Jump to content

Sufi öyküleri


KATA

Önerilen Mesajlar

Sufi Öyküleri

 

Mesnevi bir hikâye ile başlar. Mevlana, meramını hikâyeler yoluyla anlatmayı seçer ve ilk hikâye bir aşktır. Padişah bir kıza âşıktır. Kız ise ona yüz vermez. Aslında bütün aşklar nazla başlar, ama bu durum nazdan daha güçlüdür. Kızın gönlünde ne olduğunu anlaması için padişah bir hekimini gönderir.

 

Mevlana, bir aşk hikâyesiyle başlar, çünkü aşkı anlamak Tanrıyı anlamaktır. "Aşk Tanrı sırlarının usturlabıdır" der Mevlana. Ama bunu anlamanın kısa yolu da yoktur. Ne dilin kendisi, ne kalem aşkı tarif edebilir.

Denebilir ki, "Ey yoldaş, ey arkadaş! Sufi vaktin oğludur!" Yani, her şeyin şimdiki zamanda yaşanmasını ister sufi. Acele eder. Anlamakta acele eder. Bilmekte acele eder. Anlamaya ve bilmeye açtır ya da kavuşmaya hasrettir. Der ki: "Çabuk ol, çünkü vakit keskin bir kılıçtır."

Ama Rumi, yine de hikâyelerle anlatma yolunu seçer. Çünkü hikâye, sır saklar. Çünkü: "Dilbere ait sırların, başkalarına ait sözler içinde söylenmesi daha hoştur."

Ama sufi ısrar eder:

"Perdeyi kaldır ve açıkça söyle çünkü ben güzelle gömlekli olarak yatmam."

Yanıt şudur:

"O apaçık soyunur, çırılçıplak bir hale gelirse ne sen kalırsın ne kucağın kalır, ne belin!"

Hikâyede, padişahın çağırdığı hekim kızın derdini anlamak için sorular sorar, ama diyar diyar sorular sorar, memleketlerden, şehirlerden söz eder. Söylediği her şehirden sonra nabzına dikkat eder. Nabzı nerede atıyorsa eğer cihanda gönlünün istediği oradadır diye düşünür. Kız bir şehri anlatır, geçer oradaki tanıdıklarını anlatır. O biter öteki memleketi anlatır. Şehir şehir, ev ev döker sayar, ama kızın ne damarı oynar ne çehresi sararır. Ta ki hekim Semerkant şehrini sorana kadar. Çünkü kız, Semerkantlı bir kuyumcudan ayrılmıştır. Hekim hastadan bu sırrı edinince, "yağmur çimenlere ne yaparsa ben de sana onu yapacağım" der ve padişahtan izin alarak dediğini yapar. Uzak diyardaki kuyumcuyu, altınla, pahalı giysilerle aldatır ve memleketinden, çoluğundan çocuğundan koparıp getirtir. Biraz da adamın kuyumculuktaki ustalığını olmadık yere övmüştür, yerlere göklere sığdırılamamıştır. Velhasıl, uzak sevgilinin gururu okşanmış, sırtı parlatılmış, cebi doldurulmuştur.

"Ey yüzlerce razılıkla sefere düşen ve bizzat kendi ayağıyla kötü bir kazaya giden! Hayalinde mülk, şeref ve ululuk olan. Ne var, Azrail sana demektedir ki, git, evet, muradına erişirsin."

 

 

 

 

Kuyumcu ve kız altı ay beraber olurlar. Sonra hekimin hazırladığı bir şerbetle kuyumcu, kızın karşısında günden güne erimeye, güzelliği kaybolmaya başlar. Kız da ondan soğur.

"Zahiri güzelliğe ait aşklar aşk değildir." Bu hikâye için bu sözü söyler Mevlana. "Tavus kuşunun kanadı kendisine düşmandır." Bu sözü de söyler. Hikâyedeki padişah öyle anlaşılır ki Tanrıdır. Suizanda bulunmayın ki, padişahın o kanı şehvet için dökmediğini de belirtir Mevlana. Her şey zamanla, bulanık su durulup berraklaşınca anlaşılacaktır. Böyle tembihler bize.

Sufi öykülerinin ya da Mesnevi'deki öykülerin dikkat çekici bir özelliği vardır; sonları yoktur ama sonunu getirmeye bir yardımcı olur. Simgesel özellikleri sayesinde öğreticidirler. Öykünün özelliklerinden biri de merak yaratarak dinleyicinin ilgisini canlı tutmaktır.

Her zaman bir paradoks ortaya koyar. Bu da, öğrenmenin öğrenmemeyle başladığına işaret eder. Eski Taocu deyişi hatırlar isek eğer: "Boşal ki dolasın."

Gerçek öğrenmek, bir öğrenmeme pratikleri dizisidir.

İdris Şah'ın anlattığı bir Doğu öyküsü vardır. Bu öyküde kareteka ile senseyi arasında şu konuşmalar geçer.

- Sensey, ne kadar sürede iyi bir karateci olurum?

- On yıl sonra olursun.

- On yıl çok uzun bir süre, diğer öğrencilerinizden iki kat fazla çalışırsam eğer, ne kadar zaman sürer?

- Yirmi yıl.

- Gece ve gündüz daha çok çalışırsam sensey?

- Otuz yıl.

- Sensey, nasıl oluyor da daha fazla çalıştığım zaman daha uzun sürüyor?

- Çünkü öğrenmekte yavaşsın.

Aslında öğrenmek için bildiklerini unutmayı, yalnızca negatif bir eylem olarak almak yerine öğrenme arzusunu sergilemek olarak değerlendirenler de vardır. Bir ağaca benzetenler de. Ağaç, sonbaharda yapraklarını dökmeden yeni yaprak açmaz.

Aslında bilgi teorisine uzak bir durum değildir bu, çünkü aslında her bilgi bir inanç hali yaratır. Bilgi, iki şekilde eskimektedir; birincisi dünya değişmekte, ikincisi ise bilen kişi değişmektedir. Bilgi bu iki değişikliğe karşı direniyor ise inanca dönüşmektedir. Sufi ve Zen öykülerinin yaptığı, insanlardaki eskimiş bilgileri, inanları bertaraf ederek öğretmektir.

 

 

 

 

 

 

Bu konuda sayısız eserleri olan İdris Şah, sufiler ile misyonerler arasındaki farkı da tam bu noktada belirtir. Misyonerlerin amacı insanı dine çekmektir, sufinin amacı insanı öğrenmeye açmak. Üstelik sufinin öğretme ilkesinde, mürit ile mürşit, öğretmen ile öğrencinin aynı seviyede olması önemlidir, aksi takdirde bilgi aktarılmış olamaz. Yeniden üretilmeyen bilgi inanca dönüşür. Aslında burada inanç ile iman arasında bir ayrımdan da söz edilebilir. İnanç kavramında bilgiye sahip olan ile dünya arasında bir çelişki yoktur, bilgi dünyaya uygun kabul edilir. Bilgi ile dünya arasında tam bir zıtlık oluştuğu halde o bilgide ısrar ediliyorsa, bu ancak iman ile sağlanabilir. Bu konuda, dünyanın düz olduğundan başlayarak depremlerin nedenine, kimi ütopyacı kuramlara kadar pek çok örnek verilebilir.

Bilgi kusurludur, hayat tarafından her tür bilgi ve bilgiyi bilen sınanmalıdır. Sufiler öykülerini hayattan ve doğadan seçerler, son derece ruhsal amaçları olduğu halde muazzam bir deneysellikte gerçeği ararlar.

Öğrenmeme pratiğinin bir nedeni de öğrencinin, kendi sevdikleri ve nefret ettiklerinden arınması ve öğrenmeye açık hale gelmesidir. Thomas Kuhn'un Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserindeki paradigma kaymasının gerçekleşmesi için gerekli olan budur. Hafız ?irazi bunu en güzel ifade etmiştir:

"Yolumuzun üstünde duran kendimiziz. Kendimiz kendimize perdeyiz."

‹ncil'de çok sık tekrarlanan "Yalnızca kulakları olanlar işitebilir" sözü de yine bu hususta anımsatılır.

Öğrenmenin kendi müddeti vardır. Hızlanmak çoğu zaman bir yarar sağlamaz, çünkü niteliksel değil niceliksel bir kavramdır. Yine eski bir deyiştir: "Eğer yanlış yönde koşuyorsanız, hızlı olmanızın yararı nedir?" Önce nerede olduğunuzu, yönünüzü ve diğer gerekli bilgileri zihinde örgütlemek, sonra kestirme yolu bulmak gerekir. Öğrenmenin sabra ihtiyacı vardır ama şimdiki "fast food" zamanının buna tahammülü yoktur. Mevlana, çok sık ifade eder ki, kanın süte dönüşmesi için bir zamana ihtiyaç vardır. Eğer tabiat kabak ağacı istiyor ise üç ay gereklidir, eğer meşe ağacı istiyorsa yüz yıl gereklidir sözünü söylemiştir eskiler.

Mevlana, Mesnevi ve sufi öyküler, özellikle modern psikolojinin dikkatini çekmiştir. Geçmişi ancak on dokuzuncu yüzyıla kadar gidebilen psikoloji kuramı, ilksel toplumların, Kızılderililerin kültürlerinden çok yararlanmıştır. Bunların başında da Gustav Jung gelir. Sufiliğin mistik yolu; ben'in geliştirilmesi, anlaşılması süreçlerinde hâlâ modern psikoterapi'nin ilgisini çekmektedir.

Ruhbilimci Arthur Deikman, Kendini Aramak adlı eserinde, sufi öykülerinin öğretici yanını açıklar. Öykü insanın zihninde bir süre kalır, insan öyküyü anlamaya çalışır, bu esnada insanın zihinsel savunmaları, geçmiş yargıları zayıflar ve öykü, bir süre sonra zihnimizdeki şablona uyum sağlar.

Daha önce başka bir yazımda şöyle yazmıştım:

Çaresiz doğarız. Bu yüzden olmalı ilk ağlamamız.

Anne çaredir, ebe çaredir, baba çaredir. Çareler çoktur. Ama çaresizlik de çoktur.

Aşk çaredir, dostluk çaredir. Hayat çaresizliğin tarihidir. Tabii ki de insanlar, çare için bir araya gelirler. Toplumların tarihi de çaresizliğin tarihidir.

Ölüm çaresizliktir, Mesnevi'nin sazlıktan kesilen neyi anlattığı ilk beyitindeki gibi ayrılık çaresizliktir. ‹nsanlar ve ülkeler çaresizliğin tarihini yaşar. Çaresizliğe karşı birleşirler, çaresizlik yüzünden savaşırlar.

Ve çaresizliğin tarihi, karmaşıklaşarak ilerler. Hayatın daha az karmaşık olduğu zamanlarda, de ki sekiz yüz yıl önce veyahut da bin yıl önce, Horasan'da ya da Konya'da, Halep'te ya da Ahlat'ta, insan çaresiz kaldığında, ya kendi başına bir hayat parçasını anımsar, ya başkalarına bir hayat parçasını anlatır ya da bir hayat parçasını bir süreliğine gözlerdi. Çapçaresizliğini böyle yenebilirdi.

Hayat mesel olur; mesel, misal olurdu. Her küçük öykü, bir ibret misaliydi.

O vakitler hayat, ibret alınarak yaşanırdı. Hayatın kendisinden ibret almak; hayatın sufi yorumu işte böyleydi

 

Özcan Yüksek

 

Ocak 2007/Sayı 166 Atlas Dergisi

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...