Jump to content

Aydınlanma Nedir?


Lighthouse

Önerilen Mesajlar

Ulaştığım kesin bir gerçeği sizinle paylaşmak istiyorum:

 

Ulaştığım bu gerçeklik, meditasyonun dönüm noktası sayılabilecek bir noktaya gelindiğinde apaçık bir biçimde insana görünüyor.

 

Aydınlanmak, çocuk oyuncağı değildir.

 

İlk önce... Karar verilmeli. Aydınlanma konusunda karar verilmeli. İnsan neden aydınlanmak ister? Bunu niye yapar? Tüm nedenler ve olası tüm sonuçlar teker teker gözden geçirilmeli ve sonra ciddi bir şekilde karar verilmeli. Aydınlanmak yada aydınlanmamak. Bu ikisinden biri, diğerinden daha üstün. Ve ilginç olan şu ki, üstün olan aydınlanmak değil: Aydınlanmamak.

 

Şimdi anlatacaklarımı, dönüm noktasına gelenler kesin bir şekilde onaylayacaklardır. Dönüm noktasına henüz gelmeyenler ise, geldiklerinde onaylayacaklardır. Hiç şüpheleri olmasın.

 

Meditasyonun kimyasıyla başlamak istiyorum. Meditasyon, farkında olmanın eylemsel halidir. Bu pek çok şekilde yapılabilir. Sessiz bir ortamda yere oturarak da yapılabilir, mutfakta yemek yaparken de, banyoda duş alırken de, tuvalette çiş yaparken de... Bunlar, günlük hayatta yaptığımız rutin eylemlerdir. Meditasyon ise; bu eylemler + farkındalıktır. Peki ikisi arasındaki fark nedir?

 

Eylemler farkındalıkla yapıldığında, 1) Zihin çalışmaz, 2) Dikkat ister istemez içerideki bilince aktarılır.

 

Meditasyon yapıldığı müddetçe, mutlak bilinç (varoluşun kendi bilinci), insanın kendine ait olan (yani kişisel olan) dünyasında büyümeye başlar. Bilinç gittikçe büyür, büyür, büyür... Eğer insan ara sıra meditasyon yapıyorsa, bilinç ara sıra büyür. Eğer insan sık sık meditasyon yapıyorsa, bilinç sık sık büyür. Ve bilinç sonsuza dek büyümez. İnsan öyle bir noktaya gelir ki... İnsan kendi bilinci ile varoluşun bilincini birbirinden ayıramaz hale gelir. Ve bu noktada şu idrak edilir: BEN ASLINDA VAROLUŞUN KENDİSİYİM. Bu gelinen noktada bir eşik vardır. Bu, uyumak ve uyanmak arasındaki tek eşiktir. Bu noktada yapılması gereken bir seçim vardır: Eşiği geçmek yada bulunan yerde güvende kalmak. Uyuyan insan bu eşikten atlar yada atlamaz. Bu tamamen özgür bir seçimdir. Ve hayatımda hiç olmadığı kadar şaşkınlıkla gördüm ki, varoluş bu hakkı insana tanıyor. Büyük bir saygı ile...

 

Meditasyon yapan ve bu noktaya kadar gelen insan, eğer tüm cesaretini toplayıp bu eşiği geçerse, “özellik” bitiyor. “Kişisellik” sona eriyor. “Ben” kavramı yok oluyor. Ben eşiği henüz geçmedim; ama olası sonuçları apaçık şekilde gördüm.

 

Dünyada “uyuyan insan” pozisyonunda yaşamak, tek günahtır. Bundan başka bir günah yoktur. Bizler geneli bırakıp özeli tercih ettik. Genele sırt çevirip, kişisel dünyalarımızda arzularımızla birlikte yaşamaya başladık. Ve bunu rahatça yapabilmek için, varoluşu, bedenimizin dışına ittik; kendimize özel bir dünya yaratma çabası içine girdik. Diyorum ki, varoluş sadece dışarıda değil. İçimiz de komple varoluştan oluşuyor. Uyuyan insan, uyandığında, arzularının peşinden koşmasının ne kadar saçma, anlamsız ve hatta komik olduğunu anlayacak. Bu anlayış, yukarıda da bahsettiğim meditasyonun dönüm noktasında apaçık bir şekilde anlaşılıyor. Hiç bir ispata gerek kalmıyor.

 

BU SAÇMALIKLARI NEDEN ANLATIYORUM?

 

Aydınlanma konusunu ciddi bir şekilde irdelemeden, olaya balıklama dalıp meditasyon yapan bir insan, dönüm noktasına geldiğinde, % 99 olasılıkla çıldıracaktır. Bunu garanti ederim ve altına imzamı atarım. Bu, bu kadar kesin bir sonuç. NEDEN?

 

1) Eşiği geçmek çok zor. İnsan eşiği geçtiğinde, dünyada o güne kadar elde ettiği herşeyi kaybediyor. Evet, buna mal-mülk dahil. Evet, buna aile dahil. Evet buna eş-dost dahil. Herşey. Herşey bitiyor. Ama bu bitiş varlıksal anlamda değil. Şöyle bir örnek vereyim: Diyelim ki Ayşe adında bir annen var. Eşiği geçtiğinde, artık Ayşe adında bir annen olmayacak. Annen diye bildiğin Ayşe isimli insan, senin için bambaşka şeyler ifade edecek. Şimdi diyeceksin ki “amaaaaan canım... Ben bunu zaten biliyorum? Bütün kanallıklar da aynı şeyi söylüyor? O benim annem değil zaten? Ruhani arkadaşım? Buraya birlikte gelmişiz ve birbirimize eşlik ediyoruz?” Ve ben de sana diyeceğim ki, “bunları söylediğine göre henüz dönüm noktasına gelmemişsin. Eğer gelseydin, bütün o saçma sapan kanallık bilgilerinin senin için güzel bir hikayeden daha fazla değeri olamayacağını; sahip olduğun herşeyi tek bir anda kaybetmenin ne kadar dayanılmaz bir acı olduğunu idrak ederdin.” Bu çok zor. Çok ama çok zor. Ne kadar zor olduğunu acaba nasıl anlatabilirim diye düşünüyorum ama çıkar bir yol bulamıyorum. Sadece, çok zor diyorum. Çok zor. ÇOK...

 

2) Eğer dönüm noktasına gelindiğinde, eşiği geçme kararı alınırsa, ileri gidilirse, ve yarı yoldan geri dönülmeye çalışılırsa, delirmek kesin sonuç olacaktır. Başka hiç bir çıkar yol yok. Bu durumda çıldırmak tek yol! Çünkü eşiğe doğru 1 adım bile atıldığında, zihin bir anda kaybolma sürecine giriyor. İnsanın bilinci, varoluşun mutlak bilincine doğru yükseliyor ve artık zihnin yapabileceği hiç bir şey kalmıyor. Bu noktadan sonra geri dönmeye çalışan biri, geri döndüğünde, daha 5 dakika önce orada bıraktığı hiç bir şeyi bulamıyor. 5 dakika, her şeyin yok olması için yeterli bir süre.

 

3) Eğer insanın tatmin olmamış arzuları varsa, bu arzuları tatmin etmeden eşiği geçmesi, kalıcı deliliğe sebebiyet verebilir. Bunu çok net bir şekilde gördüm ve bu nedenle geri döndüm. Tatmin edilmemiş her arzu, eşiğin önüne gelen insan için çok büyük bir engel teşkil ediyor. Çünkü eşik geçildikten sonra yemek, seks, dostluk, arkadaşlık, sevgili, aşk... kavramlarının hepsi sona eriyor. Eşik geçildikten sonra bunların yapılması imkansız. Yapılabilir. Ama yapılsa bile, hiç bir şey eskisi gibi olmaz. O nedenle, ilk önce tatmin olmamış arzular tatmin edilmeli. Çok basit bir örnek vereyim. Diyelim ki bir kadınsın. 3-5 kilo fazlan var ve bunları vermeyi, verdikten sonra da o çok istediğin elbiseyi satın alıp giymeyi istiyorsun. Tavsiyem: Eşiği geçmeden önce o 3-5 kilo fazlanı ver, verdikten sonra git o elbiseyi al ve giy. “Amaaaan canım, zaten 3 günlük dünya? Ne önemi var bunların?” deme. Bunların çok önemi var. Eğer eşiğin önüne, bu arzunla birlikte varırsan, eşiği geçerken tereddüt yaşarsın. Çünkü eşiğin önündeyken, bir daha asla o 3-5 kilo fazlanı verip o elbiseyi giyemeyeceğini çok net bir şekilde görüyorsun. Bir daha böyle bir şey asla olmayacak. Sen öleceksin ve içinden TANRI doğacak. Sen artık “SEN” olmayacaksın. Arzularının tümü ölecek. Zihninle birlikte arzuların tamamen ölmeden önce, onların tadını çıkar...

 

 

 

 

Dönüm noktasına henüz gelmemiş ve ne pahasına olursa olsun UYANMAK isteyenlere tavsiyelerim:

 

 

1) Her an sevgi dolu olun. Günlük yaşantınızda sevgiye dair imgelemeler yapın. Allah’ın varlığında sevgi ile erimeyi imgelemek gibi mesela. Böyle şeylerin çok ama çok faydası olur. Sevgi bu yolda en büyük anahtar ve katalizördür; ve eşiği geçerken bize yardımcı olabilecek, sevgiden daha büyük bir yardımcımız yok. Mantıklı olup olmadığına bakmadan her şeyi, herkesi sevin. En büyük düşmanınızı bile sevin.

 

 

Sevgi, kutsal kitaplarda yada kanallıklarda boşu boşuna anlatılmıyor. Osho gibi aydınlanmış üstatlar da sevgiden boşu boşuna bahsetmiyorlar. EŞİĞİ, SADECE SEVEN İNSANLAR GEÇEBİLİRLER. GERİ KALANLAR BİREY OLARAK KALMAYA MAHKUMDURLAR. TEK BİR DÜŞMANINIZIN BİLE OLMASI, BİREY OLARAK KALMANIZ İÇİN YETERLİ BİR KRİTERDİR.

 

2) Güzel müzikler dinleyin. Newage tarzı müzikler. Bunlar bana göre, sevgiyi derinden yaşamanıza yardımcı olurlar. Gürültülü müziklerden uzak durun. Varlığınıza zerre kadar bile korku veren her şeyden uzak durun.

 

3) Ağır yiyeceklerden uzak durun. Ağır yiyecekler 1) Bağımlılık yaparlar, 2) Enerjinizi alırlar 3) Ağırlık yaparlar (uyumak istersiniz) 4) “Ağır yiyecekler kolesterol içerir” gibi toplumsal yargılardan ötürü, suçluluk duymanızı sağlarlar; ve her türlü suçluluk duygusu, farkındalığa zarar verir.

 

4) ASLA uzanarak, uykulu halde meditasyon YAPMAYIN! Bu iş çocuk oyuncağı değil! Meditasyonlarınızı lotus pozisyonunda bağdaş kurarak veya bir koltuğa yada yere dik bir şekilde oturarak yapın. Burada önemli olan şey, omurganızın dik olması falan değil... Yok efendim beden enerjisi doğru ayarlanmalıymış da mış mış... Hepsi boş laf bunların. Önemli olan tek bir kriter var: O da UYANIK KALMAK. Eğer meditasyon sırasında uyuya kalırsanız, farkında olmadan dönüm noktasına gelebilirsiniz. Ve kendinizin “VAROLUŞ” (yada TANRI... adı her ne ise...) olduğunu bu uykulu pozisyonda idrak etme noktasına gelirseniz, delirmeniz işten bile olmaz.

 

5) Geceleri meditasyon yapmaktan kaçının. Mümkünse gündüzleri yapın. Ve meditasyon yaparken uykulu olmayın. Eğer uykunuz varsa yatıp uyuyun, ama kesinlikle meditasyon YAPMAYIN.

 

6) ASLA esrar, lsd, kokain, eroin gibi uyarıcılar kullanmayın! Ben hiç kullanmadım ama çevremde bulunan kullanan insanlardan dolayı çok iyi biliyorum ki, uyarıcılar zihne hitap ediyorlar. Bunları kullanarak, dönüm noktasına gelene kadar çok rahat olabilirsiniz. Ama dönüm noktasına gelindiğinde, zihniniz size acımasızca bir kazık atabilir. Bu çok büyük bir risktir. Uyuşturucu kullanmak, iplerin, zihnin eline verilmesi demektir. ASLA ipleri zihninizin eline vermeyin. İpler her zaman sizin elinizde olsun. Farkındalığınıza zerre kadar bile zarar veren her şeyden uzak durun.

 

7) ASLA ama ASLA, aydınlanmayı, bir kaçış olarak GÖRMEYİN. Aydınlanmak, ÖLÜMDÜR. Dönüm noktasına gelip eşiği geçerseniz, zihinsel anlamda ÖLECEKSİNİZ. Buna hazır olup olmamak çok önemlidir. Eğer henüz hazır değilseniz ve cahil cesaretiyle eşiği geçmeye çalışırsanız, pişman olup geri dönmek isteyebilirsiniz ve bu pişmanlığın telafisi yok.

 

 

 

Dönüm noktasına gelmek, insanın elinde olan bir şey değil. Meditasyon yapan her insan ister istemez bir gün bu noktaya gelecek. Meditasyonun da bir kaynama noktası var. Tıpkı su gibi. Su, daima 100 derecede kaynar. 99 bile değil; 100. Tam 100. Ve sıcaklık tam 100 dereceye geldiğinde, artık yapılabilecek hiç bir şey yoktur. Su ister istemez kaynayacaktır. Suyun başka hiç bir kaçış yolu YOKTUR. Bu noktadan sonra, suyun sıcaklığını düşürmeye çalışmak da fayda etmez. Çünkü bu bile zaman ister. Suyun sıcaklığı hemen oda sıcaklığına gelmeyecektir. Önce 99 olacaktır, sonra 98, 97, 96, 95... Daha 20’ye çok var. Ve 99 ile 20 arasında geçen süre, sağlıklı bir insanın delirmesi için yeterli bir süredir.

 

Sevgiyle

 

Alıntı: kryonturkiye

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

" Sadece bilme noktasına geldiğiniz an, bilginize sebep göstermeye ya da açıklamaya ihtiyaç duymadığınız an, kendi kendinizin efendisi olmuşsunuz demektir. İşte o zaman mutlak bilgiye sahip olursunuz.

 

Zekanız, yaratıcılığınız ve bilmeniz arttıkça, daha önce hissetmediğiniz ve bilmediğiniz şeyleri hissetmeye ve bilmeye başlarsınız. Bir varlığa baktığınız zaman o varlığı içnizde hissedebilirisiniz. Düşüncelerinizden önünüzdeki günlerin nasıl olacağını bilebilirsiniz.

 

Sınırsızlığı daha çok istedikçe, gelen düşünceleri daha çok kucaklayıp hissedersiniz; hipofiz daha çok hormon salgılar, ağzı daha çok açılır. Kendinizi daha çok sevmeyi ve bilerek yaşamayı seçtiğiniz zaman, beyniniz, varlığınızı saran Tanrı tarafından daha çok açılır – daha çok.. daha çok.. Artık sizi siz yapan bedeniniz değil, siz onu bir arada tutan olursunuz. ...

 

Hipofiz Tanrı’ya açılan kapıdır. Beyninize daha yüksek düşüncelerin girmesine izin verdikçe daha çok açılır. Daha çok açıldıkça daha çok bilirsiniz. Ve bildiğiniz her şey olursunuz.

 

Bir an gelir ki hipofiz sistemi tamamen açılır ve beyniniz tümüyle aktif hale geçer. Hipofizin ruhsal bedeninde bulunan herşey aklı doldurur ve akıl artık asla eski sınırlı haline dönemez. Çiçek bir kez açtı mı bir daha kapanmaz... Beyin tümüyle aktif hale geldiği zaman bir çok realiteyi aynı anda yaşarsınız. Hipofiz tamamen açıldığında ölüm ve yaşlanma durur. Bedeniniz ne isterseniz onu yapar artık. Bedeninize titreşim frekansını yükseltmeyi söylerseniz, o kendini başka boyuta yükseltir. Bu denli güçlü olduğunuz zaman Tanrı’nın tacını taşıyorsunuz demektir. Saf hayat olan saf Tanrı olduğunuz zaman , sonsuzsunuz, herşeysiniz. ... Bu frekansı daha fazla deneyimledikçe hafifleyeceksiniz ve bedeniniz görünmez hale gelecek ve sizi buradan alıp götürecek. O zaman tekrardoğuş döngüsünden kurtulacaksınız. " Ramtha

 

Sizin mesajınız korku içeriyor ve aydınlanmayın diyorsunuz. Egoyu ve sahte kimliği koruyun diyorsunuz. Bunu neden yapıyorsunuz anlayamadım.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

AYDINLANMA NEDİR? (1784)

 

Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan

kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna

başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun

nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın

kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır Sapare Aude! Aklını

kendin kullanmak cesaretini göster! Sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır.

Doğa, insanları yabancı bir yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına

karşın (naturaliter maiorennes), tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu

bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar, ve aynı

nedenlerledir ki bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de çok

kolay olmaktadır. Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü. Benim yerime düşünen bir kitabım,

vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir

doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık. Para harcayabildiğîm sürece

düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değildir; bu sıkıcı ve yorucu işten başkaları beni

kurtaracaktır çünkü. Başkalarının denetim ve yönetim işlerini lütfen üzerlerine almış bulunan

gözeticiler [vasiler, ç.] insanların çoğunun, bu arada bütün latif cinsin ergin olmaya doğru bir

adım atmayı sıkıntılı ve hatta tehlikeli bulmaları için, gerekeni yapmaktan geri kalmazlar.

Önlerine kattıkları hayvanlarını önce sersemleştirip aptallaştırdıktan sonra, bu sessiz yaratıkların

kapatıldıkları yerden dışarıya çıkmalarını kesinlikle yasaklarlar; sonra da onlara, kendi

kendilerine yürümeye kalkışırlarsa başlarına ne gibi tehlikelerin geleceğini bir bir gösterirler.

Oysa onların kendi başlarına hareket etmelerinden doğabilecek böyle bir tehlike gerçekten büyük

sayılmaz; çünkü bir kaç düşüşten sonra bunu göze alanlar sonunda yürümeyi öğreneceklerdir, ne

var ki bu türden bir örnek insanı ürkütüverir ve bundan böyle de yeni denemelere kalkışmaktan

alıkoyar.

Demek oluyor ki her birey için nerdeyse ikinci bir doğa yerine geçen ve temel bir yapı

oluşturan bu ergin olmayıştan kurtulmak çok güçtür. Hatta insan bu duruma seve seve katlanmış

ve onu sevmiştir bile; işte bu yüzden o, kendi aklını kullanma bakımından gerçekten de

yetersizdir; çünkü onun böyle bir deneyi gerçekleştirmesine asla izin verilmemiştir, o aklını

kullanmayı denemeye hiç bir zaman bırakılmamıştır. Dogmalar ve kurallar, insanın doğal

yetilerinin akla uygun kullanılışının ya da daha doğru bir deyişle kötüye kullanılmasının

bu mekanik araçları, erginleşme ve olgunlaşma için sürekli bir ayakbağı olurlar. Biri çıkıp

 

yürümeyi köstekleyen bu zincirleri atsa da, en dar hendekten bile hemen öyle pek kolayca

atlayamaz; çünkü o henüz kendisine güven duyarak bacaklarını özgürce hareket ettirmeye daha

alışamamıştır. İşte bundan dolayı da ruhlarını, zihinsel yanlarını kendi başlarına işleyip

kullanarak ergin olmayıştan kurtulan ve güvenle yürüyebilen, pek az kişi vardır.

Oysa buna karşılık, kitlenin kendi kendisini aydınlatması daha çok olanak taşır; hatta ona

özgürlük, yani özgür olma hakkı tanınırsa bu durumun önüne geçilemez de. Çünkü yığının

içinde, kamuda -vasiler arasında bile- bağımsız düşünebilen bir kaç kişi her zaman bulunacaktır;

bunlar önce kendi boyunduruklarını atacaklar, sonra da' insanın kendindekini akıllıcâ

değerlendirmesi yanında bağımsız düşünmenin kişi için bir ödev olduğu anlayışını çevrelerine

yayacaklardır. Ama eskiden kitleyi boyunduruk altına sokan ve kendileri de aydınlanmaya öyle

pek layık olmayan ve hak kazanmayan gözeticilerden bir kaçı şimdi çıkıp da kitleyi

boyunduruktan kurtulmaları için kışkırtırlarsa, öteki gözeticiler bunları 'boyunduruk altında

kalmaya zorlarlar; önyargıları yerleştirmenin işte böyle zararları vardır, ve bu önyargılar

kendilerini yayanlardan sonunda öçlerini alırlar. Bundan dolayı: kamu ancak yavaş yavaş

aydınlanmaya varabilir. Gerçi devrimler ile bir 'baskı rejimi, kişisel bir despotizm, bir zorbalık

yönetimi yıkılabilir; ancak yalnız bunlarla, düşüncelerde gerçek bir düzelme, düşünüş

biçimlerinde ciddi bir iyileşme elde edilemez; tersine, bu kez yeni önyargılar, tıpkı eskileri gibi,

düşüncesiz yığına, kitleye yeni birer gem, yeni birer yular olurlar:

Oysa aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez; ve bunun için gerekli olan

özgürlük de özgürlüklerin en zararsız olanıdır:

Aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden kitlenin önünde apaçık olarak

kullanmak özgürlüğü.

Ne var ki her yandan «düşünmeyin! aklınızı kullanmayın! » diye bağırıldığını işitiyorum.

Subay, «Düşünme, eğitimini yap! », maliyeci «düşünme, vergini öde! », din adamı «düşünme,

inan! » diyorlar. (Şu dünyada yalnız bir kişi var ki o da, «istediğiniz kadar ve istediğiniz şeyi

düşünün, ama itaat edin! » diyor) .3 Her yerde özgürlüğün sınırlanışı var. Peki hangi türde bir

sınırlama aydınlanmaya karşıdır, hangisi değildir, ve hangi biçimde bir sınırlama tersine

özgürlüğe yararlıdır? Yanıt vereyim: kendi aklının kitle önünde, kamuoyu önünde ve hizmetinde

serbestçe ve açık bir biçimde kullanılması her zaman özgürce olmalıdır; ve yalnızca bu tutum

insanlara ışık ve aydınlanma getirebilir; buna karşılık aklın özel olarak kullanılışı [der

Privatgebrauch], genellikle çok dikkatlice ve dar bir alanda kalacak bir biçimde

 

sınırlandırılabilmiştir ve bu da Aydınlanma için bir engel sayılmaz. Kendi aklını kamu

hizmetinde kullanmaktan [der öffentliche Gebrauch], bir kimsenin, örneğin bir bilginin bilgisini

ya da düşüncesini yani aklını, onu izleyenlere, okuyanlara yararlı olacak bir biçimde sunmasını

anlıyorum. Aklın özel olarak kullanılmasından da kişinin, kendi işi ve memuriyeti çerçevesinde,

kendisine emanet edilen topluma ilişkin bir hizmeti ya da belirli bir görevi yerine getirmesi diye

anlıyorum. İmdi kamunun çıkarlarını etkileyen bazı işlerde, yapay bir ortak anlaşma gereğince

ve hükümet tarafından kamu amaçlarına uygun biçimde ve 'hiç değilse onu ortadan

kaldırmayacak şekilde, kanunun bazı üyelerince kullanılabilecek bazı belirli işlemlere, belirli

mekanizmalara gereksinme duyulur. Bu gibi durumlarda aklı kullanma tartışmasına kuşkusuz

izin verilmez, itaat etme kesin emirdir. Fakat kendisini makinenin bir parçası sayan herhangi bir

insan, yine kendisini bir topluluğun üyesi, hatta, evrensel uygar bir toplumun üyesi olarak

tanıtması durumunda, örneğin bir bilgin sıfatıyla, kendi düşünme yetisine dayanarak yazılarıyla

kamuya yönelir; her hal ve durumda aklını kullanır, ama, zamanında edilgin olarak da olsa görev

yaptığı durumları ve işleri de zarara uğratmadan yapar bunu. Üstlerinden aldığı bir emir

üzerinde, onun yararlılığı ya da yararsızlığına ilişkin olarak akıl yürüten bir subayın tutumu

tehlikeli ve zararlıdır, onun ödevi yalnızca itaat etmektir. Fakat eğer bu konuda doğru olmak

gerekiyorsa, bir bilgin olarak onun askerlik hizmetinin yanlışları üzerindeki eleştiri ve

düşünceleri ve bunları kamu önüne yargılanması için götürmek istemesi yasaklanamaz. Yine

bunun gibi yurttaş, kendisine düşen vergiyi ödeyemezlik edemez; hatta bu gibi vergilere ilişkin

yapılan acımasız eleştiriden ve ödememeye yönelik davranışlar, bu uymamaların

genelleşebileceği gerekçesiyle cezalandırılabilir. Bununla birlikte bir bilgin olarak aynı vatandaş.

kamu önünde vergilerin uygunsuzluğu ve adaletsizliği üzerindeki düşüncelerini açıkça belirttiği

zaman asla yurttaşlık yükümlülüklerine karşı gelmiş sayılmaz. Yine aynı şekilde bir papaz da

hizmetinde bulunduğu kilisenin öğretileri ile uygunluk ve uyum içinde işi gereği kilisenin

inançlarını cemaatine ve halkına öğretmekle yükümlüdür. Fakat bir din bilgini olarak .o, bu

inançları pekâla eleştirebilme özgürlüğüne ve daha fazlasına sahiptir: büyük bir itina ve dikkatle

ölçülüp-biçilmiş ve tartılmış düşüncelerini, çok iyi bir biçimde yönlendirilmiş eğilimlerini

kamuya iletmek sorumluluğuna sahiptir; bunlar, sözü geçen dinsel öğretilerin yanlış yönleri

üzerinde alabileceği gibi, dinin ve kilise işlerinin düzeltilmesine ilişkin de ola;bilir; ve bunu

yaparken de vicdanını rahatsız edecek hiç bir şey söz konusu olamaz. Kilisenin sadık bir

hizmetkârı olarak görev ve yükümlülüklerine uygun bir biçimde vaaz verirken o, kendi kişisel

kanılarına göre bunu yapmak özgürlüğüne sahip değildir; ama, kendisinin yükümlü olduğu

şekilde ve başka bir otorite adına dinsel telkinde bulunmak zorundadır. O şöyle söyleyecektir:

Kilisemiz bunları ya da şunları öğretir; işte kullandığı kanıtlar da bunlardır. Cemaati yani dinsel

 

topluluğu için kendisinin bile tam bir inançla bağlı olmadığı din- sel kuralların pratik yaranlarını

ve avantajlarını gösterirken o, bunlar içinde saklı bir hakikatin bulunmasının olanaksız

olmadığını ve içsel dine karşı çıkan hiç bir şeyin bulunmadığını söylemek durumunda kalır. (Bu

gibi dinsel öğretilerde, her durum ve olayda dinin özüne hiç bir şey karşı gelmemiştir, gelemez) .

Papaz eğer, bunlardan hiç birini öğretilerde bulamadığını düşünecek olursa, işte o zaman resmi

görevlerini vicdanı rahat olarak yürütemeyecek ve görevinden ayrılması gerekecektir. Sonuç

olarak din adamının cemaatinin önünde bir eğitimci imiş gibi aklı kullanması yalnızca aklın özel

kullanımı olmaktadır, çünkü burada cemaat ne kadar büyük ve kalabalık olursa olsun bir aile

toplantısı söz konusudur ve papaz olarak o kişi özgür değildir ve olmamalıdır; çünkü o kendisine

dışardan yüklenen bir görev ile bağımlıdır. Buna. karşın, alanının bir bilgini olarak din adamı

yazılarıyla halka hitap ederken, dünyaya seslenirken, yani rahip olarak aklını kamu hizmetinde

kullanırken, aklın herkes için kullanımının ve kendi adına konuşmanın sınırsız özgürlüğünden

yararlanır. Zira halkın ruhani yani tinsel işleriyle ilgileneceklerin kendilerinin de ergin

olmamaları gerektiğini sanmâk yakışık almayan ve saçmalıkları sürekli kılan bir saçmalıktır.

Fakat bir kilise meclisinde ya da Presbiteryen kiliselerindeki kutsal yönetim kurulunda

(Hollanda'dıların böyle söylediği gibi) görüldüğü üzere, ruhbanlar sınıfı değişmez kesin bir

dinsel öğretiler manzumesini, hem kendi üyelerinin her biri üzerinde, hem de onların

aracılığıyla halk üzerinde, her zaman için değişmeyen bir koruyuculuğu güvenle sürdürmek

amacıyla, bir yemine dayanarak ortaya koymak hakkını kendilerinde bulmamalı mıdırlar?

Hemen yanıt vereyim bu kesinlikle olanaksızdır. Söyle ki, insan soyunun gelecekteki her yeni

aydınlanmasına engel olacak 'böyle bir anlaşma kesin olarak bir hiçtir, mutlak olarak boş ve

gelecekten yoksundur; kaldı ki böyle bir sözleşme, en üstün bir yetke ya da parlamentolar

veya en gösterişli ve görkemli barış antlaşmaları tarafından onanmış olsa bide. Çünkü hiç bir

çağ bir, yemine dayanarak kendisinden sonra gelen dönemlerin, hem de pek önemli

konularda, bilgilerini genişletmemesi ve yanılgılarını düzeltmemesi ya da aydınlanmada

ileri gitmemesi için herhangi bir anlaşmaya yönelemez. Böyle bir şey insan doğasına karşı

işlenmiş bir kıyım olur; çünkü sözü geçen bu durum, insan doğasının köktenci amacı ve

belirlenim ilkelerinden biri olan ilerlemeye aykırıdır, ve bundan dolayı daha sonraki

kuşaklar da bu gibi anlaşmaları yetkisiz ve suçlu bularak bir kenara bırakmakta

tamamiyle haklıdırlar. Şimdi acaba aydınlanmış bir çağda mı yaşıyoruz? sorusu sorulunca,

yanıt şöyle olacaktır: Hayır, aydınlanmış bir çağda değil, fakat aydınlanmaya giden bir

dönemde,'bir aydınlanma döneminde yaşıyoruz. şimdiki zamanlarda olduğu gibi,

insanlığın bir bütün olarak, başkasının rehberliği olmaksızın, dinsel konularda kendi

 

aklını iyi bir biçimde ve güvenilir bir şekilde kullanması durumunda olması ya da bu

duruma getirilebilmesi için katedilecek daha çok yolumuz var. Fakat bu yönde özgürce

çalışmak için şimdi onların yolunun temizlenip aydınlatıldığına ilişkin farklı

göstergelere sahibiz; böylece evrensel aydınlanmaya . giden yoldaki engeller, insanın

kendi suçu ile düşmüş bulunduğu bu ergin olmayış durumundan kurtuluşu ile ilgili

güçlükler yavaş yavaş da olsa giderek azalmaktadır. İşte bu bakımdan çağımız bir

aydınlanma çağıdır ya da Friedrich'in yüzyılıdır. Bir prens din konularında, halkına herhangi

bir emir vermemeyi ya da yükümlülük yüklememeyi kendi görevi bakımından bir küçüklük

ya da bir gerilik olarak görmez ve halkını tüm bir özgürlüğe doğru yöneltirse, hatta bu prens

hoşgörülü gibi kibirli bir sıfatı kabul ederek bir zayıflık da gösterse, o aydınlanmış bir

kimsedir. işte böyle bir kimse çağdaşlarınca ve kendisine borçlu olacak daha sonra gelenlerce;

insanlığı ergin olmayıştan ilk kez kurtaran, hükümeti ilgilendirdiği oranda ve bütün insanları

vicdanları ile ilgili tüm konularda akıllarını kullanmada özgür bırakan bir insan olarak

onurlandırılmayı hak eder. Onun yönetimi altında kilise ileri gelenleri kendi resmi

görevlerinin yapılmasını gerekli gördüğü konularda önyargılı davranmaksızın ve fazla ayak

diretip karşı koymaksızın bir bilim adamı gibi kendi güçleri ve olanakları elverdiği ölçüde

özgür bir biçimde ve halka açık olarak kendi kanılarını, düşüncelerini ve kararlarını dünyanın

yargısına, oyuna ve onayına sunabilirler, hatta bu tutum yer yer, şurda burda ortodoks

öğretiden sapmaları da beraberinde getirse bile; işte bix durum herhangi resmi bir görevle

sınırlandırılmamış diğer kimselere de uygulanır. Bu özgürlük ruhu dışarıya doğru da bir

açılma ve yayılma gösterir, öyle: ki kendi işlevini yanlış anlayan, görevini kötüye kullanan ve

rolünü başarıyla oyna- yamayan hükümetlerce empoze edilen dış engellemelerle bile

sataşmak zorunda kalır. Bu gibi hükümetler, en azın.dan ulusun birliğini ve halkın uyumunu

tehlikeye düşürmeksizin özgürlüğün böyle bir ortamda. nasıl varolabildiğini gösteren parlak

birer örnektirler. Artık insanlar kendi rızalarıyla yollarının üstünden barbarizmin, bir 'tür

büyüklük kompleksinin yavaş yavaş kaldırılması için çalışacaklar ve bu da benimsenmiş,

yapma ve uydurma birtakım ölçülerin insanları bunların içinde tutmasının ortadan

kaldırılmasıyla birlikte gerçekleşecektir.

Burada aydınlanmanın yani insanın kendi kabahati sonucunda karşı karşıya bulunduğu olgun

olmayış ya da kendi sorumluluğu sonucu düştüğü ergin olmayış durumundan kurtuluşunun

odâk noktası olarak din konularını belirlemeye çalıştım. Çünkü bilimler ve, sanatlarla ilgili

olarak yöneticilerimizin bu konular üzerinde söz sahibi olma ve koruyuculuk yapma .rolü

oynamaları çıkarlarına uygun düşmez; ikinci olarak din bakımından ergin olmayış her şeyden

 

daha. çok tehlikeli, zararlı ve onur kırıcıdır. Fakat bilimlerde ve sanatlarda özgürlüğe öncelik.

tanıyan bir devlet başkanının düşünme biçimi daha ileri bir yayılım gösterir ve kendi yasası

açısından bile vatandaşlarının kendi akıllarını serbestçe ve herkese açık olarak kullanmasına

izin vermesinde hiç bir tehlikenin bulunmadığını bilir, herkesin önünde daha iyi bir yasanın

yapılması için onların düşüncelerini alır; bu durum yürürlükteki yasanın doğru, içten ve açık

bir eleştirisini getirse bile; önümüzde bu türe uygun çak parlak bir örnek vardır, hiç bir

yönetici bizim kendisini onurlandırdığımız bu kimseyi şimdiye değin aşamamıştır. [büyük

Friedrich, ç.]

Ama kendisi aydınlanmış, hayaletlerden korkmayan bir yönetici elinde iyi örgütlenmiş ve

kalabalık bir orduyu toplumun güvenliğini sağlayabilme için bulundursa da, devletin cesaret

edemediği şu sözü söylemek yürekliliğini kendinde bulabilir: “İstediğiniz ,kadar ve istediğiniz

konular üzerinde düşünün, ama itaat edin! Bu durum ise insansal konularla ilgili olması

nedeniyle karşımıza tuhaf ve umulmadık bir durum olarak , çıkar, tıpkı herşeyin hemen

hemen paradoksal olduğunu geniş anlamda aldığımızda buna benzer bir sonuca varmamız gibi

bir şeydir bu. Yüksek düzeye ulaşmış bir toplum özgürlüğüdür kuşkusuz halkın zihinsel

özgürlüğü yanında bir önceliği vardır ve onun önüne aşamayacağı sınırlar koyar: Buna karşın

toplum özgürlüğünün daha aşağı bir düzeyde olması demek, onun zihin özgürlüğüne kendi

gücünü gösterebilmesi için yeteri kadar yer sağlaması demektir. Doğa bir defalığına. sert

kabuğu altındaki tohumu özgürlüğüne kavuşturmuş, bütün yumuşaklığı ile onu kollamış, yani

özgür düşünmeye yönelik bir eğilim ve hizmet sonunda giderek halkın zihniyetine, onda

yerleşmiş bulunan inançlara tepki göstermiş ve yavaş yavaş özgür eyleyebilme aşamasına,

gelmiştir. Bu durum yani özgür düşünme ve eyleme, yönetimlerin yani hükümetlerin ilkelerini

de etkileyecek ve kendilerine göre insanı kullanarak onu sömürebilecekleri ya da ondan

yararlanabilecekleri düşüncesi, makinadan fazla bir şey olan insanın' insansal onuruna uygun

davranma düşüncesine dönüşecektir.

 

Alıntıdır........

 

Felsefe Yazıları “Aydınlanma Nedir”(1784)- Immanuel Kant- Türkçesi: Nejat

Bozkurt –Felsefe Yazıları-1983

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

'AYDINLANMA NEDİR?

 

Bir dilenci otuz yıldır bir yol kenarında oturmaktadır. Bir gün onun önünden bir yabancı geçer. Dilenci eski şapkasını mekanik bir biçimde ona uzatarak, "Allah rızası için bir sadaka," der. "Benim sana verecek hiçbir şeyim yok," der yabancı. Sonra, "Sen neyin üzerinde oturuyorsun?" diye sorar. "Hiçbir şey," diye yanıtlar dilenci. "Sadece eski bir sandık. Kendimi bildim bileli onun üzerinde oturuyorum." "Onun içine hiç bakmadın mı?" diye sorar yabancı. "Hayır," der dilenci. "Niye bakayım ki, onun içinde hiçbir şey yok." "Sen yine de bir bak," diye ısrar eder yabancı. Dilenci yerinden kalkar ve biraz uğraştıktan sonra sandığın kapağını açmayı başarır. Ve o, şaşkınlık ve sevinç içinde sandığın altınla dolu olduğunu görür.

Ben size verecek bir şeyi olmayan ve size içinize bakmanızı söyleyen o yabancıyım. Bu meselde olduğu gibi herhangi bir sandığın içine değil, çok daha yakın bir yere, kendi içinize bakmanızı söyleyen biri…

 

"Ama ben dilenci değilim ki," dediğinizi işitir gibiyim.

Gerçek serveti, yani Var'lığın ışık saçan sevincini ve ona eşlik eden derin, sarsılmaz huzuru bulamamış olanlar, büyük bir maddi servete sahip olsalar dahi, dilencidirler. Onlar haz ve doyum kırıntılarını, onaylanmayı, güvenliği ya da sevgiyi dışarıda aramaktadırlar, oysa onların içinde sadece bu şeyleri içeren değil, dünyanın sunabileceğinden sonsuz derecede daha büyük bir hazine vardır.

 

Aydınlanma sözcüğü insan üstü bir başarı fikrini çağrıştırır ve ego bunu böyle tutmayı sever; oysa aydınlanma sizin Var'lık ile bir'liği hissetmenizden, bu doğal halinizden başka bir şey değildir. O, ölçülemez ve yok edilemez bir şeyle, aslında siz olan, ama yine de sizden çok daha büyük bir şeyle birlik halidir. O ismin ve formun ötesinde bulunan gerçek doğanızı bulmaktır. Bu birliği hissedememe, kendinizden ve çevrenizdeki dünyadan ayrı olduğunuz illüzyonuna yol açar. O zaman siz kendinizi, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, tecrit olmuş bir parça olarak algılarsınız. Bu durumda korkuya kapılırsınız ve içinizde ve dışınızda yaşadığınız çatışma normal haliniz haline gelir.

 

Ben Buda'nın aydınlanmayı basitçe "ıstırabın sonu" olarak tanımlayışını severim. Bunda insan-üstü bir şey yoktur, öyle değil mi? Kuşkusuz, bu eksik bir tanımlamadır. O bize sadece aydınlanmanın ne olmadığını söyler; yani ıstıraplı bir hal olmadığını. Ama artık ıstırap yoksa geriye ne kalmıştır? Buda bu konuda sessiz kalmıştır ve onun sessizliği bunu bizim bulmak zorunda olduğumuzu ima eder. Buda, olumsuz bir tanımlama kullanmıştır ki zihin onu inanacak bir şey haline, ya da insan-üstü bir başarı haline, erişmemizin olanaksız olduğu bir hedef haline getiremesin. Onun bu basiretli yaklaşımına karşın, Budistler'in çoğu hala aydınlanmanın Buda için olduğuna, -en azından bu yaşamda- kendileri için olmadığına inanır.' Eckhart Tolle

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

İlk mesajdan asla istemeyeceğim bir şey mesajını alıyorum, üçüncüsünden ise olması gereken ve kutsal bir gereklilik mesajını... Tamamen bakış açısı olsa gerek. Üçüncüsü beni kendine daha çok bağladı.

 

İlk mesajda aydınlanma sonrasındaki olumsuz şeylerden daha çok bahsediyor. Bu olumsuzluklar da daha çok maddesel açıdan bakıldığında olumsuzluk. Ve bilgi vermeyi reddediyor. Yalnızca "uzak durun" mesajı gönderilmiş. Örneğin anneye bakış açımızın ne olacağı hakkında bir bilgi vermemiş ve kaybetmenin kötü olduğundan bahsedilmiş. Ne yazık ki yeterli bir mesaj olduğunu düşünmüyorum.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...