Jump to content

Paranormal Olaylar: Hayalet ve Görüntüler Nelerdir ?


Dolunay

Önerilen Mesajlar

PARANORMAL OLAYLAR: HAYALETLER VE GÖRÜNTÜLER NEDİR?

 

Evrendeki sayısız varlıklarda pek küçük bir kadroyu oluşturan yeryüzü insanlığının, içinde yaşadığı üç boyutlu, sınırlı, katı ve kaba koşulları, ruhsal tekamüllerinin aracı olduğunu görebilmesi, dünya insanlığı adına tek dileğimiz olsun…

http://www.pressturk.com/haberimaj/8299.jpg

Mehmet Sancar

 

Sizlere sunmaya çalışacağım paranormal olaylar, bu konunun literatüründeki binlercesinden bir kaçıdır… Aslında, literatüre girmiş binlerce olay bile saptanamamış olanların yanında çok azdır… Örneğin, Spiritüalizmle ilgili, yüzyılı aşkın bir sürenin ortaya koymaya çalıştığı pek çok deney, olay ve bilgiler; gerçek bilim adamı olan kişilerin araştırma, değerlendirme konusu olabilseydi; bugün elimizde sayısız inandırıcı gerçekler ve bunların kanıtları bulunurdu…

 

Yeryüzünde bu konuyla ilgilenen, bizim gibi küçük ve oraya buraya serpiştirilmiş amatör topluluklar; bu konuya, ancak geçim uğraşlarından artan zamanlarını harcayarak; yine de önemli pek çok gerçeği ortaya koymaya çalışmışlardır, ve önemli başarılar ve gelişmeler de sağlamışlardır…

Fakat, gerçek bilim adamı yanında, hem yetenek , olanak ve hem de zaman bakımından yetersiz guruplar olduğumuz inkar edilemez… Ama, buna rağmen bilimcinin dikkatini çekebilecek pek çok ve de çok önemli dokümanları ortaya serebilmişlerdir… Parapsikoloji ve onun dışında da gerçek bilginler, geç de olsa, sayıları az da olsa, bu konuya eğilmeye yönelmişlerdir… Esasen bilim, kendisine, “Pozitif Bilim” demekle, “Negatif Bilimi” de zımnen kabul etmiş durumdadır… Ne var ki, ruh kavramını da negatif bilim içerisinde kabullenerek, araştırma sahası dışında tutagelmişlerdir…

 

Daha düne kadar, “Batıni” saydığı ve ilgisizliği yüzünden dokunulamamış; dolayısıyla açıklığa kavuşturulamamış ve zımnen negatif bilim içinde gördüğü ASTROLOJİ, SİMYA gibi, geçmişin Batınileriyle hiç ilgilenmez ve ilgilenen bilim adamlarını da görmezlerdi… Çok uzağa gitmeye gerek yoktur: Çeyrek yüzyıl öncesine kadar bir bilim dalı sayamadığı PARAPSİKOLOJİ’ye, bilim, dünyanın her yanında bugün dört elle sarılmıştır… Bütün bunların tek nedeni vardır: Bu da dinlerin, yeterli düzeyde anlaşılamamış ve yanlış, yetersiz yorumlarla saptırılmış olmasıdır… Hala dinlerin dogmatik bir düzeyde kalmış olması, özellikle bilim adına büyük bir yanılgıdır. Çünkü insanın yalnız maddesel yönünü ele almış; ruhsal yönünü yok saymıştır…

 

Yaratan, var eden, yöneten yüce ruhsal güçler, ulu ruhsal varlıklar; yalnız beş duyumuzla maddeye eğilmemeyi, dinsel kanalla da, ruhsal kanalla da, asli yanımız olan ruhsal tarafımızı tanımamızı sağlamak için hep uğraşmışlar ve hala da uğraşmaktadırlar… Beş duyumuzun, bilim adamını bağlayıcı kalmaması için, binlerce yıldan beri, aynı kaynaktan verilenlerin; ister dinsel olsun, ister benzerleri olsun, mutlaka peşin yargılarda uzak; dogmatik, kalıplaşmış ve kabuklaşmış inançları aşarak değerlendirilmesi şarttır… Böyle değerlendirilmelerinin yapılmağa başlanmış olması bile, geç kalınmış olmasına rağmen, sevindiricidir… Evrendeki sayısız varlıklarda pek küçük bir kadroyu oluşturan yeryüzü insanlığının, içinde yaşadığı üç boyutlu, sınırlı, katı ve kaba koşulları, ruhsal tekamüllerinin aracı olduğunu görebilmesi, dünya insanlığı adına tek dileğimiz olsun…

 

Bu genel girişten sonra, birkaç ruhsal olayı; ruhsal gerçeklerden birkaçını; sizlere, inceleyebildiğim çeşitli kaynaklardan aktarmaya çalışacağım.

 

SIRTINDA TABUT TAŞIYAN ADAM:

19. yüzyıl İngiltere’sindeyiz…

Kraliçe Victoria’nın en iyi en ciddi siyasetçilerinden biri olan, Lord Dufferin, doğrudan doğruya kendisinin yaşamış olduğu paranormal olayı aktarmadan önce, Lord Dufferin hakkında, onu tanıtıcı bilgi verelim:

Lord Dufferin, Hindistan’ı yönetmiş; St. Petersburg’da, Roma’da, Paris’te elçilikler yapmış önemli bir kişidir… Asıl adı, uzun adı, Frederic Temple Hamilton Blackwood olan Lord Dufferin olup, her şeye kolayca inanan biri de değildir… Bir yazar oğludur. Uyanık bir zekaya sahiptir. Her olaya, gerçekçi açıdan bakıp değerlendirebilen sağlam bir karakteri vardır… Kolay kolay etki altında kalmayan bir tiptir… Yani, aktaracağım ruhsal olayı, doğrudan doğruya kendisi yaşamamış olsaydı; inandırılması imkansız bir kimsedir… Evet; Lord Dufferin, işte böyle inandırıcı, sağlam birisidir…

 

Başından geçen paranormal olayı, zamanımıza kadar ulaşan Lord Dufferin, ne anlatmışsa, gerçekleri anlatmış, çok saygın bir kişidir… Bu bakımdan anlattıklarını yok saymamız olası değildir… Lord Dufferin, Paris’e atanmıştı… Göreve başlamadan önce, birkaç haftalık tatilini, İrlanda’daki arkadaşlarının yanında geçirmek istemişti… Bir gece ansızın bir korkuya kapıldı: Nedenini bulamadığı bu korku etkisiyle uyanmıştı; daha doğrusu uyandırılmıştı… Tekrar uyumaya çalıştı ama, olmadı…

 

Uyuyamayınca kalktı ve odada gezinmeğe başladı… Perdelerin arasından Ay’ın yusyuvarlak olduğunu gördü. Perdeyi açtı. Gece çok sessizdi… İlerdeki çayırlar, ağaçlar, gümüş rengi parıltılar içindeydiler… Birden, bu ağaçların altında bir şeyin kıpırdadığını gördü… Pencereden uzaklaşarak izlemeye başladı… Sırtında uzun bir sandık taşıyan adamı fark edinceye kadar bekledi: Adam, ağaçların altından iyice açığa çıktı… Sırtındaki uzun sandıkla çayırlardan geçti ve ilerideki bahçe kapısından girerek, kumlu yoldan eve doğru ilerlemeğe başladı. Tam pencerenin önünde durdu. Başını kaldırıp yukarıya baktı ve Lord Dufferin ile gözgöze geldiler…

 

Lord, bu ansızın gözgöze geliş üzerine, tanımlanması güç bir korkuya kapıldı. Çünkü böylesine çirkin ve korkunç bir yüzü, ömrü boyunca hiç görmemişti ve bakışları bir süre, bu çirkin yüze kenetlendi… Bu çirkin adamın bakışları da aynen kenetlenmişti… Yani ikisi de birbirine, kenetlenmişçesine bakıyorlardı… Sonra, bu çirkin adam, başını çevirerek yolun devam ederken, Lord, bu anda, onun omzunda bir tabut taşıdığını fark etti…

 

Ertesi sabah, geceki bu olayı, arkadaşlarına anlattı. Fakat, adamı tanıyan çıkmadı… Kimse de o yörede, o yöreyle ilgili cin, peri, hayalet öyküsü bilmiyordu… Ev, yeni yapılmıştı. Ev sahipleri, bu olaya pek inanamadılar… Lord Dufferin, bunu fark edince fazla da ısrar etmedi… Fakat kendisi, bir hayal, bir rüya görmediğinden çok emindi… Aradan birkaç yıl geçti… O, birkaç haftalık tatil çoktan bitmiş; Lord Dufferin, Paris’teki elçilik görevini sürdürmekteydi ve o olayı, unutmaya başlamıştı bile…

 

Paris’te, Büyük Otel’de, bir konferansa çağrılmış ve katılmak için bu otele gelmişti... Otelin önünde bekliyordu… Tam asansöre binecekken, gözü, asansörcüye takıldı: İrlanda’da, yıllar önce o gece gördüğü adamdı bu… Korkuyla geri çekildi… Asansörcü kapıyı kapattı ve asansör hareket etti… Lord da merdivenlerden çıkmağa başlamıştı ki, çığlıklar duydu: Asansörün ipi kopmuş ve üçüncü kattan aşağı düşmüştü ve içindekilerin çoğu, bu kazada ölmüşlerdi… Asansörcü de bu ölüler arasındaydı!.. Cesetler dışarı çıkarılırken, Lord Dufferin, o adamın, yani asansörcünün yüzünü bir daha inceledi ve gerçekten bu yüzün, o geceki adamın çirkin yüzü olduğunu hayretle gördü!..

 

Otelin yöneticisine başvurdu: Bu adamın, o gün için geçici olarak bu işe alındığını öğrendi ve kimse de onu tanımıyordu!.. Polis bile adamın kimliğini saptayamadı!.. Onu, daha önceleri görmüş bir kimse de bulunamadı!.. Olay, bilinmeyenler arasına karışıp gitti!..

 

Yazımızın başında da belirtmiştim: Şu yeryüzü insanı, yani beşer, bilse ki, fani olanın ötesinde, baki olan yine kendisi vardır… Yeryüzündeki her şey, onun, sadece ruhsal tekamülünün aracıdır… Bunu bilen, bunu sezen insana, şu olay neler anlatmaz ki?!.. Lord Dufferin’in şuur yapısını, idrak düzeyini, yani dünya anlayışını bilmiyoruz… Ama ona, bazı ruhsal gerçeklerin anlatılmağa çalışıldığı da bir gerçektir. En azından o, bu gerçekleşen olay üzerinde düşündürülmek istenmiştir. Çünkü bir ölümden döndürülmüştür… Bu ölümden başka şekilde de korunabilirdi… Ama, bu mizansenden amaç, onu düşündürmektir… Elbette, bir hak edişin çok düşündürücü ve de çok önemli bir uyarısına muhatap olmuştur… Bu hak edişin liyakatlisi de olabilmiş midir? İşte bunu bilmiyoruz…

 

KİLİSE DUVARINDAKİ AZİZ GÖRÜNTÜLERİ:

Yeryüzünde pek çok kişinin yaşadığı, tanığı olduğu pek çok ruhsal olay kesinlikle vardır… Fakat, bunların bir kısmı, mahallinde kalır, silinir… Bir kısmı da yaşayanıyla ölür… Bunlara neden, iletişimsizlik, çevresizlik olabilir… Asıl sebep, çoğunluk, çevre baskıları, yasaklar, tabular, inançlar, peşin yargılar, bilgisizlik, çekingenlik gibi engellerdir… İşte bu saydığımız engeller nedeniyle, pek çok paranormal olaylar açığa çıkmamış ve kayda geçmemiştir… Ama buna rağmen, inkarı mümkün olmayacak kadar paranormal olay da literatürümüzde vardır. Bu anlatacağım ikinci olay da kayda geçenlerden biridir:

 

Bahama Adaları’nda, Nassau’da yaşayan bir genç kadın, bir kilisede vaaz dinlerken, Rahip Paul Robert’in, ansızın sözünü kesti ve ayağa fırlayıp, İsa’yı görmekte olduğunu söyleyerek, kilisenin yeni boyanmış olan duvarını gösterdi! Bağırarak:

- İşte orada, orada, orada!.. diyordu!..

Herkes yeni boyanan bej rengi boş duvarı görüyordu ama, Bayan EunaLowe’un gördüğünden emin olduğu görüntüyü değil!.. Başkalarının inanmadığına aldırış etmeden, Hz. İsa’nın yüzünü açıkça gördüğünü ve Hz. İsa’nın yanında da tanımadığı bir başkasının bulunduğunu tekrarlayıp duruyordu!..

 

Bayan Lowe, iyi ailede yetişmiş; genç ve güzel bir kadındı… Yani bu tür heyecanlara ihtiyacı yoktu… Onun bu kadar emin olması, gördüklerinde bir gerçek payı olmasını gerektiriyordu… Böyle bir düşünceye rağmen, ne rahip, ne de başkaları, bütün görme çabalarına rağmen, duvarda, yeni boyalı bir yüzeyden başka bir şey göremediler!.. Duvar, yeni boyanmış, bej renkli bir duvardı… Bayan Lowe’un yarattığı bu karışıklık, kısa zamanda Nassua’ya yayıldı ve akşam olunca, kilise tıklım tıklım doldu!.. Bu kez, kilisenin duvarında beliren yüzleri, pek çok kimse görebildi!.. Bu kez yüzler, iki değil; üçtü!.. Birisinin Hz. İsa’ya ait olduğu kuşkusuzdu!.. Duvardaki üç görüntüden biri Hz. İsa idi!..

 

Chicago Daily News Gazetesinin ünlü muhabirlerinden Luther Evans’ı, gazete, hemen olay yerine gönderdi… Gazetecinin niyeti, bej renkli, yeni boyalı bu duvar için alaylı bir yazı yazmaktı… Fakat, gazeteci Luther Evans, duvardaki görüntüleri gördü ve o da şaşırdı!.. Tasarladıklarını unutuverdi!.. Hz. İsa’yı o da tanımıştı!.. Öteki iki yüzden birini de Budha’ya benzetmişti!.. Gazeteci Luther Evans, duvara yaklaşınca görüntüler kayboluyordu!.. Ancak belirli bir uzaklıktan görülebiliyorlardı!.. Gazeteci, duvarı boyayan ressamları aradı… Fakat onlardan da fazla bir şey öğrenemedi… Adamlar, sadece duvarın, boyanmadan önce kirli ve soluk olduğunu söylüyorlardı… Ki, bunu, başkaları da doğruladı…

 

Esasen kilise, o kadar eski bir yapı da değildi. Bu nedenle duvarında eskiden kalma resimler olduğu söylenemezdi… Olay, 1963 yılında oldu… Sonraları, bu duvardaki görüntüler, yavaş yavaş kayboldular!..

 

Bu olay da insanlara diyor ki: Araştır, maddenin ötesi de vardır… Maddenin ötesini de araştır!.. Olmaz sandıklarınızın “olur oluşları” da vardır… Yeter ki, maddeye saplanıp kalmayın!.. Düşünün, araştırın, bulun!.. İnsanları, hem madde ötesi cehte; hem de madde ötesi bilgiye yönlendirmek istiyor… Asli varlığına yöneltmek istiyor… Kiminle hitap etsinler? Elbet inandıklarını araç edecekler…

 

Neden Hz. İsa görülmektedir? Çünkü her peygamber, devre sonuna kadar misyonunu sürdürmektedir… Kadın, bir görücü medyomdu, diyelim… Ama uzun zaman, inanmayanlar da gördüler!.. Bunların hepsi mi görücü medyomdu?!. “Toplu halüsinasyon” demek kolaydır. Fakat, uzun süreli toplu halüsinasyon görmek acaba olası mıdır?!. Madde ötesine akıl erdirmek idrakinden henüz uzak olanlar için daha pek çok kulplar takmak olası… Ama olay, idrakliler içindir… İdrakin gelişmesi, olaylar karşısında düşünmesini bilmeye bağlıdır… Böyle bir olay karşısında, görüp merakını gidermek ve denilenler gerçekmiş deyip üzerinde düşünmemek, herhalde idrakli bir insan işi değildir. İdrak, bir anlayış olduğuna göre, kişi, gördükleri karşısında hiç değilse bir nebze düşünmeli ve anlayışını yoklamalıdır ki, idrak gelişebilsin…

 

BULUTLARDAN GELEN SAVAŞÇI:

Bu aktaracağım olay da savaş yıllarına ait bir olaydır… Savaş sıralarında çok sıkıştırılan ve pek çok ülkede yaşanmış, yardıma muhtaç kimselerin yaşadığı olaylardan bir tanesi de budur… Yakın tarihteki Kıbrıs Savaşında bile, şimdi aktaracağım türden öyküler anlatılmıştır… Fakat, bu öykülerin gerçeklik değerini, araştırılmadığı için, bilemiyoruz… Araştırılmaya değmez miydi? Araştırılmadı ki, değer mi, değmez mi, bilinsin… Öykü olarak dinlenilip geçildi!.. İnsan olarak beynimizin hala onda birini kullanabilenlerimizin ne kadar az olduğunu biliyoruz… Bu sayının artırılması ve bu yüzdenin yükseltilmesi, herhalde asıl benliğimize araçlık yapan maddesel beden dışına taşabilmeden mümkün olamaz. Çünkü kalıcı olan asılla değil; fani olan araçla uğraşıyoruz hep!.. savaşların gereği de olsa, düşmana hücum eden hayaletler, hayalet ordular, genellikle savaşlarda vardır… Ama bunlar, hangi koşulların işidir bilemiyoruz… İşte bu bilinmeyenlerden bir tanesi de, Birinci Dünya Savaşı’nda yaşanmıştır. 28 Ağustos 1914 tarihinde, yani savaşın başlarında, Mons’ta cereyan etmiştir.

 

İngiliz hasta bakıcılarından Phyllis Camphell, bir cephe hastanesinde çalışırken, bütün askerlerin, ansızın, bir hayalden söz ettiklerini duymuştu. Olayın ayrıntılarını, daha sonraları, bir İngiliz topçusundan dinlemişti. Bağlı oldukları birlik, Alman Ordusuna karşı bir tepeyi savunuyordu. Ama, ellerindeki toplar, hücumu geri püskürtmek için yeterli değildi… Askerler, tüm umutlarını kaybetmek üzereyken, düşman hatları üzerinde bir parlak bulut belirdi: Sonra bu parlaklık, giderek kayboldu. İngilizler, beyaz ata binmiş, zırhlı, dev bir şövalye gördüler: Şövalyenin başında miğfer olmadığından, adamın uzun, sarı saçları açıkça görülüyordu!.. Elindeki kılıcı kaldırarak, Alman süvarilerine doğru sallayınca, Alman süvarileri bir an duraksayıp, sonra paniğe kapıldılar ve geriye dönüp kaçmağa başladılar!.. Topçular da bu anlaşılmaz değişiklikten yararlanıp, yeniden ateşe başladılar… Bu arada takviye birlikleri de yetişti ve Almanların peşlerine düştüler… Sarışın şövalyeyi bir daha kimse görmedi!..

 

Phyllis Camphell, bu öyküyü, değişik kişilerden defalarca dinledi. Askerlere sorular sorup ayrıntılarına kadar öğrendi. Askerler, bulundukları yere göre, hayalet şövalyeyi, ya sağlarından ya da sollarından görmüşlerdi. Hepsinin de dikkatini çeken, adamın, uzun sarı saçları ve altın gibi parlayan zırhıydı!.. Fakat kimse, hayaletin ne zaman kaybolduğunun farkında değildi!.. Phyllis Camphell, bu öyküyü, memleketinde de sık sık anlattı ve olay, tüm İngiltere’ye yayıldı… Phyllis Camphell, sözü edilen savaş sıralarında, Potsdam Hastanesinde çalışmış bulunan bir Alman hemşiresiyle tanıştı. Bu Alman hemşire de aynı öyküyü, yararlı Alman askerlerinden dinlemişti!..

 

Alman subaylarından biri, ona, emrindeki alaya, İngilizler’in elindeki küçük tepeye hücum etmelerini emrettiğini ve tam alay hücuma geçerken, havada acayip bir şeylerin belirdiğini; sonra bunların, beyaz bir ata binmiş dev bir şövalyeye dönüştüğünü anlatmıştı!.. Adamın üzerinde zırh vardı ve kılıcını havaya kaldırmıştı!.. Bugün bile Mons’ta, bu kutsal şövalyeyi hatırlayan İngilizlere rastlamak olasıdır… Onun, Kutsal George olduğuna inananlar da vardır. Bu inanca katılmayanlar, zırhlı, uzun sarı saçlı, eli kılıçlı şövalyeyi gördüklerini itiraftan kaçınmazlar…

 

Dosta da, düşmana da hayal gördüren bu olay da mı, “toplu halüsinasyon” sınıfındandır?!. Haydi diyelim ki, toplu halüsinasyondur… Düşman nasıl bu duyguya kapılabilmiştir, sorulmaz mı? Diyelim ki, savaşların oluşturduğu bir haletin gereğidir bu… Çünkü hemen hemen her savaşta bu tür öyküler anlatılagelmiştir… Fakat, ne biçim bir savaş haleti gereğidir ki, kazanacak tarafa kaybettiriyor: Kaybedecek tarafa da savaş kazandırıyor!.. Çağımızın bilimi, eliyle tutabildiğinin peşinde!.. Gözlerin gördüğünü, görülmüş saymıyor!.. Bu tutuma ne diyelim? Ötelere uzanmak tembelliği mi? Öteler hakkındaki peşin yargı bağnazlığı mı?

 

KONUĞUN BAŞINDA GÖRÜLEN MUM ALEVİ:

Yeni Zellanda’da, Dunedin Şehrinde, Lydia Koppe kedisiyle tek başına yaşıyordu… Bir Pazar günü, annesiyle beraber, çok sevdiği karı-koca dostları olan, Phil ve Bertha, onu ziyarete gelmişlerdi… Sohbete dalmış ve keyfle kahvelerini içiyorlardı… Bir ara, arkadaşı Phil, komik bir öykü anlattı. Bu hikaye, pek çok hoşuna gittiği için, daha çok kendisi güldü!.. O, kahkahalarla gülerken, Phil’in başının üzerinde birden bir mum alevine benzer ışığın dalgalandığını, ev sahibesi Lydia Koppe gördü!.. Annesiyle Phil’in kocası Bertha’nın da aynı şeyleri görüp görmediğini izledi ve hallerinden görmediğini anladı… Bertha’nın eşinin de hallerinden görmediğine inandı…

 

Ev sahibesi, bir şey hissettirmeden, yalnız Phil’e, merak saikiyle, bir şeyi olup olmadığını sordu… O, gülmesine devamla: “Elbette iyiyim; bir şeyim yok. Bunu da nereden çıkardın?” diye sorunca, ev sahibesi Lydia Koppe, “Hiç…” diyerek karşılık verdiyse de, keyfi kaçmış, durgunlaşmıştı… Karı-koca dostları Bertha’lar gidip, annesiyle yalnız kalınca, Lydia Koppe, durumu annesine anlattı… Annesi, anlattıklarına omuz silkip: “Sen hayal görmüşsün…” diye yanıtladı…

 

İki hafta sonrasıydı… Bu süre içinde onları hiç arayıp soramamıştı. Daha doğrusu buna zamanı olmamıştı… Evinde, öğle üzeri, yorgunluktan yıkanmış… dinlenmek için şöyle oturmuştu… Böyle dinlenirken, odasında yalnız olmadığını hissetti ve dönüp bakınca, Phil’i, kapının yanında gördü. “Merhaba Phil, geldiğini duymadım.” Dedi. Phil de, “Merhaba” dedi ve ekledi: “Sana bir şey için ricaya geldim: Lütfen Bertha’ya git, ona yardım et, yardıma çok ihtiyacı var. Onunla konuşamıyorum… Yardıma şiddetle ihtiyacı var.” deyince; “Oturmaz mısınız?” diyerek ona yer gösterdi ve: “Ne oluyor? Lütfen anlat!” dedi. O da cevaben: “Bertha sana anlatır. Şimdi gitmem gerek. “deyip, telaşla odadan çıktı, gitti Phil!..

 

Neşeli bir insan olarak tanıdığı Phil’i, Lydia Koppe, böyle tuhaf görünce, kuşkulanıp: “Acaba Bertha’ya bir şey mi oldu da Phil bu derece kederliydi…” diye düşünmeğe başladı… “En iyisi gidip Bertha’yı göreyim…” diyerek evden çıktı… Sokakta yürürken, daha köşeye gelmeden, Bertha’nın da ona doğru gelmekte olduğunu gördü. Bertha, yakın dostu ve arkadaşı Lydia Kopp’u görünce: “Ah Phil! Ah Phil!..” diyerek ağlamağa başladı!.. hıçkırıkları, konuşmasını engelliyordu… Lydia Koppe, bu durum karşısında, Bertha’ya: “Phil çok iyi! Biraz önce bana geldi, gördüm…” deyince, Bertha, şaşkınlıktan irkilip ne yapacağını şaşırarak, az kalsın yere düşüyordu!.. Bertha’yı, arkadaşı, bu düşmekten zor tutup kurtarabildi!.. Sonra, cılız bir sesle: “Lydia, sen aklını mı oynattın?!. Phil, bugün öğleden sonra öldü.” deyince, ikisi de şok içinde, kendilerini, Lydia’nın evine zor attılar!.. Phil, kan zehirlenmesinden ansızın ölmüş ve eşi Bertha da bu yüzden çok perişandı…

 

Aradan birkaç hafta geçmişti… Lydia Coppe, büyük caddelerden birinden geçiyordu… Ansızın yanında Phil belirdi! Gündüz ve kalabalık bir saatti. Fakat Phil’i gören, yalnız Leydia idi… Bir alacağı olduğunu; onu alıp, eşine vermesini Leydia’dan rica etti. Borçlu adamın isim ve adresini yazdırdı!.. Ona, Leydia, hemen gidip adamı göreceğini söyledi. Phil de Leydia’ya: “Allahaısmarladık aziz dostum. Beni artık bir daha göremeyeceksin. Sana şunu söylemek istiyorum: Bir Pazar günü sizdeyken başımda bir ışık görmüştün. Hatırlıyor musun? O, annemdi. Günlerim tamam olduğu için beni almaya gelmişti…” dedi ve kayboldu!.. O Pazar günkü gördüğü ışığı, Leydia, annesinden başkasına söylememişti ve o ışığı, yalnız kendisi görmüştü… Phil’in verdiği adrese gidip alacaklı olduğu adamı buldu Leydia. Adres tamamdı!.. Adam da borcunu Bertha’ya hemen ödedi…

 

Şu olayla verilen ruhsal bilgiler, anlatmakla bitmez!.. Olayı yaşayan bayan Leydia, tam anlamıyla bir görücü ve de işitici bir medyomdur. Onun bu özelliği, bir görev özelliğidir. Bu öyle bir görevdir ki, insanlara, ölümden sonrasını anlatabilmek için, dünyaya gelmeden önce yüklenilmiş bir görevdir… Bu görev, böyle bir ruhsal olayı yaşayıp insanlara duyurmakla bir görev de olabilir, hem de sürekli… Bedenliyken başındaki ışığın hiç farkında olmayan ölü Phil, bedensiz haldeyken, hem ışığı ve hem ışığın ne olduğunu biliyor ve hatırlıyor… Yani bedenliyken farkında olmadıklarımızın, ruhta saklı kaldığını ve zamanı gelince hatırlandığını, bilindiğini anlatıyor bize… Hem de ölecek olanın, ölüm vakti gelenin, öbür tarafa nasıl çağrıldığını anlatmış oluyor…

 

Bu olay daha başka konuları da anlatıyor bize… Ama, yazımızı uzatacağı için bunu sonraya bırakalım… Şu olaydakileri bize açıklayamayan bilime, nasıl “Pozitif Bilim” diyelim?!. Maddeyle ilgilenmek “Pozitiflik” oluyor!.. Asli varlığımız olan ruhsal yönümüzle ilgilenmek “Negatiflik” olduğu için ilgilenmemek gerekiyor!.. Bu ne biçim bilim anlayışıdır, insan şaşırıyor… Nedir bağnazlık? Bir peşin yargının ki, bu inancı doğuruyor; bu inanca sarılmıştık; bu inancın dışında bir şey tanımamazlık değil midir? Bilim adamı böyle bir peşin yargının bağnazı olmuyor mu?..

 

ÖLEN ANNENİN OĞLUNA İADE ETTİĞİ KOLYE

Bu gerçek hikaye de eşyanın, uzaklardan ve kendiliğinden aktarılması/taşınması olayıdır ki, olayımıza ayrıca kanıt katan bir mizansendir!.. Frank Edwards, Norfolk Müzesi’nin müdürüydü. Kasım ayının bir soğuk gecesinde, bu görevli bulunduğu müzenin bürosunda, hem arkadaşı ve hem de meslektaşı olan bir yakınıyla kahve yudumlayıp konuşuyorlardı. Biyoloji uzmanı olarak örnek toplamak için yaptıkları yolculuk ve deneylerden söz ediyorlardı… Zaman ilerlemiş, fakat sohbetleri sürmekteydi… Derken, kapının zili sabırsızca çalındı!.. Geceleri, zaman zaman bürosunda yaptığı çalışmalar sırasında tanık olduğu gibi bir zil çalışı değildi bu zil çalış!.. Çok kısa ve yavaştı!.. Kuşkuyla arkadaşı Roland Young’a baktı!.. Ne ola ki diye?!. Saat, gecenin yirmi üçünü geçeli çok olmuştu… Kapıyı açtı. Karşısındaki annesiydi! Ayakları dört karış kara gömülmüş; çevresinde uçuşan kar taneleri arasında çok ufalmış ve bitik bir görünümdeydi!..

 

Tuhaf olan bunlar değildi. Tuhaf olan, kendileri Amerika’da, Norfolk Müzesindeydiler… Annesiyse, bir başka kıtada, Avrupa’da; Amerika’dan kilometrelerce uzaktaki Paris’te, bir hastanede, kemik kanserinden yatmaktaydı!.. Böylesine ansızın ve gecenin ileri bir vaktinde, hasta annesini kapının önünde gören Frank Edwards aptallaşmasın da kim aptallaşsın!.. Annesini içeri buyur etti… Bu aptallaşma içinde, annesine o an neler söylediğinin farkında bile değildi… Annesinin yüzündeki garip, belki de mutluluk ifadesi; gözlerinin boş bakışı; yüzündeki gülümseyiş; gözlerinde yanıp sönen fosforlu ışıklar…

 

Bu olay Edwards’ı, öylesine etkilemişti ki, bu etkiler altında, annesinin başka bir aleme göçtüğünü hemen anlamıştı!.. Annesi, henüz konuşmamıştı… Edwards, annesine: “Ne zaman öldün?!.” diyebildi!.. Annesi, utanarak gülümsedi ve, “Benim öldüğümü nereden biliyorsun?” diye oğluna sordu. Oğlu da,

- Ne iyi etin de beni görmeye geldin, dedi annesine. Annesi de,

- Sana, bir gün Amerika’ya döneceğimi söylememiş miydim? İşte Amerika’ya geldim, dedi.

 

Bu arada, konuşulanları dinleyen arkadaşı Roland, birden atıldı:

- Durun Allah aşkına! Bana ne yapmak istediğinizi bilmiyorum ama, bu saçmalıklara inanmayı kesinlikle reddederim, diye korkuyla haykırdı!.. Edwards, arkadaşını yanıtladı:

- Fakat, karşındaki annem Roland!.. Nasıl inanmak istemezsin?.. Bu kez Roland, arkadaşına sordu:

- Annen hasta ve Paris’te… Buraya kadar nasıl gelebilir!. diyerek isyan eder bir hale girdi!.. Edwards, aptallaşmışlıktan, şaşkınlaşmışlıktan biraz kurtulmuş olarak ilk kez düşündü ve yavaşça mırıldandı: “Annem öldü…” dedi!..

 

Roland susmuş, onları dinliyordu… Şaşkın şaşkın dinliyordu işte!.. Anne-oğul, o kadar eski günleri konuşmağa dalmışlardı ki, odadaki Roland’ın varlığını çoktan unutmuşlardı!.. Müzenin içi çok sessizdi!.. Tavanda asılı duran dondurulmuş martılar, sanki uçmak üzereydi!.. Dondurulmuş bulunan her cins hayvan, sanki her köşeden onlara bakıyorlardı!.. Daha sonraları annesi, oğluna,

- Vakit geç oluyor, oğlum! Kentucky’deki kızkardeşine gideceğim. Yola çıkmam gerek, diyerek ayağa kalktı ve oğlunun eline bir şey tutuşturdu!..

Edwards, annesini kapıya kadar götürdü. Annesine, tam “Güle, güle!” demeğe hazırlanırken, annesinin birden kaybolmuş olduğunu fark etti!..

 

Roland’a doğru döndü Edward, bir-iki saniye önce, arkadaşının annesinin durduğu yere hayretle bakmaktaydı!.. Annesinin oğlunda yarattığı şaşkınlık, belli ki, onu da sarsmıştı!.. Arkadaşı Roland, birden sordu:

- Sana annen ne verdi? deyince, şaşkınlıktan, sıkılı avucunu açmayı ancak bu soru üzerine akıl etti ve avucunu açtı: Avucunun içinde bir kolye duruyordu! Bu küçük kolyeyi, çocukken alıp, annesine hediye etmişti!.. Üzerinde: “Annesine Roger’den sevgiler…” kazılmıştı!.. Bu, hemen tanıdığı küçük kolyeyi arkadaşı Roland’a gösterdi… Roland: “Bu kadarı bana fazla!.. Ben, körkütük sarhoş olmağa gidiyorum!..” diye bağırdı!.. Edwards,

- Ama seninle gerçek ve doğa dışı şeylerden uzun uzun konuşmuştuk… Bu konuştuklarımız, her yanımızı sarmış gibidir… İlim, onun peşinden uzun zamandır koşmasına rağmen, yanına bile yaklaşamamıştır!.. diyerek, Roland’ın sözlerini tamamladı…

 

Annesinin ölüm ilanını okuduğu günün ertesinde, Edwards, Paris’teki babasından şu mektubu aldı:

“Sevgili Oğlum,

Bildireceğim haberin sana ne kadar acı vereceğini biliyorum ama, çok metin olmalısın! Sevgili anneciğin, dün, 5 Kasım akşamı aramızdan ebediyen ayrıldı… Onun, son defa gözlerini hayata kapadığını görmek, beni kedere boğdu.. Emin ol ki, bu son, kendisi için çok hayırlıydı… Ölmeden önce çok acı çekti… Ölümü, beni, sonsuz acılara boğmasına rağmen, kurtulmasına sevindim. Çünkü hastalığının çaresi yoktu… En nihayet biliyorum ki, bundan sonra acı çekmeyecek… Allah, rahmet eylesin!.. Bütün kalbimle, annenin aramızdan ayrılışının verdiği kederi, olgunlukla kabul etmeni diler; benim de kendimde aynı kuvveti bulmamı Allah’tan dilerim!..

Seni Her Zaman Seven Baban.”

 

Annesinin hayaletini, Edwards, bir hayli süre gördü!.. Amazon Ormanlarında Kamp kurduğu bir gece -1962 Ağustosunun bir gecesinde- çadırın dışında otururken, ansızın, pırıl pırıl bir duman halinde gözüktü annesi!.. Anlayamadığı bir şey için onu uyarmağa çalışıyordu!.. Edwards’tan uzakta, ayakta durmuş, fısıltı halinde konuşuyordu. Yani Edwards’a bir şeyler anlatmak istiyordu!.. Ertesi gün, nehirden yukarı doğru botlarla ilerlemeğe başladılar… Katil huylu bir rehber, onu tuzağa düşürdü… Yanındaki arkadaşları, vahşi Aucas Kabilesi’nin elinden, yaralanmadan kurtuldular. Fakat Edwards, bel kemiğine saplanan zehirli bir okla yaralanınca kendinden geçmişti…

 

Gözlerini açtığı zaman, bir hastanedeydi. Oraya hemen getirilmiş ve bir haftadır, kendinden habersiz yatıyordu!.. Doktoru, daha sonra ona şöyle demişti: “Bizi, fena korkuttunuz!.. Yukarı’dan biri sizi gerçekten çok seviyormuş!.. Ümidimizi kesmiştik!..”

 

Spritüel bilgi ve uyarılarla dolu bir olay daha aktarmış olduk… Fakat, gerçek dışı, doğa dışı değil. Aksine gerçek ve de doğa içi. Gerçek dışı olan ve doğa dışında kalan, bizim idraksizliğimiz; bizim, kısır düşünce ve bilgisizliğimizdir… Hangi türden olursa olsun, her olay, yasalarla gerçekleşen bir olaydır. Yasa dışı cereyan eden bir olay olamaz ki, doğa dışı diyelim. Bizim bilebildiğimiz doğa yasaları dışında cereyan etti diye, böyle bir olayı, yasa dışı, doğa dışı sayamayız. Sadece diyebiliriz ki, bizim henüz idrak edemediğimiz doğa yasalarına göre cereyan etmiştir, etmektedir… Bildiğimiz ve de bilemediğimiz her olay, doğa yasalarına uygundur… Bu tür olaylarla bizden istenen de, işte bu doğa dışı saydığımız olayların asıl yasalarını idrak etme çabasında olmamızdır…

 

Bizim bilebildiğimiz gerçekler ve doğa yasaları, kapalı şuurumuzdan dolayı sınırlıdır… Bu yüzden bu tür olaylar, gerçek dışıymış gibi, doğa yasalarına aykırıymış gibi gözükür. Yani körlüğümüz, bize böyle dedirtir. Körlüğümüz, asıl gerçekleri görebilmemize engeldir… Rölatif gerçekler içindeyiz kuşkusuz… Fakat, değişmez gerçekler dediğimiz hakikatler, ruhsal yönümüzü hep vurgulayan ruhsal gerçeklerle, ruhsal olaylarla, bizim keşfimizi bekliyorlar… Tabii çabalarımız bu yönde olabilirse, olacak bu keşifler…

 

Şunu, bir kere daha belirtmek istiyorum: Bilim, neden insanın asli yönüyle ilgilenemez bir durumdadır? Bilimin tüm çabaları, maddesel bedenler üzerine ve de maddenin teknolojisi üzerine ve bu üzerinelikte de zirvede olduklarını söyleyip duruyoruz!.. Acaba gerçekten zirvede midirler?!. Geçmiş çağların ne zirveler yaşadıklarını acaba tam biliyoruz mu ki, şu maddesel bilimimizin teknolojisini zirvede sanıyoruz?!.

 

Yazılı tarihimiz, yedibin yılı aşmıyor!.. Oysaki bizler, sekizinci Adem Kuşağıyız… Bunu, bir şiirinde Koca Yunus bile vurgulamıştır:

Yürü yürü yalan dünya

Yalan dünya değil misin?

Yedi gez boşalıp yine

Dolan dünya değil misin?

 

Spritüel bilgilerden yoksun bir kişi acaba şu sözleri nasıl değerlendirebilir?!. Yine bir başka dizelerinde de şöyle diyor:

Açıldı gökler kapısı

Rahmetle doldu hepisi

Sekiz cennetin kapısı

Açar Allah deyü deyü

 

Bu sözler de, olsa olsa, sekizinci Adem Kuşağı’nın Cenneti olur… Bilimimizin bu yönü eksiktir. Hem de bu, insanı tanımak yönünde büyük bir eksikliktir. Çünkü ağırlık, fani olan üzerinedir!.. Baki olandan “bize ne” idraksizliği, baki olanı inkara yetiyor!..

 

AĞACIN ÇEVRESİNE SAKLANMIŞ ÇEKMECE:

Margerette Boulanger’in köydeki komşusu Elise, kimsesi olmayan, yoksul ve yaşlı bir kadındı… Yatağından kalkamayacak kadar ağır hastalandığında, ona, insancıl bir görev anlayışıyla komşusu Margerette, bir hekim çağırmış ve ölünceye kadar da ona bakmıştı… Ölümüne yakın olduğu bir gece, Margerette, yine komşusunun yanındaydı… Minnet dolu tatlı bakışlarıyla hep Margerette’i izliyordu hasta komşusu!.. Sabaha doğru, Margerette’e, “Sizin gibi bir kızım olmasını çok isterdim… İyilikleriniz için size çok teşekkür ederim… Size söyleyeceğim…” derken, sustu; ağırlaştı ve komaya girdi… Ertesi gün öğle üzeri de öldü… Seksenyedi yaşındaydı!.. Cenazesinde, sadece Margerette ve yakın komşuları vardı…

 

Aradan birkaç gün geçti… Margerette, rüya mı, dalgınlık mı, nedir, kestiremiyor, bir gece, bu yaşlı kadını gördü: Karyolasının ayak ucunda, ayakta duruyordu! Gençleşmiş gibiydi!.. Üzerinde, o ana kadar görmediği süslü bir elbise vardı! Açık bir biçimde Margarette’e,

- Yavrum! Senin sayende, ömrümün son günlerini çok rahat geçirdim… Sevildiğimi hissettim… Sana teşekkür etmek istiyorum. Yavrum, bahçeme git, büyük kestane ağacının dibindeki toprağı kaz. Orada küçük bir çekmece bulacaksın, o senindir. Bunun için bana teşekkür etme. Kızım, benim için endişelenme. Şimdi öyle mutluyum ki!.. Ara sıra yaşlı Elise’yi düşün!.. Benim için dua et!.. Allahaısmarladık…

 

Sözleri bitince, buharlaşır gibi oldu!.. Boşlukta dağılarak kayboldu. Yanında yatan eşinin nefesleri düzenliydi ve olanlardan habersiz uyuyordu… Uyanık olan Margerette’ti… Ertesi sabah olayı, Margerette, eşine anlattı. Eşi, alaycı bir tavırla karşıladı anlattıklarını!.. Margerette, kestane ağacının altını kazmakta ısrarlıydı… Sonunda kazdılar ve ağacın çevresinde gömülü küçük çekmeceyi buldular! Metal çekmece, paslandığı için, kolay açıldı: İçinde, 30.000 altın ve Elise’nin sararmış bir fotorafı vardı!.. Paranın önemli bir kısmıyla, bu yaşlı kadına, bu yaşlı dosta, güzel bir mezar yaptırdılar…

 

Evet; bu ruhsal olay da spritüel gerçekleri anlatmış oluyor… Dikkat etmişseniz: Olay, bir hayalet olarak gözüküp geçmiyor. Şayet öyle olsaydı, bu olaya da, biz maddeci insanlar, bir kulp takıp geçerdik. Maddeci bir görüşün ve de anlayışın insanları olduğumuz hesaba katılarak, olayın maddesel yönünü de vererek bizleri olaya tam çekmek istiyorlar… Öteki olaylarda da aynı şekilde dikkati çekiş gözden kaçmıyor…

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...