Jump to content

Paris'te Nisan / Ursula K. Le Guin


cherar

Önerilen Mesajlar

Paris'te Nisan / Ursula K. LeGuin

 

Profesör Barry Pennywither soğuk, loş bir tavanarasında oturmuş,

önündeki masaya bakıyordu, üstünde bir kitap ve bir parça ekmek duruyordu

masanın. Ekmek onun akşam yemeğiydi, kitap da yaşamının yapıtı. İkisi de

kuruydu. Dr. Pennywither iç çekti, sonra ürperdi. Eski apartmanın alt

katlarındaki daireler oldukça şıktı ama kaloriferler, ne olursa olsun 1

Nisandan sonra yanmıyordu; bugün de 2 Nisandı ve dışarısı don yapmıştı. Dr.

Pennywither kafasını biraz kaldırırsa pencereden, şafakta biraz biraz belirsiz

ama yırtarcasına yükselen, neredeyse dokunulacak kadar yakın olan Notre Dame

de Paris'in iki kare kulesini görebiliyordu: onun oturduğu Saint-Louis Adası,

Notre Dame'ın olduğu Şehir Adasının ardından çekilen küçük bir sal gibidir.

Ama profesör kafasını kaldırmadı. Çok üşüyordu.

 

Kara kuleler karanlığa gömülmüştü. Dr. Pennywither da kasvete gömüldü.

Kitabına neredeyse nefretle baktı. Ona Paris'te bir yıl kazandırmıştı kitap -

ya yayımlarsın, ya da ölürsün demişti Dekan, o da yayımlamış ve bir yıllık

ücretsiz izinle ödüllendirilmişti. Munson koleji, öğretmeyen öğretmenlere para

verebilecek durumda değildi. Böylece biriktirdiği iki kuruş parayla, bir

öğrenci gibi tavanarasında yaşamak, kütüphanede on beşinci yüzyıl manüskrileri

okumak, kestane ağaçlarının bulvarlarda çiçek açmasını görmek için Paris'e

gelmişti yeniden. Ama olmamıştı işte. Kırk yaşındaydı, yalnızlık dolu

tavanaraları için fazla yaşlıydı. Don, yeni çıkan kestane çiçeklerini

mahvedecekti. Yaptığı şeylerden de bıkkınlık gelmişti. Şair François Villon'un

1463'te gizemli bir şekilde ortadan kaybolmasıyla ilgili teorisi, şu

Pennywither Teorisi, kimin umurundaydı ki? Kimsenin. Çünkü tüm zamanların en

büyük çocuk suçlusu zavallı Villon hakkındaki Teorisi sonuçta yalnızca bir

teoriydi ve aradaki beş yüz yıllık boşluğu aşıp kanıtlanması imkansızdı. Hem

sonra, Villon'un Montfaucon darağacında ya da (Pennywhiter'ın düşündüğü gibi)

İtalya'ya giderken bir Lyons keranesinde ölmüş olması neyi değiştirirdi ki?

Kimsenin umurunda değildi işte. Başka hiç kimse Villon'u yeterince sevmiyordu;

Dr. Pennywither'ı da kimse sevmiyordu; Dr. Pennywhiter bile. Neden sevsindi

ki? Dökülen bir binanın ısınmayan çatıkatında yine okunmaz bir kitap yazmakla

uğraşan, geçimsiz, evlenmemiş, üç kuruşa çalışan bir ukala. "Hiç gerçekçi

değilim," dedi yüksek sesle, yine iç geçirip ürpererek. Kalkıp yatağından

battaniyeyi aldı, sarındı, o şekilde masaya oturup bir Gauloise Bleue yakmaya

çalıştı. Çakmağı çakmadı. Bir kez daha iç geçirdi, ayağa kalktı, kötü kokulu

Fransız çakmakgazı kutusunu bulup getirdi, yeniden kozasına büründü, çakmağı

doldurdu ve çaktı. Epeyce gaz dökülmüştü etrafa. Çakmak yandı, Dr. Pennywither

da öyle, bileklerine kadar. "Kahretsin!" diye bağırdı, parmaklarından mavi

alevler sıçrıyordu, kollarını çılgınca sallayarak, "Kahretsin!" diye bağırıp

kadere lanet okuyarak ayağa fırladı. Hiçbir şey yolunda gitmiyordu, hiç

gitmiyordu. Ne anlamı vardı ki? O sırada 2 Nisan 1961 gecesiydi, sat 8:12'ydi.

 

Yüksek ve soğuk bir odada bir adam, iki büklüm olmuş, masada

oturuyordu. Arkasındaki pencereden, Notre Dame'ın iki kare kulesinin,

bahardaki bu kuşluk vaktinde yükseldiği görülebiliyordu. Önündeki masanın

üzerinde bir topak peynir ve kocaman, demir kilitlii, elle yazılmış bir kitap

duruyordu. Kitabın adı (Latince) Ateş Elementinin Diğer Üç Elemente Üstünlüğü

Üzerine'ydi. Yazarı kitaba neredeyse nefretle baktı. Biraz ötede, küçük bir

sac ocakta ufak bir imbik kaynıyordu. Jehan Lenoir arada sırada, mekanik

hareketlerle iskemlesini ateşe birkaç santim yaklaştırıyordu ısınmak için, ama

aklı daha derin sorunlardaydı. "Kahretsin!" dedi sonunda (Geç Dönem Ortaçağ

Fransızcasıyla), kitabın kapağını hızla kapattı ve ayağa kalktı. Ya teorisi

yanlış idiyse? En üstün element suysa? Böyle şeyler nasıl kanıtlanırdı? Tek

bir olgu hakkında emin olmayı, kesinlikle emin olmayı sağlayacak bir yol -bir

yöntem- olmalıydı! Ama her olgu başka olgulara bağlanıyordu, devasa bir düğüm,

Otoriteler de birbirleriyle çelişiyordu, ayrıca hiç kimse, Sorbonne'daki

zavallı ukalalar bile okumayacaktı kitabını. Küfür kokusu alıyorlardı. Ne

anlamı vardı ki? Yoksulluk ve yalnızlık içinde geçirdiği bu yaşam; hiçbir şey

öğrenememiş, yalnızca tahminlerde bulunmuş ve akıl yürütmüşken, ne işe

yaramıştı? Öfke içinde tavanarasında bir aşağı bir yukarı dolandı, sonra

durdu. "Pekala!" dedi Kadere. "Çok güzel! Bana hiçbir şey vermedin, o yüzden

ben de istediğimi alacağım!" Odanın çoğunu kaplayan kitap yığınlarından birine

doğru gitti, en alttaki ciltlerden birini hışımla çekti (ve bunu yaparken

kitabın cildini çizdi, üstteki folyolar devrilince de elinin kemiklerini

incitti), masanın üzerine fırlattı ve bir sayfasını incelemeye başladı.

Ardından, yine başkaldırının katı ve soğuk bakışıyla, birşeyler hazırlamaya

başladı, kükürt, gümüş, tebeşir... Oda tozlu ve kirliydi, ama küçük tezgahı

düzenliydi, herşey kolayca bulabileceği bir yerdeydi. Kısa bir süre sonra

hazırdı. Duraksadı. "Bu çok saçma," diye söylendi pencereden karanlığa bakarak,

iki kare kulenin yerini şimdi ancak tahmin edebilirdi. Aşağıdan, saat başını

duyuran bir bekçi geçti, soğuk ve açık bir gecenin saat sekizi. Öyle bir

durgunluk vardı ki Seine'in şıpırtısını duyabiliyordu. Omuz silkti, suratını

buruşturdu, tebeşiri elini alıp masasının yanına, yere düzgün bir pentagramı

çizdi, sonra kitabı alıp tane tane, ama biraz da utanarak okumaya başladı:

"Haere, haere, audi me..." Uzun bir büyüydü bu, çoğu da saçmalıktı. Sesi

düştü. Sıkkınlık ve utanç içinde öylece durdu. Son sözcükleri acele acele

okudu, kitabı kapattı ve gerileyip kapıya dayandı, pentagramın içinde duran,

yalnızca salladığı kızgın pençelerin mavi ışıltısıyla aydınlanan devasa,

biçimsiz şeye bakıyordu, şaşkınlıktan bir karış açılmıştı ağzı.

 

Barry Pennywither sonunda kendisine hakim oldu ve ellerini sarındığı

battaniyenin kıvrımlarına sokarak ateşi söndürdü. Kendisini yakmamıştı ama

kafası bozuktu, yeniden oturdu. Kitabına baktı. Sonra kitabına bakakaldı.

VİLLON'UN SON YILLARI: OLASILIKLARIN İNCELENMESİ adını taşıyan ince ve gri

kitap bu değildi artık. Kalın ve kahverengiydi, adı da INCANTATORIA MAGNA'ydı.

Onun masasında mı? 1407 tarihli, mevcut zedelenmemiş tek kopyası Milan'daki

Ambroisan kütüphanesinde olan, paha biçilemez bir yazma. Yavaşça etrafına

bakındı. Ağzı yavaşça açıldı. Bir ocak, bir simyager tezgahı, iki-üç düzine

inanılmaz deri ciltli kitap, pencere, kapı çarptı gözüne. Kendi penceresi,

kendi kapısı. Ama küçük, siyah ve biçimsiz bir yaratık kapının önüne çömelmiş,

kuru bir hırıltı çıkartıyordu.

 

Barry Pennywhiter pek cesur değildi, ama mantıklı bir adamdı. Aklını

kaybettiğini düşünüyordu, o yüzden de oldukça sakin bir sesle, "Siz Şeytan

mısınız?" diye sordu.

 

Yaratık ürperdi ve hırıldadı.

 

Profesör, görülmeyen Notre Dame'a bir bakış fırlatıp, denemek için haç

çıkarttı.

 

Bunu gören yaratık seğirdi; irkilme değil, seğirme. Sonra zayıf bir

sesle, ama kusursuz bir İngilizceyle -hayır, kusursuz bir Fransızcayla- hayır,

epeyce garip bir Fransızcayla, "Mais vous estes Dieu," dedi.

 

Barry ayağa kalkıp yaratığa daha dikkatle baktı. "Kimsiniz siz?" diye

sordu sert bir şekilde, yaratık başını kaldırdı, yüzü bayağı bir insan yüzüne

benziyordu, uysal bir sesle yanıtladı, "Jehan Lenoir."

 

"Odamda ne işiniz var?"

 

Bir sessizlik oldu. Lenoir dizlerinin üzerindeyken doğrulup ayağa

kalktı, boyu tastamına 1.68'di. "Burası BENİM odam," dedi sonunda, çok nazik

bir şekilde.

 

Barry etraftaki kitaplara ve imbiklere baktı. Bir sessizlik daha.

"Peki ben buraya nasıl geldim?"

 

"Sizi ben getirttim."

"Siz doktor musunuz?"

 

Lenoir gururla kafasını salladı. Bütün havası değişmişti. "Evet, ben

doktorum," dedi. "Evet, sizi buraya ben getirttim. Eğer Doğa bana bilgi

vermezse, ben Doğanın kendisini fethederim, mucizeler gerçekleştiririm!

Bilimin yüzünü Şeytan görsün öyleyse. Bana budala diyorlar, Tanrı adına ben

çok daha kötüsüyüm! Sihirbazım, karabüyücüyüm. Kara JEhan'ım ben! Büyü işe

yarıyor, öyle mi? Öyleyse bilim, boşa zaman harcamaktır. Hah!" dedi, ama pek

de zafer kazanmışa benzemiyordu. "Keşke işe yaramasaydı," dedi daha alçak bir

sesle, folyoların arasında bir aşağı bir yukarı yürüyerek.

 

"Bence de," dedi konuğu.

 

"Siz kimsiniz?" Lenoir meydan okurcasına baktı Barry'e, her ne kadar

boyları arasında neredeyse otuz santimlik bir fark vardıysa da.

 

"Barry A. Pennywither, Munson College, Indiana'da Fransızca

profesörüyüm, Paris'e izinli geldim, Geç Dönem Ortaçağ Fra-" Durdu. Lenoir'ın

nasıl bir aksanı olduğunun yeni farkına varmıştı. "Hangi yıldayız? Hangi

yüzyıl? Lütfen Dr. Lenoir-" Karşısındaki Fransızın kafası karışmış gibiydi.

Sözcüklerin anlamları da, söyleniş biçimleri de değişiyor zamanla. "Bu ülkeyi

kim yönetiyor?" diye bağırdı Barry.

 

Lenoir omuz silkti, tipik bir Fransız omuz silkişiydi bu (bazı

şeylerse hiç değişmiyor), "Louis kral," dedi. "On Birinci Louis. Pis ihtiyar

örümcek."

 

Bir süre tahta kızılderililer gibi öylece durup birbirlerini süzdüler.

İlk konuşan Lenoir oldu. "Yani siz insansınız?"

 

"Evet. Bakın Lenoir, sanırım siz -şu büyü- biraz yüzünüze gözünüze

bulaştırdınız galiba."

 

"Öyle gözüküyor," dedi simyager. "Fransız mısınız?"

"Hayır."

 

"İngiliz misin?" diye parladı Lenoir. "İğrenç bir allahın belası mısın

yoksa?"

 

"Hayır. Hayır. Ben Amerikalıyım. Şeyden, ee, sizin geleceğinizden

geliyorum. Milattan sonra yirminci yüzıldan." Barry kızardı. Söyledikleri

kulağa aptalca geliyordu ve o alçakgönüllü bir adamdı. Ama bunun bir yanılsama

olduğunu biliyordu. İçinde bulunduğu oda, kendi odası, yeniydi. Beş yüzyıllık

değildi. Tozlu, ama yeni. Dizinin dibindeki Albertus Magnus nüshası da

yeniydi, yumuşak, diri bir buzağı derisiyle kaplanmıştı, yaldızlı yazıları

parlıyordu. Lenoir da bir kostüm değil, siyah cüppesini giymişti, belli ki

kendi evindeydi.

 

"Lütfen oturun efendim," diyordu Lenoir. Yoksul bilginlerin ince ama

dalgın nezaketiyle, "Yolculuk sizi yordu mu? Eğer benimle paylaşma onurunu

bahşederseniz, biraz peynir ve ekmeğim var," diye ekledi.

 

Sofrada oturmuş, peynir-ekmek yiyorlardı. Lenoir neden kara büyü

yapmaya kalkıştığını açıklamaya çalıştı önce. "Burama kadar gelmişti," dedi.

"Burama kadar! Yirmi yaşımdan beri yapayalnız, köle gibi çalışıyorum, ne için?

Bilgi için. Doğanın sırlarından bazılarını öğrenebilmek için. Öğrenilemiyor."

Bıçağını masaya saplayınca Barry sıçradı. Lenoir zayıf, küçük bir adamdı, ama

belli ki tutkuluydu. Biraz solgun ve ince, ama zarif bir yüzü vardı: akıllı,

tetikte, canlı. Barry, 1953'e kadar gazetelerde resmini gördüğü ünlü bir atom

fizikçisinin yüzünü anımsadı. Nedense bu benzerlik "Bazıları öğrenebiliyor

Lenoir," dedirtti ona, "biz epey birşeyler öğrendil, birtakım konular..."

 

"Ne?" diye sordu simyager, kuşkucu ama meraklı.

"Valla, ben bilimadamı değilim-"

"Altın yapabiliyor musunuz?" Sorarken sırıtıyordu.

"Hayır, sanmıyorum, ama elmas yapabiliyorlar."

 

"Karbon -kömür yani- yüksek ısı ve basınç altında, bildiğim kadarıyla.

Kömür ve elmas aslında karbon, biliyorsunuz, aynı element."

 

"Element mi?"

"Dediğim gibi, ben bilim-"

 

"En üstün element hangisi" diye bağırdı Lenoir, gözleri alev alevdi,

bıçağı sıkı sıkı tutuyordu.

 

"Yaklaşık yüz element var," dedi Barry soğuk bir sesle, tedirginliğini

gizleyerek.

 

İki saatin sonunda, Barry'den üniversitenin ilk yılında öğrendiği

kimyadan aklında kalanların her damlasını emdikten sonra Lenoir gecenin içinde

kayboldu ve kısa bir süre sonra elinde bir şişeyle yeniden belirdi. "Yüce

efendim," diye haykırdı, "size yalnızca peynir ve ekmek ikram ettiğimi

düşününce!" Hoş bir brugundy'ydi, 1477 mahsulü, iyi bir yıl. Birlikte birer

kadeh içtikten sonra Lenoir, "Size borcumu bir şekilde ödeyebilirsem..." dedi.

 

"Evet. François Villon diye bir şairin adını duydunuz mu?"

 

"Duydum," dedi Lenoir biraz şaşkınlıkla, "ama yalnızca Fransızca

zırvalar yazdı, Latince değil."

 

"Ne zaman ya da nasıl öldüğünü biliyor musunuz?"

 

"Aa, evet; kendisi gibi bir grup çapulcuyla burada, Montfaucan'da

asıldı, '64 ya da '65'te. Neden?"

 

İki saat sonra şişe kurumuştu, boğazları da kurumuştu, bekçi soğuk ve

açık bir sabahın saat üçünü duyurmuştu. "Jehan, çok yoruldum," dedi Barry,

"beni geri göndersen iyi olacak." Simyager tartışamayacak kadar nazik,

minettar ve belki de yorgundu. Barry gergin bir şekilde pentagramın içine

girdi: Gauloise Bleue içen, kahverengi bir battaniyeye sarınmış, uzun, kemik

torbası bir adam. "Adieu," dedi Lenoir üzgün üzgün. "Au revoir," diye

yanıtladı Barry. Lenoir büyüyü tersten okumaya başladı. Mum titredi, sesi

yumuşadı. "Me audi, haere, haere," dedi, iç çekti, başını kaldırıp baktı.

Pentagram boştu. Mum yine titredi. "Ama çok az şey öğrendim!" diye bağırdı

Lenoir boş odada. "Üstelik böyle bir dost - gerçek bir dost-" Barry'nin ona

bıraktığı sigaralardan birini içti - tütünü hemen sevmişti. Masasında oturup

bir-iki saat uyudu. Uyandığında biraz düşündü, mumu yeniden yaktı, öteki

sigarayı içti, sonra da INCANTORIA'yı açıp yüksek sesle okumaya başladı:

"Haere, haere..."

 

"Tanrıya şükür," dedi Barry, çabucak pentagramdan çıkıp Lenoir'ın

eline sarılarak. "Dinle, oraya geri döndüm -bu oda, bu odaya Jehan! ama

eskiydi, korkunç eski ve boş sen yoktun- Tanrım, diye düşündüm, ne yaptım ben?

Oraya, ona geri dönebilmek için ruhumu verirdim - öğrendiklerim ne işime

yarayacak? Kim inanır? Nasıl kanıtlarım? Hem zaten kime anlatabilirim ki?

Kimin umrunda? Uyuyamadım, bir saat oturup ağladım-"

 

"Kalacak mısın?"

 

"Evet. Bak ne getirdim - beni yeniden çağırırsın diye." Sekiz paket

Gauloise, birkaç kitap ve altın bir saat çıkarttı sessizce. "İyi bir paraya

okutabiliriz," diye açıkladı, "kağıt Frankların pek işe yaramayacağını

biliyordum."

 

Basılı kitapları görünce Lenoir'ın gözleri merakle parladı, ama

yerinden kıpırdamadı. "Dostum," dedi, "ruhumu satardım dedin ya... ben de

satardım. Ama satmadık. Nasıl oldu bu iş? yani ikimiz de insanız. Ortada

Şeytan yok. Kanla imzalanmış anlaşmalar yok. Bu odada yaşamış iki adam..."

 

"Bilmiyorum," dedi Barry. "Bunu sonra düşünürüz. Seninle kalabilir

miyim Jehan?"

 

"Burasını evin say," dedi Lenoir, zarif bir hareketle odayı,

kitapları, imbikleri, sönmeye yüz tutmuş mumu gösterdi. Pencereden Notre

Dame'ın iki büyük kulesi gözüküyordu, gri üstüne gri. 3 Nisan, şafak vakti.

 

 

Kahvaltıdan (ekmek kırıntıları ve peynir kabukları) sonra çıkıp güney

kulesine tırmandılar. Katedral her zamanki gibi görünüyordu, 1961'dekine

kıyasla daha temizdi yalnızca, ama manzara Barry için gerçek bir şok oldu.

Ufak bir şehre bakıyordu. Evlerle kaplı iki küçük ada; sağ kıyıda surların

içinde sıkışmış başka bazı evler; sol kıyıdaysa kolejin etrafında kıvrılan

birkaç sokak; hepsi buydu. Güvercinler, gargoylların arasında güneşin ısıttığı

taşın üzerinde gurulduyordu. Bu manzarayı daha önce de görmüş olan Lenoir,

alçak duvarın üzerine (Roma rakamlarıyla) o günün tarihini kazıyordu. "Hadi

kutlayalım," dedi. "Şehir dışına çıkalım. İki yıldır yapmadım bunu. Taa şuraya

gidelim-" üzerinde zar-zor birkaç kulübeyle bir yeldeğirmeninin seçilebildiği,

sisli, yeşil bir tepeyi gösterdi - "Montmartre'a, ha? İyi meyhaneler varmış

diye duydum."

 

Yaşamları kısa sürede kolay bir düzene oturdu. İlk başta kalabalık

sokaklar Barry'yi biraz huzursuz ediyordu, ama Lenoir'ın dökümlü siyah

cüppesiyle yabancı olduğu fark edilmiyordu, yalnızca uzunluğu göze batıyordu.

Herhalde on beşinci yüzyıl Fransa'sının en uzun adamıydı. Yaşama standartları

düşüktü, bitlenmek kaçınılmazdı, ama Barry hiçbir zaman rahatına düşkün

olmamıştı; gerçekten özlediği tek şey sabah kahvesiydi. Bir yatakla bir ustura

aldıktan -Barry traş bıçağını getirmeyi unutmuştu- ve Barry'yi Lenoir'ın

Auvergne'den gelen Messiur Barrie adındaki kuzeni olarak ev sahibiyle

tanıştırdıktan sonra, evde kalma işlemleri tamamlamnmıştı. Barry'nin saati

müthiş bir fiyata, dört altına satıldı, bu para onlara bir yıl yeterdi. Saati

İllyria'dan gelme yepyeni bir sanat şaheseri olarak, saray mabeyncilerinden

birine sattılar; saatin alıcısı, krala vermek için güzel bir hediye arıyordu,

arkadaki yazıya -Hamilton Bros., New Haven, 1881- bakıp bilge bir edayla

kafasını salladı. Ne yazık ki hediyeyi veremeden, Kral Louis'nin Tours'da

yaramaz saray mensupları için yaptırdığı kafeslerden birine kapatıldı; saat

hala orada, Plessis yıkıntılarının arasındaki bir tuğlanın altında olabilir,

ama bu durum iki hocayı etkilemedi. Sabahları Bastille'i ve kiliseleri

geziyorlar, ya da Barry'nin ilgilendiği daha az önemli şairlerden bazılarını

ziyaret ediyorlardı; yemekten sonra elektrik, atom teorisi, fizyoloji ve

Lenoir'ın ilgilendiği diğer konular hakkında tartışıyorlar, genellikle

başarısızlıkla sonuçlanan küçük kimya ve anatomi deneyleri yapıyorladı; akşam

yemeğinden sonraysa yalnızca konuşuyorlardı. Bitmek bilmeyen, rahat,

yüzyılları kapsayan ama hep buraya, penceresi bir bahar gecesine açılan bu loş

odaya, dostluklarına dönen konuşmalar. İki haftanın sonunda sanki bütün

yaşamları boyunca birbirlerini tanıyorlamış gibiydiler. Tümüyle mutluydular.

Birbirlerinden öğrendikleri şeylerin hiçbir işlerine yaramayacağını

biliyorlardı. 1961'de Barry eski Paris hakkındaki bilgisini, 1482'de Lenoir

bilimsel yöntemin geçerliliğini nasıl kanıtlayabilirdi? Bu onları rahatsız

etmiyordu. Hiçbir zaman dinlenilmeyi beklememişlerdi. Öğrenmek istemişlerdi

yalnızca.

 

Yaşamlarında ilk kez mutluydular; hatta öyle mutluydular ki bilgiye

duyulan açlık adına daha önce bastırılmış başka bazı açlıklar su yüzüne

çıkmaya başladı. "Sanırım," dedi Barry bir akşam masada otururlarken, "evlilik

konusunu pek düşünmedin."

 

"Valla, hayır," dedi dostu, kuşkuyla. "Yani, ben pek önemli bir insan

değilim... ve bu iş bana çok uzak gelmiştir hep..."

 

"Çok da pahalı. Ayrıca benim zamanımda, kendisine saygısı olan hiçbir

kadın, benim sürdüğüm yaşamı paylaşmak istemezdi. Amerikan kadınları sinir

bozucu derecede kendine hakim ve becerikli ve muhteşem, ürkütücü

varlıklardır..."

 

"Buradaki kadınlarsa ufak ve kara, böcek gibi, dişleri de bozuk," diye

yakındı Lenoir.

 

Kadınlar hakkında başka birşey konuşmadılar o gece. Ama ertesi gece

konuştular; bir sonrakinde de; ve ondan sonraki gece, komik bir kurbağanın

merkezi sinir sisteminin başarılı diseksiyonunu kutlarken iki şişe Montrache

'74 içip kafayı buldular. "Hadi bir kadın çağıralım Jehan," dedi Barry şehvet

dolu bir bas tonuyla ve bir gargoyl gibi sırıtarak.

 

"Ya bu sefer cin gelirse?"

"Arada çok fark var mı?"

 

Çılgınca gülüştüler ve bir pentagram çizdiler. "Haere, haere," diye

başladı Lenoir; hıçıkırık tutunca görevi Barry devraldı. Son sözcükleri okudu.

Soğuk, bataklık kokulu bir hava esti ve pentagramın içinde, uzun siyah saçlı,

çırılçıplak, çığlıklar atan, gözleri faltaşı gibi açılmış bir varlık belirdi.

 

"Kadın, aman Tanrım," dedi Barry.

"Öyle mi?"

 

Öyleydi. "Al şu pelerini," dedi Barry, çünkü zavallı şey titremeye

başlamıştı. Pelerini omuzlarına koydu. Kadın mekanik bir şekilde pelerine

sarındı. "Gratias ago, domine," diye mırıldandı.

 

"Latince!" diye haykırdı Lenoir. "Latince konuşan bir kadın mı?" Onun

bu şoktan çıkması, Bota'nın kendi şokundan çıkmasından daha uzun sürdü.

Lutetia adlı çamurlu ada kentinin daha küçük olan adasında oturan Kuzey Ganl

Vali Muavininin evindeki kölelerden biriydi anlaşılan. Latinceyi kalın bir

Kelt aksanıyla konuşuyordu ve geldiği zamanda Roma imparatorunun kim olduğunu

bile bilmiyordu. Tam bir barbar, dedi Lenoi, küçümsemeyle. Doğruydu, saçları

karışmış, beyaz tenli, parlak gözlü, cahil, ağzını bıçak açmayan, boynu bükük

bir barbardı bu. Deliksiz bir uykudan uyandırılmıştı. Onu düş görmediğine ikna

ettiklerinde, bunun herşeye kadir yabancı efendisi vali muavininin bir

numarası olduğunu varsaydı anlaşılan ve başka soru sormadan durumu kabullendi.

"Size mi hizmet edeceğim efendim?" diye soru korkuyla ama surat asmadan, bir

ona, bir öbürüne bakarak.

 

"Bana değil," diye homurdandı Lenoir, Baryy'e dönüp Fransızca "Hadi,

işine bak; ben yüklükte uyurum," diye ekledi ve çıktı.

 

Bota Barry'e baktı başını kaldırıp; hiçbir Galli böyle muhteşem bir

uzunlukta olamazdı, Romalıların arasında bile pek az çıkardı böylesi; ne

Galliler ne de Romalılar böyle tatlı konuşurdu. "Lambanız (aslında bir mumdu

bu, ama hiç mum görmemişti) bitmez üzere," dedi. "Söndürmemi ister misiniz?"

 

 

Ek iki "sol" karşılığında ev sahibi, yüklüğü bir yıl boyunca ikinci

bir yatak odası olarak kullanmalarına izin verdi, böylece Lenoir yeniden

tavanarasının büyük odasında yalnız başına uyumaya bşaşladı. Dostunun idilini

düşünceli ama kıskanç olmayan bir ilgiyle izliyordu. Profesörle köle kız

birbirlerini büyük bir zevk ve yumuşaklıkla seviyordu. Onların mutluluğu,

koruyucu sevinç dalgaları halinde Lenoir'ı sarıyordu. Bota'nın acımasız bir

yaşamı olmuştu, hep kadın olarak görülmüş, ama asla insan yerine konmamıştı.

Bir hafta gibi kısa bir süre içinde çiçek açtı, canlandı, uysal çekinikliğinin

altındaki neşeli, zeki doğası ortaya çıktı. Barry'nin onu bir gece, "Bayağı

bir Parisli haline geliyorsun," diye suçladığını duymuştu (tavanarası

duvarları inceydi). "Hep kendini savunmak zorunda olmamanın, hep korkmamanın,

hep yalnız olmamanın benim için ne demek olduğunu bilseydin..."

 

Lenoir yatağında oturuyordu, düşüncelere dalmıştı. Geceyarısına doğru,

herşey sessizleştiğinde kalkıp hiç gürültü yapmadan kükürt ve gümüş

tutamlarını hazırladı, pentagramı çizdi, kitabı açtı. Çok yumuşak bir sesle

büyüyü okudu. Yüzünde korku vardı.

 

Pentagramda küçük, beyaz bir köpek belirdi. Önce gerileyip kuyruğunu

kıstırdı, sonra çekinerek öne geldi, Lenoir'ın ellerini kokladı, nemli

gözlerle ona baktı ve yumuşak, yalvarır bir inilti çıkarttı. Kayıp bir köpek

yavrusu... Lenoir onu okşadı. Köpek ellerini yaladı, üstüne sıçradı,

rahatlamış, sevinçten çılgına dönmüştü. Beyaz deri tasmasındaki gümüş künyeye

"Jolie. Dupont, 36 rue de Seine, Paris Vle" yazısı işlenmişti.

 

Jolie bir ekmek kırıntısını kemirdikten sonra Lenoir'ın iskemlesinin

altında uyudu. Simyager de kitabı yeniden açıp yine yumuşak bir sesle, ama bu

kez utanmaksızın, korkmaksızın, ne olacağını bilerek okudu.

 

***

 

Sabahleyin yüklük-yatak odası-balayı odasından çıkan Barry, koridorda

durakladı. Lenoir yatakta oturmuş, beyaz bir köpeği okşuyordu; yatağın ayak

ucunda oturan, gümüşler giymiş, uzun boylu, kırmızı saçlı bir kadınla derin

bir muhabbete dalmıştı. Köpek yavrusu havladı. Lenoir "Günaydın!" dedi. Kadın

hayretle gülümsedi.

 

"Aman Tanrım," dedi Barry kendi kendisine (İngilizce). Sonra da

"Günaydın. Neredensiniz?" dedi. Düşük dozda bir Rita Hayworth benzerliği vardı

- belki Hayworth ve Mona Lisa karışımı?

 

"Altair'den, yedi bin yıl sonrasından," dedi, daha da hayretle

gülümseyerek. Fransızca aksanı, futbol bursuyla üniversiteye girmiş bir

birinci sınıf öğrencisininkinden daha kötüydü. "Ben arkeoloğum. Paris III'ün

harabelerini kazıyordum. Bu dili bu kadar kötü konuştuğum için özür dilerim;

yalnızca yazmalardan biliyoruz tabii."

 

"Altair'den mi? Yıldızdan mı? Ama siz insansınız -sanırım-"

 

"Gezegenimiz Dünya'dan gelenler tarafından dört bin yıl önce

kolonileştirildi -yani bundan üç bin yıl sonra." Büyük bir hayretle güldü ve

Lenoir'a baktı. "Jehan bana açıkladı, ama hala kafam karışıyor."

 

"Bunu yeniden denemek çok tehlikeliydi Jehan!" diye onu sıçları Barry.

"Çok şanslıydı, biliyorsun."

 

"Hayır," dedi Fransız. "Şans değildi."

 

"Ama sonuçta kara büyüyle oynuyorsun. -Dinleyin- Adınızı bilmiyorum

madam."

 

"Kislk," dedi kadın.

 

"Dinleyin Kislk," dedi Barry hiç sektirmeden, "bilimizin korkunç

ilerlemiş olmalı - büyü diye birşey var mı? Bizim görünürde yaptığımız gibi,

doğa kanunları ihlal edilebilir mi?"

 

"Doğrulanmış bir büyü vakasını ne gördüm, ne de duydum."

 

"Öyleyse neler oluyor?" diye gürledi Barry. "Neden o aptal büyü Jehan

ve bizim için işe yarıyor, ve burada, başka yerde değil, başkası için değil,

yazılı tarihin beş -hayır sekiz -hayır on beş bin yılını kapsayacak şekilde?

Neden? Hem bu allahın cezası köpek de nereden çıktı?"

 

"Kaybolmuştu," dedi Lenoir, yüzü çok ciddiydi. "Bu evin yakınlarında

bir yerde, Ile Saint-Louis'de."

 

"Ben de kap-kacak parçalarını düzenliyordum," dedi Kislk, o da

ciddiydi, "Ada 2, Pafta 4, Bölüm D'deki bir yerleşim alanında. Çok güzel bir

bahar günüydü ve nefret ediyordum. İğreniyordum. Hem günden, hem işten, hem de

etrafımdaki insanlardan." Kara-kuru, küçük simyagere yeniden baktı, uzun,

sessiz bir bakış. "Dün gece Jehan'a anlatmaya çalıştım. Irkımızı geliştirdik

sizin anlayacağınız. Hepimiz çok uzun, sağlıklı ve güzeliz. Dişlerimizde dolgu

yok. Erken dönem Amerika'dan kalma bütün kafataslarında dolgu var...

Bazılarımız kahverengi, bazılarımız beyaz, bazılarımızsa altın tenli. Ama

hepsi güzel ve sağlıklı, iyi uyum sağlamış, saldırgan ve başarılı.

Mesleklerimiz ve başarı derecemiz bizim için Devlet Okulöncesi Evleri

tarafından önceden belirleniyor. Ama arada sırada genetik bir hata

yapılabiliyor. Ben, örneğin. Arkeolog olarak yetiştirildim çünkü öğretmenler

insanlardan, yaşayan insanlardan aslında hoşlanmadığımı gördü. İnsanlar

sıkıyordu beni. Hepsi dışardam bakınca bana benziyor, ama hepsinin içi bana

yabancı. Herşey birbirine benziyorsa, evin neresidir?.. Ama şimdi yetersiz

ısıtmalı, sağlık koşullarına uygun olmayan bir oda görmüş bulunuyorum.

Yıkılmamış bir katedral gördüm. Benden kısa boylu, dişleri bozuk ve tepesi

hemen atan bir adamla karşılaştım. Burası benim evim işte, kendim olabileceğim

bir yerdeyim, yalnız değilim artık!"

 

"Yalnız," dedi Lenoir Barry'ye, yumuşak bir sesle. "Yalnızlık, ha?

Büyük yalnızlık, yalnızlık daha güçlü... Gerçekten de pek garip değil bence."

 

Bota kapıdan bakıyordu, siyah saç yumaklarının arasından, kızarmış

yüzü gözüküyordu. Utangaç bir edayla gülümsedi ve yeni gelene Latince nazik

bir günaydın dedi.

 

"Kislk Latince bilmiyor," dedi Lenoir büyük bir zevkle. "Bota'ya

Fransızca öğretmemiz gerek. Hem zaten Fransızca aşkın dilidr, değil mi? Hadi

yürüyün, çıkıp biraz ekmek alalım. Acıktım."

 

Kislk gümüş giysisini, çok işe yarayan kimliksiz pelerinin altına

sakladı, Lenoir güvelerin yediği siyah cüppeyi aldı üzerine. Bota saçlarını

taradı; Barry düşünceli bir şekilde boynundaki bir bit ısırığını kaşıyordu.

Sonra kahvaltı için birşeyler almaya çıktılar. Önden simyagerle yıldız gezgini

arkeolog gitti, Fransızca konuşarak; arkalarında Latince konuşarak Galli

köleyle Indiana'lı profesör yürüyordu el ele. Dar sokaklar kalabalıktı,

güneşte apaydınlıktılar. Üzerlerinde Notre Dame'ın iki kare kulesi gökyüzüne

doğru yükseliyordu. Yanlarında Seine küçük dalgalarla akıyordu. Paris'te Nisan

ayıydı, ırmağın kıyısındaki kestane ağaçları çiçek açmıştı.

 

 

 

Ursula K. LeGuin'in yayınlanmış ilk hikayesidir

İngilizceden Çeviren: Cem Akaş

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...