Jump to content

Hint Ezoterizminde Ölüye ait Ayinler


nevermore

Önerilen Mesajlar

Vedalar devrinde cesetler yakılırdı. Ölülerin yakılmadan gömüldükleri de muhakkak olmakla beraber, ayin kitaplarında buna ait hükümler yoktur. Ölünün saçı ve sakalı kesildikten, tırnakları temizlendikten sonra vücudu yağlanır, çiçekle süslenir, yeni elbisesi giydirilir, yakılacak yere götürülür. Buraya gelinceye kadar ayak izleri silinip, evine tekrar dönmemesi için değneklerle bağlanırdı. (Hristiyanlıkta da aşağı yukarı böyle bir süsleme vardır.)

Vedalar, kudretli bir sınıfın, liyakatli bazı kişilerin tekelinde kalmış, ancak bilenler tarafından ifade edilebilen, halka tam manasıyla ifade edilemeyen şeylerdir. Upanişadlar'la birlikte serbest bir düşünce hareketi başlamış olmaktadır. Esasında Brahmanlarla Upanişadlar arasında kesin bir fikir ayrılığı yoktur. Upanişadların çoğu felsefî düşünüş, bir sınıf imtiyazı olmadığı için, ruhbanlık sınıfı dışında meydana gelmiştir. Rahipler arasında gelişmiş bir düşünce tarzı değil, doğrudan doğruya, onların dışında halk arasında, dinsel disiplin dışında meydana gelmiştir. Bu bakımdan çok daha serbesttir. Eski Upanişadlar M.Ö. 8. ve 6. yüzyıllar araşma kadar devam eden bir devir sırasında hekim ve öğretmenlerin kâinatın büyük sırları hakkında felsefî fikirlerini tespit eden risalelerden meydana gelmiştir.Upanişad, Sanskritçe "Sat", oturmak ya da oturulmak kökünden gelir. Şu hâlde "Upanişad" kelimesi yüksek bilgi sahibi bir öğretmenin sınırlı sayıdaki öğrencilerine bu gizli ilmin elde edilmesi yollarım öğrettiği oturuşlar, gizli konuşmalar, dersler demektir. Bu kelimelerle gizli, mistik bir doktrin ifade edilmektedir. Eski Upanişadlar konuşmalar tarzında yazılmışlardır. Bu hayat veya öteâlem hakkında talebelerin sorduğu sorulara öğretmenin cevap verdiği gibi, bazen soruyu sorup, cevabı veren yine öğretmenin kendisidir. Upanişadlar bir hayli sayıdadır. Şimdi, bizi asıl ilgilendiren Upanişadlar'ın esaslı doktrinlerine gelelim. Bizi asıl ilgilendiren husus budur:

Upanişadlar'da araştırılmış bütün konuların genel içeriklerine dayanarak dinî ve felsefî açıdan şu sonuçlara varılır:

Upanişadlar'ın uyguladığı en esaslı inanç, "Her şey O'dur" ya da "Kâinat bir'dir.""Eşi olmayan yalnız Bir'dir" ilkesinde toplanabilecek; idealist bir monizm (tekcilik)dir. Oysa Hindular genellikle tanrısız olarak bilinir. "Yalnız hakikî varlık olarak tek ve hep olan cevher Brahman mevcuttur." Burada mutlak bir Tanrı'dan söz edilmektedir. Bu nihaî hakikat, dış âlemde olayların daima değişen akışında bulunmaz. Duyularımız ile temas ve münasebette bulunduğumuz kâinat, kuruntu ve hayalden (yani MAYA'dan) başka bir şey değildir. Kur'an'da, "Size dünyayı geçici bir yatak yaptık." denilir, benzer şekilde. Bu hakikat; psikolojik şuurun esasında, düşünen varlıkta ya da nefiste, insan ruhundadır. Buna Hintliler ATMAN ya da JİVATMAN derler. Rig Veda'da bu kelime nefes (bir şeyin esası), sonraki Sanskrit dilinde de herkesin zatı anlamlarında kullanılmıştır. Oğlunu, karısını sevenler, onlan Atman -yani kendi nefsi, kendi zatı- için severler.Şu hâlde Atman, değişmez, daima hakikat olan BEN'i, hem de Hint ilahiyat felsefesinin bağlandığı "yüksek ben"i gösteren bir kelimedir. Dolayısıyla iki anlama gelmektedir: Bir, kişilikteki kendi öz şahsiyetimizi meydana getiren ben; bir de Hint felsefesinde ulvî, en yüksek olan benliği ifade etmektedir. Tasavvufta da "ben" ve "O" kelimeleri hemen karıştırılır. "Ben, sen miyim? Sen, ben misin?" gibi. Diğer bir deyişle, "Ben"in bir prensibi olan Atman ile, Brahman -daha önceki tek var olan- birbirinin aynı ve birdir. Bu iki tabir her ne kadar görünüş itibarıyla çift ise de, esas bakımından tek ve aynı hakikati gösterir. Brahman kalpte durur. Tasavvuftaki "Kalp ehli..." deyimi de buradan gelmektedir. Başka yerde değil, oradadır. Ezelî sükûnete sahip olan bilgeler, ruhunun içinden, Brahman'a yönelmiş olanlardır.Geçici şeyler arasında ilelebet devam eden varlık, müebbet olmayan fikirleri düşünen ezeli ve ebedî mütefekkirdir. Bu sözlerden, Brahmanın da, nispeten anlaşılmaz fakat aslında şuur sahibinin üstünde şuurlu bir varlık olarak kabul edildiğini anlıyoruz. Çünki Kena Upanişad'da zihin O'nun vasıtasıyla düşündüğü hâlde, hiçbir zihin O'nu düşünemez. Bu, mutlaklığın gayet güzel bir ifadesidir. O'nun vasıtasıyla zihin düşünür ama hiçbir zaman zihin O'nu düşünemez. Yani O'nun verdiği tesir vasıtasıyla zihinlerimiz çalışır, fakat bu çalışan zihin tesirin kaynağını düşünemez. Daha doğrusu, O'nun verdiği rahmetle sen canlısın; bir şey yaparsın ama sana bu gücü veren hakkında bir fikrin olamaz.

Ezelî ve ebedî olarak düşünen, fakat kendisi hiçbir zaman düşünülmeyen bu yüksek şuur hem ruhanî, hem de bilinmeyen bir şeydir. O, her şeyin içi olduğundan görülemez. Fakat o görür ve işitir. Her varlıktan ayrı, bütün varlıklarda duran O'dur. Bütün varlıklar onun cisimleri, varlıkları oldukları hâlde, yine bu varlıklar O'nu bilmezler. Bu ifadeler bize ister istemez Muhiddin Arabi'yi hatırlatmaktadır. Şu hâlde Atman, Brahman ancak menfi her sıfattan arınmış olarak tarif edilebilir. O, kelimelerle, fikirlerle, gözle değil, şu ikrar ile anlaşılabilir: "O, O'dur (Katata). Gizli adı, "Varlığın Varlığıdır (Bradar nayaka)." Bu özelliklerinden dolayı Brahman sadece Sat veya Tat ile tarif edilmiştir. Tasavvufda da "HU" diye geçer. Farsçada, "O" demektir. "Huvelbaki: Ölümsüz olan O'dur." O'nun hakikatini tayin eden akıl, Onunla mistik bir iştirak içinde boğularak, O'nu ancak seziş ile kavrayabilir. Zaten ruhumuzun içinde O'nu bi­ze sezdiren; her şahsiyet, her hayat, her varlığın esasında O'nu bulan, bu sezgiden başka bir şey değildir. Bundan dolayı doğru anlayış, muhakeme ve vukufta fark olmadığı gibi, iki ya da birçok nefisler de yoktur. Çünki Brahman ile her şahsın zatı (nefisleri de) bir ve aynıdır.

Bunun böyle olduğunu, Yajnavalkya'nın Brahadaranyaka-Upanişad'da söylediği şu sözden açıkça anlıyoruz: "Brahman'ın ne olduğunu soruyorsunuz. Bu, her şeyin içinde olan senin kendi Atman'nıdır. Bu mertebeye kadar erişen, kalbinde ilk asim mevcudiyetini sezen bilge kişi, O'na kadar gidip, hatta O'nun içinde dağılıp, kaybolur..." Aynen Mesnevî'de Mevlâna Celâleddin'in dediği gibi... Damlanın okyanusta kaybolması... Artık o zat için ne iç ne dış, ne içerisi ne dışarısı vardır. Onun için artık şahsiyet ve dış dünya kalmamıştır. Şahsî şuur Brahman Atman'a varacak kadar derinleşmiştir.Artık Evren Şuuru'yla temaslar başlamıştır. Böylece derhal kurtuluş, MOKŞA dedikleri durum elde edilir. Çünki Atman, karmanın zaruretlerinden kendisini kurtarmıştır. Her şeyi Atman'da görenler, artık Atman'dan asla ayrılamayacaklardır. Yüksek birliği, her şeyi ve her özdeşliği görenler için artık ne keder, ne de elemler vardır. Parlak varlığı, kudretli Yaratıcı'yı bizzat Brahman ile bir ve aynı olan ruhu gören, her türlü ihtirastan kurtularak, iyi ve kötü diye ifade edilen seviyeyi aşarak, yüksek birliği anlar. Kemale, derin bir sulh ve sükûna erişip, Bütünle birleşir. Her şeye nüfuz eden Atman'a kavuşur. Umman'a karışıp, ad ve şeklini kaybeden nehirler gibi, ad ve şeklinden kurtulan bilge kişi, ötenin ötesi, ruhun parlak hakikatinde kaybolur. Yüksek varlık, Brahmanı taşıyan bizzat Brahman olur, Evrensel yaratıcı, kalpte pek derin olarak saklı bulunan Atman'ı bulmuş kimsedir. Her şeyi yaratan O'dur. Kâinat O'nundur. Kendisi de bizzat Kâinattır.

Upanişadlar, din bakımından Hint zihniyetinin bundan sonra özelliğini teşkil eden bir bilgiyi de (ruhların reenkarnasyon ihtiyacını da) geliştirmişlerdir. Ölümden sonra ruhların, insan, hayvan, bitki kılığına girmek suretiyle tekrar dünyaya dönmesi inancı yalnız Hintlilere ait değildir. İlkel dinlerde bulunması esaslı bir itikat ise de Upanişadlar bu itikada yeni unsurlar, iyi ve kötü (sevap ve günah) gibi bilgileri ekleyerek değiştirmişlerdir. Burada açıklanması gereken bir husus bulunmaktadır: Genellikle reenkarnasyonun eleştirisini yapmaya kalkanlar, "Brahmanik inançlardaki tenasüh fikriyle hareket edersek: Ben kaba hareketlerde bulunursam, falanca hayvan şeklinde mi dünyaya geleceğim?" derler. Bu şekilde tepki gösterilmesi biraz da normaldir.Zira bunlar birer ilmihal olarak kitaplarda uzun uzun anlatılmıştır. Aslında bunların hepsi semboldür. Bir varlığın herhangi bir hayvan olarak bedenlenmesi gerçekten bir şey ifade etmez. Bunların sembollerini çözmek lâzımdır. Hint Ezoterizminde atın, timsahın, kartalın, tilkinin vs.'nin ayrı bir sembolü vardır. Bu hayvanlar insandaki karmik bir eksikliği ifade eder. Örneğin "Sen tilki olarak doğacaksın." dediği zaman, burada tilkinin bir sembolizmi vardır: "Sen bundan evvelki hayatında aklını, zekânı gayet kurnazca kullanıp hilekârlık yaptın, pek çok yükler aldın, başkalarını kandırdın. Şimdi bundan sonra yapılacak iş, senin böyle bir derde müptelâ olmandır. Sen, senden daha tilkiler tarafından adamakıllı istismar edileceksin. Bu hayatında sen yerden yere vurulacaksın." Bu gibi sembollere Tibet'in Ölüler Kitabı'nda bol bol rastlanır. Burada hayvan, bitki vs. insandaki telâfi edilmesi gereken eksikliklerin birer sembolü durumundadır. Zaten dinlerin yarısından fazlası sembolik ifadedir.

Yukarıda Vedalar'da ölüm ve ahiret hakkındaki inançları anlatırken, ölü ruhların Yama ülkesinde (dünyada olduğu gibi) yaşadıklarını belirtmiştik. Yama ülkesi dedikleri, spatyomun ilk merhaleleridir. Dünya tesirlerine oldukça açık bulunan astralin ağır bölgeleridir. Tibetçedeki Bardo'nun bir kısmı da buna tekabül eder. Halbuki Upanişadlar, bir kimsenin dünyada yaşadığı müddetçe, yaptığı iyi kötü işlere (karma, iş, aksiyon) göre öbür dünyadaki hayatının belireceği fikrini meydana koymuşlardır. Bir varlığın bu dünyadaki hâl ve mukadderatı bundan önceki varlıkları esnasında yaptıklarının sonuçlarından başka bir şey olmadığı gibi, şimdi yaptıkları da bir dahaki gelişindeki hâl ve mukadderatını tespit edecektir.

Eski Upanişadlar'dan biri olan Bradarnayaka'da Jarad Halkarada adındaki bir öğrenci Yajnavalkya'ya şu soruyu sormuştur: "İnsan ölünce, nefesi rüzgâra, sözü ateşe, gözü güneşe, fikri aya, işitme hassası göklere, vücudu yere, saçları bitkilere ve menisi havza gidiyor. Bu takdirde insan nerede kalmıştır?" Bu soruya karşı hocası, "Elimi tut. Bu soru hakkında seninle bu mecliste değil, ayrıca aramızda konuşalım." deyip dışarı çıkmışlar. Bu hususta konuştukları ise, bir insanın yaptığı işler, yani karmalardır. Hocası, "Bir insan, hakikaten iyi işlerle iyi, fena işlerle fena olur." dedi. Diğer bir cevabında bu fikri daha da açarak, "Bir insan yaptığı işlerine göre doğmuştur. İyilik yapanlar iyi adam, fenalık yapanlar fena adam olarak doğmuşlardır. Bir kimse kutlu işlerle kutlu, fena işlerle fena olur. Bunun için insan arzulardan ibarettir." demiştir. Yani insan neleri arzu ediyorsa, bir bakıma, bundan önceki hayatlarının etkisiyle arzu ediyor demektir. Tekâmül ihtiyacı açısından bu böyle olsa gerek. İnsanın arzuları içi gibidir. İçi de yaptığı işler.Mukadderat yaptığı işlere göre tayin olunur. Yukarıdaki görüşleri neo-spiritüalist (yeni ruhçuluk) açıdan yeniden incelemek gerektiğini de burada belirtmek isteriz. "Bir insanın önceki yaşayışlarında yaptığı işlerle, sonraki hayatlarında birbirine yüklü olarak gireceğine dair kuvvetli itikat, kurtuluş meselesine yeni bir anlam, yeni bir zaruret vermiştir. Bir insanın daha önceki enkarnasyonlarında yaptığı işlerle, sonraki yaptığı bir sıra hayatlardan her birine yüklü olarak gireceğine dikkat çekilmektedir. Yani karmik yük sürekli bir şekilde artıp, çoğalabilir. Nitekim Kur'an bunun çözüm şeklini de bize söylemiştir. "...Bizim emirlerimize karşı gelmekte ısrar edenleri biz helak ederiz..." Burada "helak etmek" yok etmektir, ortadan kaldırmaktır. "Ortadan kaldırma" ifadesiyle daha önceden belirttiğimiz gibi, bir özel tesirle astral bedenin hafifletilmesi, astral bedende birikmiş olan karmik tortunun ortadan kaldırılmasıdır ki bu işlem o varlık için büyük rahmettir. Bu ameliyeden sonra belki de tekâmülünü başka bir sistemde devam ettirecektir. Bu, onun için bir rahmettir.

Acaba bizler, sürekli olarak bu karmik yükümüz büyüyorsa, ne zaman bundan kurtulacağız, ne zaman bu doğum-ölüm çemberinden kurtulacağız? Kısaca ne zaman dünya okulunu bitireceğiz? "Bir kimse ebediyen devam eden doğum-ölüm çarkından kendini nasıl kurtarabilir? İşte bu derin endişe Hintlileri felsefeden kurtarıcı bir bilgi, dinden kurtarıcı bir yardım aramaya mecbur etmiştir." İşte bu yüzden Hint felsefesi çok gelişmiştir.Dünyada en iyi felsefî dil, Sanskritçedir. Felsefe yapmak isteyen Sanskritçe öğrenmelidir. "İşte bu derin bilgiyi kavrayabilenler kendilerini şahsî vehim ve hayalinden, bu hayalin bütün sonuçlarından, arzu ve alâka kayıtlarından kurtarırlar. Her şeyi elde etmiş bir kimse aktır, daha ne isteyebilir? Böyle kimselerin evvelce yaptıkları işler, ateşe atılan sazlar gibi yanar gider." Yani ebedî ıstırap, ebedî cehennem yoktur. İdrak belirli şeyleri kavrayıp anlamaya başladıktan sonra bundan önce yapmış olduklarımız artık bizim için bir töhmet, ayaklarımıza bir bağ değildir. Zaten amaç o idrak seviyesine ulaşmaktı. Bu şekilde dünya okulu bitmiş olabilir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...