Jump to content

Halit Ziya Uşaklıgil


Dolunay

Önerilen Mesajlar

http://www.kultur.gov.tr/TR/resimgoster.aspx?DIL=1&BELGEANAH=91186&RESIMISIM=halidziya-r.jpg

 

Türk roman ve öykü yazarı. Türk edebiyatında Batı anlamındaki romanın ilk yetkin örneklerini vermiştir.

 

İstanbul'da doğdu, 22 Mart 1945'te aynı kentte öldü. Mahalle mektebinden sonra Fatih Rüştiyesi'ne gitti. Tüccar olan babasının işlerinin bozulması üzerine, 1879'da İzmir'e yerleştiler. Halit Ziya orada bir süre rüştiyeye, sonra da Fransızca öğrenmesi için rahipler okuluna gönderildi. Fransızca'dan ilk çevirilerini bu yıllarda yaptı. Tevfik Nevzat ile 1884'te Nevruz dergisini, 1886'da da Hizmet gazetesini çıkarttı. İlk romanlarını bu gazetede yayımladı. Okulu bitirdikten sonra bir yandan İzmir Rüştiyesi'nde Fransızca öğretmenliği yaparken, bir yandan da Osmanlı Bankası'nda memur olarak çalıştı. 1893'te Reji İdaresi'nde başkâtiplik göreviyle İstanbul'a geldi. Hüseyin Siret, Mehmet Rauf, Rıza Tevfik, Hüseyin Cahit, Ahmet Rasim gibi yazarlarla dostluk kurdu ve 1896'da Edebiyat-ı Cedide topluluğuna katılarak Servet-i Fünun dergisinde kendine geniş ün sağlayan romanlarını yayımladı. 1901-1908 arasında yazarlığı bıraktıysa da II. Meşrutiyet döneminde yeniden başladı, ancak 1923'e değin yazdıklarını yayımlamadı. Bu arada, Darülfünun'da estetik ve batı edebiyatı dersleri verdi. V. Mehmed'in tahta geçmesi üzerine onun mabeyn başkâtipliğine atandı, dört yıl bu görevde kaldı. Daha sonra Reji İdaresi'nde yönetim kurulu başkanı oldu. Son yıllarını Yeşilköy'deki evinde anılarını yazarak geçirdi.

 

Uşaklıgil'in İzmir'deyken yazdığı Nemide, Bir Ölünün Defteri, Ferdi ve Şürekâsı gibi ilk yapıtları, karşılıksız sevgiyi konu alan, acıklı, duygusal kısa romanlardır. İstanbul'a geldikten sonra Sevet-i Fünun dergisinde yayımladığı Mai ve Siyah ile acemilik dönemini geride bıraktığı izlenir. Daha önceki yapıtlarında ön planda gelen acıklı aşk serüveni, burada ikinci plana atılmıştır. Şairler, gazeteciler, yayınevi sahipleri ve yazarlar arasında geçen olayları ele aldığı bu romanda, hem o dönemin Babıâli dünyasını, hem de bu dünyanın gerçekleri karşısında yaşamda yenik düşen Ahmet Cemil'in hayalci kişiliğinde bütün bir Edebiyat-ı Cedide kuşağının bakış açısını yansıtmıştır. 1898-1900 arasında yazdığı Aşk-ı Memnu ilk büyük Türk romanı kabul edilir. Sağlam bir yapısı ve tekniği olan yapıtta zengin bir adamla evlenen genç ve güzel bir kadının yaşlıca kocasına sadık kalmak kararına karşın, elinde olmayarak yasak bir aşka sürüklenişi, olayın psikolojik nedenleri üstünde de durularak, gerçekçi bir biçimde anlatılmıştır.

 

Uşaklıgil Edebiyat-ı Cedide'nin sanat anlayışı doğrultusunda yeni bir dil yaratmaya çaba göstermiştir. Osmanlıca'da bile kullanılmayan Farsça ve Arapça sözcükler bularak, Türkçe'de olmayan kurallarla tamlamalar yaparak konuşulan dilden çok ayrı, süslü ve yapay bir sanat dili oluşturmuştur. Ama Aşk-ı Memnu'yu yazdıktan sonra dil konusundaki görüşleri değişmiş, Edebiyat-ı Cedide'nin yarattığı dili aşırı süslü, ağdalı ve yapay bulduğu için Kırık Hayatlar'ı yalın bir dille yazmaya karar vermiştir. Daha sonraki yıllarda romanlarının yeni baskıları yapılırken de bunların dilini bir ölçüde yalınlaştırmak gereğini duymuştur. Son romanı Kırık Hayatlar, 1901'de Servet-i Fünun'da tefrika edilirken, sansürün karışması yüzünden yarıda kalmış, ancak 1923'te yeniden yayımlanmıştır. Uşaklıgil romana yazdığı önsözde, Kırık Hayatlar'ın daha önceki romanları gibi "hülya" ve "süs"e dayanmadığını, tam tersine yalnızca yaşamı ve gerçekleri yansıttığını belirtmiştir.

 

Uşaklıgil pek çok öykü de yazmış ve Batı türü öykü anlayışının Türkiye'de yayılmasında rol oynamıştır. Öykülerinin konusunu ve kişilerini daha çok halkın fakir kesiminden almış, bu insanların acılarını dile getirmeye çalışmıştır.

 

Romanlarında Uşaklıgil'in ilgi alanı dardır. Kişilerini ve onların sorunlarını işlerken sınırlı bir yaşantı çerçevesinin dışına çıkmaz. Duyarlı genç kadın ve erkeklerin aşkta uğradıkları hayal kırıklığı başlıca teması olmuştur. Ancak aşk konusunda görüşünün romantiklikten gerçekliğe doğru bir değişim geçirdiği gözlemlenir. İlk romanlarında daha platonik ve romantik olan aşk ilişkileri, son iki romanında yasak aşkla noktalanan cinsel bir tutkuya dönüşür.

 

Yaşantı alanının darlığına karşın, Uşaklıgil Türk romanının öncüsü sayılmıştır. Çünkü ondan önce, romanı bir sanat yapıtı kabul ederek onun kadar ciddiye alan, bir sanatçı titizliğiyle romanın yapısına ve tekniğine gereken önemi veren başka bir Türk yazarı olmamıştır.

 

YAPITLAR (başlıca):

 

Roman: Nemide, 1889; Bir Ölünün Defteri, 1889; Ferdi ve Şürekâsı, 1894; Mai ve Siyah, 1897; Aşk-ı Memnu, 1900; Kırık Hayatlar, 1923.

 

Öykü: Bir Muhtıranın Son Yaprakları, 1888; Bir İzdivacın Tarih-i Muaşakası, 1888; Heyhat, 1894; Solgun Demet, 1901; Sepette Bulunmuş, 1920; Bir Hikâye-i Sevda, 1922; Hepsinden Acı, 1934; Onu Beklerken, 1935; Aşka Dair, 1936; İhtiyar Dost. 1939; Kadın Pençesinde, 1939; İzmir Hikâyeleri, (ö.s.), 1950.

 

Oyun: Kabus, 1918.

 

Anı: Kırk Yıl, 1936; Sara ve Ötesi, 1942; Bir Acı Hikâye, 1942.

 

Şiir: Mensur Şiirler, 1889.

 

Deneme: Sanata Dair, 3 cilt, 1938-1955.

 

MAİ VE SİYAH Roman Özeti

 

Romanın baş kahramanı Ahmet Cemil, Mülkiye Mektebi`nin son sınıfına geçtiği yıl babası ölür. Bunun üzerine annesinin ve kız kardeşi İkbal`in geçimini sağlamak onun üzerine düşer.

 

Okul sıralarından beri edebiyata aşırı tutkusu vardır. Askerî Rüştiye`den bu yana en yakın arkadaşı olan Hüseyin Nazmi`nin de teşvik, yardım ve tavsiyeleriyle; kendi gayretiyle öğrenmiş olduğu iyi Fransızcasıyla çevirilere başlar. Bu işi yeterli görmemesi üzerine ek işler arar ve "Mir`-at-ı Şuûn" adlı bir gazetede iş bulur. Bu gazeteye girebilmek kendisini çok mutlu etmiştir.

 

Daha sonra bir ek iş daha bulur ve akşamları zengin bir ailenin çocuğuna ders vermeye başlar. Artık evlerinin geçimi düzene girer, hatta ona göre zengin olmaya başlarlar.

 

Ahmet Cemil`in en büyük hayellerinden biri, edebiyat dünyasında çok iyi tanınan, ünlü bir yazar olmaktır. Bu konuda bir sürü hayal kurar. Bu hayellerine bağlı olarak kafasında, kendisini ünlü yapabilecek bir eser şekillendirmeye başlar.

 

Bu arada, gazetede saydığı, sevdiği kişilerden biri olan Ahmet Şevki Efendi, yine çalıştığı gazetenin sahibi olan Tevfik Efendi`nin, oğlu Vehbi`ye bir eş aradığını söyler. Ahmet Cemil kız kardeşini vereceği bu adamın durumunu yeterince araştırmadığı halde, yapılan görüşmeler sonucunda anlaşmaya varılır ve İkbal, Vehbi ile evlendirilir. Ahmet Cemil, kardeşinin evlenmesinden dolayı bir sıkıntı duyar ve eniştesine bir türlü ısınamaz.

 

Ahmet Cemil bir gün en yakın arkadaşı Hüseyin Nazmi`nin uzun süredir görmediği kız kardeşi Lâmiâ ile karşılaşır ve ona âşık olduğunu anlar. Bu olay onu eserine yoğunlaştırır ve bir an önce bitirme isteği doğurur.

 

Bu sırada, gazete sahibi Tevfik Efendi felç olur. Bunun üzerine oğlu, aynı zamanda Ahmet Cemil`in eniştesi, Vehbi gazeteye gelir ve yönetimi ele alır.

 

Ahmet Cemil ve arkadaşları önceleri korkmalarına rağmen, bir müddet sonra Ahmet Cemil bundan memnun olmaya, hatta eniştesine sevgi duymaya başlar. Artık Ahmet Cemil baş yazar ve bir miktar para vererek gazeteye yeni makineler alınmasını sağlamış küçük bir ortak olmuştur.

 

Birgün Ahmet Cemil eserini bitirmeyi başarır. Arkadaşı Hüseyin Nazmi`nin evinde yapılacak ve devrin önemli ediplerinin de hazır bulunacağı bir partide eserin okunmasına karar verilir. Nihayet o gün Ahmet Cemil eserini okur ve herkes tarafından beğenilir. Orada bulunanların hepsi kendisini tebrik eder. Hatta Lâmiâ bile bir fırsatını bulup, gizlice, eserin sonuna "Tebrik ederim ....." yazar ve Ahmet Cemil de bunun farkına vararak mutlu olur.

 

Bu mutluluk içinde yaşarken, bir gün annesi ona eniştesi hakkında hoş olmayan şeyler anlatır. Artık eniştesinin kötü bir insan olduğunun iyice farkındadır. Birgün bir gazetede, onu kıskanan ve kendisine hep düşman olan kötü arkadaşı Râci tarafından yazılmış, kendisini ve eserini yerden yere vuran bir yazı çıkar. Bunun gazetesini kötü yönde etkileyeceğini düşünen eniştesi, baş yazarlığı başka birisine verir ve Ahmet Cemil ile araları iyice açılır. Bir akşam evde bu konuda çıkan bir tartışmada eniştesi, hamile karısı İkbal`in karnına tekme atar. Bunun üzerine bebek düşer ve İkbal de ölür.

 

Bir süre sonra Hüseyin Nazmi`den, Lâmiâ`yı bir subaya verdiklerini ve Lâmiâ`nın da bunu istediğini öğrenir.

 

Artık Ahmet Cemil`in hayatta sarılabileceği hiçbir umudu kalmamış, annesi hariç herşeyini kaybetmiştir. Her zaman hayallerinin esiri olduğu için kendisine kızar, edebiyatla ilgi herşeyden tiksinir hale gelir ve eserini yakar.

 

O andan itibaren, kendisine bütün bu acıları yaşatan bu şehirde yaşayamayacağını anlar ve Osmanlı`nın uzak bir vilayetine gitmek üzere annesiyle birlikte İstanbul`u terkederler...

 

HEPSİNDEN ACI Kitap Özeti

 

Hepsinden Acı:Galip Ferruh heyecan dolu, zeki,genç bir adamdır.Kötü bir ahyat kadınıne aşık olur ve onunla yaşamaya başlar.Hayat hiçde Ferruh’un umduğu gibi gitmez.Hikaye ferruh’un kadını öldürmesiyle sonuçlanır.

Dilhoş Dadı:Yazar küçük bir çocuk iken Dilhoş adında zenci bir dadısı vardır.Dilhoş dadı onu her türlü olumsuzluklara karşı ve anne babasını cezalarına karşı korur.Dilhoş dadı ile yazar arasında mükemmel bir sevgi bağı vardır.Fakat bir gün dadıb hastalanır ve evden uzaklaşmak zorunda kalır.Bu olay onu üzüntüye sokacaktır.

Mayıs Pazarı:Katina istanbul’da yaşayan zengin bir Rum kadınıdır kocasının ölümü onun hayatında fazla bir değişime sebep olmayacaktır.Hayatını mutlu bir şekilde sürdürmeye devam edecektir.

Acı Sadaka:Zehra çok güzel ve genç bir kızdır .Babası ölmüş, annesi ve dayısıyla beraber yaşamaktadır.Bekir adında genç bir delikenkıya aşıktır ve evlenecektir.Bekir askere gider.Bu arada Zehra çiçek hastalığına yakalanır ve kör olur.Annesinin ölümü kaderin Zehraya vurduğu başka bir darbedir.Dayısı Zehrayı bir dilenci olarak çalıştırmaya zorlar.Bekir askerden döndüğünde eski Zehrayı bulamayacaktır.

Üç Mektup:Baskılı yönetimin gizli polis baskıları bir gencin ruhu üzerinde iç yıkımları doğurur.Olaylar onu deliliğe hatta ölüme kadar götürür.

Tatlı Rüya:Adnana bir şairdir ve son yazdığı kitaptan gelir beklemektedir.Busayede arkadaşlarına verdiği sözü yerine getirecek ve karısına çok almak istediği hediyeyi alabilecektir.Fakat satışlar umduğu gibi gitmemiştir ve çok az kitap satmıştır.Artık sadece mutluluğun parayla olabileceğine inanmaya başlamıştır.

 

ZEVRAK İLE EBRU

 

Güvercin sahibinin, önüne geçilemez, galebe çalınamaz bir merakı

vardı: İkide bir de tuhaf çeşitlerden yavrular almak için çiftleri birbirinden

ayırır, Şaminin erkeğini kesmenin dişisine, ötekinin dişisini berikinin

erkeğine eş etmek için onları yeni sevdalariyle mahfî ve mestur birer zifaf

yerine kapardı. Bir gün bu merakına Zevrak'la Ebrû hedef oldu. Çırpınarak

i'tiraz etdim. Onlar kümesin en genç, en âşık, en mesûd, hattâ en güzel

çiftiydi. Onlara ilişmek bir parça da bana ilişmek gibiydi. O, mutlaka

fikrinde galebe çalmak için öyle sebepler buldu ki bana mağlûp olmak lâzım

geldi. Ebrû gök mâî bir erkekle, Zevrak bir dişi sarı ile kapandılar. O, bana

bu aşk fâciasından beklenen neticenin hemen zaferini ilân eden bir sesle:

«Bakınız ne güzel yavrular alınacak...» diyordu.

 

Ben artık bütün kümesi unutmuştum; yalnız bu mahbus çiftlerle meşgul

oluyor, şu hicran devresinde onların bîçâre mecruh kalplerini hisse

çalışıyordum. Zevrak'la Ebrû'ya verilen yeni eşler, eşsizdiler. Kendilerinin

mahremiyeti dâiresine tahsis olunun yeni eşlere hemen sevda ihsas etmek

gayretine düştüler: Gök mâî Ebrû'nun etrafında kuyruğunu sürterek, göğsünü

şişirerek yaşamak sevmek demek olduğunu izaha çalışıyor, sarı muhteriz

taşkınlıklarla Zevrak'ın boynuna gagalıyordu. Fakat ötekiler!.. Ötekiler gûyâ

ağlıyorlardı. Kafesin köşesine büzülmüş, başlarını içeri çekmiş, ağır ağır

kapanarak artık hayatı görmemek isteyen gözleri bulanmış, yemek içmek bile

düşünmeyerek, mateme upramış bedbaht sevdalarına sakit yaşlar döküyorlardı.

 

Bir sabah Ebrû'nun kafesinde hayret edecek bir şey gördüm: Ebrû yeni

âşıkının ağzını öpüyordu. Nasıl? Ebrû, sen de ah, mini mini kadın, sen de o

sadakat yeminlerini unutan kadınlara benziyordun, değil mi?

 

O gün güvercinin sahibine anif bir sesle haber verdim: «Şimdi artık

Ebrû'yu çıkarabilirsiniz, yeni âşıkıyle uyuşuyor.» O, güldü, ötekini sordu:

«Zevrak, Zevrak ne yapıyor?» Şübheli bir sesle: «Şimdilik hâlâ düşünüyor!»

dedim.

 

Bunu şübheli bir sesle söylediğime ne kadar hatâ etmişim! Zavallı

Zevrak! İşte senin hâtırandan aflar diliyorum. Fakat o vefasızdan sonra nasıl

hükmedebilirdim ki, yeni mâşukanın bütün tesliyetleri, bütün okşayışları

neticesiz kalacak; sen haftalarca o sevda fâciasının, o hıyanetin matemleriyle

yüreğinin yaralarını zehirliye zehirliye, her dakika bir parça daha ölerek,

bir parça daha bu hayattan, bu hayatın yalan aldatan saâdetlerinden kaçarak,

eriyeceksin, biteceksin?..

 

Evet, Zevrâk teverrüm etti, hiç bir şey değil, teverrüm etti; ne

yanındakine, ne kafesin bir tarafından görünen semâya, hattâ kafesin ters

tarafından gelerek kayıtsız, fütursuz bir nazarla içeriye bakmağa çalışan

Ebrû'nun gölgesine bile küçük bir iltifat nigâhını israf etmeyerek, hep o

köşesinde ıslanmış bir kuş mazlumiyetiyle can çekişerek, Zevrak, bir gün son

nefesiyle gagasını açtı; bir küçük şikâyet sesi, ufak bir gu!... bile çıkmadan

öldü.

 

Biçâre sevda kurbanı!.. O zaman bana bu fâcia, bir güvercin, bir

Zevrak olmak için ne büyük bir arzû vermiş idi! Ben de öyle mes'ud bir

sevdadan sonra onun hicranıyle erimek ölmek isterdim; ben de bir birinciden

sonra saâdet aramamak düşünürdüm; fakat anlaşılan bu mes'elede Zevrak'tan

ziyade Ebrû'nun felsefesinde isabet var!..

 

AŞK-I MEMNU

 

Düşünüyordu ki işte bütün bir kış bunlardan uzak kalmıştı. Nihal'i

dinlerken hayalinin üzerine ışık tufanları, renk çağlayanları dökülmüş köşeler

açılıyor; Odeon sahnesinin bir yanını, Concordia'nın çılgınca bir eğlencesini

görüyor; sonra çıplak omuzlar, kollar, mini mini zarif beyaz satenden

iskarpinler hızlı bir uçuşla gözlerinin içinde uçuyordu.

 

O zaman yüreğinde derin bir özlem duyuyordu. Onun hayatı işte o

eğlence ortamının heyecanları içinde yuvarkanmalıydı. Nasıl olmuştu da koca

bir mevsimin o bitmez tükenmez gecelerini bu hüzünlü eskimiş yalının

koltukları içinde artık yaşlanarak ölümün soğukluklarından mangal altlarına

kaçan hasta kediler uyuşukluğu ile geçirmişti?

 

Kuşkusuz Bihter'i seviyordu. Hayatında hiç böyle derin ve uzun bir

sevda meydana gelmemişti. Bu, elbette, onun ilk ve sona aşkıydı; ama bu hep

böyle aynı buluşmalar, aynı saatlerde söylenen aynı sözler, aynı bağlılık

yeminleri ile karşılıklı alınıp verilen öpüşler, evliliğe özgü bir biçimde ve

anlamda sürüp gidecek miydi?

 

Yavaş yavaş bu sevişmenin hep bir çeşit tatları arasında yenilikler,

başkalıklar ister olmuştu. İlk haftalarda onları titreten, korkutan şeyler

oluyordu. Birbirlerine tamamıyla sahip oluncaya kadar aşıkdaşlıklarında daha

alınacak yollar, daha göze alınacak tehlikeler kaldıkça doyuma ulaşılacak

emellerin heyecanlı sıcaklığını duyarlardı. Ama sonra artık bu sevişmenin

sürmesinden başka beklenecek bir şey kalmayınca durgun saatler, o sessizliği

bir can çekişme ezincine benzer bir teviye saatler başlamıştı

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...