Jump to content

Elif Şafak Siyah Süt


darqrose

Önerilen Mesajlar

Geçenlerde yazmıştım kötü bir anne olduğum hakkında sonra bu kafama çok takıldı :) bide çattadanak biri söyleyince daha çok kafama takıldı. Geceleride uyumuyorum artık uyku tutmuyor ne zıkkımsa ondayım. Bunalımdayım. Daha üç saat önce uyumuşum zora ki kalktım o da neden karşımda bi herif beni sınıyıp duruyor kalkcammı kalkmayacammı Erkeklerin canı cehenneme siz hiç anne oldunuz mu Bu yüzden bilemezsiniz ve eskisi gibi güçlü idealist olmayan kadınları suçlayamazsınız Elif Şafak bunu çok güzel anlatmış ve yazmış adıda "Siyah Süt"

Modern anne görüntüsünü yakalamak için verilen insanüstü bir mücadele sonrasında yenik düşüş size bi sırrımı vereyim kadın ne kadar mükemmeliyetçi ise bebekte o kadar zor oluyor.:no: Bu kibrin kadında kırıldığı bir nokta hayatınızın bi noktasında pampasaklı iseniz o kadar mükemmel değilsiniz diyiş şekli. O gün geldiğinde en ağır basacak duygu sevgi şefkatten çok çaresizlik oluyor. Ne kadar uzun ve çetrefilli bir yolun başında olduğunuzun farkına varıyorsunuz filan. Sanki dünyanın en önemli işini yapıyorsun kendinden vazgeçip dinlenmeksizin anne olurken. Ben alışamamıştım özgürlüğüme düşkün biriyim banada uyku sorunu olmayan fakat arabalarda bas bas ciyaklayan bi çocuk geldi. Hadi bununla gez gezebilirsen tabi benim kızımla istiklalde tozma hayallerim suya düştü hatta yabancı evlere sığamaz oldum. İlk hisssettiğim aşırı duygu selleriyle kimseyi görmek duymak istemiyordum. Hiç birşey evde ki işim kadar önemli olmadığı içinde öyle yaptım ama herşeyi ağır basan bir başka duygu daha vardı ki o da yetersizlikti. En iyisini bilemediğim için kafamdan uydurduğum en iyileri uygulamaya koydum. En iyisi o çocuk hiç ağlamamalı ve her isteği saniyesinde yerine getirilmeli. Bu onun değil benim iyiliğim içindi. O ağlıyor diye sosyal yaşantımdan vazgeçtim. Sanırım benim kısa sürede girdiğim bunalımımı kimsenin görmesinide istemedim herkes berbat bi anne olduğumu düşünüyordur diye düşünüyordum. Herkes onu ustaca yıkayıp gazını alıp agucuk yaparken onların rahatlığında olmadığım için bu işten baya korktum. Gerçeklik duygusu diğer herşey gibi uçup gitti. Bende sanırım altı aylık annelikten sonra bunun bi süreç değil bi acı bi gerçek olduğunu anladım. Herşeyim temtersti bazen iki dişi bazen dört dişi aynı anda çıkıyordu bir yaşında bütün dişleri tamdı ama o asla yemedi benim sinirimle alay ettiğini seziyordum ağlamasına sürekli ağlamasına rağmen benden daha güçlü olduğunu anlamam hatta aciz olmadığının farkına varmam üç yılımı aldı. Yani 36 ay boyunca onu sahiplendiğimi zannederdim meğer o kendine baktırırmış. Karşında senin zaafını çok iyi bilen elli santim bir insan buna nisbet anneliğimin onsekinci ayından otuzuncu ayına kadar onu üzdüğüm her seferinde kendini yere attı ve kafasını yere vurdu. Bazen halıya denk geldi yuvarlandı ve bumm.. Dersin ne bilcek psikolojimi biliyor işte senin çok nadir yakalayabildiğin ılıman ruh halinde gelip üstüne yapışıp huzurla uyuyor en doğal hakkın olan sinirlenmeyi yoğurup şekil verip bi bastırıp seni her türlü oyundışı bırakıyor. Tam iki yıl sonra ki anneliğimde onun benim kızım olduğu için böyle zor olduğunu anladım bende zordum ve düşünülenin aksine her annelik bir değil herkesin ki kendisini yıpratcak kadar çetrefilli. Hani bazen umursamayayım diyordum moron olcak diye korkuyordum hiç çok şımaracağından korkmadım üç yıl sonra öyle şımarıktı ki sevimli falan değil di artık ona acımaktan vazgeçtim o da düzeldi zaten. Zaten acıncak haldeydim o benden güçlüydü buda sinirimi bozdu ben olmasamda o olacaktı annesi olmadanda insan var olabilyordu ben onun varoluş nedeniydim ama o benim varoluş nedenim değildi bunu böylece anladım tam otuz dokuz aylık anneliğimde. Hangi dönem olursa olsun sorunları bitmeyecek sürekli anneliiğinizi sınayacak bi evrim. Bana kimse yardım etmedi ama görümcem dedi ki üç yıl sonra rahata kavuşacaksın beş yaşına geldiğinde çalışmaya başlarsın ancak. Neden üç yıl demiştim ama demek büyüklerimiz görüyor o kadar da boş değillermiş canım. Bir zamanlar benim yerimde olan sevgili görümcelerim beş yıl sonra onların yerinde olucam ki bu da harika bişey sanırım. En azından dışarda ki o mükemmelliyetçiliğimi sürdürücem ve kimse ne olduğunu asla bilmeyecek. Kadınlarda bizim gibi olamadıkların için çatlayıp durcaklar üç yıl kızı her ağladığında onu kucaklamış ve asla ona zarar vermemiş bi anne olarak yazıyorum bunları en az benim kadar inatçı ama en az benim kadar akılcı bir çocuk tanıyorum o benim kızım.

Üç yıl boyunca o kadar ağladım ki şuan ağlamak benim için lüks eskiden olduğu gibi zarar verici bulabiliyorum bunu en azından ağlayabildiğim ve bu şekildede olsa kendimi rahat ettirebildiğim için yinede şanslıydım. İlk ağladığımda bunun beni fena rahatlattığını gördüm lanet olsun diye diye ağladım o zaman. Ağlayan bi çocuk kadar itici olduğumu anladığımdan beri buda yaklaşık üç aydır daha iyi hissediyorum en sonunda :)

Ve kaderin bi cilvesimi bilmem tamda şu zamanda bu kitabı okuyorum dışardan bize basit görünen ve kadının aptallaşmasını izlediğimiz şu erken annelik dönemi çok güzel anlatılmış. Pampasaklı ve itici gördüğümüz kadınlara birde böyle bakmak lazım. Zamanla ideallerimizi süsleyen kadın olma yolunda çekilen leri birde yazar bi anneden dinlemek lazım.

Birde çocukla çevreme güzel mesajlar verdiğim için özür dilerim aslında ikimizde bombok hissediyorduk ben onu anlamadığım için o da kendini ifade edemediği için gerçek bu.. Azmı kandırdık sizi güzel kandırdık özellikle Deniz duraklarda ablalara pozlar verirken baya eğleniyordu :)

Okuma yöntemi

Her kitap akılda kalmak, yeryüzünde bir iz bırakmak arzusuyla yazılır. Bu hariç.

Bu kitap okunur okunmaz unutulmak için yazıldı. Suya yazı yazar gibi...

Siyah Süt'ü yazarken benim için esas kolan hafızamda bahar temizliği yapmaktı.

Ben bu kitabı hatırlamak için değil, unutmak için yazdım.

İnanıyorum ki okurken de öyle olmalı. Kitabı okurken her satır bir öncekinin

yerini almalı. Kat üstüne kat inşa eder gibi biriktirerek okumak yerine, daracık

bir depoya yeni bir şey koyabilmek için daha evvel orada olan eşyaları boşaltır

gibi okunmalı her sayfa. Yani bir önceki sayfayı yok ede ede. Bu kitap

ilerledikçe erimeli, kendini sile sile. Öyle ki ortasına gelmeden başı, son

satıra varınca da tamamı kaybolmuş olmalı.

Çünkü bu kitap kadınlığın, kadınların hayatının kasvetli ve karanlık ama son

tahlilde geçici bir dönemiyle ilgili. Birdenbire gelen ve geldiği gibi hızla

dalgalar halinde çekile çe-kile giden bir haletiruhiye burada incelenen. Bu

haliyle elinizde tuttuğunuz kitap bir nevi tanıklık. Ama geçici bir mevsimin,

doğumdan sonra gelen bir ara dönemin tanıklığı burada Söz konusu olan.

O mevsimin tıp dilindeki adı: postpartum(ya da postnatal).

Dokuz ay hamile kaldıktan, kokulardan tatlara kadar her şeyi farklı algılamaya,

önün sıra giden bir yuvarlacık şişkinlikle paytak paytak yürümeye, ağır hareket

etmeye ve daha evvel hiç bilmediğin türden rüyalar görmeye alıştıktan sonra bir

sabah uyanıp da bedenini düzlenmiş, incelmiş, yeniden yoğrulmuş bulmak müthiş

bir dönüm noktası. Bir günde, bir operasyonda. Bebeğin doğumuyla, anne

sevincinden uçuyor elbette. Ama bu arada bedeni keskin bir altüst oluş yaşıyor.

Ve henüz toparlanmaya fırsat bulamayan bedene hızla yeni görevler yükleniyor.

Postnatal aşama "artık" ile "henüz" arasında bir noktanın adı. Artık hamile

olmayan ama henüz anne olduğunu da tam anlamıyla idrak edemeyen kadının arada

kalmışlığı, sıkışmışlığı, kafa karışıklığı. Bir eşik. Araftan bir kesit belki

de. Her eşik gibi, bunun da cinleri var. Loğusaya dadanan cinler...

Annelik dünyanın en yaşanılası, en muhteşem lütuflarından biri; güzel ki hem de

nasıl. Aldığı tüm övgüleri fazlasıyla hak ediyor. Öylesine benzersiz, öylesine

kıymetli... İnsanın yüreğini hamur gibi alıp dönüştüren, kâinatın ritmiyle

buluşturan eşsiz bir tecrübe.

Ama anneliğin sadece ve sadece pozitif yanlarından bahse-dilmesinde yanlış ve

yanıltıcı bir şeyler var. Zira annelik aynı zamanda çetrefil, karmaşık ve kimi

zaman hayli ağır. Bu sürece hazırlıksız yakalananlar da, kendini pek bir "hazır"

zannedenler de derinden sarsılabiliyor. Üstelik daha evvel anne olmuş olmak da

pek işe yaramıyor sanki. Her hamilelik farklı bir hamilelik. Her bebek farklı

bir bebek. Tıpkı birbirine zerre kadar benzememesi gibi uzaktan aynı sanılan kar

tanelerinin.

Ay ışık saçar. Gecenin koyuluğunda büyük bir sabır ve kararlılıkla ışıldar. Ama

ayın bir de karanlıkta kalan yüzü var. İlk bakışta kendini ele vermeyen.

Annelik de öyle... Öyleymiş...

Uzunca bir dönem zannettim ki bir ben elime yüzüme bulaştırıyorum bunları.

Sandım ki herkes, oh ne güzel, kayarcasınaa yumuşacık yaşıyor hamilelikloğusalık-

annelik safhalarını. Demek ki bende bir "eksiklik", bir fabrika hatası

var diye kıvrandım. Kendimden, kendi beceriksizliğimden utandım. Sakladım.

Saklandım.

Sonra sonra, bu alanda okuyup araştırma yaptıkça ve en önemlisi, başka kadınlara

kulak verdikçe, anladım ki yalnız değilim. Bir tek ben değilim. Sanıldığından

daha yaygın bir durum postpartum depresyon. Anladım ki doğum yapmak ve hemen

akabinde gelen süreç binlerce, belki milyonlarca kadının gayet iyi bildiği üzere

gölgeleri, çukurları, evhamları, iniş çıkışları, bunalımları olan bir ara aşama.

Anneyi çoğaltıp zenginleştirirken bir yanıyla da yalnızlaştıran.

Eskiler bilirmiş tüm bunları. Ninelerimiz ve onların nineleri bilirmiş bu

yalnızlığı. Loğusayı koruma altına almaktaki ısrarları bu yüzden. Ne odada tek

başına bırakırlarmış yeni doğum yapan kadını, ne de duasız, desteksiz. Sadece

yeni doğan bebeğe değil, anneye de bakarlarmış eskiden. Loğusanın en büyük

düşmanının gene kendisi, yani kendi zihni olduğunu bildiklerinden, habire bir

şeylerle oyalarlarmış kadıncağızı. Zihni konuşmaya fırsat bulmasın, bulmasın da

bulanmasın diye.

Eski zamanların pirinç başlıklı karyolalarına yatırırlar-mış loğusayı. Başına da

nazar boncuklu, çörekotu torbaları asılı, çıngıraklı bir ip bağlanırmış boydan

boya. Yanında annesi, ablası, teyzesi, dadısı, kayınvalidesi... en az yaşça

büyük iki kadın olurmuş muhakkak.

Loğusaya dadanan kötü cinler odaya geldiklerinde etrafta bir tur atar, ardından

gidip ipe asılırlarmış. O zaman başlar-mış çıngırak çalmaya. Saçılırmış

çörekotları ortalığa. Bir nevi kırmızı alarm! Bu şekilde cinlerin dadandığını

anlayan yaşlı kadınlar da anında ayaklanır, ipin boşta kalan ucuna asılırlarmış.

Cinler çekermiş bir yana, yaşlı kadınlar çekermiş beri yana. Cinlerin çektiği

tarafta karabasanlar, evhamlar, zanlar... Yaşlı kadınların çektikleri tarafta

ise gönül ferahlığı, saadet ve bereket... Loğusa iki arada kalırmış. İradesiz

bir kukla gibi savrulurmuş bir müddet iki uç arasında. Tastamam 40 gün sürermiş

bu mücadele. Kan ter içinde. Ama ne denli şiddetli olursa olsun bu gidiş geliş,

ipin ucuna inançla asılmak ve asla vazgeçmemek şartmış. Böyle böyle nihayet pes

edermiş cinler. Bırakır giderlermiş ipi, başka başka avların peşine düşmek

üzere. İşte o vakit loğusa çıkarmış araftan.

"İyiyim" dermiş fısıltıyla. "Merak etmeyin, iyileştim artık..."

İşte bu sebeptendir ki "kırkını çıkarmak" sadece bebekler için değil anneler

için de esasmış. Kırk sembolik bir sayı. Kimi kadının kırkını çıkarması bir

hafta, kiminin üç ay, kiminin ise neredeyse iki sene sürermiş. Ama er ya da geç

kırkını çıkarırmış kadın. Ve o vakit cinlerin değil insanların yakasında kalmaya

hak kazanırmış.

Yeniden katılırmış aramıza. "Hoş geldin bebek" diyoruz ya, annesine de hoş

geldin demeli aslında. "Hoş geldin loğusa!"

Bu şekilde cinlerle mücadelesini kazanan loğusayı kaptıkları gibi hamama götürüp

dövülmüş yumurta kabukları, zeytinyağı ve nane esansıyla ova ova bir güzel

terletirlermiş. Tepeden tırnağa. Gözeneklerinden kir ya da ter değil sadece,

sıkıntıları ve korkuları da akıp gidermiş damla damla. Hamamdan çıktığında

tazelenmiş, arınmış olurmuş.

Peki ya loğusanın yatağına bağlı ipi çeken cinler kazanırsa mücadeleyi?

Ya kadın bir türlü çıkaramazsa kırkını? O zaman ne olurmuş?

Sütü çürürmüş.

Evvela koyulaşırmış süt, katılaşırmış topak topak. Sonra başlarmış siyaha

çalmaya. Solarmış beyaz. Kararmış süt akarmış loğusanın memelerinden. Sütüyle

beraber yüreği de çürürmüş kendiliğinden. İşte bu ihtimalin korkunçluğunu

bildikleri için öyle var güçleriyle asılırmış eskiler loğusanın ipine. Bir

kadını daha cinler kapmasın diye...

Anneannelerimiz, babaannelerimiz, ebelerimiz bu kadim bilgilere haizdiler ve

birikimlerini bir kuşaktan bir kuşağa aktarmak istediler. Bilginin sahibi

yoktur. Tapusu, efendisi yoktur. Emanettir bilgi, kendinden öncekilerden alır;

çoğaltır, sağaltır ve kendinden sonrakilere verirsin. Onlar da bunu bildikleri

için gebelik ve loğusalık ve dahi annelik hakkındaki bütün birikimlerini

kızlarına, torunlarına, torunlarının torunlarına devrettiler,

devredebildiklerince.

Lakin olmadı. Süreç aksadı. Geleneksel Osmanlı'dan modern Cumhuriyet'e gelirken

yolda bir yerlerde bilgi kervanımız durdu, tökezledi, yere kapaklandı. Ne çok

bilgi parçası, kristal taneleri gibi yuvarlana yuvarlana dağıldı gitti.

Kayboldu.

Sonuç olarak bugün bizler, yani bizim kuşağımız, eskilerin birikimlerinden büyük

ölçüde yoksunuz. Modern toplum kendini cinlerden arındırdığını sandığı için

onlarla nasıl baş edeceğini de bilemiyor.

Bugün anneliğin karanlıkta kalan yüzü hakkında yeterince konuşulmuyor,

yazılmıyor. Onun yerine iki başat söylem tüm sahneyi kaplıyor.

1. Analığın bir kadının temel vazifesi olduğunu ve her işten yüce olduğunu

vurgulayan, bu uğurda kadınların her türlü fedakârlığı yapmaları gerektiğini ve

mümkün mertebe evlerinde kalmalarını salık veren geleneksel söylem.

2. "Çocuk da yaparım, kariyer de" sloganıyla her işi eksiksiz pürüzsüz kotaran,

süpermarketlerde jet hızıyla alışverişini tamamlayıp, evde ve işyerinde herkesin

ihtiyacına koşan, en güzel mamaları iki saniyede mikserden geçiren "süperdişi"

imajı ve bu imajı pompalayan renkli-kadın-dergisi-söylemi.

Bu iki söylem ilk bakışta çok farklı görünmekle beraber, benzer bir özelliğe

sahip: İkisi de ayın karanlık yüzünü görmezden geliyor. Geleneksel söyleme

bakarsanız, annelik zaten o kadar mutlak ve kutsal bir şey ki, hâşâ hakkında en

ufak bir olumsuz laf söylemek kimin haddine. Modern söyleme bakarsanız, çağdaş

kadın zaten o kadar maharetli ve mükemmel ki, şanına kimse leke düşüremez.

Bu iki dayatmacı katman arasında sandviç gibi sıkışmışken nasıl konuşabiliriz

hakikatleri? Nasıl dürüstçe anlayabilir ve anlatabiliriz anneliğin

çelişkilerini?

Türkiye'deki hâkim söylem asla "yakıştırmıyor" annelere bunalımı. Değil bunalım,

tereddütün katresini dahi kondurmuyor. Parlatıla parlatıla, cilalana cilalana

doğallığını yitirmiş bir kırmızı elma olmuş annelik. Uzaktan methiyeler

düzüyoruz varlığına. Isıramıyoruz korkudan. İçinden kurt çıkar mı acaba?

Kutsallaştırılan ve mutlaklaştırılan bir rozet kimliğe dönüşüveriyor "annelik".

Yakasına takıp geziyor kadınlar. "Ben bir anneyim..." demek başlı başına bir

kimlik tanıtımı. Rengi şeker, şekli şeker bu rozetin ama alabildiğine tek

boyutlu ve yüzeysel.

Nice kadın o parıltılı yüzeyin altında ne çok çelişkili duygu ve fikir

barındığının bilincinde aslında. Biliyorlar bilmesi ne de onlar da

yaşadıklarından ya da hissettiklerinden ötürü suçluluk duyuyor, susuyorlar.

Hayatlarında en mutlu olmaları gereken dönemde, anlayamadıkları bir biçimde

mutsuz olmayı ne kendilerine yedirebiliyor ne de başkalarına açıklayabiliyorlar.

Utanıyorlar depresyonlarından. Zaten bir müddet sonra bahar geliyor

kendiliğinden ve tüm yaşananlar unutuluyor.

Unutulmalı da. Geriye dönüp bakınca bir şey kalmamalı bu çetin evreden.

 

 

Ama işte böyle yapa yapa, fazlasıyla cicileştirilmiş yahut yüceltilmiş, adeta

siniri alınmış bir annelik mefhumu kalıyor ortada. Pek çok hamile kadın bu

mefhumu idealleştiriyor zihninde. Böyle olmaya çalışıyor. Olamayınca bocalıyor.

Doğum sonrası ciddi bir yalpalama süreci bekleyebiliyor onları. Bir türlü yazıya

dökülmüyor loğusanın bunalımı. Yeterince incelenmiyor, irdelenmiyor,

paylaşılamıyor. Yazı yazan, analiz yapan, fikirlerini esere çevirenlerin ezici

çoğunluğunun erkeklerden ya da erkekleşmiş kadınlardan oluştuğu bu ülkede,

loğusanın içini çürüten siyah süt kolay kolay mürekkebe dönüşemiyor.

Bu kitap böyle bir mürekkeple yazıldı. Şu anda veya bir zamanlar benzer bir

fasl-ı hazandan geçenler ya da gelecekte bununla tanışacaklar olanlar için

kaleme alındı. Tabii bir de bu konuları uzaktan yakından merak edenler için...

Okuyup da unutulmak üzere...

Sonuna vardığında başını unutmanız dileğiyle...

Siyah Süt

Eğer bir kadın erkeksi özelliklere sahipse, ondan kaçmalı. Ama eğer bu tür

özelliklere sahip değilse, bu sefer de o kendinden kaçmalı.

Friedrich Nietzsche

Önsöz

 

Yatak odasındaki komodinin üzerinde yuvarlak bir ayna var. Kenarları gümüşten.

Aynanın ortasında bir kadın duruyor. Bedeni patiskadan bez bebek; bir tek

bakışları etten ve kemikten. Bakıyor kendine dinmeyen bir merakla. Ayırmıyor

gözlerini suretinden.

Oysa bilmez mi ki "bakmak" masum bir şey değildir ya da aynalar basit birer

obje? Bilmez mi ki aynaların yüzeyleri ya bir kumaş parçasıyla örtülmeli ya da

duvara doğru çevrilme-li? Bu kadar mı kayıtsız geleneklere? Yoksa bile bile mi

çiğniyor kaideleri? Asırlık öğretilerle inatlaşmak istercesine?

"Her ayna anahtarını kaybetmiş bir kapıdır. Açılır Diyar-ı Esrar'a. Olur da

fazla bakarsan aynaya, aralanıverir kapı, kaybolursun sonsuzlukta."

Kadının saçları gelişigüzel bir şekilde toplanmış, sağdan soldan çalı gibi saç

tutamları fırlamış. O tutamlardaki her bir saç teli dile gelmiş, isyana gelmiş.

Bas bas bağırıyor:

"Ne olur artık bizi yıka, bizi tara, bizi topla!"

Saç dipleri daha da beter haykırıyor, feryat figan.

"Ne olur artık bizi boya. İnsan içine çıkamaz olduk utancımızdan. İstersen

civciv sarısına boya. Hatta seneler evvel bir keresinde kızıl yapmaya kalkmıştın

da korkunç olmuştuk hani. Ona bile razıyız. Yeter ki boya bizi, unutma!"

Ama bunları duymuyor kadın. Sağır olmuş beyninin dırdırından gayrı tüm seslere.

Gözleri incecik bir tabakayla perdelenmiş. Sanıyor ki isten, kömürden, çekirge

sürüsünden bir koyu bulut yağmış kaplamış her yeri. Hoşnutsuz, huzursuz, ruhsuz

bir pelerine sarılmış tüm dünya. Solmuş tekmil canlı tonlar. Renklerden kül

rengi başa padişah olmuş. Ve ilk icraatı, tahtına rakip olabilecek tüm canlı

renkleri kodese tıkmak olmuş.

Sanıyor ki kadın, hüznün filtresinden geçemeyen her şey ona yabancı. "Mutluluk"a

"münafık" muamelesi yapıyor da farkında değil. Nereye baksa üzülecek bir şey

görüyor anında. Güzellikleri seçemiyor etrafında. Gözlerinin kenarları

uykusuzluktan ve ağlamaktan torbalanmış, kızıla çalan halkalarla çevrelenmiş.

Daha da ürkütücü olan içleri. Feri sönmüş, voltajı düşmüş gözbebeklerinin.

Kadının üzerinde eflatuna çalan, parlak kumaştan uzunca bir gecelik var, göğüs

kısmında şekilsiz desenler. Geceliğin incecik askılarından biri kopmuş, tutsun

diye alelacele bir düğüm atılmış oraya. Ama düğüm atılan askı diğerinden kısa

kaldığı için, geceliğin yakası yokuş olmuş, sağdan sola doğru kayıyor. Bu

ayrıntı kadına da belli belirsiz bir eğim katmış sanki, her an bir tarafa yatıp

düşecekmiş gibi duruyor. Geceliğin üzerindeki desenler çılgın bir desinatörün

elinden çıkmış gibi görünse de dikkatlice bakınca bunların süt ve bebek kusmuğu

lekeleri olduğu anlaşılıyor.

Doğum yapalı yedi hafta olmuş.

Mükemmel bir anne olmak istiyor kadın, öylesine kusursuz ki hayali bile

imkânsız.

Hayali bile mümkün olmayan mükemmel anne mükemmel süt veriyor mükemmel bez

değiştiriyor mükemmel çıkarıyor bebeğin gazını mükemmel koyuyor üç damla limonu

su dolu kaşığa mükemmel hıçkırık geçiriyor mükemmel kalkıyor geceleri bebek ne

zaman ağlasa mükemmel uyanıyor sabahları mükemmel temizliyor kusmukları mükemmel

gülümsüyor kocasına mükemmel duruyor hayatın ortasında mükemmel gidiyor

rotasında.

Oysa hakikat bambaşka.

Gerçek hayatta, o dört dörtlük üstün yaratığa erişmeye çabalarken hata üstüne

hata yapıyor kadın. Ne sütü tam geliyor, istenilen kıvamda veya miktarda/ ne

bebeğin gazını çıkartmasını biliyor, sırta usul usul vura vura ustalıkla/ ne

sabahları zamanında uyanabiliyor, sürünmeden zorlanmadan/ ne geceleri uyku

tutuyor gözlerini, şafağa kadar/ ne yapabiliyor yapması gerekenleri /ne de

yardıma ihtiyacı olduğunu kabul veya idrak ediyor...

"Başarılı" olmaya o kadar koşullanmış ki, ne zaman bir şey aksasa, anında

"başarısız" addediyor kendini. Mükemmellik karnesinde bir kırık not almış gibi

kızarıyor, utanıyor. Her hatadan sonra yüksek sesle özür diliyor kim bilir

kimden. Belki de görünmeyen birilerinden. Neredeyse otomatik. Sabahtan akşama

kadar mahcup ve ezik.

Bilmiyor ki özür dilemek de bir bağımlılık olabilir; yerli yersiz durmadan

etrafındakilere "kusura bakmayın" dedikçe, bakılacak kusurları artar insanın.

Kıytırık sebepler yüzünden tartıştıkları için kocasından, gece bebek uyumadı ses

oldu diye yandaki komşudan, telefonlarına çıkamadığı için arkadaşlarından,

bakkala öteberi almaya yolladığı için kapıcıdan ve sütü yetmediği için memeleri

adına bebekten özür diliyor. Elinde ya bir bardak ya bir kâse, devamlı bir

şeyler içmekte ya da yemekte. Ama kaç tane loğusa şekeri tüketirse tüketsin, ne

kadar ısırgan otu içerse içsin, dolduramıyor memelerini. Vicdan azabı kemiriyor

içini. Sütü yetmediği için üzülüyor, üzüldüğü için yetmiyor sütü. Girmiş bir

kısırdöngüye, tekerlekte dönen fare, kuyruğunu yutan yılan misali durmadan başa

dönüyor. Elinde duygusal bir büyüteç, yatırmış ruh halini bir tablanın üzerine,

pür dikkat inceliyor. Saptadığı her kusuru cımbızla, neşterle didik didik

ediyor. Bunu yaparken yüreğini de lime lime ettiğini anlayamadan.

İngilizce, Fransızca, İspanyolca... İlk bakışta "depresyon" kelimesi her dilde

ortaktır. Ne var ki, başka dillerden farklı olarak Türkçede depresyon bir

"fiil"den ziyade, bir "mekân" gibi algılanır. Bu sebeptendir ki, "bunalım-da" ya

da "bunalımdayım" denir. Sanki "bunalım" bir mekânmış gibi. İçine girilen bir

karanlık oda...İçinde kaybolunan bir koca kıta...

"Burada" değil, bir "öte-mekânda"dır bunalımda olan kişi. Burada olduğunu

sanırsın ama aslında o görünmez duvarlarla ayrılır etrafındakilerden.

Sadece "mekân'la değil, "zaman'la da ilişkisi başkadır bunalımda olanın.

Kırılmıştır varlığının çalar saati. Arızalanmıştır.

Bunalımda olan her insan gibi, aynadaki kadın da şaşırmış zamanın ritmini.

Habire geçmişi düşünüyor. Kuruyor zihninde. Olan biten her şeyi yeniden

canlandırıyor. Habire.

Hatırlamakla değişse hatıralar... Bile bile değişmeyeceklerini, tek tek çekip

çıkarıyor hafızasının raflarından her birini. Sil baştan yaşıyor çoktan yaşanmış

bitmiş şeyleri. Geçmiş, çiğneye çiğneye tadı çoktan acılaşmış bir sakız olmuş

damağında. Çektikçe uzuyor. Kâh bir gün evveline kâh on sene öncesine erişiyor.

Tekrar tekrar aynı şeyleri hatırlamaktan sıkılmamış kadın. Sıkılmış kendisi

olmaktan.

"Ah fi tarihinde şu mesele niye öyle oldu da şöyle olmadı, filanca böyle

yapmıştı da falanca şöyle demişti... Keşke, keşke, keşke..."

"Keşke" demekten başka bir şey yapamıyor. Öylesine takılmış kalmış ki eskilere,

ilgisi teması kalmamış ne şimdi ile ne gelecekle. Zamanı kuyruğundan tutayım

derken, An'ı kaybetmiş hepten. Bozuk plak gibi takılmış kalmış bir çentikte,

yapışmış aynı nakaratın aynı dizesine, döne döne. Oradan öteye geçemiyor

Birden aynanın önündeki tahta saplı fırça tarağa uzanıyor. Tarak soğuk. Tarak

ağır.

Fırçanın tellerini sol avucuna bastırıyor var gücüyle. Sızlıyor biraz, çok

değil. Daha çok bastırıyor bu sefer, kendi sınırlarını görmek istercesine.

Fırçayı çektiğinde avucunda onlarca minik minik delik kalıyor. Bu deliklere

baktıkça ayaklı bir süzgece benzetiyor kendini kadın. Mutluluk da su gibi işte,

bedeninin süzgecinde duramayıp dışarı akıyor.

Eskiden olsa derdi ki:

"Tebeşirle çizilmiş bir seksek oyunu kadar uçucu bir çizgisi var hayatın.

Farkında olmadan basıyorsun çizgiye. Kızıyorlar anında. "Yandın!" diye

atılıyorsun oyun dışına."

Eskiden olsa derdi ki:

"Çizginin öbür yanı intihardır. Öyleyse yaşamak, intiharın kenarında kıyısında,

belki de tam eşiğinde zıplayıp durup, zaman zaman ayaklarını boşluğa sarkıtmak

pahasına oynamak, oynamak, hiç yanmayacakmış gibi oynamaktır."

Eskiden olsa böyle derdi. Ama anne olduğundan beri bu tür bedbin laflar etmiyor,

edemiyor kadın. Dili varmıyor. İntiharın fikrini de zikrini de yasaklamış hem

kendine hem cümle âleme. Meğer bir can doğuranlar kolay kolay başkasına

kıyamazmış. Söz konusu kendi canları olsa bile...

Tekrar kavrıyor fırça tarağı. Nihayet saçlarını taramaya niyetlenmiş gibi. Ama

bir türlü bulamıyor gerekli takati. Parmaklarının arasındaki tarak değil de,

gülle sanki.

İşte o zaman ağlamaya başlıyor. Hiç bu kadar korktuğu olmamıştı kendinden/

beyninden/yüreğinden ve yapabileceklerinden... Hiç bu kadar uzaklaştığı

olmamıştı alıştığı ılıman ruh iklimlerinden...

Aylardan ekimdi.

Kasımdı, ocaktı, marttı, nisandı. Zamanlardan sonsuz an, dipsiz zamandı.

Aynadaki o kadın kim miydi?

"Yazmakta olduğum bir romanın ana karakterlerinden biriydi..." diyebilmek ve

böylece geçiştirebilmek isterdim bu sevimsiz soruyu. Ama doğru değil.

Değil çünkü o bendim.

Hem bendim, hem ben değildim.

Hayatı boyunca depresyon nedir bilmeyen, yaşamayı yazmakla, yazmayı harflere

sevdalanmak, hikâyeler kurgulamakla eş tutan ben, gün geldi lâl oldum.

Ümmi oldum. Ne okumam kaldı ne yazmam. Harfler ki gözüm, kulağım, yoldaşımdı;

alfabeyi unuttum. "A"lar, "B"ler, "C'ler... her biri bir kızıl uçurtma oldu,

tellere direklere çatılara ağaçlara takıldı kuyrukları. Kurtaramadım hiçbirini.

Elimde kaldı ipleri. Muzicevi varlıklarımdı kelimeler; tek tek dağılıp gittiler.

Düşünemez, düşleyemez, yazamaz oldum.

Giderek etrafımdakilerin de dikkatini çekmeye başladı bu hallerim.

Kimisi dedi ki: "O kadar çok yazdın çizdin ki genç yaşta, varoluşsal sürmenaj bu

geçirdiğin. Sen misin yazarlık sevdasına kendini kaptırıp pupa yelken giden

bunca sene, açık denizlerde altüst oldun. Oh olsun!" Kimisi dedi ki: "Belli ki

kendi dışındaki âlemden, bilhassa memleketin ahvalinden etkilendin. Üzücü

hadiseler yaşandı Türkiye'de. Etkilendin sen de. Geçmiş olsun!" Anneannem dedi

ki: "Nazar bu nazar, elemterefiş, kem gözlere şiş, kemlikler yok olsun!"

İstihareye yatınca Kuran dedi ki: "Allah kimseye taşıyabileceğinden ağır yük

vermez. And olsun!"

Doktorum dedi ki: "Bırak bu hurafeleri. Çok sık rastladığımız bir durum bu.

Postnatal depresyon diyoruz biz buna tıp dilinde... Bir kutu ilaç vereceğim

sana. Günde iki adet Cipralex ile başlayalım. İşe yaramazsa artıracağız dozunu

adım adım."

Cipralex, Xanax, Prozac... Bunları alırsan, süt veremezsin. Süt vermekte ısrar

ediyorsan, bunları alamazsın. İki kere iki dört. Bu da, bu kadar net.

Bu durumda ben de başladım ilaçlan saksılara gömmeye. Cipralexleri küpeçiçeğine

verdim. Sabah akşam aç karnına bir adet. Gün aşırı Xanaxladım petunyayı. Haftada

birkaç kez de Prozac attım afrikamenekşesinin toprağına. Bir aya kalmadan

küpeçiçeğinin rengi metalik maviye döndü, petunyanın yaprakları uyuştu.

Afrikamenekşesinin huyları değişti. Bir keyifli çiçek oldu çıktı. Ne desen

gülüyor. Sabah akşam kahkahalar ata ata.

Bende bir değişiklik olmadı. Aynı bunalım. Aynı depresyon.

Adı nedir yaşadığım rahatsızlığın, bugün bile tam olarak bilmiyorum ve belki de

hiçbir zaman bilemeyeceğim. Teşhisi de tedavisi de hâlâ bir yanıyla muamma.

Tek bildiğim, an geldi, takıldı motor, tıkandı sistem.

Önce su almaya, sonra batmaya başladı varlığımın gemisi. Ve ben sadece ve öylece

güvertede durup bekledim. İçimden başladım saymaya. Bir, iki, üç...yüz, yüz on,

yüz yirmi... Bin, bin bir, bin iki... Sandım ki, yeterince beklersem bu halde,

ben de gemimle beraber batarım. Denizler altında yirmi bin fersah, bir postnatal

depresyon boyu kulaç atarım. Beş hafta, iki ay, on altı hafta, dört ay...

Nice sonra gözlerimi açtığımda büyük bir sürpriz bekliyordu beni. Günlük

güneşlik sakin bir limanda buldum kendimi. Oynak, küçümen dalgalar; rıhtımda

güler yüzlü insanlar; semada topak topak akça bulutlar... Annelik, yazarlık,

sevgi ve dostluklar yan yana el ele, ne güzel, ne bereket. Çok şükür.

Olabiliyormuş meğer. Mümkünmüş.

Tufandan sonra gelen aydınlık gözlerimi kamaştırdı. Hayatın aynı anda nasıl hem

bu kadar acımasız ve ürkütücü, hem böylesine barışçıl ve baş döndürücü

olabileceğine tanıklık etmek düştü benim payıma.

"İşittim ve itaat ettim..."

Bu kitap belki "niye" değil ama "nasıl" o hale geldiğimin hikâyesidir. Bir de

kuyulardan, tünellerden çıkış yollarının...

"Çünkü ne kadar girift olursa olsun her dehlizin bir çıkışı var... ummadığın

kadar yakında bir yerde seni bekleyen... Oraya doğru yürümek tek yapman

gereken...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...