Jump to content

Bilimsel Sorular ve Cevapları


serpentine

Önerilen Mesajlar

Bu başlıkta merak edilen soruları ve cevaplarını paylaşalım.

 

Dünya Ay’ı çekiyorsa, Ay neden bize yaklaşmıyor?

Üzerine hiç bir kuvvet uygulanmayan cisimler düz bir doğru boyunca sabit hızla hareket eder. Eğer Dünya Ay’ı kendine doğru çekmeseydi, o zaman Ay da bir doğru boyunca hareket eder ve Dünya’dan tamamen uzaklaşırdı.

 

Ay’ın Dünya çevresinde bir yörünge izlemesinin tek nedeni bu çekim kuvveti. Kuvvet, Ay’ın hareket yönünün sürekli değişmesine, bu yönün Dünya’ya doğru çevrilmesine neden oluyor. Bundan dolayı da Ay, bizden neredeyse aynı uzaklıkta kalmaya devam ediyor.

 

Newton’un kütleçekim yasası ve hareket yasalarına göre, sadece Dünya’nın çekim etkisi altında hareket eden bütün cisimler elips şeklinde bir yörünge izler. Ay da, neredeyse daireye benzeyen, basıklığı çok az olan eliptik bir yörüngede hareket ediyor.

 

Aynı nedenden dolayı, sürtünmenin etkileri ihmal edildiğinde yeryüzünde havaya fırlatılan herhangi bir cisim de eliptik bir yörünge izler. Bir elmayı yana doğru fırlattığımızda, aslında elma böyle bir elipsin çok küçük bir kısmı üzerinde hareket ediyor.

 

Dolayısıyla, Newton’un da zamanında üzerinde durduğu gibi, elma ve Ay aslında aynı hareketi yapıyor. Bu iki hareket arasındaki tek fark, elmanın eninde sonunda yere çarpması.

 

Ama Ay, yeryüzünden çok yüksekte ve Dünya da yuvarlak. Bu nedenle Ay hiçbir zaman yere çarpmıyor. Böylece düşme hareketini, yani elmanın yaptığı hareketi sonsuza kadar devam ettiriyor.

 

Işık hızında gitsek dünya nasıl görünür?

Işık hızına çok ama çok yaklaşabiliriz, fakat hiçbir zaman bu hıza tam olarak erişemeyiz. Dolayısıyla gerçekleşmeyecek bir durum hakkında yorum yapmak da anlamsız.

 

Aslında, ışık hızında yol alan bir gözlemci fikri bir çok sorun içeriyor. Bunlardan birincisi, böyle bir gözlemciyi bu derece hızlandırmak için vermemiz gereken enerjiyle ilgili. Tam ışık hızına erişmek için sonsuz enerji gerekiyor. Buradaki “sonsuz” ifadesi “çok büyük” anlamında değil, tam olarak sonsuz anlamında. İçinde yaşadığımız enerji darboğazını biliyoruz. Buna ek olarak, Dünya’da, Samanayolu’nda hatta evrenin görünen kısımlarında bile sadece sonlu miktarda enerji var. Elimizde bulunan kaynaklarla, böyle bir işi başarmak için ihtiyacımız olan sonsuz enerjiyi hiçbir zaman denkleştiremeyiz.

 

Buna ek olarak, uzunluk büzülmesi ve zaman genleşmesi etkileri de böyle bir gözlemci için sorun yaratıyor. Bu gözlemcinin hareket doğrultusundaki boyu tam olarak sıfır olmalı. Benzer şekilde gözlemcideki saat durarak hiç ilerlememeli. Bir bakıma, bu tip sorunlar, kuramı öngöremediği bir duruma uyarlamaya çalışmaktan kaynaklanıyor.

 

Işık hızıyla gitsem camdan geçebilir miyim?

Işığın camdan geçebilmesi, ışığın bu malzemenin atomlarıyla etkileşmesi sonucunda meydana gelen özel bir durum. Bu özel etkileşme nedeniyle camdaki atomlar görünen ışığı soğurmuyor. Bu sonuç, malzemeye bağlı olduğu kadar, ışığın dalgaboyuna da bağlı. Örneğin, bazı kızılötesi ışıklar cam tarafından soğurulur.

 

Bizse, atomlardan yapılmış olduğumuz için maddeyle daha farklı bir şekilde etkileşiriz. Yani camın bize verdiği tepki, ışığa verdiği tepkiden çok farklı. Bu etkileşim doğal olarak bizim hızımıza bağlı. Ama bu madde-madde ve madde-ışık etkileşmeleri arasındaki farklılığı ortadan kaldırmaz. “Çok hızlı gidersek, ışığa daha çok benzeriz” gibi yorumlar bu açıdan anlamsız.

 

Sonuç olarak, ışık hızında zaten gidemeyiz. Bunun dışında, ne kadar hızlı gidersek gidelim, cama çarptığımızda camı deleriz. Çok hızlı giden parçacıklar cama girdiğinde, cam parçalanmaz; çünkü bunun için yeterli enerjileri yok. Ama, parçacığın hangi türden olduğuna bağlı olarak, bunlar camla özel bir etkileşime girer. Örneğin nötronlar çoğunlukla camdan geçip gider. Ama proton gibi yüklü parçacıklar, camdaki elektronlarla olan etkileşmeleri nedeniyle kısa sürede yavaşlar ve cama hapsolur.

 

Hızla giden bir uçaktaki sinek neden arkaya savrulmaz?

Bu soruyu görelilik ilkesi açısından rahatlıkla cevaplayabiliriz. Uçaktaki yolcular uçağı bir gözlem çerçevesi olarak alır. Görelilik ilkesi gereği, uçağın yerinde sabit durduğunu varsayabilirler. Dolayısıyla, sinek yerde duran bir uçakta nasıl rahat hareket ediyorsa, havadaki uçakta da aynı rahatlıkla dolaşır. Bu iki durum arasında hiçbir fark gözlenmez.

 

Fakat, aynı süreç yerdeki bir gözlemcinin gözüyle de incelenebilir. Eylemsizlik yasasını hatırlayalım. Üzerine net bir kuvvet etkimeyen cisimler, hareketlerine aynı hız ve yönde devam eder. Belli bir anda uçak, uçağın içindeki hava ve havadaki sinek aynı ilk hıza sahip. Bunlar üzerine etkiyen net kuvvet de, değişik nedenlerle sıfır. Dolayısıyla, hepsi aynı sabit hızla hareketlerine devam eder. Böylece sineğin uçağa göre yeri değişmez.

 

Sinek, üzerindeki net kuvveti sıfırlamak için kanatlarıyla havayı hareketlendiriyor. Hava, sinekle beraber aynı hızla hareket ettiği için de sinek bunu yaparken farklı bir zorlanma hissetmiyor.

 

Hızlandıkça kütle artıyorsa, fazladan eklenen madde nereden geliyor?

Bir cisim hızlandırıldığında dışarıdan madde eklenmesi gibi bir şey söz konusu değil. Yani, cisimde en başta kaç tane proton, nötron ve elektron varsa, ne kadar hızlanmış olursa olsun bu parçacıkların sayısı yine aynı olur.

 

Bu yanılgı, “hıza bağımlı kütle” kavramının yarattığı sorunlardan bir tanesi. Bilim insanları kütleyi değişmez bir nicelik olarak kullanmayı tercih ediyor. Yani, durağan haldeki kütlesi 1 kg olan bir cismin, ışık hızına çok yakın hızlarda hareket etse bile hala 1 kg kütlesi olduğunu söylüyoruz. Bu anlamda, kütle hıza bağımlı olarak değişmez.

 

Fakat hız arttıkça, kütleyle ilişkili bir takım fiziksel niceliklerin değişmesi söz konusu. Örneğin ağırlık, kısaca Dünya’nın cisme uyguladığı çekim kuvveti. Veya (eylemsizlikle bağlantılı olarak) bir kuvvetin etkisi altında cismin ivmesi. Bu fiziksel nicelikler, cismin hızına bağlı olarak değişir.

 

Ama bu etkileri sadece değişen bir kütle düşüncesiyle açıklamaya çalışmak pek mümkün değil. Çünkü bahsedilen etkiler yönlere bağlı olarak değişir. Örneğin cisim yere paralel hareket ediyorsa ağırlığı farklı, dik hareket ediyorsa farklıdır. Bu tip etkileri görelilik kuramını tam anlamıyla uygulayarak incelemek daha doğru.

 

Güneş Sistemi'nin sonu nasıl olacak?

Güneşin sıcaklığı giderek arttığı için, bundan yaklaşık 1-1,5 milyar yıl sonra, sıcaklığın etkisiyle gezegenimizdeki suyun önemli bir bölümü buharlaşacak. Gezegenimiz bu şartlar altında, büyük olasılıkla Venüs’ün bu günkü koşularına sahip olacak.

 

Orta kütleli bir yıldız olan Güneş, günümüzden yaklaşık 5 milyar yıl sonra kırmızı dev aşamasına gelecek. Helyum yakıtı azalan ve çekirdekte ve çevresinde gerçekleşen termonükleer tepkimelerin yol açtığı ışımanın basıncıyla giderek şişen yıldızımızın çapı, yaklaşık 200 kat artacak.

 

Bu sırada Güneş’in yüzeyi Dünya’ya iyice yakınlaşacak. Ancak, bundan önce Güneş’in kütlesi azalmış olacağından Dünya da Güneş’ten biraz uzaklaşmış olacak. Yani, Güneş’in içinde kalmayacak. Genişlemeyle birlikte, Güneş’in yüzey sıcaklığı 3500 dereceye kadar düşecek ve kırmızı renkli bir görünüm alacak.

 

Güneş’e daha yakın konumda bulunan Merkür ve Venüs, Güneş diskinin içinde yok olacak. Gaz yapılı dış gezegenlerse, metal-kaya çekirdekleri dışında, çoğunlukla gazdan oluşan katmanlarını büyük oranda yitirecekler. İç Güneş Sistemi sıcaktan kavrulurken, bu sırada dış gezegenlerin uydularında yaşam için uygun koşulların da kısa bir süreliğine de olsa oluşması mümkün olabilecek.

 

İlerleyen süreçte, genişleyerek soğuyan katmanlar yeniden büzüşecek ve böyle birkaç “zonklama” sürecinin ardından Güneş’in dış katmanları bir gezegencik bulutsu oluşturacak şekilde uzaya savrulacak. Güneş’ten geriye çok yoğun, çok sıcak ve parlak, ancak Dünya kadar küçük bir çekirdek kalacak.

 

Bu beyaz cüce, milyonlarca yıl içinde soğuyarak yavaş yavaş gözden kaybolacak ve bir kara cüce haline gelecek. Bu arada gezegenlerden yörüngede kalmayı başaran olursa, geride merkezde bir cüce ve onun soğuyan gezegenlerinden oluşan “ölü” bir sistem kalacak.

 

Başka evrenler var mı?

Büyük Patlama kuramıyla ilgili yanıtlanmamış bazı sorular var. Bunların en önemlilerinden biri, patlamadan öncesinde ne olduğu. Bazı bilim adamları bunu sorgulamanın anlamsız olduğunu düşünür. Çünkü uzay gibi zaman da yani aslında her şey büyük patlamayla başlamıştır.

 

Ancak gündemden düşmüş olsa da kapalı evren modeli, evrenin genişlemesinin giderek yavaşlayacağını ve yavaşlama durduktan sonra evrenin çökmeye başlayacağını öne sürer. Bu modele göre eğer yeterli madde olsaydı, evren bir gün “Büyük Çatırtı”yla sonlanacaktı. Bu model, evrenin Büyük Patlama, genişleme, büzülme ve Büyük Çatırtı’dan oluşan döngüyü durmadan yinelediği düşüncesini de birlikte getirdi. Ancak günümüzde evrenin hızlanarak genişliyor oluşu, bu modelin artık geçerli olmadığını gösteriyor.

 

Evrenin her zaman var olmadığı, en azından bir başlangıcının olduğu bilgisi, onun neyin içinde genişlediği ve başka evrenlerin var olup olmadığı sorularını da gündeme getiriyor.

 

İçinde yaşadığımız evren dışında da bir şeyler olabileceğine ilişkin, elimizde hiçbir veri yok. Ancak birtakım varsayımlar ortaya atılıyor. Örneğin, evrenimiz tıpkı kapağı açılan bir gazoz şişesindeki gazoz kabarcıklarından biri gibi, kozmik bir denizin içinde büyüyen bir kabarcık olabilir. Yalnız bizim evrenimiz değil, onun gibi birçoğu daha aynı ya da çok farklı kaderleri paylaşıyor olabilir.

 

Evrende oluşan kuantum dalgalanmaları da yeni evrenler doğurabilir. Bu düşüncenin bir türevi, karadeliklerden yeni evrenlerin tomurcuklanabileceğini savunuyor. Buna “bebek evrenler senaryosu” deniyor.

Varsalar bile başka evrenlerle iletişim kurma olasılığımız şimdilik yok. Büyük olasılıkla gelecekte de olmayacak. O nedenle bu varsayımların gerçek olup olmadığını öğrenme şansımız yüksek görünmüyor. Zaten içinde yaşadığımız evren yeterince büyük. Öyle ki sınırlarını, ki varsa bile, görme olanağımız yok. İnsanoğlu bu gün yaptığı gibi, gelecekte de kendi sınırlarını zorlayarak yaşadığı evreni daha iyi anlamaya çalışacak.

 

Görme duyusu nasıl oluşur?

Basit yapılı canlıların çoğu, ışığın yalnızca varlığını ve şiddetini algılayabilirler. Örneğin, bir hücreli canlılardan olan öglena, ışığın varlığından haberdar olabilmek için basit bir göz lekesine sahiptir.

 

Evrimsel gelişmişlik düzeyi arttıkça, ışığa duyarlı olan özel almaç hücrelerinin meydana geldiği görülür. Bu hücrelerin ışığa duyarlılığı, yapılarında bulunan pigmentlerden gelmektedir. Fotoreseptör hücrelerde, ışığa duyarlı bir pigment olan opsin ve renkleri ayırt edebilme yeteneğindeki bir pigment olan kromofor bulunur. Işıktan daha iyi yararlanabilmek için, ışığa duyarlı hücrelerin bulunduğu tabaka içe doğru hafif bir çöküntü yapar. Bir yassı solucan olan Planaria’da bulunan çukur gözler, bu şekilde iş görürler. Bu göz tipinde, ışığın parlaklığı ve çok zayıf bir şekilde olsa da, ışığın yönü algılanabilir.

 

Bir ileri aşamada, görüntü oluşturabilen göz tipine geçiş başlar. Ancak, bu yeni göz tipi, Planaria’daki göz yapısının gelişimi ile evrimleşmemiştir. Görüntü oluşturabilmek için, dar bir girişi bulunan bir göz yuvarı oluşur; ışınlar bu dar girişten geçerek içi sıvıyla dolu göz yuvarına girer ve yuvarın arka yüzeyinde bulunan ışığa karşı duyarlı hücrelere ulaşır. Bu göz tipinde, ışığın yönü ve parlaklığı algılanabilir hale gelmiştir. Kafadanbacaklı bir yumuşakça olan Nautilus’da görülen iğne deliği tipi (pinhole) göz, fotoğraf makinesi ilkelerine göre çalışan bu ilkel gözün en güzel örneklerinden biridir.

 

İğne deliği gözden sonraki aşamada, göz yuvarlağının girişi saydam yapılı hücrelerce kapatılır. Böylece, ışığa duyarlı hücrelere koruma sağlanır ve bölmenin içini dolduran sıvı, ortamdaki sıvıdan bağımsız olarak, görüş için daha uygun yoğunlukta “özel” bir sıvıya dönüştürülebilir.

 

Sonraki adım, gözün evriminde belki de en önemli adımdır. Işığı yoğunlaştırarak, almaçlar üzerine odaklayabilen bir mercek oluşumu görülür. Merceğin, kristalin proteini biriktirmiş özel astar (epitel) hücrelerinden oluştuğu düşünülmektedir. Mercek sayesinde, daha az miktarda ışığın da almaç hücreleri üzerinde etkili olabilmesi sağlanır. Bir süre sonra bu mercek, ışığı odaklama görevine ek olarak, “görüntü” meydana getirebilecek bir yapı kazanır.

 

Bu noktadan sonra, görüntü oluşturabilen yetenekteki göz iki ayrı şekilde gelişmiş ve birbirinden farklı yapıda 2 göz tipi meydana getirmiştir. Bunlardan ilki, böceklerde görülen petek göz ya da bileşik gözdür. Bu göz tipinde çok sayıda mercek bulunur ve her mercek birden fazla reseptörü etkiler. Bir mercekten ve etkilediği almaçlardan oluşan birimlere “ommatidyum” adı verilir. Görüntü, bu birimlerin mozaik şeklinde bir araya getirdiği görüntü parçacıklarının birleşimiyle oluşturulur. Bileşik gözlerde görüş alanı son derece geniştir. Bir böcek, neredeyse kafasının 270 derece çevresini görebilir. Ancak bu, bildiğimiz tipteki üç boyutlu görüntü duyusundan çok farklıdır. Ayrıca, bileşik gözlerin oluşturduğu görüntünün çözünürlüğü de oldukça düşüktür.

 

İkinci tip mercekli gözdeyse, içinde ışığa duyarlı almaçlar bulunan bir göz yuvarı ve bu almaçların hepsini etkileyen tek bir mercek bulunur. Bu göz tipinde zamanla, merceğin önünde saydam olan bir kornea ve saydam olmayan bir iris tabakası da gelişmiştir. Mürekkep balığı ve ahtapot gibi omurgasızlarda da görülebilen bu göz tipi oldukça yaygındır. Omurgalıların genel göz tipidir. İnsan gözü de bu tiptedir.

 

Bu göz tipine sahip olan bazı canlılar, gözlerini birbirlerinden bağımsız olarak hareket ettirebilirler. Bir sürüngen olan bukalemun ve bir balık olan denizatı, bu canlılardan ikisidir.

 

Ağrı-acı nasıl hissedilir?

 

Fizyolojik acı ve ağrı duyusu, dokulara zarar verebilecek uyaranların algısı olarak özetlenebilir. Bu algının oluşturulmasında, birden fazla almaç tipi görev alır. Mekanik, termal ya da kimyasal değişikliklere karşı duyarlı olan bu almaçlara toplu olarak “nosiseptör” adı verilir. Birden fazla almaç tipinin görev alması nedeniyle, bu duyunun ortaya çıkış şekli de oldukça karmaşıktır. Ancak, genel mekanizma, ağrı almaçlarında oluşturulan uyartıların omurilik aracılığıyla beyne ulaştırılması şeklindedir. Ağrı ve acı duyusu, beynin somatosensörik alanında bulunur.

 

Ağrı-acı almaçları deride, eklem yerlerinde, kaslarda ve sindirim sistemi organları gibi belirli iç yüzeylerde bulunur. Bu almaçların tamamı, gövdeleri trigeminal gangliada (yüz bölgesinden sorumlu) ya da dorsal kök gangliada (vücudun geri kalanından sorumlu) bulunan serbest sinir sonlanmalarıdır. En önemli özellikleri, impuls üretmek için belirli bir eşik değerlerinin bulunmasıdır. Ağrı kesici ilaçların çoğu, bu eşiği artırmak yoluyla işe yarar. Vücudun doğal ağrı dindiricileri olan endorfinler ve enkefalinler de, morfin ve diğer opiat analjezikler gibi, yine ağrının algı eşiğini yükseltirler.

 

Ağrı ve acı duyusunun varlığı, balıklar da dahil olmak üzere omurgalıların çoğuna ek olarak, yassı solucanlar, deniz sümüklüböcekleri, meyve sinekleri ve sülükler gibi çeşitli omurgasızlarda da bilinmektedir. Bu canlılardaki ağrı-acı almaçları 40°C’nin üzerindeki sıcaklıklara, düşük pH değerlerine, acı biberin etken maddesi olan kapsaisine, çeşitli toksinlere ve doku hasarına karşı duyarlıdır.

 

Bir canlının fizyogenetik düzeyi, yani genetiksel gelişmişliği yükseldikçe, ağrı almaçlarının sayısı da artar. Örneğin, bir insan ve bir tavuk karşılaştırılacak olursa, insanın ağrı almaçlarının sayısının tavuktan daha fazla olduğu görülür. Bu durum, bir insanın bir tavuktan daha fazla ağrı ya da acı hissedebileceği anlamına da gelmektedir. Bir insanın duyabileceği en şiddetli ağrıyı ise böbrekler üretir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Göktaşları nasıl oluşur?

Gezegenimize çarpan göktaşları ile onlarla bağlantıları olan kuyrukluyıldızlar ve küçük gezegenler (asteroitler) çoğunlukla iki gök cisminin çarpışmasından arta kalanlardır. Yılın belirli zamanlarında göktaşı yağmurları gerçekleşir. Bu yağmurlar, bir kuyrukluyıldızın yörüngesi ile Yer’in yörüngesinin çakışmasıyla, kuyrukluyıldızın arkasında bıraktığı toz ve taş parçacıklarının gezegenimizin atmosferine girmesiyle oluşur. Göktaşı yağmuruna neden olan göktaşları kuyrukluyıldız kalıntısı olsalar da, yeryüzüne düşen göktaşlarının yörüngeleri incelendiğinde onların böyle olmadıkları anlaşılır. Gerçekte bu taşların çoğu küçük gezegenlerin parçalanması sonucu oluşur. Bu oluşum sürecinde ise ilk önce toz parçacıklarından milimetre büyüklüğünde (çoğunlukla silikat) kütleler meydana gelmiştir ve daha sonra da soğumuştur. Katılaşan bu metal ve oksit parçacıkları, karbonlu maddelerle birleşerek orta büyüklükteki küçük gezegenleri oluşturmuştur. Kısa ömürlü radyoaktif çekirdeklerin bozunmasından açığa çıkan ısı, küçük gezegenin merkez bölümünü eritmiş, daha dış bölümleri de ısıtmıştır. Demir, nikel gibi yüksek yoğunluklu maddeler kütleçekiminin etkisiyle merkeze doğru akmış ve yavaş soğuma sonucunda buralarda toplanmıştır. 100 milyon yıl kadar süren bu süreç 4,5 milyar yıl önce tamamlanmıştır. Daha sonra Güneş Sistemi’nin hayli hareketli ve kalabalık olduğu dönemlerde, küçük gezegenler çarpışarak parçalanmış ve parçaların bir bölümü Yer’e yakın yörüngelere dağılmıştır. Göktaşlarının kökeni sadece küçük gezegenler yani asteroitler değildir. En yakınımızdaki gök cismi, olan Ay’dan ve kızıl gezegen Mars’tan gezegenimize gelen göktaşları da vardır. Bilindiği kadarıyla bugüne kadar Ay’dan 130’dan fazla, Mars’tan da 30’dan fazla göktaşı gelmiştir. Bu taşlar, gök cisimlerine başka bir büyük cismin çarpmasıyla Yer’e doğru savrulan taşlardır.

..........
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

İnsan kendi sesini neden farklı duyar?

 

İnsan teybe kaydedilmiş kendi sesini dinlerken hayli şaşırır Hatta o sesin kendisine ait olmadığını bile söyleyebilir Halbuki bir başkasının sesi teypten dinlenirken normal konuşma sesi ile bir fark duyulmaz Ses havada gözle görülmeyen dalgalar halinde yayılır Bu dalgalar kulağımıza girip orta kulağımızdaki kemikleri titreştirdiklerinde beyne giden sinyaller vasıtasıyla o sesi duymuş oluruz İnsanın kendi sesi kendisi için özeldir Sizin dışınızdaki herkes sesinizi sizin duyduğunuzdan daha farklı duyarlar Çünkü onlar sizin ağzınızdan çıkıp, havada ilerleyip kulaklarına gelen sesi duyarlar ama siz kendi sesinizi iki farklı yoldan işitirsiniz

 

 

Bir taraftan ağzınızdan çıkan ses havada yol alıp, diğer insanlara ulaştığı gibi kendi kulağınıza ulaşır Diğer taraftan da başın içinden, kemiklerden, kaslardan geçerek içerden kulaklarınıza ulaşır Beyin bu iki farklı yerden gelen bilgileri birleştirir ve siz kendi sesinizi duyarsınız

 

 

İnsanın başı içinde kemikler, kaslar, sinüsler, beyin ve çeşitli salgılar vardır Bunların kimi sert, kimi yumuşak, kimi de sıvıdır Bunların her birinin sesi geçiriş özelliği farklıdır Kafa içindeki iletişimde genel olarak sesin düşük frekanslı kısımları kuvvetlenir Bu nedenle sesiniz kendinize başkasının duyduğundan daha farklı tonda gelir

 

 

Teypteki sesiniz ise kulaklarınıza diğer insanlara ulaştığı gibi havadan ulaşır Aslında o sizin, herkesin tanıdığı hakiki sesinizdir ama size yabancı gelir Kafanızın içinden gelen sesi daha iyi duyabilmek için iki kulağınızı sıkı sıkıya kapatın ve konuşun Duyduğunuz ses aşina olduğunuz sesinizin kafanızın içinden geçip gelen kısmıdır

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Yıldırımların Oluşumu

Şimşek ve yıldırım çoğunlukla, kümülonimbus (Cb) bulutlarının olgunluk aşamasında oluşan fırtına bulutlarının içinde görülmektedir (Şekil 85). Ancak kümülonimbus bulutlarındaki bu olağanüstü elektrik birikiminin nedeni tam olarak bilinmemektedir. Bunun; bulut içindeki çok kuvetli yükselici ve alçalıcı akımlar sonucu, su damlacıklarının ve buz kristallerinin, birbirleriyle çarpışma­sı ve sürtünmesi sırasında oluşan, statik elektrikten ve aşırı soğumuş su damla­cıklarının anîden buz kristalleri hâline dönüşmesiyle açığa çıkan gizli ısıdan kaynaklandığı kabul edilmektedir.

 

Genel bir kural olarak, pozitif elektrik yüklü su ve buz parçacıkları Cb bu­lutunun üst kısmında, negatif elektrik yüklü parçacıklar ise alt kısmında toplan­mıştır. Bulutun alt kısmında oluşan negatif elektrik yüklü alan, bulutla yer ara­sında ve yeryüzünde, pozitif elektrik yüklü bir alanın oluşmasına neden olur. Oluşan bu pozitif yük, hareket eden bulutu yeryüzünde adeta bir gölge gibi ta­kip eder. Bulutun üst ve alt kısımları ile bulutla yer arasında oluşan elektriksel enerji farkı, bulutun taşıyamayacağı bir noktaya geldiği an (yaklaşık 100 milyon volt), aşağıya doğru olağanüstü büyüklükte bir enerji akışı başlar. Yere doğru olan bu ilk enerji akışı, en az dirence sahip yolu izler. Bu elektrik akışı, 50-100 metrelik basamaklar hâlinde, duraklamalarla olur ve elektron akışı yere kadar ulaşır. Bu duraklamalar saniyenin 50 milyonda biri kadar bir zaman dilimi için­de gerçekleştiğinden, bunları gözle görmek mümkün değildir.

 

Buluttaki elektrik yükü, ilk çakışta yere doğru boşalır. Yere doğru yaklaşıl­dığında bu ilk çakışa karşılık iyonize yol boyunca yerden yükselen ve buluta ka­dar uzanan ikinci bir geri dönüş darbesi oluşur. Gözle de görülebilen bu ikinci elektrik enerjisi akışına Yıldırım adı verilir.

 

Bir yıldırım olayında normal olarak gözle görülemeyen iki ya da 3 çak­ma olmaktadır. Fakat bugüne kadar 42'ye ulaşan sayıda çakma kaydedilmiş­tir. Geri dönen elektrik akımının (yıldırım), içinden geçtiği hava sütununun sıcaklığı, Güneş'in yüzey sıcaklığından 5 kat daha fazladır (30.000°C). Bu olağanüstü sıcaklığa ulaşan hava, âni olarak genişlediğinden çevresinde şok dalgaları oluşur. Bu dalgalar bir patlama sesiyle yayılır ki bu sese gök gürül­tüsü adı verilmektedir.

 

Bu olaylara neden olan bulut tam üzerimizde ise, elektrik boşalmasıyla bir­likte gök gürültüsü de duyulur. Bulut uzakta ise, gök gürültüsü daima şimşek ya da yıldırımdan sonra işitilir. Gök gürültüsü, elektriksel boşalım noktasından genellikle 15 km uzaklıktan duyulabilir. Ancak elektrik boşalmasının büyük­lüğüne bağlı olarak 25 kilometre uzaklıktan da duyulduğu görülmüştür.

 

Işık saniyede 300.000 km hızla hareket ettiği için, şimşek ve yıldırım oluş­tuktan çok kısa bir süre sonra görülür. Sesin hızı saniyede 340 metre olduğu için, gök gürlemesi çok daha sonra işitilir. Yani ses 1 km'yi 3 saniye dolayında katetmektedir. Buna göre boşalmanın oluştuğu yerin bulunduğumuz yerden ne ka­dar uzakta olduğu tahmin edilebilir. Örneğin, yıldırımın görüldüğü andan gök-gürültüsünün duyulduğu ana kadar geçen süre 9 saniye ise, yıldırım 3 km uzağa düşmüş demektir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Ay'da neden su yok?

Ay yüzeyine sürekli çarpan göktaşları ve kuyrukluyıldızlar nedeniyle küçük miktarlarda su büyük olasılıkla yüzeye eklenmiştir. Bu durumda günışığı suyu elementlerine yani hidrojen ve oksijen ayıracak, bunlar da Ay'ın zayıf kütleçekimi nedeniyle zamanla yüzeyden kaçacaktır. Ancak Ay'ın dönme ekseninin tutulum düzlemine yalnızca 1.5° gibi çok küçük bir eğiklik yapması nedeniyle kutuplar yakınında bulunan bazı derin kraterler hiçbir zaman doğrudan günışığı almadığından ve sürekli gölgede kaldığından buraya düşen su molekülleri uzun zaman süreleri boyunca kararlılığını koruyacak.

 

..........

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Benim merak ettiğim sorular:

-Pembe, ara renklerden olmasına rağmen neden gökkuşağında bulunmaz?

-Sarı renk, kırmızı ile yeşilin göze aynı anda ulaşmasıyla oluşmasına rağmen, kırmızı ya da yeşil renk körlüğünde her yer sarı-mavi görünür. Bu nasıl olur?

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Asit Yağmuru Nedir?

Asit yağmuru esas olarak sanayi tesislerinden, konutların ısıtılmasından ve otomobillerden kaynaklanan ;sülfür ve azot oksitleri içeren su buharı emisyonlarının yol açtığı asit çökelmesidir. Endüstriyel faaliyetler, konutlarda ısınma amaçlı olarak kullanılan fosil kökenli yakıtlar, motorlu taşıtlardan çıkan egzoz gazları ve fosil yakıtlara dayalı olarak enerji üreten termik santraller faaliyetleri sonucu havayı kirletmekte, kükürtdioksit, azotoksit, partikül madde ve hidrokarbon yaymaktadır. 2 ile 7 gün arasında havada asılı kalabilen bu kirleticiler atmosferde çeşitli kimyasal reaksiyonlara uğrayarak zamanla çok uzaklara taşınabilmektedir.

Bu kirleticiler, atmosferdeki su partikülleri ve diğer bilişenlerle tepkimeye girerek sülfüroz asit (HSO), sülfürik asit (H2SO4) ve nitrik asit (HNO3) oluşumuna neden olmaktadır. Hiçbir yabancı maddeyle kirletilmemiş bir atmosferde bile yağmursuyu hafif asidik karakterdir ve pH derecesi 5.6 civarındadır. Çeşitli yanma olayları sonucu havaya karışan SO2, SO3, NOx gibi gazlar atmosferde asit oluşumuna neden olmakta ve bunların yeryüzüne ulaşması ile asit yağmurları oluşturmaktadır. Bunların yeryüzüne dönüşleri kuru ve yaş asit depolanması sonucu oluşur.

Hava kirleticilerinin en yaygın olanı SO2’dir. Her yıl tonlarca SO2 çeşitli

kaynaklardan yayılarak atmosfere karışmaktadır. Bu emisyonların en önemli

bölümü elektrik üretmek amacıyla çok büyük miktarlarda katı ve sıvı yakıtlar

yakan termik santrallerden oluşmaktadır. NOx’in atmosferdeki bulunuşu yaklaşık olarak yarı yarıya taşıt egzozu ve sabit yakma tesislerinden kaynaklanmaktadır. Bu gazlar atmosferde gaz çevrimine girerek nitrik asit (HNO3) oluşumu ile sonuçlanan zincirleme reaksiyonları tamamlayarak asit yağışların oluşmasını etkilemektedir.

Asit Yağmurunun Oluşumu

Havayı kirletmekte olan, kükürtdioksit, azotoksit, partikül madde ve hidrokarbon yaymaktadır, bu kirleticiler atmosferde çeşitli kimyasal reaksiyonlara uğrayarak zamanla çok uzaklara taşınabilmektedir. Bu kirleticiler, atmosferdeki su partikülleri ve diğer bilişenlerle tepkimeye girerek sülfüroz asit (HSO), sülfürik asit (H2SO4) ve nitrik asit (HNO3) oluşumuna neden olmaktadır. Hiçbir yabancı maddeyle kirletilmemiş bir atmosferde bile yağmursuyu hafif asidik karakterdir ve pH derecesi 5.6 civarındadır. Bundan dolayı yağmursuyunun pH derecesi çok kolay 5.6 nın üstüne çıkabilir. Böylece asit yamurları oluşur. Ayrıca Hava kirliliğine CO’nun %52, SO2’nin %18, Hidrokarbonların %12 ,NO2’nin %6 ve diğer parçacıkların %12 oranında katkıları vardır.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sıcak Su mu yoksa Soğuk Su mu Önce Donar ?

Bir bardak sıcak su, buzdolabında soğuk sudan daha çabuk donar.Bunun sebebi moleküller arasındaki uzaklıktır. Su ısındıkca genleşme olur ve molekkuller arasındaki uzaklık artar ve daha geniş bir yuzeyi soğukla temas ettigi için daha hızlı donar. ayrıca sıcak su içerindeki moleküller çok fazla hareket ettiğinden iletlenlikleri artar yani ortamdan çok daha fazla etkilenir. sıcak olan ısı kaybı daha hızlıdır daha çabuk katılaşır. soğuk olan ise zaten molekülleri birbirine sıkı olduğu için çok geç hâl değişir. bundan dolayı sıcak su dıştan donar. normal su ise eşit dağılımlı donar. sıcak sunun iç bölgesi sıvı kalır bimüddet. çünkü ısı kaybı yapamaz....

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

[h=3]

Gökyüzü neden mavidir?

 

Normalde atmosferimiz yani hava renksiz bir gazdır. Gökyüzünün mavi görünmesinin tek sebebi kırılma hadisesidir. Güneş ışınları atmosfere girdiğinde atmosferdeki gaz moleküllerine ve toz parçacıklarına çarparak saçılır. Gün ışığı değişik dalga boylu birçok ışından oluşur. En kısa dalga boylu mavi ışınlar atmosferin üst tabakalarındaki küçük parçacılar tarafından hemen saçılırlar. Fakat kırmız ışık (ki en büyük dalga boylu ışıktır!) saçılmak için daha büyük parçacıklara çarpmak zorundadır.

 

Gökyüzü açık olduğunda, mavi ışık diğer ışıklara oranla en fazla saçılan ışıktır. Bu yüzden de gökyüzü mavi görünür. Mesela gökyüzü yoğun bulutlarla veya dumanla dolu olduğunda, tüm ışınlar nerede ise aynı oranda saçılır. Bu da gökyüzünün gri renkte görünmesine sebep olur. Gün batımında veya doğumunda ise güneş ışınları atmosfere eğik girdikleri için daha fazla yol katetmek zorunda kalırlar. Bu yüzden daha çok ışın ve renk saçılır ve o posterlere konu olan, şahane gün doğumu ve batımını gözlemleyebiliriz. Çok az saçılmış olan kırmızı ışık ise güneşe ve ufuğa kızıl veya portakal görüntü verir.[/h]

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Evren ışık hızından daha hızlı genişlemiş olabilir mi?

Evren 13.6 yaşında ve çapınında 93 milyar ışık yılı olduğu söyleniyor. Bu bilgi doğruysa eğer

Zıt yönde giden iki kütleyi düşünsek ve ışık hızında gitseler bir yılda 13,6x 2 =27,2 milyar ışık yılı olması gerekiyor.

Ama bu evrenin çapının üçte biri bile değil. üstelik ışık hızındalar. ki normalde bu hızda değiller.

Kafam karıştı. Bilgilendirecek olursa sevinirim. Şimdiden teşekürler. :)

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Benim merak ettiğim sorular:

-Pembe, ara renklerden olmasına rağmen neden gökkuşağında bulunmaz?

-Sarı renk, kırmızı ile yeşilin göze aynı anda ulaşmasıyla oluşmasına rağmen, kırmızı ya da yeşil renk körlüğünde her yer sarı-mavi görünür. Bu nasıl olur?

 

-kendi kendime mantık yürüttüğümde ben pembeyi ara bi renk olarak kabul etmiyorum.neden? kırmızı+beyaz= pembe ve beyaz bir renk değildir. gökkuşağı beyaz ışığın kırılması sonucu oluşur ve gökkuşağında beyaz olmadığına göre pembe de olamaz.

 

-hatırladığım ve şimdi araştırdığım kadarıyla da gözde rengi algılamamızı sağlayan reseptörler koni hücreleridir ve bunlardaki bazı hasarlardan dolayı renk körlüğü oluşur. kırmızı renk körlüğünde sadece kırmızı renk görülmez yeşil mavi tonları görülür. yeşil renk körlüğündeye kırmızı ve mavi tonları görülür. yani ya soruda ya da bende hata var:D

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Benim merak ettiğim sorular:

-Pembe, ara renklerden olmasına rağmen neden gökkuşağında bulunmaz?

-Sarı renk, kırmızı ile yeşilin göze aynı anda ulaşmasıyla oluşmasına rağmen, kırmızı ya da yeşil renk körlüğünde her yer sarı-mavi görünür. Bu nasıl olur?

Renklerin dalga boyu ile alakalıdır.Biraz araştırır isen bulabilirsin, örneğin fizik kitaplarında..

Periyot frekans ters orantı olayından çıkarabilirsin sanırım.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Helyum'un İnsan Sesini İnceltmesi Hakkında

Bu durum, sesin helyum içinde daha hızlı hareket etmesinden kaynaklanmaktadır. Bunun sebebi de gazlar içindeki sesin hızının, gazın yoğunluğun'un karekökünün ters orantılı olmasıdır. Helyum da havadan çok daha az yoğun bir gaz olmasından dolayı (uçan balonlar gibi), helyum içinde sesin hızı havadakine göre birkaç kat daha fazladır. Ses tellerini hava yeri...ne helyumun titreşmesi ve sesin helyum içinde daha hızlı ilerlemesi nedeniyle, insan sesi tiz bir şekilde çıkar. Alınan helyum, tekrar verildikten sonra bu ses incelmesi etkisini kaybeder.

Benzer şekilde yine, inert ve zehirsiz olan SF6 gazını solumanız durumunda ise, bu kez bu gazın havadan yaklaşık 6 kat daha yoğun olması ve bu nedenle sesin SF6 içinde havadakinden çok daha yavaş ilerlemesinden dolayı, bu kez insan sesi kalın çıkmaktadır.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Yapıştırıcılar nasıl yapıştırıyor?

Yapıştırıcıların hikayesi tarih öncesi çağlara kadar uzanıyor. Mağara duvarlarına resim benzeri şekiller yapan atalarımız bunları duvarlara yumurta akı, kurumuş kan ve su bitkilerinin özleriyle sabitliyorlardı.

 

Sonraları, milattan önce 3 500 yıllarından başlayarak eski Mısırlılar ve Sümerler hayvan derilerini ve kemiklerini kaynatarak daha sağlam yapıştırıcılar yapmayı öğrendiler.

 

Günümüzde imalatçılar yapıştırıcıları sentetik malzemeler kullanarak yapıyorlar. 250 temel maddeden binin çok üstünde özel türler üretiyorlar.Yapışma olayında benzer veya ayrı malzemeden iki madde, bir de yapışkan gerekir. Burada en önemli görev yapıştırıcıdadır.

 

Yapıştırıcının moleküllerinin diğer iki madde molekülleri ile birleşme eğilimi gösterir bir yapıda olmaları gerekmektedir.Aslında iki maddeyi birbirlerine ideal bir şekilde yaklaştırabilsek yapıştırıcı bile kullanmadan birbirlerine yapışabilirler. Her iki maddenin yüzeylerindeki atomların farklı kutupları birbirlerini çekerler. Pratikte ise bu oluşumu sağlamak mümkün değildir.Atomların birbirlerini çekebilmeleri için iki cismin yüzeyleri arasındaki mesafenin milimetrenin 10 milyonda birini geçmemesi gerekir. Oysa son derecede pürüzsüz olarak görülen bir cismin bile yüzeyinde milimetrenin on binde dördü kadar yükseklikte girinti ve çıkıntılar vardır.

 

Bu durumda her iki malzeme aynı cins olsalar bile yüzeyleri hiçbir zaman ideal düzlükte olamayacağından, aradaki boşlukları doldurmak, en fazla miktarda bağ oluşturarak moleküllerin birleşmesini sağlamak için araya bir yapıştırıcı gerekir.

 

Yapıştırıcının akıcı ancak kuruduğunda katılaşıp kolay kolay kopmayacak özellikte, yüzeylerin ıslanabilir, tamamen temiz, toz ve yağdan tamamen arındırılmış olmaları gerekmektedir. Peki nasıl oluyor da bu kadar güçlü olan yapıştırıcılar tüpün içinde tüpe yapışmadan durabiliyorlar?

Bir çok yapıştırıcının içinde iki tür katkı malzemesi vardır. Biri yapıştırıcı sıvının moleküllerini birleşmeye zorlar, stabilizer denilen diğeri de tersi. Tüpün içinde bunlar bir halatı birer ucundan çeken iki kişi gibidirler. Tüpün iç yüzeyi tamamen nötr olduğundan biri diğerine üstün gelemez, denge halindedirler. Yapıştırıcı tüpten çıkınca havadaki nem stabilizer kısmının etkinliğini yok eder, yapıştırıcı sertleşir ve sürüldüğü yere yapışır.

Yapıştırılacak yüzeylere yapıştırıcıdan ince bir tabaka sürülmesi tavsiye edilir çünkü fazlası yapıştırıcının kendi içinde bağlar oluşturup sertleşmesine yol açar.

Tüpün kapağı açıldıktan sonra ağız kısmında görülen ve tüpün kullanılması için delinen sızdırmaz kısım da yapıştırıcının hava ve nem alıp tüpün içine yapışmaması için alınmış bir tedbirdir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Yağmur yağdıktan sonra neden toprak kokar, ve gerçekten kokladığımız toprak kokusu mu?

 

Yağmur sonrası hissedilen güzel kokuların bir kaynağı, toprakta yaşayan Actinomycetes grubu içinde yer alan bazı bakterilerdir. Toprakta yaşayan en küçük canlılardan olan bu bakteriler, en çok nemli ve karanlık ortamlarda gelişirler. Çevre koşullarının gelişmeleri için uygun olmadığı kurak dönemlerdeyse “spor” adı verilen özel yapılar üretirler. Sporlanma, bazı bakterilerin kendilerini olumsuz koşullarda korumalarını sağlayan bir özelliğidir. Yağmurdan sonra duyduğumuz kokunun nedeni de bu sporlardır. Daha önce oluşmuş bu sporların kokusunu hava kuruyken duyamayız; ancak yağmur yağdığında duyabiliriz. Çünkü yağmur damlaları yere düştüğünde, toprakta önceden birikmiş bir miktar yağmur suyunun da yardımıyla sporların havaya fırlamasına neden olur. Yağmur nedeniyle havada çoğalan nem, bu sporların kokusunun burnumuza kadar ulaşmasına neden olur. Yani aslında kokunun kaynağı toprak değil, toprakta yaşayan bu bakterilerdir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Havadaki oksijen miktarı daha çok olsaydı ne olurdu ?

 

Dünya atmosferi, % 78 azot, % 21 oksijen ve % 1 oranında karbondioksit ve argon gibi diğer gazların karışımından oluşan ve yaşam için gerekli son derece özel şartların biraraya gelmesiyle tasarlanmış olağanüstü bir karışımdır.

 

Öncelikle bu gazların en önemlisi olan oksijenle başlayalım. Oksijen çok önemlidir, çünkü insan gibi kompleks bedenlere sahip canlıların enerji elde etmek için kullandıkları çoğu kimyasal reaksiyon oksijen sayesinde gerçekleşir. İşte biz de bu nedenle sürekli olarak oksijene ihtiyaç duyarız ve bu ihtiyacı karşılamak için solunum yaparız. İşin ilginç yanı, soluduğumuz havadaki oksijen oranının, son derece hassas dengelere dayalı oluşudur.

 

Ünlü bilimadamı Michael Denton, bu konuya şöyle dikkat çekmektedir: Atmosferimiz daha fazla oksijen içerebilir ve buna rağmen hayatı destekleyebilir miydi? Hayır! Oksijen çok reaktif bir elementtir. Şu anda atmosferde bulunan oksijenin oranı, yani yüzde 21, yaşamın güvenliği için aşılmaması gereken sınırların tam ideal noktasındadır. Yüzde 21'in üzerine artan her yüzde birlik oksijen oranı, bir yıldırımın orman yangını başlatma olasılığını % 70 artıracaktır.

 

İngiliz biyokimyacı James Lovelock ise bu kritik dengeyi şu şekilde ifade etmektedir: Atmosferdeki oksijen oranı daha fazla olsaydı, şu anda besin olarak kullandığımız bitki türlerinin çoğunu, tüm tropik ormanları ve arktik tundraları yok edecek olan dev yangınlar olurdu... Atmosferin şu anki oksijen oranı, tehlikenin ve yararın çok iyi bir biçimde dengelendiği bir orandır.

 

Atmosferdeki oksijen oranının dengede kalması da, mükemmel bir "geri dönüşüm" sistemi sayesinde gerçekleşir. Hayvanlar devamlı olarak oksijen tüketirler ve kendileri için zehirli olan karbondioksiti üretirler. Bitkiler ise bu işlemin tam tersini gerçekleştirir ve karbondioksiti hayat verici oksijene çevirerek canlılığın devamını sağlarlar. Her gün bitkiler tarafından milyarlarca ton oksijen bu şekilde üretilerek atmosfere salınır.

 

Örneğin hem hayvanlar hem de bitkiler oksijen üretselerdi, atmosfer kısa sürede "yanıcı" bir özellik kazanır ve en ufak bir kıvılcım dev yangınlar çıkarırdı. Sonunda da Dünya dev bir "tüp patlaması" ile yanarak kavrulurdu. Öte yandan eğer hem bitkiler hem de hayvanlar karbondioksit üretselerdi, bu kez atmosferdeki oksijen hızla tükenir ve bir süre sonra canlılar nefes almalarına rağmen "boğularak" toplu halde ölmeye başlarlardı.

 

Atmosferdeki gazların karışımı yaşayan canlılar için çok hassas bir dengededir; her bir gaz doğru oranda ve doğru miktarda bulunur. Örneğin bizler için zararlı olan karbondioksit bile aslında çok çok önemlidir. Zira bu gaz Güneş'ten gelen ışınlardan bir kısmının yeryüzünden yansıyıp uzaya kaçmalarına engel olur ve böylece Dünya'nın sıcaklığının korunmasını sağlar.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Dişi örümceğin erkeğini yemesi Ne için yer .

 

örümcek alemiyle ilgili en çok bilinenlerden biridir.çiftleştikten sonra daha iri olan dişi örümcek, ağına düşürdüğü erkek örümceği yiyerek ondan iki kere faydalanmış olur.

Örümceklerde ölümcül çiftleşme 25’

Dişi örümcek beslenme esnasında ütün dikkatini besine verir. Erkek ise bu esnada dişiye yaklaşır ve çiftleşir. Bu esnada dişi besini ne kadar fazla zamanda yerse erkek örümcekte bu esnada o kadar fazla sperm salgılar ve dişiye aktarır. Erkek çiftleştikten sonra ölür. Çünkü dişi erkeği ısırıyor ve bütün zehrini onun içine bırakıyor. Bu şekilde dişi erkeğin bütün içini emiyor. Örümceklerde seks ölümcül bir oyun olmasına rağmen bazen erkekler çiftleşmeden zarar görmeden kurtuluyorlar. Ama yinede dişinin erkeği öldürmeyeceklerinin hiçbir garantisi yoktur.

Erkek çiftleşmek istediğinde erkek dans hareketleri yapar. Bu şekilde dişiye mesaj veriyor. Yani kendisinin dişi ile çiftleşmeye layık olduğunu göstermek istiyor.

Tarantulalarda çiftleşme esnasında dişi erkeği öldürebilir. Erkek tarantula ön ayaklarını sevgilisinden korunmak için kullanır. Erkek tarantulalar işlerini bitirdiklerinde hızlı bir şekilde uzaklaşırlar.

Kurt örümceği erkeği tango yapar gibi dişiye yaklaşır. Dişiyi bir yandan diğer yana çevirir ve spermlerini dokunaçlarıyla öylece bırakırlar. Sonra dişiyi öbür yana çevirir ve spermlerini diğer yana bırakır. Dişi sonra yumurtlar. Örümceklerin dünyası tehlikeli bir dünyadır. Hatta buna aşkın tehlikeli dünyası da denilebilir. Yaklaşık örümcekler 400 milyon yıldır bu ölümcül çiftleşmelerine vardır ve sayıları da çok fazladır.

0cc1edb9-7f54-487b-ae98-8c22f5b638091.jpg

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...