâyeler kaleme alan Ömer Seyfeddîn'in hikâyelerini, kaynaklarına göre, altı sınıfta mütâlâa etmek mümkündür:

 

1. Çocukluk hâtıralarından alinmiş hikâyeler: Bunlar, çocuk edebiyatımızın en güzel örnekleridir. Baba ocağının şefkat ve muhabbet dolu hâtıralarının, ilkokul günlerinin dile getirildiği eserlerdir. Bâzıları hafif bir mîzah karıştırılarak anlatılmıştır. Ant, Falaka ve Kaşağı bu devrenin mahsûlü hikâyelerdir.

 

2. Yokorit sınır bölüğünün ilham ettiği hikâyeler: Balkan kavimlerinin, özellikle Bulgar eşkıyasının Müslüman Türk halkına ve Osmanlı tebaası olan kendi soylarından insanlara karsı isledikleri çirkin ve pek adî cinayetler, tecâvüz ve tasallutlar dile getirilmiştir. Bu gün insanlığın gözleri önünde cereyan eden, Türklere karsı islenen insanlık suçu, o devirde de aynen devam ediyordu. Ömer Seyfeddîn, Balkan kavimlerindeki bu insanlık dişi Türk-İslâm düşmanlığını, Beyaz Lâle ve Tuhaf Bir Zulüm gibi hikâyelerinde ele aldı.

 

3. Türk savaş târihinden çıkarılan hikâyeler: Ömer Seyfeddîn, Türk'ün kahramanlığına, vatan sevgisine, îmânına hayrandı. Son zamanlarda Türk münevverinin Garba karsı hayranlığı, Türk aydınında korkunç bir aşağılık duygusunun doğmasına sebep olmuştu. Ömer Seyfeddîn, mazideki muhteşem devirleri, Türk'ün yenilmez, aşılmaz îmân gücünün sembolü, yiğitlikleri dile getirmek suretiyle yeni kahramanların yetişmesine yardımcı olmak istiyordu. Bu maksatla yarısı târih, yarısı destan havası taşıyan hikâyelerini yazıp neşretti. Çok sevilen bu hikâyeler, Birinci Dünyâ harbinin muhtelif cephelerinde çarpışan insanlarımıza moral kaynağı oldu.

 

4. Folklörden ve Anadolu efsânelerinden çıkarılan hikâyeler: Bunlar, Anadolu ve Rumeli Türkleri arasında dolasan hikmetli kıssalardır. Yazar, bu efsâneleri modern hikâye tekniği ile ifâde etmiştir. Yâni tahriş-tehzib kaidesine göre değerlendirmek suretiyle meydana getirilmiştir.Yüz Akı, Üç Nasihat, Kurumuş Ağaçlar gibi. Yine bitirilememiş Yalnız Efe adli bir roman tasarısı da, mevzuunu bir Anadolu efsânesinden almıştır.

 

5. Bir fikri yermek veya övmek için yazılmış hikâyeler: Hikâye tekniği itibariyle zayıftırlar. Bu hikâyelerde Türklüğü inkâr eden kozmopolit kişiler ve zümrelere ateş püskürür, onlara karşı isyan eder. Efrûz Bey, Fon Sadristayn'in Oğlu, Kızıl Elma Neresi, Primo Türk Çocuğu gibi.

 

6. Günlük hayattan alinmiş hikâyeler: Onun en realist olduğu hikâyelerdir. Çoğunda açık bir mîzâh göze çarpar. Bâzıları ise fikir ağırlıklıdır. Mahcupluk, imtihan, Perili Köşk, Gizli Mabet, Bahar ve Kelebekler bunlardandır. Hikâyelerinde görülen millîlik vasfı; Balkan savaşı öncesinde ve sonrasında bizzat gördüğü vahşet ve dehşete karşı kendisinde uyanan reaksiyondan doğmuştur.

 

7. Eserlerinin birçoklarının konularını; yüzyıllardır halk arasında anlatıla anlatıla, yoğrula yoğrula gelen halk hikâyelerinden seçmesi, yalnız İstanbul’da değil yurdun değişik bölgelerinde geçen hâdiselere yer vermesi, kahramanların; yiğitlik, dürüstlük, cömertlik gibi ahlâkî meziyetlerle yüceltilmiş, kötü ahlâklıların yerilmiş ve cezalandırılmış olması; bir destandan, bir atasözünden, bir vecizeden modern bir hikâyenin çıkarılması; Ömer Seyfeddîn'in en çok sevilen hikayecilerimizden biri olmasına sebep olmuştur.

 

 

 

 

 

Romanları

Yaşadığı yıllarda yayınlanan üç romanı ( Ashab-ı Kehfimiz, Efruz Bey, Yalnız Efe, 1919) onun bu alanda yarım kalmış denemeleri olarak sayılır.

"Fantezi roman" olarak nitelendirilen Efruz Bey; 1908'den Mütareke yıllarına kadarki süreci, aydın kişilerin eleştirisi ekseninde yansıtır. Dönemin aydın hastalıklarını, siyasi akımların yanlış yönsemelerini toplumsal eleştiri bağlamında, yeni bir roman tekniğiyle verir.

Yarın kalan romanı Yalnız Efe, destansı bir nitelik taşır. Konusunu bir halk menkıbesinden almıştır. Dönemin toplumsal ortamında, yapılan haksızlıklara başkaldırarak silahlanıp dağa çıkan -kız kahraman- Yalnız Efe'nin kişiliğinde Türk halkanın direnme gücünü göstermeye çalışmıştır.

 

 

 

İncelemeleri:

 

Millî Tecrübelerden Çıkarılmış Amelî Siyaset (Tarhan takma adıyla, 1912),

 

Yarınki Turan Devleti (1914),

 

Türk Mefkuresi (Ayın Sin rumuzuyla, 1914).

 

İncelemelerin hepsini Sakin Öner bir araya getirerek yayınladı (1975).

 

 

 

Şiir Kitabı:

 

Doğduğum Yer (1986)

 

 

Hikâye:

 

Harem, (u.ö.), 1918;

 

Yüksek Ökçeler, (ö.s.), 1923;

 

Gizli Mabet, (ö.s.), 1923;

 

Bahar ve Kelebekler, (ö.s.), 1927.

 

 

Bütün Eserleri, temalarına göre bir araya getirilen basım:

 

Efruz Bey, 1970;

 

kahramanlar, 1970;

 

bomba, 1970;

 

Harem, 1970;

 

Yüksek Ökçeler, 1970;

 

Yüzakı, 1970;

 

Yalnız Efe, 1970;

 

Falaka, 1970;

 

Aşk Dalgası, 1970;

 

Beyaz Lale, 1970;

 

Gizli Mabet, 1970.

 

Kurumuş Ağaçlar.

 

 

Roman:

 

Ashab-ı Kehfimiz, 1928;

 

Efruz Bey, 1919.

 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

BAŞINI VERMEYEN ŞEHİT

"...Hak budur ki o gazilerin içinde böyle gaziler olma-

sa, Zigetvara bu kadar yakında dört yan kafir hisarı

iken bekleyiş, duraklama özellikle böyle cenge çalışma

ne mümkün idi."

Peçevî tarihi, s. 355

 

Yarın arifeydi. Öbür günkü bayram için hazırlanan

beyaz kurbanlar, küçük Grigal palankasının etrafında

otluyorlardı. Karşıda... Yarım mil ötede Toygun Paşa'nın

son kuşatmasındân çılgın kışın hiddeti sayesinde kurtu-

lan Zigetvar Kalesi, sönmüş bir yanardağ gibi, simsiyah

duruyordu. Hava bozuktu. Ufku, küflü demir renginde,

ağır bulut yığınları eziyor, sürü sürü geçen kargalar tam

hisarın üstünden uçarken sanki gizli bir kara haber gö-

türüyorlarmış gibi, acı acı bağırıyorlardı. Palanka kapı-

sının sağındaki beden siperinde sahipsiz bir gölge kadar

sakin duran Kuru Kadı yavaşça kımıldadı; ikindiden be-

ri rutubetli rüzgârın altında düşünüyor, uzakta, belirsiz

sisler içinde süzülen kurşuni kulelere bakıyordu. Bunla-

nn hepsi Türklerin elindeydi. Yalnız şu Zigetvar... yıkıl-

maz bir ölüm seddi halinde "Kızılelma" yolunu kapatı-

yordu. Sanki bu uğursuz kargalar hep onun mazgalla-

rından taşıyor, anlaşılmaz bir lisanın çirkin küfürlerine

benzeyen sesleriyle her tarafı gürültüye boğuyorlardı.

Kuru Kadı içini çekti. Sonra "Ah..." dedi. İncecik, sinirli

boynunun üstünde bir taş topuz gibi duran çıkık alınIı iri

kafasını salladı. Yeşil sarığını arkaya itti. Islak gözlerini

oğuşturdu. Şimdiye kadar, asker olmadığı halde, her

muharebeye girmişti. Birkaç bin yeniçeriyle dört beş to-

pu olsa... bir gece içinde şu kaleyi alıvermek işten bile

değildi. Şimdi vakıa müstakildi. Ne isterse yapabilirdi.

Palankanın kumandanı Ahmet Bey öteki boy beyleriyle

beraber Toygun Paşa ordusuna katılıp Kapuşvar fethine

gitmiş... Kapuşvardan sonra Zigetvarı saran ordu kışın

aman vermez zoruyla, zaptı yarı bırakarak Budin'e dö-

nünce, o da askerleriyle tekrar palankasına gelmemiş,

Toygun Paşa'nın yanında kalmıştı. Bugün Grigal'den al-

tı mil uzaktaydı. Palankaya yalnız Kuru Kadı karışıyor-

du; esmer, zayıf yüzünü buruşturdu: "Palanka... amma

topu tüfeği kaç kişi?" dedi. Bütün genç savaşçıları Ahmet

Bey beraberinde götürmüştü.. Hisardakiler zayıflardan,

bekçilerden, hastalardan, ihtiyar sipahilerden ibaretti.

Hepsi yüz on üç kişiydi! Düşman, galiba öteki palanka-

lardan çekiniyordu: Yoksa burasını bırakmaz, mutlaka

almağa kalkardı. Biraz eğildi. İnce yosunlu, soğuk sipe-

re dirseklerini dayadı. Aşağıya baktı. İki üç asker beyaz

koyunların arasında dolaşıyordu. Bir tanesi karşısına

geçtiği iri bir koçu, başına dokunarak kızdırıyordu, tos

vuruyordu. Öbürleri, elleri silahlarında, bu oyunu seyre-

diyorlardı. Bağırdı:

- Oynamayın şu hayvanla...

Askerler, başlarını tepelerden gelen sese doğru kal-

dırdılar. Kuru Kadı'dan hepsi çekinirlerdi. Gayet sert,

gayet titiz, gayet sinirli bir adamdı. Adeta deli gibi bir

şeydi. Sabahtan akşama kadar namaz kılar, zikreder,

geceleri hiç uyumazdı. Daha yatıp uyuduğunu kalede

gören yoktu. Vali Ahmet Bey ona "bizim yarasa" derdi.

Zavallının sabahı bekleme denilen hastalığını kerame-

tine de yoranlar vardı. Tekrar bağırdı: .

- Haydi, artık akşam oluyor, içeri alın onları.

Askerler koyunları toplamağa başladılar. Kuru Ka-

dı'nın dirsekleri acıdı. Doğruldu. Tekrar Zigetvar'a bak-

tı. Üst tarafındaki göl, kirli bakır bir levha gibi yeri

kaplıyordu. Kargalar, havaya boşaltılmış bir çuval can-

lı kömür ellemeleri gibi karmakarışık geçiyorlar, sükû-

tu parçalayan keskin, sivri sesleriyle gaklıyorlardı.

Kalbinde ağır bir elem duydu. "Hayırdır inşallah" dedi.

Canı o kadar sıkılıyordu ki... Elleri arkasında, başı

önüne eğik, bastığı siyah kaplama taşlarına görmez bir

dikkatle bakarak yavaş yavaş yürüdü. Derin bir karan-

lık kuyusunu andıran merdivenin dar basamaklarında

kayboldu.

... Arife sabahı, herkes uyurken, o, her vakitki gibi

yine uyanıktı! Mescit odasının önündeki taş yalakta, iki

büklüm, abdestini tazeliyordu. Giden gece, daha gölge-

den eteklerini toplayamamıştı. Bahçeye çıkan kapı ke-

merinde asılı kandil, sönük ışığıyla, duvarları titreti-

yordu.

- Hey, çavuşbaşı... Hey!...

Elindeki ibriği bıraktı. Kulak kabarttı. Bu, kulede-

ki nöbetçinin sesiydi. Kolları sıvalı, ayakları çıplak, ba-

şında takke, hemen yukarı koştu. Merdivende çavuşa

rastgeldi. Onu itti. Yürüdü. Nöbetçinin yanına atıldı:

- Ne var?

- Kaleden düşman çıkıyor.

Erguvani bir esmerlik içinde siyah bir kaya gibi du-

ran Zigetvara baktı. Bu kayadan yine koyu, uzun bir

karartı süzülüyor, palankaya doğru akıyordu.

- Bize geliyorlar... dedi:

Çavuşa döndü:

- Haydi, gazileri uyandır. Kurban bayramını bu-

günden yapacağız. Koş. Bana da çabuk topçuyu gönder.

Çavuş, bir eliyle bakır tolgasını tutarak, koştu.

Merdivene daldı. Kuru Kadı, uzakta, kara yerin üstün-

de daha kara bir leke gibi yavaş yavaş ilerleyen düş-

man alayına dikkatle baktı. Gözlerini küçülttü, büyült-

tü. Önlerinde birkaç top da sürüklüyorlardı. Binden

fazla idiler. Halbuki hisardaki gaziler? Kendisiyle bera-

ber yüz on dört kişi... "Ama, yine haklarından geliriz!"

dedi. Uyanan, yukarı koşuyordu. Hisar kapısının iyice

bağlanmasını emretti. Sarığını, cübbesini, kılıcını, tüfe-

ğini getirtti. İhtiyar topçu gelince, ona da, hemen "ha-

ber topları"nı atmasını söyledi. Bu bir adetti. Taarruza

uğrayan bir palanka hemen "İşaret topu" atarak etra-

fındaki kuleleri imdadına çağırırdı.

Biraz sonra düşman hisarın önünde, harp düzenine

girmiş bulunuyordu. Zaplar başsız, gür ejderha yavru-

ları gibi siyah ağızlarını bedenlere çevirmişti. Türkçe

bağırdılar:

- Size teklifimiz var. Elçimizi içeri alır mısınız?

Kuru Kadı:

- Alırız. Gönderin, gelsin! cevabını verdi.

Bedenler, kalkanlı, tüfekli, oklu gazilerle dolmuştu.

Palankanın ruhu, neşesi, keyfi olan iki arkadaş, bu es-

nada tuhaf tuhaf laflar söyleyip yine herkesi güldürü-

yordu. Bunların ikisine de "deli" derlerdi: Deli Mehmet,

Deli Hüsrev... Serhatın muharebelerinde, hayale sığ-

mayacak yararlılıklarıyla masal kahramanlan gibi ina-

nılmaz bir şöhret kazanan bu iki deli, hiçbir nizama

hiçbir kayda, hiçbir disipline girmeyen, dünya şerefin-

de gözleri olmayan Anadolu dervişlerindendi. Her za-

ferden sonra kumandanlar onlara rütbe, hil'at, muras-

sa kılıç gibi şeyler vermeye kalkınca gülerler: "İsteme-

yiz, fani vücuda kefen gerektir. Hil'at nadanları sevin-

dirir..." derler, hak uğrundaki gayretlerine ücret, mü-

kafat, övgü kabul etmezlerdi. Harp onların bayramıydı.

Tüfekler, oklar, atılmağa; toplar gürlemeğe; kılıçlar,

kalkanlar şakırdamağa başladı mı, hemen coşarlar,

kendilerinden geçerler; naralar savunarak düşman saf-

larına saldırırlar... alevi gözlerle takip edilemeyen bi-

rer canlı yıldırım olup tutuşurlardı.

Kuru Kadı, onların herkesi güldüren münakaşala-

rını, saçma sapan sözlerini gülümseyerek dinlerken, el-

çiyi yanına getirdi, iki deli de sustu. Herkes kulak ke-

sildi. Bu elçi Türkçe biliyordu. Küstahça tekliflerini

söyledi.

Palankayı saran Zigetvar kumandanı Kıraçin'di.

Yanında iki bine yakın savaşçısı vardı. Grijgal'in "Vire

ile verilmesini istiyordu. Ateşe, nura, haça, İncil"e, Ze-

bur'a yemin ediyor; çıkıp giderlerken muhafızlara hiç-

bir ziyanı dokunmayacağına dair söz veriyordu.

Kuru Kadı:

- Pekâlâ!... Haydi git. Biz aramızda anlaşalım, ka-

rarımızı size öğleden sonra bildiririz! diye elçiyi aşağı

gönderip kapıdan attırdı. Sonra etrafındakilere döndü.

Şöyle bir göz gezdirdi. Sırtının hafıf kamburu içeri çe-

kildi:

- İşittiniz ya, gaziler! dedi, Kıraçin haini bizim yüz

on kişiden ibaret olduğumuzu anlamış... üzerimize iki

bin kişi ile geldi. Teklif ettiği "Vire"yi kabul etmek iste-

yenler vârsa ellerini kaldırsın!

Kimsenin eli kalkmadı.

- Öyleyse hazır olalım. Haydi...

Bir gürültüdür koptu;

- Hazırız...

- Hepimiz, hepimiz...

- Hepimiz, hepimiz hazırız.

- Kılıçlarımız, kalkanlarımız yağlı.

-(~klanmı~ havlı_

- Yatağanlanmız keskin...

- Bugün nusret bizim.

- Amin, amin...

Kuru Kadı, "Ey alemlerin rabbi" diye ellerini kaldır-

dı. Bir duaya başlayacaktı. Deli Mehmet yalın kılıç kar-

şısına dikildi. Palabıyık, gök gözlü, geniş beyaz çehresi,

yeni doğmuş bir ay gibi parlıyordu:

- Duayı bırak, efendi dedi, gaza duadan faziletli-

dir. Gel... Lütfet. Bize şu kapıyı aç. Kalbindeki korkuyu

at. İşte hepimiz hazırız. Şu ayağımıza gelen gaza fırsa-

tını kaçırmayalım.

Kuru Kadı'nın elleri aşağı düştü. Deli Hüsrev de ar-

kadaşının yanına sokulmuştu. Bütün gaziler bu iki de-

linin arkasına üşüştü. Sanki hepsi bir anda deli oldu-

lar... bir ağızdan.

- Aç bize kapıyı, aç... diye bağırmaya başladılar.

Kuru Kadı'nın iri patlak gözleri yaşardı. Yüzü sap-

sarı oldu. Uzun siyah sakalı kımıldadı. İki deliyi bile

titreten, bütün gazilerin saçlarını ürperten ilahi bir

ağıt ahengi kadar etkili sesiyle haykırdı.

- Meydan erleri! Ey mertler! Padişahımız Süley-

man Gazi aşkına şu sözümü dinleyin. Benim muradım

sizi gazadan engellemek değildir. Bugün can, baş feda

olsun... Özellikle yarın kurban bayramı... Fakat bakı-

nız maksadım ne? Bugün cuma... hem de arife. Bugün

hacılarımız Arafat'ta, diğer mü'minler camilerde bizim

gibi gazilerin zaferi için dua etmekteler... Bunda şüp-

hesi olan var mı?

- Hayır.

- Hayır, asla...

- Hayır.

- O halde münasip olan budur ki, biz de namazla-

rımızı eda edelim. Gözlerimizin yaşını dökelim. Dua

edelim. Birbirimizle helallaşalım. Sonra gazaya girişe-

lim. Kalanlarımız gazi, ölenlerimiz şehit olsun! Dünya-

da iyi nam ile anılalım. Ahirette peygamberimizin âle-

mi dibinde toplanalım... Ne dersiniz?

- Hay hay!

- Uygun...

- Pekâlâ!

Gazilerin hepsi buna razı oldu. Öğleye kadar durdu-

lar. Abdest aldılar, namaz kıldılar, tekbir çektiler, helal-

laştılar. Kıraçin'in askeri, sardıkları palankadan yükse-

len derin uğultuyu hep teklif ettikleri "Vire" münakaşa-

sının gürültüsü sanıyorlardı.

Ansızın, uzaktaki Türk kulelerinden atılan "işaret

topları" işitildi. Bu, "Biz, dörtnala geliyoruz" demekti.

Kuru Kadı eliyle hisarın kapısını açtı. Grijal gazileri

"Allah, Allah" naralarıyla müthiş bir taşkın deniz gibi

fışkırdılar. İki koldan hücum olunuyordu. Kollardan bi-

risine Deli Hüsrev, birisine Deli Mehmet baş olmuştu.

Ovada, Grijgal'e gelen yollardan bir toz dumanıdır

kalkıyordu. Nice bin atlı imdada koşuyor sanılırdı. Düş-

man, bu hali görünce şaşırdı. İki ateş arasında kaldığı-

nı anladı. Halbuki toz duman içinde yaklaşan ancak

beş on gaziydi.

... Bozgun başladı.

Deli Mehmet'le Deli Hüsrevin takımları düşmanı

kaçırmamak için iyice sarıyordu. Kara Kadı cübbesini

atmış. Elindeki kılıç, cesaretlendirdiği gazileri arkasın-

dan yürüyordu. Deli Hüsrev, bir sarhoş gibi Kıraçin'in

alayına dalmış kesiyor, kesiyor... inanılmaz bir çabuk-

lukla kaçanlara yetişiyor, ikiye biçiyordu.

Kuru Kadı'nın gözleri Deli Mehmet'i aradı.

Bakındı, bakındı.

Göremedi.

Acaba o muydu? Yüreği ağzına geldi. Düşman safı-

na karışıp kaynaşan kolun arkasında iri bir vücut yere

uzanmıştı... Elli altmış adım kadar kendisinden uzak-

tı... Siyah, yüksek atlı bir şövalye, uzun bir kargıyı bu

uzanmış vücuda saplıyordu. Durmadı. İlerledi. Koşar-

ken ayağı bir taşa takıldı. Yuvarlanıyordu. Kılıcı ile fır-

ladı. Hemen toplandı. Kalktı. Düşen kılıcını aldı. Doğ-

ruldu. Koşacağı tarafa baktı. Şövalye atından inmiş,

kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bu anda,

bu kestiği baş elinde, yine siyah bir şeytan gibi şahla-

nan atma sıçradı. Kaçacaktı... Kuru Kadı, bütün kuv-

vetiyle ona yetişmek için koşarken, baktı ki sol ilerisin-

de Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı ka-

dar bağınyor,

- Mehmet, Mehmet!... Canını verdin!... Bâşını

verme Mehmet!...

Bu nara o kadar müthiş, o kadar tesirli, o kadar ya-

nıktı ki... Kuru Kadı: "Vah Deli Mehmet'miş!" diye ol-

duğu yerde dikildi kaldı. Durur durmaz, o an, kırk adım

kadar yaklaştığı kesik başlı şehidin yerden fırladığını

gördü. Nefesi tutuldu. Şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gi-

bi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye

yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki... Lanetli hemen

yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek iste-

diği baş elinden yere düştü. Deli Mehmet'in başsız vü-

cudu canlıymış gibi eğildi. Yerden kendi kesik başını al-

dı. Hemen oracığa yorgun bir kahraman gibi, uzanıver-

di. Bunu Kuru Kadı'dan başka kimse görmemişti. Her-

kes kaçan düşmanı kovalıyordu. Yalnız Deli Hüsrev,

- Yüzün ak olsun, ey yiğit! diye bağırdı. Sonra Ku-

ru Kadı'ya doğru koşarak sordu.

- Nasıl, gördün mü bu civanı?

- Görmedin mi?

Kuru kadı sesini çıkaramadı. Gördüğü harika onu

dondurmuştu. Olduğu yerde öyle dimdik kaldı. Sanki

ölmüştü. Deli Hüsrev, onu hızla sarstı.

- Ne durursun be can! Ne olsun, haydi gazaya.

Düşman kaçıyor... Deli Hüsrev'in kalkması Kuru Ka-

dı'yı baştan can verdi, "Allah Allah" diyerek ileri atıldı.

Mücahitlere karıştı.

Cenk akşama kadar sürdü.

Er meydanının kanlı yüzüne "gece siyah saçlarını"

dağıtırken çağırıcının

- Gaziler hisara!

Sesi duyuldu. Dönen gaziler içinde kılıcından kan-

lar damlayan Kuru Kadı, birkaç sipahi ile dışarda kal-

dı. Yaralıları taşıttı. Şehit olanları saydırdı. Bunlar tam

ondokuz kahramandı.:. Düşman altmış dört ceset bı-

rakmış, diğer ölülerinin hepsini kaçırmıştı. Kuru Kadı

sabahtan beri yemek yememiş, su içmemiş, durup din-

lenmemişti... Toplattığı şehitleri hisarın önündeki mey-

dana yığdırdı. Şehit Deli Mehmet'in cesedini kendi bul-

du. Kesik başı koltuğunda, uyur gibi, sakin yatıyordu.

Olduğu yerde gömdürdü. Sonra yanındakileri. savdı. Bu

taze mezarın başına çöktü. Ezberden "Yasin" okumağa

başladı. Dışarılarda kimse yoktu, yalnız uzakta palan-

ka kapısındaki nöbetçi dolaşıyordu. Kuru Kadı okur-

ken, önündeki mezarın birden yeşil yeşil nurlarla tu-

tuştuğunu gördü. Sesi kısıldı. Dudaklarını oynatamadı.

Çeneleri kitlendi. Bu yeşil nurun içinde Deli Mehmet'in

kanlı boynuna sarılmış beyaz kanatlı bir melaike, hem

onu nurdan elleriyle okşuyor, hem açık alnını öpüyor-

du. Bu sıcak, bu yeşil nur büyüdü, taştı, bütün âlem bu

nurun içinde kaldı. Kuru Kadı'nın gözleri kamaştı. Ru-

hu yandı. Kendinden geçti.

Onu, daha ilk defa böyle derin bir uykuya dalmış

gören yoldaşları zorla kaldırdılar. Koltuklarına girdiler:

- Haydi, kapı kapanacak dediler, içeri gir.

Kuru Kadı'nın dili tutulmuştu. Cevap veremedi.

Sarhoş gibi sallana sallana hisara girdi. Hâlâ titriyor-

du. Palankanın içinde Deli Hüsrev'in menzilinden ge-

çerken durdu. Kulak verdi; ağlıyor mu, inliyor mu di-

ye... Hayır, Deli şıkır şıkır atını kaşağılıyor, keyifli bir

türkü söylüyordu. Seslendi:

- Hüsrev.

- Efendim?...

Kapı açıldı. Kaşağı elinde, kolları, paçaları sıvalı,

başı kabak Deli Hüsrev... daha Kuru Kadı bir şey sor-

madan,

- Gördün mü Deli Mehmet'in zevkini? dedi.

- Siz de benim gibi buradan gördünüz mü?

- "Gözlüye hotti gizli yoktur!"

Küttedek kapıyı, kapadı. Yine türküsüne başladı.

...

Kuru Kadı palankada sabahı dar etti. Güneş doğ-

madan, Deli Mehmet'in mezarına koştu. Artık bütün

günlerini bu mezarın başında geçiriyordu. Bu mezarın

daimi ziyaretçisi oldu. Büyük bir taş yontturdu. Yazdır-

dı. Başına diktirdi. Beş vakit namazlarını bile cemaati-

ne bu kabrin başında kıldırmak isterdi. Artık ne hacet

dilese, ona nail oluyordu.

Grijgal'de, komşu palankalarda Kuru Kadı için "De-

li oldu" diyorlardı. Her an "sonsuzluk" badesini içmiş

ezeli. bir sarhoş gibi nihayetsiz bir kendinden geçme,

sonsuz sınırsız bir şevk, sükûn bulmaz bir heyecan için-

de yaşıyordu. Fakat nasıl "deniz çanağa sığmaz"sa,

onun büyük sırrı da ruhuna sığmadı. Taştı. Huruç gü-

nü gördüğü harikayı herkese anlatmağa başladı. Hatta

daha ileri gitti, çok iyi okuduğu "Mevlid-i Şerif" lisanıy-

la o gün gördüğünü yazdı. Yüzlerce beyitlik bir destan

düzdü.

Ama o eski şevki kayboluverdi. Ruhuna koyu bir

karanlık doldu. Kalbine acı bir ağırlık çöktü. Artık De-

li Mehmet'in yeşil nurdan mezan içinde sürdüğü ilahi

zevki göremez oldu. Bu mahrumiyet onu delirtti. Ye-

mekten içmekten kesildi. Bir gün, yine perişan kırlarda

dolaşırken Deli Hüsreve rastgeldi. Meğer o da gezini-

yormuş. Elindeki yayıyla yavaşça Kuru Kadı'nın arka-

sına dokundu.

- Ahmak, dedi, niye gördüğünü halka söyledin?

Adam gördüğünü kaale geçirirse kazandığı hali kaybe-

der. Eğer sussaydın, gördüğün keramete ölünceye ka-

dar şahit olacaktın...

Kuru Kadı yere diz çöktü, ağlamaya başladı:

- Çok perişanım diye inledi, lütfet. Gel, beni gaflet

uykusundan uyandır. Benim o görnüş olduğum durum

ne hikmettir? İçinde benimle senden başka onu gören

oldu mu?

- Bir gören daha var. O "can" herkese görünmez.

- Kimdir?

- Bilemezsin...

- Başkaları görmedi de, biz ikimiz niçin gördük?

- a şehitlik müjdesidir!" İkimiz de mutlaka şehit

düşeceğiz!...

Kuru Kadı, gittikçe öyle serseri, öyle perişan, öyle

berbat oldu ki... kendisini o kadar seven Vali Ahmet

Bey bile Budin'den gelince, onun hallerine dayanamadı.

Nihayet "bu deli bir kişidir. Palankada hizmetinden is-

tifade olunamaz" diye geriye göndermeye mecbur oldu.

Aradan epey zaman geçti. Serhadde değil, hatta Grijgal

hisarında bile herkes Kuru Kadı'yı unuttu. Yalnız yaz-

dığı destan okunuyor, hiç unutulmuyordu.

On iki sene sonra...

Zigetvarın zaptı akabinde yaralılar toplanırken, meş-

hur kahraman Deli Hüsrevin bir gülleyle parçalan-

mış cesedi yanında, uzun boylu, ak saçlı, ak sakallı,

yeşil cübbeli bir şehit buldular. Kıbleye yüzükoyun

uzanmış yatan bu şehidin büyük, yeşil sarığı, henüz bo-

zulmamıştı. Üzerinde hiçbir silah yoktu. Yarası nere-

sinden olduğu belli değildi. Günlerce süren kuşatma es-

nasında hiç kimse böyle bir adam görmemişti. İnceden

inceye araştırma yapıldı. Kim olduğu bir türlü anlaşıla-

madı.

O vakit birçok gazilerin "gayb ordusundan imdada

gelmiş bir veli" sandıkları bu şehit, acaba, Grijgal hisa-

rının o eski deli kadısı mıydı?..........

 

KÜTÜK

ALACAKARANLIK içinde sivri, siyah bir kayanın belli belirsiz hayali gibi yükselen Şalgo Burcu uyanıktı. Vakit vakit inlettiği trampete, boru seslerini akşamın hafif rüzgârı derin bir uğultu halinde her tarafa yayıyor... Kederli bağırışmalarıyla ölümü hatırlatan küfürbaz karga sürüleri, bulutlu havanın donuk hüznünü daha beter artırıyordu. Mor dağlar gittikçe koyulaşıyor, gittikçe kararıyordu. Yamaçlardaki dağınık gölgeler, kuşsuz ormanlar, hıçkıran dereler, kaçan yollar, ıssız korular, sanki korkunç bir fırtınanın gürlemesini bekliyorlardı.

Burcun tepesinde beyazlı siyahlı bir bayrak, can çekişen bir kartal ıstırabıyla, kıvranıyordu. İki bin kişilik muhasara ordusunun çadırları, kaleye giden geniş yolun sağındaki büyük dişbudak ağaçlarının etrafına kurulmuştu. Yerlere kazıklanmış kır atlar, yabancı kokular duyuyor gibi, sık sık başlarını kaldırarak kişniyorlar, tırnaklarıyla kazmaya çalıştıkları toprakların nemli çimenlerini otluyorlardı. Dallarda kırmızı çullar, sırmalı eğerler asılı duruyordu. Cemaatle kılınmış akşam namazından dağılan askerler, çadırların arasından gürültü ile geçiyorlardı. Kısa emirler, çağırılan isimler, bir kahkaha, bir söz... başlayacak suskunluğu bozuyor, atların yanında itişen birkaç gencin şen naraları duyuluyordu. Çifte direkli yeşil çadırın kapısı önüne serilmiş büyük bir kaplan postu üzerinde kehribar çubuğunu fosur fosur çeken koca bıyıklı, iri vücutlu, ateş nazarlı şair kumandan, gözlerini, alacağı kalenin sallanan bayrağına dikmişti. Karşısında diz çökmüş kâhyasının anlattıklarını dinliyordu. Ordugâha yarım saat evvel dörtnala gelen bu adam, yaşlı, şişman bir askerdi. İşte kaç hafta oluyor, kumandanının "Göndersdref Baronu Erasm Tofl'u beraber vurmak" teklifini içeren mektubunu tek başına, Hadım Ali Paşa'ya götürmüştü. Ama, paşa çok meşguldü. Zaman bulup cevap verememişti. Dregley Kalesini sarıyordu. Kuşatmanın başlangıcından sonuna kadar hazır bulunan kahya, şimdi orada gördüklerini söylüyordu; bu kale sarp, gayet dik bir kayanın üzerine yapılmıştı.

 

Arslan Bey sordu:

 

"Bizim kaleden daha yüksek mi?"

 

"Daha yüksek beyim."

 

Kumandanın, "Bizim kale" dediği, henüz çırpınan bayrağına hasretle baktığı Şalgo Burcu idi. Fakat o, burasını birkaç gün içinde zaptedeceğini iyice biliyordu. Daha birkaç hafta önce Boza Kulesi'nde hücumlarına karşı durmak isteyen Adrenaki, Mihal Terşi, Etiyen Soşay, nasıl kendisine kuleyi teslim etmişler; nasıl kahramanlığını, cesaretini alkışlayarak iyi davranışına teşekkürler ederek çekilip gitmişlerdi...

 

"Ben, bir kalenin karşısında çok duramam" dedi, "Hiç sabrım yoktur. Ama Ali Paşa çok sabırlı maşallah!"

 

Kâhya başını kaldırdı:

 

"O da sabırsız... Ama ne yapsın? Dregley, pek yalçın, pek sarp... Borsem Dağları içinde baş kale bu imiş diyorlar."

 

"Paşa, muhafızlara önce teslim teklif etmedi mi?"

 

"Etti. "

 

"Kabul etmediler mi?"

 

"Hayır, etmediler."

 

"Kalenin kumandanı kimdi?"

 

"Zondi isminde bir kahraman..."

 

"Ben onların kahramanlıklarını bilirim. Verdikleri sözü tutmazlar... Vire'yi bozarlar. Elçiye hakaret ederler."

 

"Hayır, Arslan Bey, Zondi bildiklerinizden değil. Çok mert bir adam. "

 

"Paşa, teslim teklifini kiminle gönderdi?"

 

"Papaz Marten Uruçgalo ile...'

 

"Ne ise... Türk elçi gönderseydi, mutlaka kafasını keserler, kale bedenlerinden aşağı fırlatırlardı."

 

"Paşa Türk elçisi gönderseydi, Zondi bunu yapmazdı."

 

"Ne biliyorsun?"

 

"Papaz Marten'e söylediği sözlerden anladım?

 

"Ne demiş?" .

 

"Demiş ki; git, paşaya söyle. Bana teslim teklif etmesin. Bir askere bundan büyük hakaret olamaz. O nasıl savaş adamı ise, ben de savaş adamıyım. Ya ölürüm, ya galip gelirim. Ama görüyorum ki, benim işim bitti. O durmasın, bütün kuvvetiyle hücum etsin. Ben mutlaka, yıkılacak kalenin taşları altında kalmak isterim."

 

"Sahi, namuslu bir askermiş..." Kâhya;

 

"Yalnız namuslu bir asker değil, Arslan Bey" dedi, "Hem de gayet yüce ruhlu bir mert."

 

"Nasıl?..."

 

"Bakın anlatayım. Papaz Marten, ordugâha ret haberini getirmek için dönerken, Zondi onu tutmuş. Eskiden esir aldığı iki Türk delikanlısını yanına getirmiş. Bunlara gayet kıymetli erguvani elbiseler giydirmiş. Ceplerini altınla doldurmuş. 'Al bunları paşaya götür. Benimle beraber ölmelerini istemiyorum. Çok yiğit gençlerdir. Terbiyelerine dikkat etsin. Devletine iki büyük asker yetiştirmiş olur' demiş."

 

"Sahi yüce bir adammış..."

 

"Sonra, elimize diri geçen esirlerden işittik: Kalenin avlusuna silahlarını, gümüş takımlarını, en kıymetli eşyalarını yığarak, yakmış. Ahırındaki savaş atlarını, ağlayarak, kendi eliyle öldürmüş. Son hücumda bizim asker, kalenin kapısını zorladı. Kırdı. Yeniçeriler, bir kurşunla yaralanan Zondi'yi diri diri yakalamaya çok çalıştılar. Ama mümkün olmadı. O, diz üstü sürünerek, her tarafı kılıçla, mızrakla delik deşik olup, ölünceye kadâr vuruştu."

 

"Demek paşa, bu mert düşmanla konuşamadı."

 

"Evet, konuşamadı. Vücudu ile kesik başını kalenin karşısına gömdürdü. Mezârının üstüne bir mızrak, bir bayrak dikilmesini emretti." '

 

"Aşkolsun! Ben olsam bir türbe yaptırırım vallahi..."

 

Arslan Bey, düşmanın cesurunu, kahramanını, yılmazını severdi. Onca, savaş bir mertlik sanatıydı. Düşman ordusundan kaçıp, kendisine iltica edenlere hiç aman vermez, 'Hain, her yerde haindir' diye hemen boynunu vurdururdu.

 

Ortalık bütün bütün kararıyor, gece oluyordu.

 

Kâhya, uzun uzadıya anlattığı Dregley Kalesi'nin hikâyesini hâlâ bitiremiyordu. Yatsı namazı için aptes suyu taşıyan angaryacılar, meşalelerle geçmeye başladılar. Arslan Bey, Şalgo'nun, ıslanmış, hasta, ateşböcekleri gibi sönük sönük parlayan ışıklarına bakıyor, kâhyanın sözlerini işitmeyerek, kendi planını düşünüyordu. O biliyordu; düşmanların hepsi Zondi gibi, Plas Batanyus gibi, Lozonci gibi kahraman değildi. İçlerinde tavşan kadar korkakları da vardı. Mesela Seçeni Kalesi'nin muhafızları, daha Ali Paşa yaklaşırken, toplarını, tüfeklerini, cephanelerini, erzaklarını, mallarını, hattâ ihtiyarlarını, çocuklarını bırakıp, bir kurşun atmadan kaçmışlardı. Birkaç güne kadar burası da alınınca Holloko, Boyak, Sağ, Keparmat kaleleri kalıyordu. Ama Allah kerimdi.

 

"Hepsinin alınması belki bir ay sürmez..." diye mırıldandı. Kâhya, kumandanın ne düşündüğünden haberi yoktu. Anlamadı. Sordu:

 

"Bu kalenin alınması mı beyim?"

 

"Hayır, canım... Bu, birkaç günlük iş! Hele hava biraz kapansın... Fulek'e kadar dört beş kale var... Onların hepsini diyorum."

 

"Bir ayda dört beş kale... Bu güç beyim."

 

"Niçin?"

 

"Daha bu kaleye bir tüfek atılmamış... Ben attan inerken yoldaşlar söylediler."

 

"Ben burasını, bir kurşun atmadan alacağım."

 

"Nasıl beyim?"

 

"Senin aklın ermez. Hava biraz kapansın, görürsün..."

 

"Hiç topa tutmadan hücum mu edeceğiz?"

 

"Hayır."

 

"Ya ne yapacağız?"

 

"Havanın kapanmasını bekle, dedim ya... Göreceksin..."

 

Arslan Bey, planlarını en yakın adamlarından bile saklardı. "Yerin kulağı var" derdi. Ağzından çıkan bir sır mutlaka işitilecekti. Kâhya gibi bu sessiz, bu manasız beklemeden bütün askerler sıkılıyorlar, bir şey anlatmıyorlardı. Kumandanın yardım, cephane, top beklediği söyleniyordu. İhtiyar sipahiler, "Biz burasını yardım gelmeden alamaz mıyız? İki top yetmez mi? Ne duruyoruz?" diye

 

çadırlarında dedikodu yapıyorlardı. Buraya gelindiği günden beri askeri istirahat ettiren Arslan Bey, her sabah erkenden atına biniyor, tek başına gerilerdeki ormanların içine dalıyor, saatlerce kalıyor, gülerek dönüyor.

 

"Hava bozmayacak mı? Ah, biraz sis olsa..." diye gözlerini gökten, kalenin sallanan bayrağından ayıramıyordu.

 

İşte kâhyanın getirdiği mektupta Ali Paşa da teklifini kabul ediyordu. Onunla birleşince ordusu yedi bin kişi kadar olacaktı. O vakit şüphesiz Tofeli, Pallaviçini'yi diri diri esir tutabilecekti.

 

Koyu karanlık içinden uzaktan uzağa Şalgo Burcu'ndaki nöbetçilerin attıkları acı naralar, acı köpek ulumaları işitiliyordu. Gökte hiç yıldız yoktu. Arslan Bey, hademesinin tuttuğu billur bardaktaki yakut suyu içti. Yeniden doldurulan çubuğunu çekiyor, kâhyasıyla öteden beriden konuşuyordu. Konuşurken düşündüğü hep kendi planıydı. Yine göğe dalmıştı. Birdenbire sordu:

 

"Hava kapanıyor gibi, değil mi?"

 

"Evet.. "

 

"Bakalım yarın..."

 

"Hücum mu edeceğiz beyim?"

 

"Hayır canım, hava bozsun, görürsün."

 

Kâhya, yine bir şey anlamadı...

 

Bir sabah...

 

Binlerce bacadan henüz tütmüş soğuk, nemli bir duman kadar koyu bir sis her tarafı kaplamıştı. Ordugâh, sancaklar, tuğlar, çadırlar, dişbudak ağaçları, atlar, hiç, hiçbir şey görünmüyordu. Evvela birbirlerini çağıranların sözleri duyuluyor, sonra iki hayal, ses yordamıyla bu beyaz karanlığın içinde buluşuyordu. Arslan Bey atını hazırlatmıştı. Yine yapayalnız, her günkü gittiği yere doğru kaybolacaktı.

 

O kadar neşeli idi ki...

 

Bütün subayları, çavuşları çağırttı. Hepsi hücum var sanıyordu. At divanı yapar gibi, bir ayağı yerde, bir ayağı üzengide.

 

"Ağalar" dedi. "Bugün kaleyi alacağız. Ben iki saate kadar geleceğim. Şimdi hepiniz hazır olun."

 

Nihayetleri görünmeyen beyaz, büyük sakalının çerçevelediği yüzü sis içinde asılı duruyor sanılan ihtiyar topçubaşı sordu:

 

"Siz gelmeden ben dövmeye başlayım mı, beyim?"

 

Arslan Bey güldü:

 

"Hayır... Senin iki topunun güllelerine ihtiyacımız yok. Yalnız bize çok gürültü yap."

 

"Nasıl gürültü beyim?"

 

"Toplarını boşuna yerinden kımıldatma. Topçularını kalenin bedenlerine doğru yaklaştır. Avazları çıktığı kadar, 'Heya, mola, yisa!..' diye bağırt!"

 

...

 

"Anlamıyor musun? Yalnız gürültü istiyorum."

 

"Pekâlâ beyim."

 

Sonra diğer subaylara döndü:

 

"Siz de bütün askerlerinizi savaş düzeniyle bunlara yaklaştırın. Mümkün olduğu kadar çok gürültü yaptırın 'Heya, mola...' çektirin. Angarya naraları attırın. İş türküleri söylettirin."

 

İhtiyar topçubaşı gibi subaylar da, çavuşlar da, bu emirden bir şey anlamadılar. Fakat onlar anlamadan yapmasını pek iyi bilirlerdi.

 

"Baş üstüne, baş üstüne..."

 

"Haydi, ama çabuk..."

 

Hepsi iki adım ayrılınca sisin içinde görünmez oldular. Arslan Bey tepinen atına binince yuları tutan kâhyasına;

 

"Sen de koş, yanına bir adam al, gerideki Değirmenli Çiftliği'nde biriktirdiğim elli mandayı hemen buraya sür. Burca giden yolun yanında hazır tut... Orada beni bekle. Haydi!"

 

"Başüstüne..."

 

"Ama çabuk..."

 

Hızla mahmuzlanan azgın at, şaha kalkarak sisin içine atıldı. Üzerindeki sırmalı kaftanın etekleri altın kanatlara benzeyen Arslan Bey'le bir masal kuşu gibi uçtu.

 

Biraz sonra...

 

Nereden geldiği belli olmayan derin bir gürültü sis içinde kaynıyor; ileri geri, yaklaşıyor, uzaklaşıyor, dalgalanıyordu. Kös, kalkan, boru sesleri at kişnemelerine karışıyor; alınan emirler, verilen kumandalar yüzlerce ağız tarafından ayrı ayrı tekrarlanıyordu. Bastıkları yerleri görmeyen askerler, savaş düzeninde bağrışarak, duyduklarını tekrarlayarak, dirsekleriyle, kalkanlarıyla birbirlerine dokunarak duman içinde ilerliyorlardı.

 

Sağ taraftan topçuların "heya, mola"ları işitiliyordu. Etrafını saran gürültüden hücumun başladığını kale de anladı. Boru, trampet, hurra sesleri aksetmeye, tek tük tabanca tüfek atılmaya başladı. Gözcüler kale bedenlerinin dibine kadar gidip geliyorlardı. Safların arasında topçubaşının büyük bir lağım açtığı söyleniyordu.

 

Askerler, subayların emriyle oldukları yerlerde bağdaş kurmuş bekliyorlar, gürültü ediyorlardı.

 

Nihayet, Arslan Bey, terden sırılsıklam olmuş atı ile duman içinde savaş sıralarının arasında, adım adım göründü. Her adımda;

 

"Yiğitlerim!... Sis açılmaya başladı mı hemen susun. Hep birden ayağa kalkın, hücum edecek gibi durun. Ama ileri gitmeyin. Ateş de açmayın. Ben düşmana teslim teklif edeceğim..." diyordu.

 

Topçuların, topçulara karışan angaryacıların "heya, mola" naraları gittikçe artıyor, büyüyor, tüyleri ürpertecek heyecanlı yankılarla görünmeyen dağları, taşları inletiyordu.

 

Öğleye doğru sis açılmaya başladı. Askerler, sallanan siyahlı beyazlı bayrağı ile Şalgo'yu bir hayal gibi gördüler. Sesler kesildi. Kuzeyden esen bir rüzgâr dumanları dağıtıyor; gerilere, ormanlara doğru sürüyordu.

 

Artık herkes birbirini görüyordu.

 

Kaleye pek yaklaşmıştı. Askerler, gözleriyle kumandanlarını aradılar. O burç kapısına giden yolun gediğinde atıyla dolaşıyordu. Gediğin önünde büyük bir manda sürüsü vardı. Burcun tepesinde, siperlerin arasında, kalkanlı, tüfekli adamlar geziniyordu.

 

Cesur Arslan Bey, kır atını ileriye sürdü. Kaleye yüz adım kadar yaklaştı. Arkasındaki kâhyasıyla, genç tercüman koştular... Gür sesiyle haykırdı:

 

"Hey bre Şalgo muhafızları!... Ben, padişahımın dedesine sizin kralınızın memleketlerinden büyük yerler zaptetmiş Bosna Valisi Yahya Paşa'nın torunlarındanım. Atam Hamza Bali Bey, daha on dört yaşında iken sizin ordularınızı perişan etmiş, Viyana kuşatmasında, Viyenberg önünde şan almıştır. Ben, hangi kaleye gittimse geri dönmemişim, daha geçen gün iki küçük topla Boza Kalesi'ni yerle bir ettim. Mihal Terşi, Etiyen Soşay, Andrenaki gibi kahramanlarınıza canlarını bağışladım. Vadiye çekildim. Gerip gitmeleri için yol vardım. Haydi gelin. Siz de teslim olun. Boş yere kanınızı döktürmeyin..."

 

Kale ile beraber bütün ordunun işittiği bu teklifi, tercüman, avazı çıktığı kadar bağırarak tekrarladı.

 

Derin bir sessizlik...

 

Arslan Bey'in atı duramıyor, şaha kalkıyor, sağa, sola tepiniyordu, kâhya, dizgininden tutmaya çalışıyordu.

 

Burcun tepesinden bir cevap verdiler. Tercüman tekrarladı:

 

"Ne gibi şartlarla, diyorlar beyim."

 

Arslan Bey, deminkinden daha sert bir sesle haykırdı:

 

"Şartım filan yok. Biz teslim olanın canına kıymayız. Teslim olmazsanız, beş dakika sonra kalenin içinde bir canlı adam kalmaz. Karşınızdaki yolun gediği üzerinde gördüğünüz nedir? Anlamıyor musunuz? Babalarınızdan işitmediniz mi? Elli manda ile buraya getirdiğim bu topun iki güllesiyle binlerce Şalgo kuvvetinde olan İstanbul kaleleri tuzla buz oldu. İşte İstanbul'u alan bu top... Bir kere ateş edeceğim. İkinci atıma gerek yok. Ne kaleniz kalacak, ne de kendiniz. Acıyorum size..."

 

Genç tercüman, bu sözleri, yine avazı çıktığı kadar tekrarlarken, bütün askerler, gözlerini yolun gediğine çevirdiler. Mandaların yanında, uzun, büyük, gayet büyük, gayet kalın, gayet siyah müthiş bir topun korkunç bir ejderha gibi uzandığını gördüler. Safların arasında sevinç sadaları yükseldi. Herkes Arslan Bey'in bir haftadır ne beklediğini şimdi anlıyordu. Demek bu top geliyormuş...

 

Biraz sonra...

 

Şalgo'nun tepesinde, şan, namus kefeni olan uğursuz beyaz bayrak dalgalanıyordu. Demir kapılar açılmıştı. Korkudan sapsarı kesilen tuğla kumandan, altın kılıçlı asilzadeler, zırhlı şövalyeler, Arslan Bey'in önünde dize gelmişlerdi. Silahları alınan düşman ikişer ikişer bağlanıyor, takım takım ordugâhın arkasına götürülüyordu. Kalenin içindeki kıymetli şeylerden bir dağ ortada kabarıyor; al yeşil bayraklarla kalenin tepesine dolan askerler bağırışıyorlar, aralarındaki dervişler, bedenlerden sarkarak ezan okuyorlar, tekbir çekiyorlardı.

 

Teslim olan kumandanla erkânına Arslan Bey;

 

"Korkmayınız. Hayatınız bağışlanmıştır. Biz Vire'yi bozmayız. Gelin, size elli manda ile buraya getirdiğim topu seyrettireyim..." dedi.

 

Tercüman bunu tekrarlayınca hepsi birbirlerine bakıştılar. Bu müthiş, bu korkunç aleti yakından görmeyi hem merak ediyorlar, hem çekiniyorlardı. Arslan Bey'in arkasına takıldılar. Büyük topa doğru yürüdüler. Yaklaşınca Arslan Bey;

 

"İşte" dedi, "Sizin böyle topunuz var mı?"

 

Düşman kumandanı tercümanla cevap verdi:

 

"Hayır."

 

"Niçin yapmıyorsunuz?"

 

"Bilmiyoruz."

 

Genç irisi bir şövalye tercümana bir şeyler sordu. Arslan Bey;

 

"Ne diyor?" dedi.

 

"Bey bu topu kaç günde İstanbul'dan buraya getirmiştir, diyor."

 

"Sen de ki: İstanbul'dan getirmemiş. Burada bir hafta içinde kendisi yapmış."

 

Tercüman bu sözleri söyleyince esirler afallaştılar. Arslan Bey, daha ziyade yaklaşıp elleriyle yoklamalarına, daha yakından görmelerine müsaade ettiğini söyledi. Mağrur kumandan, kahraman asilzadeler, cesur şövalyeler, büyük topun etrafında toplandılar. Bir elini hançerinin elmas sapına dayayan Arslan Bey, öteki eliyle, gülümseyerek pala bıyıklarını büküyor, arkasındaki kâhya, başını kaşıyarak gülmekten katılıyor, tercüman aptallaşıyordu. Yirmi adım uzakta duran mızraklı nöbetçiler de gülüşüyorlardı. Esirler topa elini sürdüler. Deliğini aradılar. Bulamayınca sarardılar. Sonra kızardılar. Birbirlerine bakıştılar. Öyle kaldılar. Kolların, çaprazlayarak yere bakan kale kumandanı titreyerek mırıldandı. Arslan Bey, tercümana baktı;

 

"Ne diyor?"

 

"Bu mertlik değil... diyor."

 

"Ona sor ki: Henüz bir kere patlamayan bir toptan korkarak, hemen teslim oluvermek mi mertliktir?"

 

Tercüman sordu.

 

Kale kumandanı, gözlerini yerden kaldırıp cevap veremedi. Asilzadeler, şövalyeler, birbirlerinin yüzlerine bakmaya cesaret edemediler, ani bir ölüm darbesiyle vurulmuş gibi oldukları yerde donup kaldılar.

 

Bir güllesiyle kaleyi yıkacak olan bu korkunç top, siyaha boyanmış kocaman bir kütükten başka bir şey değildi!...

 

 

A N T

BEN Gönen'de doğdum. Yirmi yıldır görmediğim bu kasaba, düşümde artık bir serap gibiydi. Birçok yeri unutulan, eski, uzak bir rüya gibi oldu. O zaman genç bir yüzbaşı olan babamla her zaman önünden geçtiğimiz Çarşı Camii'ni, karşısındaki küçük, harap şadırvanı, içinde binlerce kereste tomruğu yüzen nehirciği, bazen yıkanmaya gittiğimiz sıcak sulu hamamın derin havuzunu şimdi hatırlamaya çalışıyorum. Ama beyaz bir unutuş dumanı önüme yığılır. Renkleri siler, şekilleri kaybeder... Pek uzun gurbetlerden sonra vatanına dönen bir adam, doğduğu yerin ufkunu koyu bir sis altında bulup da, sevdiği şeyleri uzaktan bir an önce göremediği için nasıl hüzünlenirse, ben de tıpkı böyle meraka, sabırsızlığa benzer bir acı duyarım. O, her akşam sürülerle mandaların, ineklerin geçtiği tozlu, taşsız yollar, yosunlu, siyah kiremitli çatılar, yıkılacakmış gibi duran büyük duvarlar, küçük, ahşap köprüler, uçsuz bucaksız tarlalar, alçak çitler hep bu duman içinde erir...

Yalnız evimizle okulu gözümün önüne getirebilirim.

 

Büyük bir bahçe... Ortasında köşk biçiminde yapılmış bembeyaz bir ev... Sağ köşesinde her zaman oturduğumuz beyaz perdeli oda... Sabahları annem beni bir bebek gibi pencerenin kenarına oturtur, dersimi tekrarlatır, sütümü içirirdi. Bu pencereden görünen avlunun öbür yanındaki büyük toprak rengi yapının camsız, kapaksız tek bir penceresi vardı. Bu siyah delik beni çok korkuturdu. Yemeklerimizi pişiren, çamaşırlarımızı yıkayan, tahtalarımızı silen, babamın atına yem veren, av köpeklerine bakan hizmetçimiz Abil Ana'nın her gece anlattığı korkunç, bitmez hikâyelerdeki ayıyı, bu karanlık pencerede görür gibi olurdum. Bu kuruntuyla, rüya dinlemek, yorumlamak merakında olan zavallı anneme her sabah ayılı rüyalar uydurur; iri, kuzgun bir ayının beni kapıp dağa götürdüğünü, ormandaki inine kapadığını, kollarımı bağladığını, burnumu, dudaklarımı yediğini, sonra Bayramiç yolundaki su değirmeninin çarkına attığını söyler, ona birçok, "Hayırdır inşallah..." dedirtirdim. Yorumlarken benim büyük bir adam, büyük bir bey, büyük bir paşa olacağımı, bana kimsenin kötülük yapamayacağını, güvenceyle sundukça, yalan söylediğimi unutur, ne kadar sevinirdim...

 

Nasıl sokaklardan, kiminle giderdim? Bilmiyorum... Okul bir katlı, duvarları badanasızdı. Kapıdan girilince üstü kapalı bir avlu vardı. Daha ilerisinde küçük, ağaçsız bir bahçe... Bahçenin sonunda ayakyolu, çok kocaman aptes fıçısı... Erkek çocuklarla kızlar karmakarışık otururlar, birlikte okur, birlikte oynarlardı. "Büyük Hoca" dediğimiz, kınalı, az saçlı, kambur, uzun boylu, yaşlı, bunak bir kadındı. Mavi gözleri pek sert parlar, gaga gibi iğri, sarı burnuyla, tüyleri dökülmüş hain, hasta bir çaylağa benzerdi. "Küçük Hoca" erkekti. Büyük Hoca'nın oğluydu. Çocuklar ondan hiç korkmazlardı. Sanırım biraz aptalcaydı. Ben arkadaki rahlelerde, Büyük Hoca'nın en uzun sopasını uzatamadığı bir yerde otururdum. Kızlar, belki saçlarımın açık sarı olmasından, bana hep "Ak Bey" derlerdi. Erkek çocukların büyücekleri ya adımı söylerler ya da "Yüzbaşı oğlu" diye çağırırlardı. Sınıf kapısının açılmayan kanadında sallanan "geldi - gitti" levhası yassı, cansız bir yüz gibi bize bakar, kalın duvarların tavana yakın dar pencerelerinden giren donuk bir aydınlık, durmadan bağıran, haykırarak okuyan çocukların susmaz, keskin çığlıklarıyla sanki daha da ağırlaşır, bulanırdı...

 

Okulda yalnız bir tür ceza vardı: Dayak... Büyük suçlular, hatta kızlar bile falakaya yatarlardı. Falakadan korkmayan, titremeyen yoktu. Küçük Hoca'nın ağır tokadı... Büyük Hoca'nın uzun sopası... ki rasgeldiği kafayı mutlaka şişirirdi. Ben hiç dayak yememiştim. Belki kayırıyorlardı. Yalnız bir defa Büyük Hoca, kuru, kemikten elleriyle yalan söylediğim için sol kulağımı çekmişti. O kadar hızlı çekmişti ki, ertesi günü bile yanıyordu. Kıpkırmızıydı. Oysa suçum yoktu. Doğru söylemiştim. Bahçedeki aptes fıçısının musluğu koparılmıştı. Büyük Hoca suçu yapanı arıyordu. Bu, mavi cepkenli, kırmızı kuşaklı, hasta, zayıf bir çocuktu. Haber verdim. Falakaya konacaktı. İnkâr etti. Sonra diğer bir çocuk çıktı. Kendi kopardığını, onun suçu olmadığını söyledi. Yere yattı. Bağıra bağıra sopaları yedi. O zaman Büyük Hoca, "Niçin yalan söylüyor, bu zavallıya iftira ediyorsun?" diye kulağıma yapıştı. Yüzünü buruşturarak darıldı.

 

Ağladım. Ağladım. Çünkü yalan söylemiyordum. Evet, musluğu koparırken gözümle görmüştüm. Akşam üstü, okut dağılırken dayağı yiyen çocuğu tuttum:

 

- Niçin beni yalancı çıkardın? dedim. Musluğu sen koparmamıştın...

 

- Ben koparmıştım.

 

- Hayır, sen koparmamıştım. Öbür çocuğun kopardığını ben gözümle gördüm.

 

Direnmedi. Yüzüme baktı. Bir an öyle durdu. Eğer hocaya. söylemeyeceğime yemin edersem, saklamayacaktı. Anlatacaktı. Ben hemen meraklanıyordum:

 

- Musluğu Ali koparmıştı, dedi, ben de biliyordum. Ama o çok zayıf, hem hastadır. Görüyorsun, falakaya dayanamaz. Belki ölür, daha yataktan yeni kalktı.

 

- Ama sen niçin onun yerine dayak yedin?

 

- Niçin olacak. Biz onunla ant içmişiz. O bugün hasta, ben iyi, kuvvetliyim. Onu kurtardım işte.

 

Pek güzel anlamadım. Tekrar sordum:

 

- Ant ne?

 

- Bilmiyor musun?

 

- Bilmiyorum!

 

O vakit güldü. Benden uzaklaşarak karşılık verdi:

 

- Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna "ant içmek" derler. Ant içenler kan kardeşi olurlar. Birbirlerine ölünceye kadar yardım ederler, dertli günlerinde birbirlerine koşarlar.

 

Sonra dikkat ettim, okulda birçok çocuk, birbirleriyle ant içmişlerdi. Kan kardeşiydiler. Bazı kızlar bile kendi aralarında ant , içmişlerdi. Bir gün, bu yeni öğrendiğim göreneğin nasıl yapıldığını da gördüm. Yine arka rahlelerdeydim. Küçük Hoca aptes almak için dışarı çıkmıştı. Büyük Hoca, arkasını bize çevirmiş, yavaş yavaş, bir sümüklüböcek kadar ağır, namazını kılıyordu. İki çocuk tahta saplı bir çakıyla kollarını çizdiler. Çıkan büyük, kırmızı damlayı kolları üzerinde bu çizgiye sürdüler. Kanlarını karıştırdılar. Sonra birbirlerinin kollarını emdiler. Ant içerek kan kardeşi olmak... Bu beni düşündürmeye başladı. Benim de kan kardeşim olsa, hocaya kulağımı çektirmeyecek, üstelik falakaya yatacağım zaman beni kurtaracaktı. Koca okulun içinde kendimi yapayalnız, arkadaşsız, koruyucusuz sanıyordum, anneme düşüncemi, her çocuk gibi birisiyle ant içmek istediğimi söyledim. Andı tanımladım. Razı olmadı:

 

- Öyle saçmalıklar istemem. Sakın yapma ha... diye uyardı beni. Ama ben dinlemedim. Aklıma ant içmeyi koymuştum. Fakat kiminle? Bir rastlantı, beklenmeyen bir kaza bana kan kardeşimi kazandırdı. Cuma günleri bizim evin bahçesine ,bütün komşu çocukları toplanırlardı. Akşama kadar birlikte oynardık. Arkamızdaki evlerin sahibi Hacı Budak'ların benim kadar bir çocukları vardı ki, en çok adı hoşuma giderdi: Mıstık... Bu sözcüğü söylerken tad duyar, boyuna tekrarlardım. Öylesine uyumluydu ki... Kızlar bu güzel ada uydurulmuş kafiyeleri, Mıstık'ı bahçede, sokakta görünce bir ağızdan söylerlerdi; hâlâ hatırımda.

 

Mustafa Mıstık,

 

Arabaya kıstık,

 

Üç mum yaktık,

 

Seyrine Baktık!

 

diye bağrışırlar, ellerini yumruk yaparak ona karşı dururlardı. Mıstık hiç kızmazdı. Gülerdi. Biz de, bazen bu dörtlüğü bağırarak tekrarlar, eğlenirdik.

 

Bu mini mini şiir, benim hayalimi bile etkilemişti. Rüyamda, birçok arsız kızın Mıstık'ı büyük bir göçmen arabasına sıkıştırarak, çevresinde üç mum yakarak seyrine baktıklarını görürdüm. Niçin Mıstık öyle uslu dururdu. Niçin birden fırlayıp bu kızlara birkaç tokat atmaz, sıkıştığı katran kokulu arabadan kurtulmazdı? Hepimizden güçlüydü. Adı gibi her yanı yuvarlaktı; başı, kolları, bacakları, bedeni... Hatta elleri... Bütün çocukları güreşte yenerdi... Yazın her cuma sabahı büyük bir deste söğüt dalı getirirdi. Bu dallardan kendimize atlar yapar, cirit oynar, yarışa çıkardık. Yarışta da tümümüzü geçerdi. Onu hiçbirimiz tutamazdık. İşte yine böyle bir cuma günü, Mıstık söğüt dallarıyla geldi. Ben uzununu kendime ayırdım. Öbürlerini çocuklara dağıttım. Bir çakıyla bu dalların ucunu keser, kabuklarından iki kulak, bir burun çıkartır, tıpkı bir at başına benzetirdik. Bunu en güzel ben yapardım.

 

Kendi atımı yapıyordum. Mıstık'la diğer çocuklar sıralarını bekliyorlardı. Nasıl oldu, farkına varmadım, söğüdün kabuğu birden yarıldı. Arasından kayan çakı sol elimin işaret parmağını kesti. Sulu, kırmızı bir kan akmaya başladı. O anda aklıma bir şey geldi: Ant içmek... Parmağımın acısını unuttum, Mıstık'a,

 

- Haydi, dedim, bak elim kesildi. Kan kardeşi olalım. Sen de kes...

 

Siyah gözlerini yere dikerek, büyük, yuvarlak başını salladı:

 

- Olur mu ya... Ant için kol kesmek gerek...

 

- Canım ne zararı var? diye üsteledim, kan değil mi? Hepsi bir. Ha koldan, ha parmaktan... Haydi, haydi!... '

 

Razı oldu. Elimden aldığı çakıyla kolunu, üstelik biraz derince kesti. Kanı o kadar koyuydu ki, akmıyor, bir damla halinde kabarıyor, büyüyordu: Parmağımın kanıyla karıştırdık. Önce ben emdim. Tuzlu, sıcak bir şeydi. Sonra o da benim parmağımı emdi.

 

Bilmiyorum, aradan ne kadar zaman geçti? Belki altı ay... Belki bir yıl... Mıstık'la kan kardeşi olduğumuzu unutmuştum nedense. Yine birlikte oynuyor, okuldan eve birlikte dönüyorduk. Bir gün hava çok sıcaktı. Büyük Hoca, bize yarım günlük tatil verdi. Tıpkı perşembe günü gibi... Mıstık'la sokağın tozları içinde yavaş yavaş yürüyorduk. Ben fesimin altına mendilimi koymuştum... Terimi silemediğim için yüzüm sırılsıklamdı. Büyük, geniş bir yoldan geçiyorduk. Kenarda yığılmış bir duvarın temelleri vardı. Birdenbire karşıdan iri, kara bir köpek çıktı. Koşarak geliyordu. Arkasından birkaç adam kalın sopalarla kovalıyorlardı. Bize, "Kaçınız, kaçınız, ısıracak!.." diye bağırdılar. Korktuk, şaşırdık. Öyle kaldık. Önce ben biraz kendimi toplayarak, "Aman, kaçalım..." dedim. Gözleri ateş gibi parlayan köpek bize yetişmişti. O zaman Mıstık, "Sen arkama saklan!..." diye haykırdı, önüme geçti. Köpek ona saldırdı.

 

İlkin hızla birbirlerine çarptılar. Sonra tıpkı güreşir gibi boğaz boğaza geldiler. Köpek de ayağa kalkmıştı.

 

Biraz böyle savaştıktan sonra ikisi de yere yuvarlandılar. Mıstık'ın küçük fesi, mavi yemenisi düştü. Bu savaş, bana pek uzun geldi. Titriyordum. Sopalı amcalar yetiştiler. Köpeğe odunlarının bütün gücüyle birkaç tane indirdiler. Mıstık kurtuldu. Zavallının kollarından, burnundan kan akıyordu. Köpek, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış, ağzı yerde, dörtnala kaçtı. Mıstık, "Bir şey yok... Acımıyor... Biraz çizildi..." diyordu. Evine götürdüler. Ben de hemen evimize koştum. Anneme başımıza geleni anlattım. Abil Ana, beni yere yatırdı. Uzun uzadıya kasıklarıma, korku damarlarıma bastı. Öyle bir duâ okuyarak yüzüme üfledi ki, sarmısak kokusundan aksırdım.

 

Ertesi günü Mıstık okula gelmemişti. Daha ertesi günü yine gelmedi... Anneme, Hacı Budak'lara gidip Mıstık'ı görmemizi söyledim.

 

- Hastaymış yavrum, dedi, inşallah iyi olunca yine oynarsınız, şimdi rahatsız etmek ayıptır.

 

Ondan sonra ben her zaman Mıstık'ı iyileşmiş bulacağım umuduyla okula gittim.

 

Ne yazık ki, o hiç gelmedi... Köpek kuduzmuş. Baktırmak için Mıstık'ı Bandırma'ya götürdüler. Oradan İstanbul'a göndereceklerdi.

 

Sonunda bir gün işittik ki, Mıstık ölmüş...

 

Erken kalktığım açık, bulutsuz sabahlar, herkes gibi bana da çocukluğumu hatırlatır. Belleğimde sonsuz ve mor bir tanyeri ülkesi gibi kalan doğduğum yeri gözümün önüne getirmek isterim. Ve hep, farkında olmayarak sol elimin işaret parmağına bakarım. Birinci boğumun üstünde hâlâ beyaz çizgi şeklinde duran bir küçük yara izi, bence çok kutsaldır. Andı için ölen, hayatını mahveden kahraman kan kardeşimin, sıcak dudaklarını tekrar parmağımın ucunda duyar, beni kurtarmak için kendisinden büyük, kudurmuş, iri ve kara çoban köpeğiyle pençeleşen o aslan ve kahraman hayalini görürüm.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...