Jump to content

Türkiye'de Spiritolojik ve Parapsikolojik olaylar ( Bazı paranormal olaylar)


nevermore

Önerilen Mesajlar

Türkiye’de öylesine bol miktarda parapsikolojik ve spiritoljik fenomen mevcuttur ki, bunların yoğun bir çalışma ile ortaya konulması sonucunda, şaşılacak derecede bir yığın teşkil edecektir. Her türden olan bu olaylar için ise, gene pek çok parapsikolojik ve spiritolojik medyumlar ve süjeler de bulunmaktadır. Halkımızın öteden beri gayet güçlü olan mistik yanı, bu olaylara olağan karşılamalarına yol açmaktadır. Ne var ki halen bilim kuruluşları tarafından bu konular, akademik bir çalışma kapsamına alınmadıkları için, bu olaylar ve konu, hayatı akışı içerisinde kaybolmakta ve unutulup gitmektedir. Fakat bu konuların da muhakkak, ülkemiz bilim müesseseleri tarafından ele alınmaları zamanı yakındır.

İstanbul’un Fethinin Mukadder Planı

Türk ulusuna karşı şiddetli bir düşmanlık psikozu içerisinde kıvranan Yunan Melago İdeacıları, Altan Öymen’nin, 27–10–1981 dolaylarındaki günlerde Cumhuriyet gazetesinde gayet güzel özetlediği şekilde, kendilerinin uzak tarihlerinde yaşamış bulunan ünlü bilgilere sahip olmuş olduklarını ve bununla da medeniyet öncülüğü yapmış durumda bulunduklarını öne sürmektedir. Ne var ki, bir millet, yakın ya da uzak geçmişinde yaşamış bulunan ünlü önder ve bilge kişilerin üstün meziyetlerini, genel millet yapısında taşıyorlarsa, onlara sahip çıkmalıdır. Tersi halde kendilerini avutmaktan ve gülünç duruma düşmekten kurtulamazlar.Günümüzün Megao İdeacıları olsa olsa, Sokrat’ı yargılayanların mirasçıları ve onların izleyicisidirler. Yoksa bütün insanlığa mal olmuş olan Plato, Sokrat, Solon, Epikür, Demokrit vs. kadim Yunan bilgelerinin izleyicileri, onların öğretilerine uygun özellikler taşıyan milletlerdir ki bunların sayıları ise, günümüzde bir elin parmakları kadar bile değildirler. Yunan megalo ideacıları, İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından alınışına çok içerlemektedirler. Oysa bu olay, bir İlahi Takdir’dir. Aşağıda okuyacağınız hususlar, bunun kanıtlarından bazılarıdır:

İstanbul kuşatma altındayken Bizans İmparatorluğunun sonunu belirleyecek gelişmelere ilişkin kehanetler doğru çıkıyordu. Son Bizans İmparatorunun ilk İmparator gibi Constantine adını taşıyacağı söylenmişi ki, Fatih’in karşısında yer alan Bizans İmparatoru Constantine’di. ayrıca dolunayın gökyüzünde bulunacağı sürece İstanbul.’un alınamayacağı söylenmişti.24 Mayıs 1453 gecesi, dolunay olması beklenirken, ay tutulmuş ve gökyüzü uzun bir süre karanlık kalmıştı. Bu kehanetlerin çıkmasından sonra ümitsizliğe kapılan halk, Meryem Ana’nın kutsal saydıkları bir ikonunu kentte dolaştırmak istedi.Ne var ki tören sırasında ikon yere düşmüş ve anormal şekilde ağırlaşan ikonu yerden kaldırmak çok güç olmuştu. Alay yeniden yola koyulduğunda, bu kez şiddetli bir fırtına kopmuştu. Neticede son ümitleri olan bu törenden vazgeçmek zorunda kalmışlardı. Dahası ertesi gün İstanbul’u kalın bir sis tabakası kapladı. Sis kalktığında ise,6.bölümde bahsetmiş olduğumuz ufolojik tezahürler meydana geldi. Fatih’in hocaları ışıkların görünmesini lehde bir işaret olarak yorumlamış, Ayasofya üzerinde görülen ışığın İslam’ın Işığı olduğunu ve kısa bir süre sonra Ayasofya’yı aydınlatacağını söylemişlerdi.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Olağanüstü Işınlama Olayları

Gelibolu’da meydana gelen ve ufolojik tezahürlere ilişkin olarak incelediğimiz, bir alayın bir yer bulutuna girerek ortadan kaybolması olayını, parapsikoloji açısından da değerlendirilebilir ve bir ışınlama vakası olarak ele alabiliriz. Bütün bir alayın ışınlanması gibi ender rastlanan bu olaydan başka, ülkemizde daha küçük kapsamlar çeşitli ışınlanma tezahürlerine de rastlanır.

Gene Çanakkale sınırları dâhilinde yer alan Geyikli ilçesinde ışınlama yeteneğinden ötürü Tayyareci Hoca adıyla bilinen kişi, Geyikli- Çanakkale arasında kendisini ışınlayarak yolculuk yapardı. Anlaşıldığına göre Çanakkale yöresi, ışınlama uygulamaları için uygun bir saha oluşturmaktadır.

Eskişehir Sivrihisar’da yaşamış olan Müderris İbrahim Efendinin de Sivrihisar’dan ayrılmadan Hicaza gittiği bilinmektedir. U tür aynı zamanda değişik yerlerde görünme şeklinde tezahür eden ışınlama olaylarına “bilokasyon” diyoruz. Trabzonlular 1940 larda vefat etmiş olan Maçkalı hoca’yla ilgili bilakasyon vakalarını hala daha aralarında anlatırlar.

Amasya’nın Gümüşhacıköy ilçesine bağlı Gümüşköy’de yaşayan ve vaktini riyazetle geçiren, İbrahim Hakkı adındaki şahıs, ışınlama olaylarıyla ün yapmıştı. İlçe merkezindeki devlet görevlilerinin anlattıklarına göre, jiple giderek bir dini tören için kendisini çağırdıkları her seferinde, onlar daha merkeze dönmeden İbrahim Hakkı Efendinin camiye gelmiş olduğunu görürlerdi.

İlginç bir ışınlama vakası da mucizevî şifalarıyla tanınan Abalı Dede Türbesiyle ilgili olarak tanık olunmuştur. Türbede bir gece yattıktan sonra şifaya kavuşan bir hasta, ertesi gün refakatçisi ile birlikte yola çıkmamakta direnir. Kendisini orada bırakan bu kişiler, geldikleri taşıt aracıyla köylerine döndüklerinde, hastanın çoktan evine dönmüş olduğunu görürler. Hasta iki köy arasındaki mesafeyi müthiş bir hızla kat etmesini sağlayan bir güç sayesinde geldiğini ve geçtiği yolları hatırlamadığını söyler.

Kutsal yerlerle ilgili olarak tezahür eden ışınlama fenomenlerinin bir başka örneğini de Kütahyalılar anlatmaktadırlar: 1929 yılında, zamanın Kütahya Valisi, Kütahya Belediye Matbaasının arsasını içindeki, Arap hoca denilen bir yatırın yerinden kaldırılması için emir vermişti. Bu işle görevlendirilen işçilerden ikisi, bu işe kalkışır kalkışmaz, her biri bir başka tarafta olmak üzere, kendilerini Kütahya’nın 5- 6 km. kadar uzağında bulmuşlardı. Daha sonraki çabalar da boşa çıkınca, Vali emrini geri almak zorunda kalmıştı.

Bir ruhsal varlığın ışık bedeniyle görünmesi şeklinde tezahür eden, değişik türden bir ışınlama olayı, Macit Aray’ın Ruh ve Hayat adlı kitabında anlatılmaktadır: “bir akşam her zamanki kadro ile bir celse tertip etmiştik. Yüksek bir ruh dostumuzdan tebliğ alıyorduk. Celsede bulunanlardan merhum Nuri Gürelli, beklenmedi bir istekte bulundu ve ruha şöyle hitap eti:“Mademki şuur vibrasyonları bizi manen temasa getiriyor, şu halde bana görünmeniz mümkün müdür?”Tebliğ veren ruh, bu temenniyi anlamış ve memnun olmamıştı:- “Size görünebilirim, fakat bu hiçbir şey kazandırmaz.”

- Çok rica ediyorum bana mutlaka görünün. Çünkü sizi çok seviyorum.

- Ya! Demek sizin maddi bir görünüşe inanç için ihtiyacınız var

- Hayır. Sadece bir özleyişten doğan bir dilek bu.

Konuşma böylece uzadı gitti. Ruh görünmek istemiyordu. Arkadaşımız ve çok sevdiğimiz Turgut Akkaş, Nuri Gürelli’yi isteğinden vaz geçirmeye çalıştı, fakat mani olamadı. En sonunda ruh, u isteği kabule mecbur oldu. Gece yarısını geçmişti. Nuri’nin arabası ile çıkıp gittiler. Karşıyaka Çarşısından geçerlerken, Karadeniz Otelinin önünde otomobil bozuluvermiş. İşletmek mümkün olmayınca otele girmişler. Akkaş yatağa uzanınca karşısında ışıktan bir insan görüyor. Dışarıdaki elektriğin bir oyunu olacak diye gözünü başka ışıksız bir tafra çeviriyor. Bu defa tepeden tırnağa tam manasıyla bir insanın o yanda belirdiğini, gülümsediğini, hareket halinde olduğunu hayretle görüyor. Nuri de o sırada yatmak üzeredir. Akkaş bu gizli ziyaretçinin varlığından Nuri’nin haberdar olmaması taraftarıdır. Onu lafa tutuyor. Fakat Nuri de bu ışık içinde dolaşan varlığın kendilerine güldüğünü görünce, müthiş bir heyecana kapılarak, dualar okumaya, titremeye, görünen varlığa hitap etmeye başlıyor. Bu umulmaz ziyaretçi, hal ve tavırlarıyla, Nuri’ye karşılık veriyor ve bir süre sonra da ortadan kayboluyor.”

Avukat Yakup Uçok’un anlattığı ve Ağustos 1963 de meydana gelen olay, Hami varlıkların bir grup insanı korumak amacıyla ışınlama olgusunu nasıl kullandıklarını göstermesi bakımından ilginçtir: “ Çorum’dan Ankara’ya gitmek üzere Samsun otobüsü kalabalık bir yolcu grubuyla yola çıkıyor, Kızılırmak köprüsünü geçip Elmadağ yokuşuna geliyorlar. Yokuşun tam ortasında bir tarafında derin uçurum, diğer tarafında sarp yamaçlar bunan yolun kenarında ak saçlı elinde sopa ile bir ihtiyar ortaya çıkıyor. Nur yüzlü ihtiyar elini kaldırarak otobüsü durduruyor. Şoföre hitabe kendinsin arabaya alınmasını söylüyor. Yolcular da görüyorlar. İhtiyarı; şoförün yer yok demsine rağmen, yolcular, “ sıkışıp aramıza alırız ihtiyarı yolda bırakma, al!” diye şoförden rica ediyorlar. Şoför de bunun üzerine “ kapıyı aç, ihtiyarı arkadan al,” diye muavine sesleniyor. Muavin arabadan aşağıya iniyor etrafa bakıyor, ihtiyarı göremiyor. Yolcular da bakınıyor ihtiyarı göremiyorlar. Muavin, şoföre, “ağabey, ihtiyar yok yola devam edelim” diyor yolcular da devam diye bağırıyorlar. Şoförden ses çıkmıyor. Hareket etmiyor. Bunun üzerine direksiyona koşuyorlar ve şoförün abranın fenleri bağlayarak durduktan sonra direksiyon başında öldüğünü görüyorlar. Herkes heyecana kapılıyor. Kimi ihtiyarı arıyor, kimi hayatlarının kurtulduğuna şaşıyor şoförün o yokuşta ölmesi mukaddermiş; eğer İdareci Varlıklar o ihtiyarı yollamamış olsalardı, yolcuların hali ne olurdu?”

Yüksek Mühendis N:U:’nun başından geçen ışınlama olayı ise, zamanda yapılan paranormal bir yolculuğu kapsaması bakımından çok ilginçtir. N.U., Kurtuluş Savaşı sırasında,Afyon’a bağlı Sandıklı köyü civarındaki bir askeri köprü inşaatında çalışmaktadır. Bir Cuma günü çocukluğundan beri hiç kaçırmadığı Cuma Namazına yetişmek üzere yakınlardaki bir köye gidecekken, elinde olmayan bazı sebeplerden ötürü gecikir. Atına atlayıp yola koyulduğunda, vaktin iyice geçtiğini anlar ve telaşa kapılır. Vakti bilmesine imkân yoktur, çünkü yola çıktığı sırada saati durmuştur! Atını mahmuzlamasına rağmen, atın süratini arttırmadığını görür. Güneş iyice ufka doğru ilerlemiş, N.U.da namaza yetişme ümidini iyice kaybetmiştir. O kadar yolu kat ettikten sonra hiç olmasa köyde biraz dinlenmek üzere yola devam eder. Köy göründüğünde ezan sesi gelmektedir. Bunun ancak ikindi ezanı olabileceğini düşünen N.U. köy camisinin hizasına geldiğinde, yaşlı bir kişiye saati sorar. On ikiyi birkaç dakika geçtiğini öğrenince şaşırır. Hayretle gökyüzüne bakar: Yoldayken ufka aklamış olan Güneşin henüz tepede olduğunu görünce iyice şaşkınlığa düşer! Dahası inşat yerine döndüğünde, oradaki arkadaşları kendisinin öğle üzeri ayrıldığını söylerler.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Atatürk Hakkında Bilinmeyen Gerçekler

Paranormal tezahürlerin, özellikle de kehanetlerin, hayatında önemli bir yer teşkil ettiğini gördüğümüz Atatürk’ün bir keresinde de spiritolojik bir deneye katıldığını, çeşitli kaynaklardan öğrenmekteyiz: 21 Şubat 1924 gecesi, Atatürk’ün yanı sıra Kazım Karabekir, Maraşal Fevzi Çakma, Ali Fuad, Fevzi ve Cevad Paşaların da bulunduğu bir akşam yemeğinden sonra, Kazım Karabekir’in teklifi üzerine, bir ruhsal irtibat celsesi yapmaya karar verirler. Salonda bulunan çivisiz bir yuvarlak masanın çevresinde toplandıktan sonra, parmak uçlarıyla masaya temas ederler, masa kendiliğinden harekete geçer. Bunu bir işaret olarak kabul eden Karabekir, kimin ruhunu çağıracaklarını sorar: Atatürk’te Abdülhamit’in çağrılmasını ister.Celse operatörlüğünü yürüten Karabekir, sultan Hamid’in ruhunu davet eder ve masa tek rar harekete geçer. Temas kuran varlığa ilk önce ne yaptığını sorarlar ve ıstırap çektiğini öğrenirler. Daha sonra Cevad Paşa Fevzi Paşanın para çantasında ne kadar para olduğunun sorulmasını ister. Fevzi Paşa çantasının içinde ne kadar para olduğunu bilmemektedir. Gelen cevapta Paşanın cebinde tam 35 lira olduğu belirtilir ve cüzdanını çıkaran Fevzi Paşa hayretler içinde parasının kuruşu kuruşuna 35 lira kadar olduğunu görür. Daha sonra Enver Paşanın ruhu çağrılır ve Karabekir “geldinse işaret ver” der demez müthiş bir gürültüyle yerinden fırlayan masa yuvarlanarak salondan dışarıya çıkar. Celsede bulunup da ruhlarla irtibata inanmayanlar, şaşırıp kalmışlardır.

Hayatı boyunca bazen Atatürk’ün kendisi gelecekteki olaylar, bazen de başkaları Atatürk’ün yakın ve uzak geleceği hakkında ilginç kehanetlerde bulunmuşlardır.

Atatürk daha 1931 yılında,2. Dünya Savaşının patlamasının yakın olduğunu söylemiş ve bu konudaki düşüncelerini General McArthur’a şöyle anlatmıştı: “ Versay anlaşması, Birinci Dünya Savaşına yol açan nedenlerden hiç birini ortadan kaldırmadı. Tersine rakipler arasındaki uçurumu büsbütün derinleştirdi. Şimdi içinde yaşadığımız barış dönemi, sadece bir ateşkesten ibarettir. Bence dün olduğu gibi yarın da Avrupa’nın geleceği, Almanya’nın alacağı tavra bağlıdır. Fevkalade bir dinamizme sahip olan 70 milyonluk çalışkan ve disiplinli millet, üstelik ihtiraslarını kamçılayacak siyasi bir akıma kendini kaptırdı mı, er geç Versay Anlaşmasını tasfiyeye girişecektir.”

Atatürk bu sözleri söylerken, Hitler henüz Almanya’da iktidarı ele geçirmemişti. Ne var ki, Atatürk Almanya için böyle bir tehlikenin varlığını görmüş, Alman halkının milliyetçi duygularını ırkçılıkla körükleyen Hitler faşizminin “Avrupa Kıtasını hemen işgal edebilecek bir orduyu kısa zamanda kuracağını” beyan etmişti. General McArthur’a göre, savaşın 1940–45 yılları arasında çıkacağını söyleyen Atatürk, Almanya’nın ancak Amerika’nın savaşa katılmasıyla yenileceğini ifade etmişti. Atatürk hayatının sonlarına doğru da şöyle diyordu:“ Bir dünya savaşı yakındır. Bu savaş sonucundan dünyanın durumu ve dengesi baştanbaşa bozulacaktır.”

Atatürk aynı şekilde Musolini’nin geleceği hakkında da ilginç açıklamalar yapmıştı: “ Mussolini bir maceraperesttir. Milleti bir uçuruma sürüklemektedir. Her tarafa saldırıyor. Beni Roma’ya davet etti. Antalya’da görüşelim cevabını verdim. Bu adam yüzünden çok şımarmış olan bir millete ders vermeyi çok isterdim, lakin yakında bir küçük millet onlara layık olduğu dersi verecektir. Ve şunu da hatırlatırı ki bir gün gelecek, Mussolini’yi kendi milleti linç edecektir…” Kehanetler aynen gerçekleşti.

Atatürk, Kurtuluş Savaşından çok önce, İttihatçıların Trakya’da 1907de yaptıkları bir toplantı sırasında, bir Türkiye haritası çizmişti. Orada bulunanların anlattıklarına göre, o zaman hiçbir anlam veremedikleri bu harita, gelecekte, gene Atatürk’ün kuracağı Türkiye Cumhuriyetinin haritası olacaktı. Haritada bugünkü sınırlarımıza uymayan tek bir fark vardı: Atarük bizden ayrılmasını gönlünün bir türlü razı olamadığı Kerkük’ü de Türkiye topraklarına katmıştı.

Atatürk’ün haberci rüya denilen türden, yıllar sonra yaşayacağı bir sahneyi aynen gördüğü kehanet mahiyetindeki bir rüyasını Dr. Reşit Galip’ten öğrenmekteyiz:“ Mustafa Kemal Ankara’ya geldikten bir süre sonra ilginç bir rüya görmüştü. Rüyasını ertesi gün bana söyle anlattı: rüyamda bana “paşam İnönü’den ne haber?” diye sordunuz. Ben de “vaziyet kritiktir” cevabını verdim. “ Kritik nedir? Anlamadım” dediniz. “bunun cevabını size on beş dakikaya kadar veririm” diyerek odama çekildim. “ Mustafa Kemal bana rüyasını anlattığında düşman henüz İzmir’e çıkmamış ve saldırılarına başlamıştı. İnönü mevkide önem kazanmış değildi. Aradan yıllar geçti. Birinci İnönü Zaferini kazandık ve nihayet İkinci İnönü savaşı başladı. Henüz bu ikinci savaşın neticesinin alınmadığı tehlikeli günlerden biriydi. Mustafa Kemal’in arabası Millet Meclisi’nin önünde durdu. Hemen yanına koşarak telaş ve endişe içinde “Paşam, İnönü’den ne haber ?” diye sordum.Aynen şu cevabı verdi “vaziyet kritiktir” o zaman ben “ kritik nedir? Anlamadım ki” dedim. Mustafa Kemal “ sana bunun cevabını on beş dakikaya kadar veririm” sonra gülümsedi: “ hani Ankara’ya geldikten biraz sonra ben bir rüya görmüştüm, hatırladın mı?” Hafızamı yoklayarak rüyasını anlattım. Gülerek “işte” dedi “rüya aynile vakidir. Ben İsmet’i tanırım. Göreceksin on beş dakikaya varmadan kendisinden muzafferiyet haberi alacağız”. Gerçekten de beş dakika geçmeden bir telgraf gelmiş ve ikinci İnönü savaşının da zaferle sonuçlandığını öğrenmişlerdi.

Atatürk hakkındaki kehanetlere gelince, bunlardan en ilginci kuşkusuz, kendisinin el falına bakan bir bedevinin söyledikleriydi. Mustafa Kemal arkadaşlarıyla birlikte Bingazi’ye gidiyordu: Trablusgarp Savaşına katılacaklardı. Yolda bir bedeviye rastladılar. Bedevi el falından çok iyi anladığını söyleyerek, genç subayların fallarına bakmayı teklif etti. Hepsi avuçlarını gösterdiler, talihlerini öğrenmek istediler. Sıra Mustafa Kemal’e gelmişti. O, ya fala inanmıyor yahut bir bedevinin kehanetine itimat etmiyordu. Bununla beraber, arkadaşlarının ısrarlarına dayanamadı, elini uzattı. Sarışın subayın yumuşak ellerini sert avuçlarına alan bedevi, bu elin çizgilerine bakar bakmaz yerine fırladı, ayağa kalktı ve büyük bir heyecanla “ sen padişah olacaksın” diye bağırdı, “ padişah olacaksın ve 15 yıl hüküm süreceksin!”. Gülüştüler ve bedeviyi bırakıp yollarına devam ettiler. Aradan yıllar geçti, Mustafa Kemal, Türkiye devletinin Cumhurbaşkanı oldu. Cumhuriyetin on dördüncü yılında hastalandı. Karaciğerinin şiştiğini görenler “içme Paşam” diye yalvardıkları zaman, Atatürk Bingazi yollarındaki falcı bedeviyi hatırlayarak güldü ve “Arap vaktiyle söylemişti” dedi, “ bizim padişahlık nasılsa on beş yıl sürecek” ve ilave etti, “hesapça bu son senemizdir.”. Yıl, 1938 idi…

Uçakların ilk deneme ve gelişme dönemleriydi. Fransa’da yapılan bir uçak gösterisine, birçok ulusun temsilcileri arasında, Osmanlı Ataşesi olarak Mustafa Kemal de katılmıştı. Gösteriyi izleyenler sırasıyla uçağa bindirilerek gezdiriliyordu. Sıra Mustafa Kemal’e geldiğinde, gösteride bulunan ve genç ataşenin komutanı olan şahıs, birden endişeye kapılarak Mustafa Kemal’in uçağa binmesine engel oldu. Öteki temsilcilerle uçmaya başlayan uçak, kısa bir süre sonra düştü ve içindekilerden hiçbirinin sağ kalmadığı görüldü.

1929 yılında bir Hintli Mihrace, Atatürk’ü Pera Palastaki 101no’lu odasında ziyaret etmişti. Kimliği ve ziyaret nedeni günümüze kadar sır olarak kalan Mihracenin, Atatürk’e sunduğu bir hediyenin kendisinde de bir sır gizliydi. Bu hediye altın sırma işli, Hint işi bir ipek seccadeydi. Seccadenin üzerindeki desende, bir şamdanın asılı olduğu diz bir kemeri, her kemerin iki yanında birer güvercinin bulunduğu beş kubbeli bir diğer kemerin çevrelediği görülüyordu. Bu bordür motifi fillerden oluşuyordu. Desenin en ilginç unsuru ise, her iki kemerin arsındaki, dal kıvrımı ve gül motifleriyle süslü boşlukta yer alan, Romen rakamlı bir saat kadranıydı. Bu saat 09.08’i gösteriyordu.

Esrarengiz Mihracenin ziyaretinden 9 yıl sonra, Atatürk hepimizin bildiği gibi seccadede ilenmiş olan saatte, fakat 3 dakika farkla 9’u 5 geçe vefat etmişti. O zaman anlaşıldı ki, ipek seccade bir kehanet mesajı taşımaktaydı.

Seccade üzerindeki kadranın, çifte anlamlı olması ihtimali de mevcuttur. Bu disk on iki bölümüyle, Burçlar Kuşağını da temsil edebilir. Ancak ne yazık ki, taşıyabileceği astrolojik anlamlar bakımından henüz etüt edilmiş değildir. Çünkü muhtemeldir ki bu muamma dolu disk’in bu açıdan da etüt edilmesi halinde, birçok ilginç sonuçlara ulaşılabilir. Bu seccade halen İstanbul’daki Pera Palas Otelinin Atatürk Odası’nda bulunmaktadır.

Yukarıdaki olayda da görüldüğü üzere, Atatürk’ün hayatında, kehanetlerin yanı sıra “9” rakamının da kendine özgü ve önemli bir yeri olmuştur. Örneğin, Atatürk’ün doğum yılı olan 1881 rakamı, 9 rakamıyla birçok ilişkiler göstermektedir.

1+8+8+1=18=2*9 / 1+8=9,8+1=9 / 18=2*9,81=9*9 / 18+81=99

Atatürk’ün hayatında önemli bir yer tutan ve 9 rakamını vurgulandığı diğer tarihleri kısaca şöyle sıralayabiliriz:

1899:Atatürk, İstanbul Harp Okuluna girdi.

Mezuniyetinde aldığı diplomanın numarası, 5998di;

22–9–1909: İttihat ve terakkinin yıllık toplantısına Trablus delegesi olarak katıldı.

19–5–1919: vatanı kurtarmak için Samsuna ayakbastı.

4–9–1919: 13 ilden gelen 33 delegeyle açtığı Sivas Kongresinde Anadolu ve Rumeli Müdafai Hukuk Cemiyeti Heyeti Temsiliyesini kurdu.

19–19–1919: Erzurum Mebus adaylığını kabul etti;

19–9–1021: TBMM tarafından kendisini Gazi ünvanı verildi ve 40 yaşındayken Mareşalliğe(müşirliğe)terfi ettirildi.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün nüfus cüzdanı numarası da, 993814-B’di.

Bu sayı dizisindeki 938 rakamı, Atatürk’ün ölüm yılını ve geri kalan 914 de 9u 14 geçe ölüm saatinin yakın bir benzerini vermektedir.Öte yandan Atatürk’ün yaşamında daha böylesine çok sayıda eş zamandaş sayı dizileri vardır. Bunlar, gerçekte Yüksek İlahi Mekanizmanın olayları nasıl bir düzen ve ahenk içinde tertip ettiğinin bir diğer kanıt biçimidir de. Bu türlü eşzamandaş anlamlı tesadüfler dizilerini sizlerde yaşamınızda gözlemleyebilirsiniz.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Anlamlı Tesadüfler ve Olağanüstü Örnekler

C.G.Jung, “synchronicity” prensibiyle açıklamaya çalıştığı “anlamlı tesadüfler” olgusuna karşı hayatı boyunca bir ilgi duymuş ve sürekli olarak araştırmıştı. Jung’un bu konuya ilişkin olarak vardığı sonuçları şu şekilde özetleyebiliriz:

1- Anlamlı tesadüfler, “şans eseri” meydana gelmesi imkânsız olan ve anlamlı bir şekilde bağlantılandırılabilen rastlantılardır.

2- Anlamlı tesadüfler, nedensel bir açıklamadan yoksundurlar

3- Anlamlı tesadüfler, arşetipik bir temele dayanırlar.

4-Anlamlı tesadüfler, çoğunlukla günlük hayatta ortaya çıkarlar

Günümüzde parapsikolojinin ilginç bir aştırma sahasını oluşturan anlamlı tesadüflerin en çok rastlanılan türü kişilerin hayatında belirli bir unsurun, örneğin bir rakamın sürekli olarak ortaya çıkması ve kendini sanki bir Nişantaşı gibi hissettirmesidir. Chicago Üniversitesi Hukuk Fakültesinden Prof. Hans Zeisl, işte böyle bir anlamalı tesadüfler zincirini 23 rakamına ilişkin olarak ailece nasıl yaşadıklarını şöyle anlatır:“ Büyükannemle dedemin, annemin ve benim oturduğumuz evlerle büronum numarası hep 23’tü. Bir gün, Montecarlo’ya giden annem, rulette 23 numaraya oynamış ve ikinci denemede kazanmıştı. O sırada da, hem annem hem dedem İlya Ehremburg’un yeni çıkan bir romanını okuyorduk: kitapta rulette 23 numara üzerine oynayıp kazanan bir şahıstan bahsediliyordu”

Ülkemizde ise 18 Kasım 1980 tarihli gazetelerde, aynı türden bir anlamlı tesadüfler dizisini bu kez, 7 rakamına ilişkin olarak Orgeneral Evrenin yaşadığı açıklanıyordu. Orgeneral Evren bu konuda şunları söylemişti:“ 1917 yılının Kadir gecesi doğmuşum. Bunu ailemden öğrendim. Daha sonra Diyanet İşleri Başkanlığından doğduğum günün 1917 yılının 7.aynın 7. gününe geldiğini öğrendim. 17 yaşında askeri liseye girdim. Evlenme tarihim 27 Mayıs. 17. Genelkurmay Başkanıyım. Aldığım evin numarası 17, telefon numaramda da 7 var. Evlenme aşım 27dir. 7 Mayısta da Genelkurmay Başkanı oldum. 27 Mayısta Albaydım. Babamın ölümü 7 Mayıs 1957, büyük abimin ölümü 27 Ağustos. Takım Komutanlığım 57. ve 7. Batarya. Alay komutanlığım ise 227. alaydır. Büyük kızımın düğünü 17 Ekimde olmuştur. 12 Eylül harekâtı da Cumhuriyetimizin 57. yılına tesadüf etti. Galiba ölümüm de yedili bir rakam olacak.

Üzerinde durulması gereken bir husus hem 23 hem de 7 rakamlarının, derin anlamları olup arşetipik rakamlar olmalarıdır.

Aşağıdaki tren kazaları dizisi anlamlı tesadüfler olayı için çok belirgin bir örnektir. Bu kazalar bir arada ve bir ay içerisinde buluşmak için sözleşmiş gibidirler. İşte bu bir araya getirme işlemi, yeryüzü olaylarını tanzim ve tertip eden Yönetici Ruhsal Planlarının bir kanıt faaliyetinden ibarettir. Onlar sade olması mukadder hale gelmiş bu olayları bir ay içerisinde toplamışlar ve tasarruf güçleri hakkında bir kanıt vermişlerdir. Olaylar şunlardır:

3-Ocak–1979, Feneryolu tren kazası 4-Ocak–1979, Eskişehir- Polatlı arası önlenen kaza4-Ocak- 1979, Esenkent tren kazası9-Ocak–1979, Behiçbey tren kazası9-Ocak–1979,Gebze tren kazası14-Ocak–1979,Kars tren kazası22-Ocak–1979, Kayseri tren kazası31-Ocak–1979, Haydarypaşa önlenen tren kazası

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Anadolu’nun Geçmiş Devirlerinde Devler

Eski Ahit/ Tekvin:6/4 “Allah oğulları insan kızlarına vardıkları ve bu kızlar onara çocuk doğurdukları zaman, o günlerde hem de ondan sonra yeryüzünde Nefilim (devler)vardı; bunlar eski zamandan zorbalar, şöhretli adamlardı”

Meksika, Pedro de Los, Rios’daki Elyazması Metinden “dünyanın yaratılmasından 4008 yıl sonra meydana gelen tufandan önce, Anahuac ülkesinde, dev bir ırk olan Tzocuillixeco yaşıyordu; bunlardan birinin adı xelua idi…”

Dzyan Kitabı, bölüm 2, kıta-XI “onlar(Atlantisliler) bedenlerinin cesametinde olan, dokuz “yati”(8m.) yüksekliğinde devasa heykeller inşa ettiler.”

Görüldüğü üzere birçok kadim kaynakta söz edilen dev insanların Anadolu’da da yaşamış olabileceğini gösteren birçok kanıt mevcuttur. Bunların en ilgincine kukusuz, 7 Temmuz 1937 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan, Bahri Turgut Okaygün’ün hazırladığı Büyük Memleket Röportajlarının 15.bölümü olan “Şarkı Anadolu’da Köyler ve Köylüler” başlıklı yazıda rastlıyoruz: “Mardin’deki Hasan Keyif tarihi surlarının kapıları geceleri hala bir buçuk metre uzunluğunda muazzam bir anahtarla kilitlenir. Bütün şehir harabeleri ve ekseriyetle sarayların, muhteşem bine ve abidelerin üst kısmı yıkılmış, ikinci kat ve alt taraf sağlamdır bir köylü izinsiz bir ev yaptırmak istemiş, beş on kazma darbesinden sonra bir kubbeye rastlamış ve delerek içeri girmiş. Burada, temin edildiğine göre, bir soba cesametinde büyük bir insan kafasına rast gelinmiş. İskelet mübağalalı bir büyüklükte ve ırarla iddia edildiğine bakılırsa boyu üç metreyi geçiyormuş. Köylü bir hayaletle karşılaşınca kahramanlık yapayım diye, o bulunmaz kafayı kazma ile kırmaya başlamış, sonra farkına varılmış parçalar, toplattırılarak bacak kemikleri ile beraber Maarif Vekâletine gönderilmiştir. Tarih asarı atika ve müstehaseler faslında bir eşine daha tesadüf edilmeyen bu devasa insan iskeletinin akıbetini tahkik ve tamik Ankara’daki arkadaşlara aittir. Bu köylünün kazısında bir hayli de kıymetli eşya bulunmuştur. Yer müsait olsaydı size bu hususta bazı acıklı misaller verebilirdim.”

Yıllar sonra 15 Ekim 1969 tarihli gazetelerde, gene dev insanların mevcudiyetini ima eden belirtilerin bulunduğuna ilişkin bir haber daha çıkmıştı: “Salihli’de bir yanardağın eteğinde, İ.Ö.2000 yılında yaşamış insanların ayak izleri bulundu. Salihli Demirkööprü Barajının yakınında bulunan, Nebiler köyünün yanındaki sönmüş yanardağda İ.Ö.2000 yılında yaşamış insanların ayaz izleri bulunmuştur. 49 numara ayakkabı büyüklüğünde izleri taşıyan kalıplar derhal tetkik edilmek üzere Ankara’ya sevk edilmiştir.”

Dev ayak izlerine ait bir diğer haber de,18 Temmuz 1969 günkü gazetelerde yayımlandı: “ Kelkit’te eski insanlara ait, 50-60cm. Uzunluğunda ayaz ileri bulundu. Gümüşhane’nin Kelkit ilçesine bağlı Gümüşözü köyü yakınlarındaki bir dağlık alanda eski çağlara ait olduğu sanılan insanların ayaz izlerine rastlanmıştır. Yetkililer yapılan ilk belirlemelerde, Gümüşözü civarındaki kayalarda,50-60cm. Uzunluğunda insan ayağı izine rastlandığını belirterek, kesin sonucun bölgeye gönderilecek teknik heyetin incelemesinden sona anlaşılacağını bildirmişlerdir.”

Bunlardan başka Türkiye’nin çeşitli yerlerinde dev mezarlar bulunmaktadır. İstanbul, Beykoz’da Yalıköyü Mescidinin köşesinden ve Gazi Yunus Sokağına gidilen Gazi Yunus Mezarlında, yaklaşık8.5 m. Boyunda 3m. Eninde ve baş kısmı 2m.yüksekliğinde olan bir sanduka bulunaktadır. Üstü toprakla doldurulmuş olan sandukanın ortasında üç büyük çam ağacı, taflan ve defne ağacı vardır. Çorum’un Hıdırlı semtinde ise, Yusuf Bahri Türbesinin yanında, son derece güçlü ve iri yapılı bir şahıs olduğu söylenen Çelebi Gazinin yattığı bir mezar vardır:1.5m. Genişliğinde, baş tarafı 2.5m. Yüksekliğinde olan bu mezarın boyu, 10m.yi bulmaktadır! Herodot tarihinde de komşu ülkelerden Yunanistan’daki Mora Yarımadasında vaktiyle 3,5 metre uzunluğunda bir dev mezarın bulunduğu ve açıldığında içinden, tabut kadar büyük bir cesedin çıktığı yazılıdır.

Anadolu’da geçmiş devirlerde yaşamış olduğuna inanılan dev insanlarla ilgili tradisyonlar oldukça yaygındır. Naima tarihinde, Bergama Kalesini yaptıran Nemrut Cebbarın bir dev olduğu ve kalenin tepesinden eğilmek suretiyle Bergama Çayından su içtiği yazılıdır. Kütahya Kalesini de “boyları minare gibi olan” devlerin yaptığı söylenmektedir. Kütahya ile Yoncalıdaki Nemrut Kayaları arasında dizilen bu devlerin söktükleri devasa kaya parçalarını birbirlerine aktarmak suretiyle Kütahya Kalesini inşa etmeye başladıklarına, fakat devlerin başkanının üç yüz yaşındaki oğlunun ölmesi üzerine bu inşaatı yarım bıraktıklarına inanılır. Ayrıca Konya’da yer alan Suğla gölünün bağlı olduğu yer altı akıntılarının, bir zamanlar bir dev tarafından tıkandığı ve böylece devin düşmanlarına ait toprakları da suların bastığı anlatılmaktadır.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Bursa ve Uludağ’daki Şaşırtıcı Sırlar

Bursa’nın 36 km kadar güneybatısında yer alan ve Paul Lucas’ın Agarta’dan gelen dervişlerle karşılaştığı Uludağ, zaman zaman gizemli olaylara sahne olur. İngiliz Daily Chronicle gazetesinin 30 Temmuz 1889 tarihli sayısında, İstanbul’daki bir gazetecinin, Uludağ’da meydana gelen muamma dolu bir kaybolma olayına ilişkin bir haber yer alıyordu:

Bay Macmillan’ın kaderi, sanki bir gizem perdesiyle örtülüdür. Olay kısaca şöyle cereyan etmiştir: Ünlü yayıncı Macmillan’ın oğullarından biri olan Bay Macmillan, bir geziye katılarak üç hafta önce kadar İstanbul’a gelmişti. Ayın 11 inde buradaki konsolosluğun sekreterlerinden biri olan Bay Hardinge’le birlikte Bursa’ya gitti. 13 ünde bir yardımcıyla birlikte at sırtında Uludağ’a tırmanmaya başladılar. Dağdaki ikinci düzlüğe çıktıklarında, atlarından indiler ve öğle yemeklerini yedikten sonra yardımcılarını atlarının başında bırakarak yürüyerek tepeye çıkmaz üzere yola koyuldular. Dağda biri diğerinden daha yüksek olan iki zirve vardır. Bir süre tırmandıktan sonra, ikiye ayrıldılar ve Bay Hardinge yüksek zirveye yönelirken, Bay Macmillan da arkadaşını daha sonra izlemek üzere ötekine tırmanmaya başladı. Zirveye ulaşan Bay Hardinge, Bay Macmillan’ı aşağıdaki tepede gördü ve mendilini sallayarak ona işaret verdi. Bay Macmillan tepeden inmeye başladı.Ve son kez görüldüğünde inişi hemen hemen yarılamıştı. Arkadaşının yanına gelmediğini gören Bay Hardinge, aşağıya inerek onu son kez görmüş olduğu yere gitti. Bay Macmillan’dan eser yoktu. Bay Hardinge ile yardımcısı, kendisini her yanda aradıktan sonra bulamayınca, Bursa’ya dönerek Tarabya’daki İngiliz Konsolosluğuna, Bay Macmillan’ı tuhaf bir şekilde ortadan kaybolduğunu haber veren bir telgraf çektiler. Bay Macmillan’ın İngiltere’deki akrabaları, haberi öğrenince kendisinin bulunması için hiçbir masraftan kaçınılmamasını bildirdiler.Konsolosluğun tercümanı olan Bay Block, arama ekipleri oluşturarak yetmiş kişiyi çeşitli yönlerde seferber etti ve Bay Macmillan’ı canlı halde bulacak olan kişiye 500 Sterlin, cesedini bulacak olan da 25 Sterlin tutarında ödül vereceğini açıkladı. Arama faaliyetine toplam iki yüz kişi katıldı. Ne var ki, hiçbir sonuç alınamadı. Uludağ yolcularının yanındaki yardımcı ise, her an için, Bay Macmillan’ı işitebilecek bir mesafede bulunduğunu ve kendisini son gördüğünde, tepenin yarısına kadar inmiş olduğunu söylemektedir. Bay Mamillan’ın kaderi hakkında çeşitli tahminler yürütülmektedir. Uludağ çevresinde herhangi bir yolcuyu gözünü kırpmadan öldürebilecek ya da kaçırabilecek olan Çerkez ya da başka kökenli birçok kişi yaşamaktadır. Fakat bunlar ilerini bilen kişilerdir; onu canlı olarak ellerinde tutsalardı isteyecekleri fidyeyi şimdiye kadar çoktan bildirmiş olurlardı. Öldürülmüş olması dâhilinde de, katiller “cesedi bulduklarını” öne sürerek 25 sterlin tutarındaki ödülü isteyeceklerdi. Rehberler ise, Uludağ’da bir yolcunun içine düşebileceği hiçbir yarığın bulunmadığını belirtmektedirler. Böyle bir şey olsaydı dahi, Bay Macmillan’ın cesedinin, arama ekiplerince çoktan bulunmuş olması gerekirdi.

Macmillan hiç bir zaman bulunamadı ve kendini örten gizem perdesi de aralanamadan öylece kaldı. Macmillan’ın tuhaf bir şekilde ortadan kaybolmasından 48 yıl sonra, Uludağ’da buken ayılar tarafında evlat edinilen çocukların en son örneği olan bir “ayı kız” yakalandı. 1937 yılında Uludağ’ın yamaçlarında avlanmakta olan bir grup avcı, bir dişi ayıyı vurmuşlardı. Aniden ayının ininden fırlayan, güçlü kuvvetli ufak tefek bir yaratık, şaşkınlık içindeki avcılara saldırdı. Bu garip yaratığı etkisiz hale getirdiklerinde, hayretler içinde onun Homo Spiens Ferus, vahşi beşer türünden bir ayı kız olduğunu gördüler. 16 yaşlarındaki vahşi çocuk, bir ayıyı andırıyor ve aynen bir ayı gibi homurdanıyordu. Davranışları da ayılarınkine oldukça benziyordu. Daha sonra Bursa’daki akıl hastanesine teslim edilen ayı kız, beşeri hayata alıştırılmak üzere özel bir bakım altına alınmıştı.

Uludağ’la ilgili olarak yakın zamanlarda tanık olunan bir diğer gizemli olay da, dağın üzerinde işitilen bir dizi garip patlamaya ilişkindir. 1979 yılında Temmuz ayının son günlerinden Eylül ortalarına kadar, Uludağ’da gök gürültüsüne benzere patlama sesleri duyulmuş ve aynı zamanda, depremi andıran güçlü sarsıntılar hissedilmişti. Uludağ sırrını bu kez de açmadı ve patlamaların mahiyeti anlaşılamadı.

1952 yılında Uludağ’ın güney yamaçlarından Orhaneli’ne doğru aklaşan iki ufonun görüldüğü UFO gözlemi ile Agartalı devrisin Bursa’da ortaya çıkışını hatırladığımızda, Uludağın gerçekten de farklı mahiyetlerde olan bu gizemli fenomenlerin hepsini irtibatlandırabilecek olan bir takın sırlar taşıyıp taşımadığı sorusu aklımıza takılmaktadır. Uludağ’ın bu adı almazdan önce taşıdığı isimler de çok ilginçtir. Klasik Çağdaki adı Olimpostu; yani tanrıların ikamet ettiği bir dağ olarak biliniyordu. Daha sonra Türkler Anadolu’ya geldiklerinde, inzivaya çekilmiş rahiplere yurt olan bu dağa, Keşiş Dağı demişlerdir. Uludağ 14. y.y.dan itibaren de Türk Dervişlerine mesken olmuştu. Görülüyor ki Uludağ hangi uygarlığın sınırları içinde kalmışsa o kültüre özgü inisiyatik faaliyetler için bir odak noktası oluşturmuştur.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Anadolu’da Yağan Göksel Yiyecekler

Zaman zaman dünyanın çeşitli yerlerinde, kurbağalardan jelatimsi maddelere kadar değişik türden birçok nesnenin gökten yağmur gibi indiği görülmüştür. Nitekim 16 Haziran 1969 tarihinde, İstanbul’un Kâğıthane semtinde, sağanak şeklindeki yağmurla birlikte kurbağa yağmıştı.

Kuşkusuz bunların en ilginci, yenilebilir cinsten olan, besin niteliği gösteren maddelerin yağışına ilişkin vakalardır. Bu tür yenilebilir madde yağmuru olaylarının en eski ve en tanınmış örneğine, Eski Ahitte rastlarız:

Çıkış:16 / 4, 5 “Ve Rab Musa’ya dedi: İşte ben sizin için gökten ekmek yağdıracağım ve benim şeraitimde yürüyecekler mi yoksa değimli, onları imtihan edeyim diye, kavım her gün çıkıp bir günlük devşirecekler. Ve vaki olacak ki, altıncı günde, getirdiklerini hazırlayacaklar ve her gün devşirdiklerinin iki katı olacak.”

Çıkış:16 / 13, 15 “Ve vaki oldu ki, akşamleyin bıldırcınlar çıkıp ordugâhı kapladılar ve sabahleyin ordugâhın etrafına çiğ düşmüştü. Ve düşmüş olan çiğ kalkınca, işte, çölün yüzünde, toprağın üzerinde, kırağı gibi küçük yuvarlak bir şey vardı. Ve İsrailoğulları görüp birbirine dediler: bu nedir? Çünkü o nedir bilmediler. Ve Musa onlara dedi: bu Rabbin yemek için size verdiği ekmektir.”

Çıkış:16 / 31 – 36” Ve İsrail evi onun adını mana koydular ve o kişniş tohumu gibi beyaz ve lezzetli ballı yufka gibi idi. Ve Musa dedi: Rab'bin emrettiği şey budur: Mısır diyarından sizi çıkardığım zaman, çölde size verdiğim ekmeği görsünler diye nesiller için ondan bir omer dolusu saklanılsın. Ve Musa Harun’a dedi: bir testi al ve içine bir omer dolusu manna koy ve nesilleriniz için saklanılmak üzere onu Rabbin huzuruna koy. Ve Rabbin Musa’ya emrettiği gibi saklanılmak üzere Harun onu Şehadetin önüne koydu. Ve İsrailoğulları ahalisi olan bir diyara gelinceye kadar, kırk sene mana yediler. Keman diyarı hududuna gelinceye kadar mana yediler.”

Batıların Eski Ahitteki adıyla mana dedikleri bu tür maddelerin, Anadolu’da sık sık yağdığı görülmekte ve halk arasında genellikle “kutsal helva” diye bilinmektedir. Çeşitli görünümlerde ve tatlarda olabilen mannanın, Suriye, Irak ve İran’da da yağdığına tanık olunmuştur.

19.yy.ın ünlü gizemli olaylar araştırmacısı Charles Fort, “Lanetlenmişlerin Kitabı” adı kitabında, 1841-1846 yıllarında, Anadolu’ya manna yağdığını belgelemiştir. 1946 yılındaki mana yağmuruna, M.J. Teesdale’in Science and Gossip(3–229)dergisinde yayımlanmış olan bir yazısında da değinilmektedir.Teesdale’e göre,1946 yılında Anadolu’daki bir kılık sırasında, birkaç kez mana yağdığı görülmüştür. Üstelik bir keresinden kutsal helva yağmuru, birkaç gün hiç kesilmeden sürmüştür. Charles Fort, 1883 yılında bu kez İstanbul’da tanık olunan bir diğer vakayı da yayımlamıştı: “London Times 25 Aralık 1883: Bit Türk gazetesinde öğrenildiğine göre, 25 Aralık 1883 tarihinde, Üsküdar’da bilinmeyen bir madde olarak tanımlanan bir maddenin kar gibi tanecikler ya da ince tabakalar halinde yağdığı gözlemlendi. Tuzlu bir tadı olan söz konusu maddenin, suda hemen eridiği görüldü.”

İngiliz bilim dergisi Nature’ın Ocak 1891 tarihli sayısında, Anadolu’da yenilebilir türeden “liken” yağmurunun meydana geldiği belirtilmektedir. Bilim adamlarının liken dedikleri maddeden ekmek yapılmış ve oldukça güzel bir tadı olduğu görülmüştür. Yakın zamanlarda tanık olunan bir kutsak helva yağmuru vakasını da 24 Haziran 1965 tarihli gazetelerden öğreniyoruz:

Mardin’in Cizre ilçesinin Cudi Dağı yakınlarında bulunan Kivah ormanlarının 50km.lik sahasında, üç günden beri çok miktarda kutsal helva yağmaktadır. Meşe yaprağının üzerine tozşekeri halinde yağan kutsal helvayı köylüler toplayarak satmaktadırlar. Kutsal helvanın kilosu Cizre’de 350 kuruş, Mardin’de beş liradır. Şeker gibi tatlı olan kutsal helva, büyük rağbet görmektedir. Köylüler geceleyin Cudi dağının üzerinden kayan beyaz bulutların ormanlığı üzerinden geçişi sırasında helvanın toz halinde yağdığını söylemektedirler.” Bu olayla Cudi dağının yakın ilişkisi, üzerinde durulması gereken bir husustur.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Yüksekten Düşenlerin Mucizevi Kurtuluşları

Duruişiti ve kehanet bahislerinde geçen iki ayrı vakada görüldüğü gibi, beşerler, Hami Varlıklar tarafından sürekli bir gözetim ve himaye altında tutulmaktadırlar. Bu İlahi himayenin, özellikle, spatyomdan tertemiz varlıklar olarak fizik plana inen bebekler ve belirli bir yaşa kadar da çocuklar üzerinde yoğunlaştığını ve zaman zaman birer mucize olarak nitelendirebileceğimiz olaylar şeklinde tezahür etiğini görüyoruz. Doğal olarak ölümle ya da en azından ağır yaralanmayla sonuçlanması gereken bazı kazalardan burnu dahi kanamadan kurtulan çocuklara sık sık rastlanmaktadır. Yakın bir tarihte İstanbul Boğaz Köprüsünün girişinde, otoyolun yanındaki dik yamaçtan aşağıya doru yuvarlanan bir otomobildeki bebeğin açık camdan fırlayarak yamacın başındaki çalılara takılıp kazadan sapasağlam çıktığını gazetelerden hatırlarız.

Çocuklara yönelik İlahi himayenin en çapıcı örneklerini, kuşkusuz yüksek apartman katlarından düşüp de tek bir yara dahi almadan kurtulan çocuklara ilişkin vakalar dizisinde görmekteyiz. Bu tür olayların nispeten kısa bir süre dâhilinde peş peşe sıralanmaları da özellikle düşündürücü bir unsurdur:

“Bayburt’ta beşinci kattan düşen çocuğun burnu bile kanmadı. Oturdukları evin beşinci katından zemine düştüğü halde burnu bile kanamayan dört yaşındaki Eren Eraslan’ı görenler hem şaşırdılar hem de sevindiler. Babası Köksal Eraslan ve annesi de oğullarına hiçbir şey olmadığı için sevinçten çılgına döndüler. Köksal Eraslan olayı şöyle anlattı: “apartmanın beşinci katında oturuyoruz. Ben hanımla sohbet ederken Eren de balkonda bisikletine biniyordu. Bir ara balkona çıktık ve Eren’i göremedik. Bu sırada komşular geldi ve Eren’in balkondan düştüğünü ancak hiçbir şey olmadığını söylediler. Eren’i yeniden bize veren Allah’a şükürler olsun.”(gazeteler, Aralık 1978)

“ İstanbul’da çalıştığı inşaatı beşinci katından düşen gencin burnu bile kanmadı. Beş katlı bir yapının beton işinde çalışan Hüseyin Erişkin, harç arabasının ayağına takılması sonucu 22m. Yükseklikten boşluğa uçtu. Yere düşerken de telefon ve elektrik tellerini kopardı. Bu sırada hızı azalan genç işçi, beton harcın üzerine yumuşak iniş yaptı ve kazadan yara almadan kurtuldu. Yere düştükten hemen sonra ayağa kalkan Erişkin, elini yüzünü yıkayıp iş elbiselerini değiştirerek hastaneye kontrole gitti. Kısa bir muayeneden sonra taburcu edilen Erişkin, “ bir anda kendimi boşlukta buldum. Elektrik tellerinin üzerine düştüğümde kontaklar meydana geldi. Kıvılcımlar çıktıkça korktum. Bu kazayı yarasız atlattığım için sevinçliyim.”dedi. Kaza sırasında tellerin kopması sonucu, bölgedeki elektrikler kesildi, telefonlar arıza yaptı.”(gazeteler, Haziran 1979)

“ Beşinci kattan düşen çocuk sadece dişim ağrıyor dedi. İstanbul’un Yedikule semtindeki evlerinin balkonunda oynarken beşinci kattan aşağı düşen Özlem Kadıoğlu adındaki bir kız çocuğu, mucize eseri ölümden kurtulduktan sonra, sadece “dişim ağrıyor” diye şikâyet etti. Çocuğun balkonda oynarken korkuluk demirlerinin arasına girip, sonra da dengesini kaybederek bahçeye düştüğü belirtildi. Baygın halde Çapa Hastanesine kaldırılan yavrunun sadece çenesinden hafif bir şekilde yaralandığı anlaşıldı.”(gazeteler, Ağustos 1979)

“Diyarbakır’da hırsızın beşinci kattan attığı çocuk ölmedi. Olay şöyle meydana geldi: Anadolu Ajansı muhabiri Raif Türk’ün evine, eşiyle birlikte işte bulunduğu sırada bir hırsız girdi. Türk’ün 2 yaşındaki çocuğuna bakmakta olan, 10 yaşındaki Duriye Kanat adındaki kız çocuğunun, kendisini ele vermemesi için beşinci kattaki dairenin penceresinden aşağı attı. Feryat ederek sokağa düşen Duriye, yere düşer düşmez ayağa kalkarak “hırsız var” diye bağırmaya başladı. Ancak komşular şok geçirdiğini sandıkları kıza inanmayınca, hırsız da kaçmayı başardı. Hastaneye kaldırılan küçük Duriye’de düşmeden ötürü herhangi bir kırığa ya da eziğe rastlanamadı ve sağlık durumunun gayet iyi olduğu bildirildi.”(gazeteler, Kasım 1980)

“İstanbul’un Haseki semtindeki bir apartmanın üçüncü katından düşen 9 aylık Coşkun Sürek’in burnu bile kanamadı. Annesi ev işlerini yaparken uyuması için küçük Coşkun’u açık pencerenin dibindeki divana yatırmıştı. Ancak sırtüstü yatırılan bebek bir süre sonra yüzükoyun dönmüş ve emekleyerek pencereye tırmanmıştı. Pencereden uçan Coşkun sokakta duran bir otomobilin kaputu üzerine düşünce, çıkan gürültüye koşan komşular, otomobilin üzerinde ağlamakta olan yavruyu gördüler. Doktorlar derhal Cerrahpaşa Hastanesi Acil Servisine kaldırılan bebeğin hiçbir şeyi olmadığını belirttiler. Sadece sol gözünün altı moraran Coşkun, hastanede bir gün kontrol altında tutulduktan sonra taburcu edildi.”(gazeteler, 20 Aralık 1981)

Görüldüğü gibi gazetecilerin “mucize eseri” ya da “yumuşak iniş yaptı” şeklindeki ifadelerle açıklamaya çalıştıkları İlahi Himayenin tezahüründen başka bir şey değildir. Hatta yerçekimi kanununun işlevini yitirdiği vakalara dahi rastlanmaktadır. 1950 lerde tanık olunan bu tür bir olayda 2.kat balkonundan yuvarlanan bir çocuğun tam aşağıda duran kesilmiş bir ağacın sivri kök uçlarının ya da ağacın hemen yanındaki inşaat artığı cam ve taş parçalarının üzerine değil de, balkonun çıkıntısının altında, duvarın dibinde yer alan yarım metrelik düz toprak şeridin üzerine düştüğü görülmüştü. Dizlerindeki birkaç sıyrıktan başka hiçbir yara almayan çocuğun özellikle o bölgeye düşmesi inanılmaz bir şeydi. Çünkü yavrucak ya düz bir hat çizerek, ileriye doğru bir eğri çizerek düşmesi gerekirken, görünmeyen bir kuvvet tarafından özel olarak taşınmışçasına, duvarın dibine doğru yani geriye uçmuştu!

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Türkiye’deki Manyetik - Çekimsizlik Yokuşları

14 Temmuz 1980 gecesi TRT’nin yayınladığı “İşte Cumartesi” adlı programda, sonradan büyük yankılar uyandıracak olan bir manyetik yokuştan görüntüler sunulmuştu. İlgili filmde, programın yapımcısı Uğur Dündar, söz konusu yokuşun alt ucunda duran arabasının yanında görülüyordu. Sonra film ekibinin ses kayıtçısıyla birlikte, arabasına biniyor, motorun çalışmadığını gösteriyor ve vitesi boşa alarak arabadan çıkıyordu. Bu arada da yokuşta faal olan gizemli güçler hakkında bilgi veriyordu. Birkaç saniye sonra araba yokuş yukarıya doğru geri geri gitmeye başlıyor ve U.Dündar da arabasının yanında koşarak abasını izlemeye çalışıyor… Gizemli bir güç tarafından yokuş yukarı çekilen araba hızlandıkça U.Dündar da arabasına yetişmekte güçlük çekiyor… Aynen kendisi gibi motorları çalışmayan ve vitesleri boşa alınmış olan arabalarını yokuş yukarı sürüklenmeye bırakan diğer kişiler de onu izliyorlar…

Bu manyetik yokuş Kırklareli’ndeki Pınarhisar-Demirköy yolu üzerinde, İslambeyli köyünden 1,5km.ötede Istranca dağlarının Karaman Bayırı eteklerinde, Sait Köprüsü denilen yerde bulunmaktadır. Yaklaşık 250 metre uzunluğunda, 20-25 derecelik bir eğime sahiptir. Lüleburgaz Belediye Başkanı Özcan Değirmencioğlu, bu gizemli yokuş hakkında şunları söylemektedir: “ Yöre halkı bu yolu iyi tanır. Zaman zaman bu hatta çalışan şoförler yokuşu alt ucunda duran gizli gücün kendilerini yukarı çekmesini beklerler. Bu onlar için aynı zamanda da eğlence kaynağı olur. Program sırasında ekrana gelen Renault benim arabamdı. Birçok kez bu olaya şahit olmuşumdur. Arabanızla inin yokuştan aşağı. Boşa alın kontağı, ister kapatın, ister çalışır durumda olsun motorunuz. Yokuşun bir yerinde arabanızın iyice yavaşladığını ve durduğunu hissedeceksiniz. Çok değil bir iki saniye sonra arabanız yokuşu geri geri çıkmaya başlayacaktır motor çalışmadığı halde bu geri çıkış, önce yavaştan olacak, sonra hızınız gittikçe artacaktır… Bizler bu hızı ölçtük. Araba 17km.süratle yokuşun başına geri geri çekiliyor.”

Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesinden Prof. Dr. Hayati Çelebi, konuyla ilgili olarak bir yorum yapmış ve burada araştırmalar yapılaması için çağrıda bulunmuştu: “ Söz konusu yolun yokuş yukarı doğrultusunda çok güçlü bir manyetik alan oluşturan bir tepenin bulunduğu anlaşılmıştır. Bu tepe, arazide dikkatle bakıldığında diğer tepelerden kolayca ayırt edilebilecek niteliktedir. Bundan başka yolun yokuş aşağı doğrultusunda bu olayda etkisi olmayan bir tepe daha vardır. Fakat esas rolü oynayan, sözü edilen ilk tepedir ve bunun önemli bir kısmı manyetik demir filizi olan ve mıknatıs özelliği gösterdiğinden mıknatıs taşı olarak da bilinen magnetitten oluşmaktadır.Kimyasal formülü Fe3O4 olan siyah renkli bu demir filizi, yerin çekim alanı veya bulutlar, yıldızlar ve ay gibi atmosferdeki elektriklenme nedeniyle dıştan çok kuvvetli bir manyetik alanın etkisi sonucu polarizasyona uğramış ve böylece çok güçlü ve şiddetli bir manyetik alan kaynağını oluşturmuştur. Vitesten çıkarıldıktan sonra yokuş aşağı kendi hızı ile hareket eden vasıtalar, zıt yönlü bu manyetik alanın etkisiyle hızlarını yavaş yavaş kaybederek, sonunda eğiminde azaldığı bir noktada durmaktadırlar. Burada oldukça kısa bir süre hareketsiz duran vasıtalar, bu kez aradaki bu alan tarafından küçük bir mıknatısın toplu iğneyi çekmesi gibi kendine doğru çekilerek gittikçe artan bir süratle (17km./saat) zıt yönde yokuş yukarı doğru hareket etmektedirler. Eğer asfalt yol manyetik alan kaynağına kadar uzansaydı, vasıtalar daha çok sürat kazanarak kaynağın olduğu yerde duracaklardı. Önle alınmadığında bu durum belki de çok tehlikeli olacaktı. Sonuç olarak şunu belirtmek isterim ki, her yönüyle ilginç olan bu sahada çeşitli bilimsel gözlem ve araştırmaların yapılmasına gereksinim vardır. Özellikle doğada spontan olarak oluşan bu büyük ve güçlü manyetik alan laboratuarından, fizik bilimine ilişkin yapılacak olan pek çok araştırmalar olabilir kanısındayım.”Toprağın derinliklerinde gömülü olan manyetik bir derin madeninin bu yokuş yukarı çekilme olayına yol açması ihtimalinin yanı sıra, burada, yerçekimi kurallarını tersyüz eden bir anti-gravitasyon alanının mevcut olduğu da düşünülebilir. Çünkü manyetik yokuşu incelemeye gidenler, buradaki gizemli gücün sadece metal otomobilleri değil, yola dökülen suyu da yukarıya doğru çektiğine hayretler içinde tanık olmuşlardır. Üstelik yola inşaat işçilerinin kullandıkları türden bir su terazisi yerleştirildiğinde, aletin içindeki hava kabarcığı yukarı kayacağı yerde aşağı kaymıştır.

Denildiğine göre, Bolu Dağında ikinci bir manyetik yokuş daha vardır. Burada arabalrı vitesleri boşa alınmadan dahi yokuş yukarı sürükleyebilen çok etkin bir gücün faaliyeti söz konusudur. Aslında dünyanın her yanında daha birçok manyetik yokuş bulunmaktadır. Örneğin bunlardan dördü İngiltere’de yer alır. Bunlardan Electric Brae(elektirk bayırı) İngiliz BBC televizyonunca tüm dünyaya tanıtılmıştır. İngiltere’deki bir diğer manyetik yokuş üzerinde de, yok yerine bir ırmak mevcuttur ve bu ırmak yokuş yukarı akar! Ayrıca Kuzey Amerika’da yedi, Avustralya’da iki, Fransa’da ve İtalya’da da birer manyetik yokuşun bulunduğu bilinmektedir. Bu ülkelerde üzerinde yol bulunan manyetik yokuşların, alt ucuna, yolculara orasının bir manyetik yokuş olduğunu ve ilginç özelliğini açıklayan levhalar dikilmiştir. Kuzey Amerika’da, Kanada’nın New Brunswick kenti yakınlarında yer alan manyetik yokuş, geceleri faaliyete geçmesi bakımından ilginçtir. Güneş batıktan sonra abaların yokuş yukarı çekilmesinin yanı sıra, gündüz aşağı doğru akan bir dere yukarıya doğru akmaya başlamakta, tahta sopalar cam bilyeler yokuş yukarı yuvarlanmaktadırlar. Hatta yokuşun ulaştığı tepedeki kayaları geceleyin yerinden kaldırmak bir hayli kolaylaşır. Buna karşılık yokuş aşağı inmek hem arabalar hem de insanlar için aynen dik bir yokuş tırmanıyormuşçasına bir çaba sarf etmeyi gerektirir. İlginç bir husus da, Avustralya’daki manyetik yokuşlardan birinde, yokuş yukarıya doğru saatte 18km.lik bir hızla kaydıklarının tespit edilmiş olmasıdır. Bu hız Trakya’daki yokuşta görülen çekilme hızıyla aynıdır.

İngiliz coğrafyacı-gezgin- yazar Egerton Sykes’a göre, akademik çevreler, bilimsel olarak açıklanamayan bu tür “gravitasyonel düzensizlik” sahalarının keşfedilmesine karşı çıkmakta ve olumsuz tepkiler göstermektedirler. Kırklareli’nin manyetik yokuşu da bu çeşit tepkilerle karşılaşmıştır. Ne var ki, bu tür olumsuz yorumlarla unutturulmak istenen manyetik yokuş konusu kapanmış değildir; henüz gündeme yeni gelmiştir.1981 yılı Kasım ayında, manyetik yokuş, bilim Araştırma Merkezinin üyelerince incelenmiştir ve yokuş hakkındaki bilinen genel enformasyona ilaveten, şu önemli hususlar tespit edilmiştir:

1-Yokuşun tepe kısmında, pusulanın kuzey ucu yere doğru bir sapma göstermektedir. 2-Radyestezik sarkaç, çekim yönünde linear salınım yapmaktadır.3-Kütleleri daha fazla olan objeler, daha büyük bir çekim gücüne maruz kalmaktadırlar. 4-Yokuşu yer aldığı Trakya yöresinde, çok sayıda höyük mevcuttur. Bunların bir “ley” hattı sistemi dâhilinde yer aldıkları düşünülebilir.

Dünyanın önde gelen fizikçilerinden T. Towsend Brown, elektrikiyet ile gravitasyon arasındaki, Biefield-Brown adıyla anılan bağlantı etkisini 28 yıl süreyle inceledikten sonra, şu kesin sonuca varmıştır: her bir elektromanyetik fenomenin, elekrtogravitasyonel bir bezeri mevcuttur. Bulgularını 1966 yılında yayımlayan Alman bilim adamı Wilhelm Laun ise şöyle diyordu: “ Kökeni elementer partiküle dayanan yerçekimi gücü, elektrik ve manyetik alanın bir birleşik gücüdür…”Einstein’ın öğrencilerinden dr. Erwin Saxl da, elektrikiyet ile yerçekimi arasındaki dinamik bir etkileşim kavramını ortaya atmış ve gravitasyonel sabite’nin hiç de sabit olmadığı sonucuna varmıştı. Bu durumda, elektromanyetik mahiyetteki düzensizliklerin, bulundukları yerlerde, gravitasyonel anomalilere yol açıp açmayacakları sorusu akla gelmektedir. Bu ihtimal göz önüne alındığında, manyetik yokuşların yerçekimini çarpıtan niteliklerinin, dünyanın manyetik alanındaki anomalilerden ileri geldiğini düşünebiliriz.

Dünya tarihinin değişik dönemlerinde manyetik alanın büyük değişimlere uğramış olduğu bilinen bir gerçektir. Dünyanın eksenlerinin yer değiştirmesi eklenen günlerde yaşadığımıza göre, manyetik alanda bu tür br değişimin oluştuğu bir dönemden geçiyor olmamız oldukça akla yatkındır. Bermuda Üçgeni, Kuzey Amerika’daki Büyük Güller Yöresi, Çanakkale Bölgesi ve Ege Denizi gibi dünyanın çeşitli yerlerinde ortaya çıkan esrarengiz olaylar, Ufolojik tezahürler ve muamma dolu felaketler ile elektromanyetik düzensizlikler arasında daima bir bağlantı kurulabilmesi, bunlara yol açan esas faktörün, dünyanın manyetik alanında meydana gelen söz konusu deişim olabileceğini göstermektedir. Bu durumda manyetik yokuşlarda tezahür eden anti-gravitasyonel etkilerin yukarıda sözünü ettiğimiz yerlerde de görülmesi gayet doğaldır. Nitekim George Van Tassel, Bermuda Üçgeniyle ilgili bir yazısında, bu bölgede oluşan kaybolma olaylarının sebebini gravitasyon etkisi, uçak ya da gemileri önce levite etmekte ve etkinin sürmesi halinde, levite olan obje ya da objeler genişlemekte yani moleküler bir değişime uğramakta ve en nihayet dezentegre olmaktadırlar. Anti-gravitasyonda ötürü, objelerin moleküler yapılarında meydana gelen böyle bir çözülme sırasında, eğer olayı meydana geldiği ortamda nem varsa, bu da iyonlaşmaya yol açmaktadır. Görülüyor ki Çanakkale’deki kaybolma olayını da, Tasel’in bu ilginç savına dayanarak açıklamak mümkündür.

Bu konunun bir diğer ilginç yanı, anomalilerin yol açtığı olayların, kaybolmaların yanı sıra, uçakların beklenmeyen ve açıklanamayan düşüşlerini de kapsamasıdır. Yani anti-gravitasyonel tezahürlerle birlikte, doğal olmayan bir gravitasyon etkisi, şiddetli bir aşağı çekiş de görülmektedir. Birbirinin zıddı olan bu iki etkinin aynı yerde ortaya çıkması, ancak tek bir olguyla açıklanabilir: bu da, manyetik düzensizliklerin yol açtığı gravitasyonel anomalilerin, bir girdap şeklinde tezahür etmesidir. Girdap biçimindeki oluşumların özelliği, dış yüzeylerinde sarmak şeklinde bir “yukarıya çekme” etkisi meydana getirirken, merkezlerinde bir “aşağı çekme” etkisi oluşturmalarıdır. Nitekim yakın bir tarihte, anti-gravitasyonel tezahürlerin görüldüğü manyetik yokuşun yer aldığı Trakya’da meydana gelen beklenmedik uçak facialarına da, bu türden girdap biçimi bir gizemli güç oluşumunun yol açmış olabileceğini düşünebiliriz.

Gizemli güçlerin Trakya bölgesindeki mevcudiyetinin, daha başka ilginç paranormal fenomenlere yol açtığını da görüyoruz. Örneğin, 13 Eylül 1946 tarihli gazetelerde, manyetik yokuş gibi Pınarhisar yakınlarında yer alan Vize ve Saray ilçeleri arasındaki Saluk ve Örenli köyleri civarında, 1000dönümlük bir araziden, gündüzleri dumanların geceleri de alevlerin çıktığı yazılıdır. Bu arazideki toprak kendi kendine yanarak kor haline geliyordu. Olayın mahiyetini bir türlü anlayamayan yetkililer, buradan kapkara, sünger gibi bir toprak çıktığını söylemişlerdi. Dahası yanan bölgede sürekli olarak bir sarsıntı hissedilmişti. Edirne’de ise, Selimiye Camii ile Yıldırım semtindeki Hıdır Baba türbesinde, dilekte bulunan kişilerin dileklerinin gerçekleşip gerçekleşmemesine göre sağa ya da sola dönen ya da üzerine çıkan kimseyi döndüren 3 tane kutsal taş vardır. Bursa dışında Türkiye’nin başka hiç bir yerinde rastlanmayan bu “dönen taşların” özellikle Edirne’de ortaya çıkması, burada yani Trakya bölgesinde paranormal olayların oluşmasını sağlayıcı bilinmeyen doğaüstü güçlerin ve yüksek varlıkların bir faaliyet alanı olmasına bağlanabilir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Türkiye’deki Ruhsal Cerrahi Olayları

Ruhsal cerrahinin bir dalı sayılan etherik cerrahinin ülkemizde de uygulandığını görmekteyiz. 7 Kasım 1951 yılında, Melih Bey adındaki bir ruhsal varlık tarafından bir celse sırasında yapılan ve medyumun durugörü yoluyla izlediği etherik ameliyat sonucunda, S.Tekelioğlu, yıllarca kendine ıstırap veren basur memelerinden kurtulmuştu. Celseden sona düzenlenen tutanakta, medyumun verdiği enformasyona dayanılarak, bu paranormal cerrahi uygulamasının safhaları şöyle anlatılıyordu:“ Ameliyata başlamadan evvel, medyum tarafından ışıkların söndürülerek sadece ameliyatı yapılacak nahiyeyi aydınlatır vaziyette, bir gece lambasının yakılmasını söyledi. Elektrikler söndürülerek odayı hafif aydınlatan ve şahısları ve eşyayı görmeye oldukça müsait bir lamba yakıldı. Melih bey’in ameliyata lüzumlu alet ve ilaçları birer birer çıkararak ve gömleğini giyerek, yüzüne maskesini takıp ameliyata hazırlandığı, medyum tarafından ifade olundu. Ameliyat sırasında bir gün evvel diplerinden bağladığı basur memelerini, Melih Bey eterle ovalayarak beyazlatmakta ve müteakiben oları kesmekte olduğu ve kesilen memelerin üzeri nitradarjan mahlûlü sürdüğü, sırasıyla anlatılmaktaydı. Memelerin eterle ovuşturulması sırasında ve her defasında daha çok şiddetlenen bir eter kokusu odaya yayılmaktaydı. Bu konunun odanın dışına kadar yayıldığı, Bay S. Tekelioğlu’nun dışarıda bulunan kayınvalidesi tarafından da ifade edilmiştir.”Ameliyatın ertesi günü başında bir ağırlık ve vücudunda bir halsizlik hisseden Tekelioğlu, ameliyat edilen yerin şeklinin değiştiğini ve memelerin kaybolduğunu belirtmişti.

Türkiye’de, mucizevî şifa tezahürlerinin birçok örneklerine rastlanır. Apor ve ışınlama fenomenleriyle ilgili bölümlerde de sözü geçen, Horasanlı 7 Erenlerden Abalı Dede’nin Ankara Bağlum ilçesindeki Memlük köyünde yer alan türbesi, bu tür mucizevî şifalara sık sık sahne olmaktadır. Buraya her çeşit hasta getirilmekte ve bir gece süreyle türbede yatırılmaktadır. Hastaların sağlıklarına kavuşmuş bir halde ertesi sabah türbeyi terk ettikleri çok görülmüştür.

Kutsal yerlerde meydana gelen mucizevî şifalardan bir diğerini de 8 Temmuz 1963 tarihli gazetelerde okuyoruz: “Nevşehir’in Kozaklı köyünden, İzzet Ozkan Hatipoğlu adında, 49 yaşındaki bir şahıs, Mevlana Türbesinde dua ederken bayıldı. Kendine geldiği zaman, üç sene evvel işitme hassasını kaybeden kulaklarının açıldığını hayret ve sevinçle gördü.”

20 Kasım 1979 tarihli gazetelerde ise, kendiliğinden meydana gelen ilginç bir mucizevî cerrahi olayıyla ilgili bir haber çıkmıştı:Balya Dereköyden 23 yaşındaki bir kadın, doğumdan sonra şiddetli bir ağrıyla bayılmıştı. Yanındakilerin gördüğüne göre, çocuk doğduktan sonra çocuk başı büyüklüğünde bir cisim de çıkmıştır. Annenin sağlığı açısından, cisimle birlikte hemen Bandırma Devlet Hastanesine götürülmüşlerdir. Ameliyathaneye alınan hastadan çıkan cismin “rahim” olduğu anlaşılmıştır. Doğa tarafından yapılan bu ameliyat sonucunda annenin içinin temiz, yalnız batında 150-200cm.küp kan olduğu görülmüştür. Doğanın yapmış olduğu ameliyatı hastanede tamamlayarak, yarığı kapattılar. Hastanın sağlığı şu anda çok iyidir. Tansiyonu 8, nabzı ise 100dür. Verileni yemekte hatta a ayağa kalkıp dolaşabilmektedir. Tıp tarihinde mitolojiden bu yana dünyada ilk kez görülen bir olaydır.”

Bir diğer tür mucizevî cerrahi fenomenine de Peygamber sünneti adı altında rastlıyoruz. “ Kayserinin Talas kasabasında ilkokul üçüncü sınıf öğrencisi 12 yaşındaki Emin Çay adlı çocuk, uykusu sırasında “kendi kendine sünnet olduğunu” hayretle fark etmiştir. Olaydan sonra derhal sünnet yatağına yatırılan Emin, kendisiyle konuşan arkadaşımıza şunları anlatmıştır: “dün bahçede kuş avlamaya çıkmıştım. Serçelere bir tuzak hazırladım. Kuşların gelmesini beklerken ahırın kapısında dalıp uyuyakalmışım. Rüyamda bana kuş vereceklerini dua etmemi söylediler. Fakat vermediler. Uyandığım zaman sünnet olduğumu anladım. Doğru eve koşarak anama babama anlattım. Onlar da çok şaşırdılar, çok korktular” bu inanılmaz olay, bütün kasabada kısa süre içinde duyulmuş ve Emin Çay’ın evi ziyaretçilerle dolup taşmıştır. Halk arasında “Peygamber Sünneti” denilen olaya çok nadir olarak rastlanıldığı öğrenilmiştir.”İslam tradisyonunda, nefes etme yoluyla tedavi etme şeklindeki Psi-tıp uygulamalarının önemli bir yeri vardır. Ne var ki ehil olmayan kişiler tarafından giderek dejenere edilen, çarpıtılan ve üfürükçülüğe dönüştürülen bu tür şifa uygulamalarını yasaklama zorunluluğu doğmuştur. Ancak nefes etme gücüne gerçekten sahip olan ve bu yeteneği yerinde ve adabında uygulanarak beşerlerin hayrına kullanan şifacılara ülkemizde daima rastlanmaktadır. Nitekim Atatürk’ün kendisi dahi böyle bir şifacının yeteneğinden yararlanmıştır. Erzurum bölgesi Umumi Müfettişi Tahsin Uzer’in İstanbul’daki evinde, sinirlendiği bir sırada yüzüne felç gelen Atatürk’ü Beykoz’dan getirtilen bir hoca, nefes etmek suretiyle şifaya kavuşturmuştu. Atatürk de bunun üzerine Beykozlu Hocaya ömrünü sonuna kadar hastalara nefes etme iznini vermişti.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Hacı Macit ve Olağanüstü Yeteneği

Zaman zaman dünyanın belirli bir yerinde, şifacı genel adıyla bilinen, yetenekli Psi-tıp uygulayıcıları ortaya çıkmakta, ve büyük bir sansasyon yaratmaktadırlar. Örneğin Meksika’da müteveffa Arigo ile Filipinler’de, Agpaoa, psişik cerrahide ün yaparlarken, İngiliz Harry Edwards da, ruhsal şifa uygulamalarındaki başarılarıyla tanınmıştı.

Öte yandan ellerin temasıyla şifa, İslam tradisyonlarında gayet iyi bilinen bir teknik olagelmiştir. Hz. Muhammet bu şifa metodunu bir çok kez uygulamasının yanı sıra,tedavi ettiği kişiler arasında olan Hz. Ayşe’ye de bu tekniği öğretmiştir.. Hz. Ayşe bu şöyle açıklar: “ellerini hasta kısma koy ve Allah’a dua et.”

İslam tradisyonunda ellerin temasıyla gerçekleştirilen genel şifa metodunun yanı sıra, çöllerde yaşayan tüm halkı tehdit eden belirli bir tehlikeye karşı uygulanan kendine özgü bir şifacılık türü de yaşatılmıştır: Bu, yılan, örümcek, vb. zehirli hayvanların yarattığı tehlikedir.

Hz. Muhammed’in ve sahabenin yılan ve akrep sokmalarını tedavi etmelerine ilişkin birçok vaka mevcuttur. 622 yılındaki hicret sırasında, Hz. Muhammet ile Hz. Ebubekir’in ayağını bir yılan sokar ve Hz. Muhammet sokulan yere tükürüğünü sürünce acıdan yana ayak birden şifaya kavuşur. Ayrıca Hz. Muhammet yılan ve akrep sokmasına karşı nefesle tedavi etme izni verirdi. Örneğin Amr Bin Hazm ailesinin zehirli hayvanların zehrine karşı nefes etme izni vardı. Ebu Said Hudri, sahabeden birisinin, bir sefer sırasında zehirli bir hayvanın soktu kabile reisini, nefes etmek suretiyle iyileştirdiğini anlatır. Bir diğer vakayı da Cabir şöyle nakleder: “Hz. Muhammet ile otururken bizden birini akrep soktu. Birisi “ ya Resulullah! Ben buna nefes edeyim mi?”diye sordu. Hz. Muhammet “sizden herkimin kardeşine bir menfaat etmeye gücü yeterse yapsın” buyurdu”

Büyük İslam mistiği ve bilgini İbn’ül Arabî(1165–1240)de, Futuhat-ı Mekkiye adlı eserinde, beşerleri akreplerin zehrine karşı şerbetleyen bir şifa duasından bahseder: “ arkadaşım Abdullah bedr el-Habesi el Hadim, şeyh Rebi İbn Mahmud el Hattab el-Mardini’den bana haber verdi ki, o şöyle demiş: Re’sul-Ayn’daki bir mescide gecelemiştik. Re’sul Ayn’da “cerrare” denilen sarıakrepler vardır. Soktukları zaman öldürürler. O zaman yanımızda gecelemek üzre bir şahıs daha geldi ve bu duayı okudu. O gece bir akrep onu soktu. Kendisi şeyh Rebi’ye okuduğu duayı söyledi. Şeyh’de bu hadis doğrudur. Çünkü Allah bu olayda ölümü senden kaldırmıştır. Aksi takdirde bu akrep kimi soksa mutlaka öldürür” dedi ben bunun benzerini kendimde gördüm: bir akrep aynı an içinde birkaç defa beni sokmuştu. Fakat hiç acı duymadım. Çünkü bu duayı okumuştum. Ancak ayağım şişmişti ve orada yara hasıl oldu. Bu şişlik üç gün devam etti. Pek tabi ki acı duymuyordum.”

Çeşitli zehirli hayvanların ısırmasını ya da sokmasını etkisiz hale getirmek için ya sokma-ısırma öncesi şerbetleme tekniği, ya da sokma-ısıra sonrası şifa tekniği uygulama tradisyonuna, günümüzde de Anadolu’nun bu tür hayvanların halkı tehdit ettiği bölgelerinde rastlanmaktadır.

İlahi Rehberler, seçtikleri kalender, iddiasız kişilere bahşettikleri paranormal güçler vasıtasıyla tıbbi müdahaleyi yetersiz kılan bu çeşit tehditler karşısında bu yerlerdeki halkı korumaktadırlar. İşte böyle bir güce sahip olarak, komple bir şerbetleme ve şifa metodunu uygulayanlar arasında, yılan, akrep, örümce ve hatta kuduz köpek gibi hayvanların ölümcül tehditleri üzerinde, sokma-öncesi ve sonrası safhalarındaki olağan dışı hâkimiyetiyle haklı bir üne kavuşan bir şahıs vardır. Bu sansasyonel şifacı, Antakya’nın Dörtyol ilçesinde oturanHacı Macit ya da tanındığı adıyla Yılancı Hacı’dırUğur Dündar yılancı Hacı’yı ve çalışmalarını konu alan bir film hazırlayarak, Ocak 1981’de, TRT’deki “Günlerin getirdiği” adlı programında yayımlamıştı. Dündar bu filmde önce Hacı’nın iyileştirdiği 3 kişiyle, Dörtyol’da çalışan bir tıp doktoruyla ve en sonunda yılancı hacı’nın kendisiyle ayrıntılı bir röportaj yapmıştı. Uğur Dündar kendi kolunu zehirli bir akrebe sokturmuş ve akabinde yılancı Hacı tarafından iyileştirilmişti. Bu röportaj sırasında, Dörtyol’da yaşayan Dr. Yaşar Sencil, Yılancı Hacı’nın gücü hakkında yorum yapmasını istediğinde şu yanıtı vermişti: “bu gücü izah etmeme tıbben imkân yok. Yalnız Hacı’nın bir meziyeti var. Hangi haşaratın ısırdığını, zehirli mi zehirsiz mi olduğunu bilmesi, hekime o kadar büyük bir yardımdır ki, ve biz diğer şehirlerde yaşayan çalışan doktorlardan daha şanslıyız”

Macit Hoca, zehirlilere karşı bu engelleyici güzünün, kendisine babasından aldığı el’den geldiğini belirtmektedir. Babası ise gene kendi babasından el almıştır. Macit hoca, bu “paranormal gücün” kendi atalarından geldiğini ve esas kaynak olarak da, ünlü İslam ermişleri Ahmet Rufai ve Abdulkadir Geylani’ye dayanmakta olduğunu belirtmektedir Macit hoca’nın şerbetleme tekniği, anlaşıldığı kadarıyla çok yönlüdür. Herhangi bir zehirli hayvan tarafından zehirlenmiş bir kişiyi, yakından temasla veya uzaktan tedavi edebilmektedir. Bu uzaktan tedavide hastanın ismini bilmesi yetmektedir. Yakın temasla tedavide, vücuda giren zehri giriş yerinden dışarıya çıkarmaktadır.Öyle ki deney için bir kişiyi akrebe sokturmakta, zehrin koldan yukarıya doğru ilerleyişini istediği yerde durdurup, zehri geriye indirmekte ve dışarıya çıkarmaktadır. Kendisi bu paranormal gücünün dünyanın her yerindeki en zehirli yılan, akrep ve örümceklere karşı etkili olabileceğini belirtmektedir. Beden üzerinde meydana getirdiği lokal şerbetlenmiş bölgede pasif kalan akrep, bu sınırı aştığı zaman hemen aynı kişiyi sokmaktadır. Macit Hoca kişiyi ya bir yılık zaman için ve yahut ömür boyu olacak şekilde yakından ve uzaktan şerbetleyebilmektedir. Bilim Araştırma Merkezi’nden iki kişi, kendisiyle çeşitli deneyler yapmışlar ve müspet sonuçlar almışlardır. Ayrıca Macit Hoca’nın şerbetleyip gönderdiği karabiberden yiyen bilim araştırma’nın elemanları, şu sıralarda İstanbul’da bolca ortaya çıkan iki akrep yakalayıp, kendi üzerlerinde deneme yapmışlardır ve hiçbirisini her iki akrep d bütün zorlamalarına rağmen sokmamışlardır.Aşağıdaki röportaj, bilim araştırma Merkezi tarafından, Mayıs 1981’de Macit hoca ile Dörtyol İskenderun’da yapılmıştır:

S:Çeşitli hayvanların zehirlemelerine karşı yaptığınız ve genel olarak “afsunlama” veya “şerbetleme” denilen ruhsal yeteneğiniz hakkında neler söylemek istersiniz?C:Ben size önce şunu söylemek isterim: Memleket namına yapmış olduğunu röportajdan dolayı sizi kutlarım. Gözleriyle görmeyenler bunlara inanmıyorlar. Fakat söz gelimi, Adana gibi Hatay’ın bazı köyleri gibi, Antep gibi yerlere giderek, tarafımdan evvel Allah tedavi olan hastalarla görüşebilirsiniz. Resimler çekersiniz. Bunları sorarsınız onlardan da öğrenirseniz daha faydalı olur inancındayım… Şimdi biraz önce bir hasta geldi. Resmini de çektiniz. Bunun karşılığında bir parça tuzlarını da yaladık mıydı yeterlidir. Ben bununla övünürüm bunun zevkine doyamam. S:Güneydoğu’da öldürücü zehirlenmeler çok sık olmakta mıdır? C:Zehirlenmelerin sonuçları değişiktir. Burada söz gelimi engerek yılanı bulunur, Urfa’da da bulunur, diğer yörelerde de bulunur. Akrep de öyle. Biraz önceki hastada gördünüz. Bu zehirlenmede hasta ateş gibi yanar. Ben bunu yarayı görerek anlayabilirim ve durumu tarif edebilirim. Az önce siz de gördünüz; ağrı şuraya kadar gelmiştir derim, evvel Allah afsunumuzu yaptıktan sonra ilerleyen zehir, vücuda girdiği yerden tekrar gelir ve oradan çıkar. S: Bu bölgede öldürücü yılan, akrep, örümcek türleri var mıdır? Bazı kişiler burada öldürücü zehirliler olmadığını ve sizin de öldürücü olmayan hayvanlarla deneyler yaptığınızı söylüyorlar…C:İskenderun’da Hızarcı Arif isminde babayiğit bir kişi, akrep sokması ile ölmüştür. Buranın yani Dörtyol’un Ocaklı köyünden Bakkal Sabuncu’nun oğlunu akrep sokmuştur, serum yapılmasına rağmen çocuk ölmüştür. Dolayısıyla öldürücü hayvanlar her yerde vardır. Bir zamanlar ege’de Tire’ye gitmiştim. İstasyon’un orda bir ayağı kesik bir kahveci vardır. Harpte ayağını yitirmiş. Onunla sohbet ederken Tire’nin Gökçen nahiyesinden bir vatandaşın hanımını bir akrep sokmuş olduğunu öğrendik tesadüfen. Hemen çağırdık ve derhal orda tedavisini yaptık. Durumu hakikaten kritikti.S:Yılan ve akrep zehirlenmelerinden ölenlerin sayısı 20–30 civarında mıdır? C:belki vardır, fakat ben bir kaç tane biliyorum. Mesela Dörtyol’un Başlamış köyünden Ali Çocuk isminde bir vatandaşı yılan sokuyor. Osmaniye Devlet Hastanesine götürüyorlar. 48 saat süren bir müdahaleden sonra perişan bir vaziyette ölüyor. Aradan bir buçuk ay geçtikten sonra, aynı şahsın kızını gene aynı yerde aynı yılan sokuyor. Bunu bana getirdiler. Yakınlarıyla birlikte Kenanoğlu Oteline götürdük. Kızcağız: “ babam yılandan öldü, bende mi öleceğim” diye ağlıyordu o ağlarken benim içimde evvel Allah sevinç vardı ve tedaviden sonra bir şeyi kalması. S:Zehirli hayvanların en etkin olarak geceleyin zehirledikleri söylenmektedir. Bunlarla geceleyin tecrübe yapabilir misiniz? C:Elbette. Her zaman her yerde. S:Yörenizdeki en zehirli yılan, akrep, örümceklerle tecrübe mümkün müdür? C:Mümkündür tabi. S:vücudun her yerinde okunmuş bölge oluşturabilip, aynı denemeyi yapabilir misiniz? Akrebin avuç içini sokmadığı doğru mudur? C:Her yerini sokar. Avucu da sokar, ayaktan da sokar, parmaktan da sokar. Sokamayacağı yer yoktur. Çünkü zehrini iğnesiyle zerk ediyor. Enjektörü bir parmak veya el içerisine geçiremez mi siniz? Akrep iğnesi de öyle geçer. Sonra akrebin hissi kuvvetlidir. Rüzgâra dahi çarpar. S:Zehrin vücuttan dışarı çıkmasını bir süre bekletebilir mi siniz? C:Mümkün tedaviyi oyalarsın, o zaman bekler bekler amma zehir bir noktada biraz durursa orası çürür. Bir iki dakika tutulabilir fakat beş on dakika aynı yerde kalırsa orayı çürütür ve yara yapar. S:Sonuçta siz zehrin hareketine hâkimsiniz.C:evet. S:Aynı denemeyi çok sayıda yapmak mümkün müdür? C:Evet. İstenildiği kadar.S:İran’da yaşayan çok zehirli Bothus Sovloci isimi akreple de deneyler yapabilir mi siniz? C:Elbette.S:Zehirli engerek ve Kobra yılanlarıyla da deneyler yapabilir mi siniz? C:Elbette yaparız. S:Ülkemizin her yerindeki zehirliler için hatta dünyanın her yerindeki zehirliler için de etkili olabilir mi siniz? C:Evvel Allah. S: Yörenizde tıp adamlarının size gönderdiği vakalar mevcut mudur? C:Vardır. S:1957 yılında bilim adamları sizi ve yeteneklerinizi incelediler; onların gözlemlerinin sonuçları yayımlandı mı? C:Yeni İstanbul Gazetesi yayımladı, fotoğrafları da orada bulursunuz. S:Bu kişilerin isimlerini hatırlıyor musunuz? C:Hayır. Yalnız o zaman kadın doğum mütehassısı Dr. Turan Şerbetçioğlu üzerinde deney yapmıştık ve tedavi etmiştik. Sanırım üç kimyager ve dokuz profesör idiler bu bilim adamları.S:Bir engerek yılanı ile ailenizin bir ferdi üzerinde deney yapabilir mi siniz? C:Yaparız evvel Allah. S:Bu tedavi gücünüzün mahiyetini açıklar mısınız? C:bunun izahını yapamam. Ocak’tır bu. Enbiyalardan, evliyalardan intikal eder. Babamdan da bana devredilmiştir. Ondan aldığım talimata göre hareket ederim. S:Bu yetenek size el almak şeklinde mi geçti? C:Evet. Ben de devrettiğim zaman bende hiçbir şey kalmaz. Buradan öğrencileri için İstanbul Kürsü Profesörü Ekrem Kadir Onat’a çeşitli zehirliler göndermişti. S:El almak ne demektir, Tarif edebilir mi siniz? C:Bunu tarifini izahını yapmama imkân yoktur. O inceliği ben tarif edemeyeceğim. İlahi Güç olduğunu size tek kelimeyle söylerim. İlahi gücün ise her şeyin üstünde olduğunu söylerim S: Öğrendiğimize göre bu “el” Şeyh Ahmet Rufai’den geliyormuş. C:Şeyh Abdulkadir Geylani ve Şeyh Ahmet Rufai’den. Bunların ikisinde de bu güçler mevcuttu. Böylece babadan oğla sürüp geliyor. S:Bu aile içinde mi devam ediyor bu yetenek? C:Fark etmez. Fakat bu el herkese verilmez. Çünkü bu yetenek maddi çıkarları için kullanacak şahıs bu yeteneğin yok olmasına sebep olur. Bu yüzden “el” sahibi kendisinden sonra aynı dürüstlükte hareket edecek birini bulması lazımdır. S:Afsunun tutması için inanç gerekli midir? C:İnansa da inanmasa da tutar. 1948’den beri on binlerce böyle inanmayan kişiye afsun yaptım. Bir zaman önce yüksek mühendis Ata Bulguroğlu isminde bir arkadaş ile karşılaştık. Kendisine sen afsunlanmamış baldan yiyeceksin arkadaşın ise afsunlanmış baldan yiyecek o halde sen akrebi tutar mısın dedim. “tutarım” dedi ve kendisi akrep tarafından sokuldu ve arkadaşı sokulmadı. Olacak bu ya damardan zehirlenmiş, küt diye yere düştü. Tedavi ettim ve kendisi dokuz defa afsunlanmış baldan yedi, belki yanlış yemişimdir diye. S:Babanızın sizden daha güçlü olduğunu söylüyorlar. Siz de hastanın yanına gitmeden onu tedavi edebilir misiniz? C:Aynen, hiç fark etmez. Hastanın ismi ve neyin soktuğunu bilmemiz yeter. Benim hastayı görmeme gerek yoktur, ismin niyetine okurum. S:Bu almış olduğunuz “el” sizden sonra devam edecek mi? C:Bunu alıp gitmek çok günahtır. Allah nasip etmişse muhakkak devam edecek tabi. Birçok devlet ileri gelenleri tarafımdan afsunlandı, fakat bu konuda konuşmak istemiyorum. Çok önemli günlerde bana başvurulmuştur. S:Uzaktan afsunlama yapabiliyor musunuz? C:Evvel Allah. Bir mektupla isimlerini bildirirler bana. Onlar adına niyet eder okurum ve postayla bal veya biberi gönderirim. Kıbleye karşı dönerler, sol diz üzerine oturarak besmele çekerler ve yerler ve bunu üç defa tekrar ederler, onları da yılan, akrep, örümcek sokmaz. S:Dünyanın neresinde olursa olsun bu tutar mı? C:Tabi, tabi geçerlidir. Bana babadan vasiyettir. Yaz mevsiminde bir yere ayrılamam buradan, kendimizi adamışızdır. Biz sadece insan sağlığı için branşımız dâhilinde hizmet ederiz. S:Size bu hayırlı çalışmalarınızda başarılar dileriz. C:Sağolun, sağolun. Hacı, muhtemelen zehirli hayvanları etkisiz hale getiren bir tesir neşretmekte ve kullanmaktadır. Onun bu tesiri belirli renkteki bir ışı şeklinde süjeye yansıtmak ve süjenin etherik bedeninin her yanına yaymak tarzında bir uygulama yaptığını ve böylece bu rengin etherik bedendeki mevcudiyetini algılayabilen hayvanin da bununla yüz yüze gelir gelmez tamamıyla pasif hale geçtiğini ve şerbetlenmiş olan süjeye bir zarar veremediğini düşünebiliriz. Hacı Macit’in çok sayıda devlet ileri gelenlerini de afsunladığını unutmamalıdır.

Şifa çalışmasına gelince görünüşe göre, yılancı Hacı, zehrin beden içerisindeki yayılışını kontrol edebilmekte ve istediği herhangi bir noktada durdurarak üstelik sokma ya da ısırma nahiyesine geri getirebilmektedir. Dolayısıyla Hacı’nın genel olarak zihnin maddeye hâkimiyeti ya da daha özel adıyla PK: Psikokinezi diye bilinen parnormal olgu vasıtasıyla canlı bir organizmayı etkilediğini söyleyebiliriz. Bu yetenek aklımıza Sovyetlerin ünlü PK medyumu olan Bn. Nelya Mikhailova’yla yürütülmüş olan bazı deneyleri getirmektedir. Mikhailova, bir kurbağanın ya da bir bilim adamının kalp atışlarını durdurabildiği gibi, deneycinin ya da kendi derisi üzerinde fiziki yanıklar oluşturup, sonra yok edebiliyordu.

Tabi, PK tezahürlerine ayrıca Filipinlerdeki psişik cerrahların uygulamalarında da rastlıyoruz. Bu kişiler PK vasıtasıyla, bedende ensizyon yapabilmekte ya da bir tümörü bedendeki bir açıklıktan dışarıya çıkartabilmektedirler. İkinci örnek Hacı’nın zehri, bedene giriş noktasına geri getirmede kullandığı PK tekniğini andırmaktadır. Bill Schul, “Tıbbın Psişik Keşif Sahaları” adlı kitabında, J.B. Rhine’ınPsikokinezi’nin hücreler ile protoplazmayı etkilemek suretiyle dokuların gelişimi ve iyileşmesi üzerindeki muhtemel etkisine değine sözlerine işaret etmektedir.

Türk İslam Bilgini Erzurumlu İbrahim Hakkı(1703–1780), Marifetname adlı eserinde ilginç bir açıklama yapmıştır: “zümrüdün ışığından yılanlar kör olur ve onu taşıyanlardan uzak kalır, onlara yaklaşmaz.” Zümrüt yeşil renkli olduğunda bu enformasyon, Hacı’nın şerbetlemede kullandığı ışının gerçek rengi hakkında bize çok önemli bir ipucu verebilir. Kitie Cowen’in, “renk: Tezahürü ve Değeri” adlı kitabında yeşil renk hakkında yazdıkları da yeşilin Hacı’nın kullandığı şerbetleme ve ayrıca şifa tesirinin rengi olması ihtimalini güçlendirmektedir: “Yeşil bir astrenjan, bir antiseptik, bir dezenfektan, zihni bir uyaran, hazmettirici bir alkalizör ve uyku vericidir… Yeşil yeryüzünün rengi olup, yeryüzünün vibrasyonlarıyla mükemmel bir ahenk içindedir… Yeşil fiziki dengeleyicidir. “Chromoray, Trioray Manual” adlı kitabın yazarı E.A.Ernest’e göre, bedendeki her uzuv, her kas, sinir vs.kendi bireysel renk vibrasyonunun yanı sıra, yeşile yanıt verir.” Hacı’nın neşretti tesirin mahiyeti ile rengini tespit etmenin en emin yolu, onun şerbetleme ve şifa uygulamalarının bir Kirlian etüdünü yapmaktır. Bütün bu hususlar, Yılan Hacı’nın şerbetleme ve şifa metodunun, bir tür PK, renk tedavisi muhtemelen de henüz farkında olmadığımız daha başka veçheleri de içeren kompleks bir tekniği kapsadığını göstermektedir.

İslam tradisyonunda başka hem kadim hem de Hıristiyanlığa ait tradisyonlarda, zehir şifacılığı örneklerine rastlarız: Kadim Mısır Mitolojisinde, Set zehirli bir yılan kılığına bürünerek, Horos’u sokar. Kadim Mısır tradisyonunda Sothis’î ya da Sirius’û sembolize den, Horos’un annesi İsis, Güneş Tanrısı Ra’ya başvurur. Bunun üzerine Thoth, Ra’nın izniyle, zehri Horos’un bedeninden çıkarır. Günş Tanrısı Ra’nın İlahi Kudreti zehri alt etmiş ve Horos iyileşmiştir.

Hıristiyanlık tradisyonunda ise, Aziz Pavlos’u yılanlara karşı şerbetli olduğunu görüyoruz. Malta’da Aziz Pavlos’u bir yılan soktuğunda, zehirden etkilenmemişti.(resullerin işleri28/3–6). Ne ilginçtir ki, Hacı’nın oturduğu Dörtyol’un bağlı olduğu Antakya ili, Aziz Pavlos’un kaldığı yerlerden biriydi. Ve Hıristiyan adı ilk kez Antakya’da kullanılmıştı.(resullerin işleri11/26)

Ayrıca zaman zaman dünyanın çeşitli yerlerinde, zehirli hayvanlara karşı şerbetli olan kimseler, bunu kanıtlayacak gösteriler yapmaktadırlar. Son yıllarda gazetelerde bu konuda çeşitli haberler çıkmıştır:

26 Ocak 1980- Neeli Kumar Hayri adında 28 yaşında bir Hintli, Poona kentinde içinde yetmiş iki zehirli yılan bulunan küçük bir cam kafeste yetmiş iki saat süreyle kamıştı. Hayri, kafesten sağ çıkmış, aralarında kavga eden yılanlardan üçü ölmüştü

19 Ağustos 1980- P.Kutti Krişnan adında Hintli bir yogi, en az yetmiş beş gün kalmak üzere, yirmi beşi kobra üründen olan kırk beş zehirli yılanla birlikte cam kafese kapatılmıştı. Amacı Güney Afrikalı bir kız olan Leigh Van Den Berg’in zehirli sürüngenlerle birlikte en uzun süre yaşama rekorunu kırmaktı. Bu genç kız otuz beş zehirli yılanla birlikte bir kafesin içinde altmış bir gün kalmıştı

7 Eylül 1980- gene bir dünya rekoru kırmak için yirmi gün önce zehirli yılanların bulunduğu bir cam kafese giren, T. Velayudhan adındaki Hint fakiri bir kara korsan kobra yılanı tarafından ısırılarak komaya girmişti.

14 Ağustos 1981- aynı rekoru kırmaya uğraşan İngiliz John Berry, Dudley Hayvanat Bahçesinde yirmi dört adet çok zehirli kobra yılanı, dev örümcek ve akreplerin bulunduğu bir cam sandığa girmişti.

Neticede bazı kimselerin neşrettikleri tesirler vasıtasıyla hayvanlar üzerinde paranormal bir etki oluşturma, hâkimiyet tesis etme yetenekleri olduğu anlaşılmaktadır. Bunun örneklerine sadece zehirli hayvanlarla değil, daha aşka hayvanlarla ilgili olarak da rastlarız. Yurdumuzdaki Sığırcık Şeyhleri ya da Çekirge Hocaları, yaptıkları bu tür bir uygulamayla tanınırlar. Ankara’daki Şeyhler köyünde çıkan “sığırcık Suyu”nu çekirgelerin hücumuna uğrayan bu yerlere götüren bu şahıslar, suyla dolu testileri tarlalara koyduklarında, derhal oraya üşüşen sığırcık kuşları, çekirgeleri yok etmektedirler.

1921 yılında bir gece İstanbul’daki Asaf Paşa Tekkesi’nde bir toplantı yapılıyordu. Aralarında Neyzen Tevfik’inde yer aldığı davetliler, akşam yemeğini yemişler, yatsı namazı vaktini bekliyorlardı. O sırada şeyhlerden biri, odanın orta kısmını boşalttırarak, davetlilerin odanın iki yanına çekilmesini istedi. Şeyh kapının karşısına rastlayan duvarın önüne oturdu ve sağ elindeki tespihini çekerek dualar okumaya başladı. Az sonra açık kapıdan içeriye farelerin girdiği görüldü. Fareler doğrudan şeyhin sağ yanına giderek, bir sıra oluşturdular, şeyh bu kez tespihi sol eline aldı ve duasına devam etti. İzleyenlerin hayret dolu bakışları arasında, kapıdan içeriye ikinci bir hayvan grubu girmişti. Bunlar farelerin doğal düşmanı olan kedilerdi. Farelerin üzerine atılacakları yerde, onlar da şeyhin sol tarafında sıralandılar. Kediler gözlerini farelerin üzerine dikmişler, ağız ve bıyıklarını oynatıyorlar, ancak sanki aralarında bir engel varmış gibi, farelere doğru bir harekette bulunmuyorlardı. Bu durum on beş dakika kadar böylece devam etti. Sonunda şeyh gene önce farelerin ve arkasından da kedilerin, geldikleri şekilde kapıdan çıkarak gitmelerine izin verdi.

Bu vakaları hayvanlarda parapsikoloji, yani An-Psi açısından da inceleyebiliriz. Çünkü bu tür fenomenlerde, hayvanlar kendilerine yansıtılan tesirleri paranormal yoldan algılamakta ve dolayısıyla da beklenen yanıtı verebilmektedir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Kaya Esin ve Olağanüstü Kehanetleri

Trabzon’da, Atatürk Köşkü’nün yakınlarındaki Tirzik köyünde ailesi ile beraber oturan 14 yaşındaki Kaya Esin, Uğur Dündar’ın 1981 yılındaki “ Günlerin getirdiği” isimli bir TV programında tüm Türkiye’ye tanıtılan olağanüstü bir medyum kişidir. O tv programında Trabzonspor’un 39 puanla şampiyon olacağını söylemişti. Ve birkaç ay sonra, söylediği aynen gerçekleşince Uğur Dündar’ın bu programı o günlerdeki spor programında tekrar gösterilerek, kehanetin doğruluğu gene TV yoluyla açıklanmış oldu.Fenerbahçe takımının antrenörü Rausch için, Mayıs 1981 yılında “seneye hiç de hoş olmayan günler geçirecek” diyen Esin’in bu kehanetinin Kasım 1981 de ilk kısımları gerçekleşti ve Rausch, bilinen bir olay sonucu mahkemelik oldu. Ayrıca Rizespor’un küme düşeceğini de söylenmiş ve aynen dediği gibi çıkmıştı. Yakınlarda Fenerbahçe’nin 45 puanla 1981–1982 yılının şampiyonu olacağını da söylemiştir. Bu kehanetinin sonucunu da 1982 yılında göreceğiz. Kaya Esin kendisinde bir saat olmadığı halde, ne zaman olursa olsun saatin kaç olduğunu tam olarak söyleyebilmektedir. İsterseniz değişik zamanlarda yüz kez veya bin kez sorunuz doğru zamanı söyleyecektir. Bu bir rastlantı değildir.Öte yandan Kaya Esin bir falcı değildir. Tam anlamıyla olağanüstü bir medyumdur. Onun bu medyumluğu falcılık vb. gibi ilgili olmayan sözlerle geçiştirilecek yerde, bilisel olarak incelenmeli ve bu yeteneğin arkasındaki ruhsal kaynak ortaya konulmalıdır. Fakat ruhsal olan her şeye karşı son derece duyarsız ulunan bilim çevreleri, elbette bu olağanüstü medyumu ve medyumluk kabiliyetini görmezlikten geleceklerdi. Ve nitekim öyle de oldu. Sonunda Kaya Esin, yaşamlarını falcıdan falcıya koşarak tanzim eden veya etmeye çalışan bilinçsiz bir sürü insanın hücumuna terk edildi. Kimisi zengin olacak mıyım, kimisi evlenecek miyim, kimisi de bu bilete para çıkacak mı vb. isteklerle yüzlerce mektup yağdırmaya ilk günden itibaren başladılar küçük medyum Kaya Esin’e. Oysa bu yeteneğin bilimse olarak incelenmesi son derece önemlidir. Parapsikolji alanında çok önemli ve nadir bu fenomen, diğer ülkelerde olsaydı derhal yoğun bir araştırma dahiline alınırdı. Ülkemizdeki durum ise ortada…

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

İdareci Mekanizma ve Gerçekleşen Kehanetleri

1953 yılında Nisan aynın birinci günü, İstanbul 7.noteri bir medyum aracılığıyla alınmış olan ve bir kehanet mahiyetinde olan bir tebliğe ilişkin zabıt teskeresini, 2926 kayıt numarasıyla tanzim ve tasdik ediyor. Tebliğin alındığı celsenin operatörlüğünü yapmış olan Dr. Bedri Ruhselman’ın başkanlığında, doğruluğunu onaylayan kişilerce imzalanan zabıt, Noter tarafından da imzalanarak mühürleniyor.

Söz konusu tebliğde şöyle deniyordu: “..Türkiye böyle bir arızaya uğrayacaktır. O kavis(Mersin körfezinden başlayarak Seyhan nehri yatağını izleyen eğri dâhilinde) denizin içeri çekilmesi olacak. Beş yıl sonra California da aynı akıbete uğrayacak…”

Celse operatörü Dr. Bedri Ruhselman, “ Türkiye’nin bu akıbeti beş yıldan önce mi olacak?”diye sorduğunda, gelen cevap “hayır” olur. Ve neticede Noter tarafından resmen tescili yapılmış olan belge, 23 Mart 1966 tarihinde aniden büyük bir önem kazanır. Çünkü o gün, 1953 yılında haber verilmiş olan tabiat olayı gerçekleşmiştir. Olay tebliğde belirtilmiş olandan daha geniş bir alanı etki altına almış olmasına rağmen, özellikle Akdeniz kıyılarındaki sözü edilen o eğri dâhilinde daha belirgin olarak meydana gelmiş ve tüm ülke halkının ilgilenmesine yol açmıştı.

25 Mart 1966 tarihli gazetelerde, olayın haberi, “Görülmemiş Olay” başlığıyla veriliyor, Akdeniz ve Ege kıyılarında denizin çekilip, alçaldığı, Antalya’da 2m. Kadar alçalırken İskenderun’da da 31m. Çekildiği bildiriliyordu. Bodrumlu ve İskenderunlu denizciler, “olayın 30 yıldan beri ilk defa meydana geldiğini” söylemişler ve “bu olaya havda tek bir bulut yokken poyraz emesi neden oluyor,”demişlerdi. İstanbul 7.Noterliğince onaylı, 1.4.1953 tarihli celse zaptı, İstanbul’daki M.T. İ.A. Derneğinde mevcuttur.

Yukarıda bahsedilen tebliğin verilmesinden yaklaşık 6 yıl sonra, Aralık 1958’de gene Dr. Bedri Ruhselman’ın operatörlüğünü yaptığı bir dizi celse sırasında, Akdeniz bölgesinde bir sel felaketinin meydana geleceğine dair kehanette bulunan tebliğler alınmıştı. Bu kehanete ilişkin olarak da belgeler düzenlenmiş bir haritayla birlikte çeşitli noterliklerde tasdik ettirilmişti.

27 Ocak 1959 tarihinde gerçekten de Mersin civarında bir sel felaketi meydana geldi. Dr. Ruhselman, söz konusu belgeleri tüm basına sunarak, bu konuda açıklama yaptı. Ve Cumhuriyet gazetesinin 29 Ocak 1959 tarihli sayısında konuya ilişkin olarak ayrıntılı bir haber çıktı: “kırk yıldan beri ruh ilmi üzerinde çalıştığını bildiren Dr. Bedri Ruhselman, dün saat 18.00de evinde yaptığı bir toplantıda, iki gün evvel Mersin dolaylarında meydana gelen sel felaketinin 50 gün evel taraflarından tespit edildiğini açıklamıştır.Mehmet Fahri isimli medyum vasıtasıyla biri 9 Aralık 1958 Salı, diğeri 16 Aralık 1958 Salı günü olmak üzere, ruhlar âleminden iki tebliğ aldıklarını ve bu tebliğde böyle bir sel felaketinin meydana geleceğini tespit ettiklerini açıklayan Dr. Ruhselman, bu tebliğlerle medyumun çizdiği sel bölgelerini gösterir haritayı 19 Aralık 1958 günü Beyoğlu üçüncü, Beyoğlu beşinci ve İstanbul 7,yedinci Noterliklerinde tasdik ettirdiklerini söylemiş ve demiştir ki: “bugün Anadolu’da bir sel felaketi başlamıştır. Bu bizim için bir başlangıçtır ve bu hallerin ara sıra devam edeceğini zannediyoruz. Bu selin vuku bulacağını bundan 50 gün evvel âlemleri idare eden bedensiz idareciler(ruhlar)sistemine dâhil bir varlık tarafından bize iki tebliğle haber verilmiş ve bunun zamanı gelince yurttaşlara duyurulmasını temiz etmemiz söylenmiştir. Biz bu işte daha objektif hareket emek için, bu tebliğleri üç noterde o zaman tasdik ve tespit ettirmiştik.” Daha sonra bu güne kadar dünyadaki bütün hadiselerin bu bedensiz idare sistemlerinin tesiri altında meydana geldiğini ifadeyle konuşmasını şöyle bitirmiştir: “şu halde bu hadiselerin mana ve sebepleri kâinatı sevk ve idare eden meçhul kamış bu idareci kuvvetlerin varlıklarını tesirleri üzerinde toplamak ve onların delalet ettikleri manaları anlayabilmelerine imkân sağlamaktır.”

Yeryüzünün fiziksel ve spritüel tüm yapısına, Yüksek İdareci Planlar, tam tasarruf halindedirler. Tüm tektonik olaylar veya atmosferik olaylar, fiziksel veya kimyasal olaylar; tüm bitkisel hayat, tüm hayvani hayat ve tüm beşeri hayat, Yüksek İdare Mekanizması tarafından kontrol altında tutulur. Yeryüzündeki beşeriyet istenen evrim yolunda yürümekten kaçındığı zaman, çeşitli maddi ve manevi olaylar ile Yukarısı tarafından ikaz edilir. Tabiat olayları, sosyal olaylar, psikolojik olaylar, kozmik olaylar vb. bu ikaz için gerektiğinde vasıta olarak kullanılırlar. Yeryüzünün gezegen olarak bir evrim süreci vardır ve bu süreç ilgili Ruhsal Planlar tarafından sevk ve idare edilir. Bu Ruhsal Planlar gezegenin üzerinde yeri ve zamanı gelen her türlü olayı önceden bilmekte, görmekte ve kontrol etmektedirler. Bir tektonik olayın beşeri evrime katkısı olması istenirse, olay ile beşeri küle ilgilendirilir. Bu ilgi gerekmiyorsa o olay bölgesindeki beşeri kitle önceden haberdar edilir ve tektonik veya atmosferik vb. olaydan uzak tutulur. Olay öncesi haber vermek oradaki kütlenin, maddi tesir alışverişleri ile manevi tesir alışverişlerini dengelemeleri için bir ikazdır. İstenen durum olursa tabiat olayı oradaki beşeri kütleye zarar vermeden oluşur, tersi hal oluşursa oradaki beşeri kütle olayın içine alınır. Ülkemizde bu türlü pek çok gözlemler mevcuttur. Öte yandan, Amerika’ya, San Andreas fay sistemleri ile ilgili olarak yapılmış olan uyarılara, Nükleer Denemeleri sürdürmekle negatif karşılık veren ABD’de, yakın zamanlarda üstteki kuralın bir ispatı, ne yazık ki olacak gibidir. Sodom,Pompei vb. olaylar hatırlanmalıdır.

1959 yılı Aralık ayı ortalarında, tanınmış spirit Macit Aray ile N. Aypars’ın ve diğer bazı kişilerin katıldığı bir celse sırasında, bir kehanet tebliğ alınmıştı. İrtibat halinde oldukları Ruhsal Rehber devreden çıkmış, temas kuran bir başka varlık aynen şu tebliği vermişti: “ içinde bulunduğunuz sıkıntılı devre yanında sona erecektir. Bir lider çıkacak ve memleketinizde yeni bir idare teessüs edecek ve ondan sonra her adımda daha iyiye doğru gideceksiniz. Bu mesaj mahremdir. Kimseye söylemeyiniz.” Bu mesajın verilişinden tam dört buçuk ay sonra 27 Mayıs İhtilalı olmuştu. 1960 yılında Adapazarı’ndaki bir okulda Başöğretmen olarak çalışan Nezihi Aslan da, ihtilaldan 9 gün önce 18 Mayıs 1960 tarihinde şöyle bir tebliğ almıştı: “Zaman şerlerin, haksızların lehine inkişaf etmektedir. Bu zahiri görünüşe aldanmayın. Hak yerini bulacaktır. Zira tereddütlere kapılmayasınız, vicdan sana doğruyu söyler. O da: öldürülenlerin, masumların kanlarına girenlerin, emaneti teslim etmek istemeyenlerin, adaleti hırslarına alet etmek isteyenlerin, hesap gününden korkup çıldıranların, vicdanlarının kahrına uğrayanların, geçici sandalyeleri daimi zannedenlerin, Allah’ın Evi’ni yıkıp evliya görünmek isteyenlerin yoluna dikilin. Tehditlerin yalvarmaya dönüşmesi anına kadar tahammül gösteriniz…”

İlginç bir kehanet olayı da, Tarikat-ı Aliye şeyhlerinden Müştak Dedenin 1848 yılında basılan divanında yer alan bir şiirle ilgilidir. Bu şiirde,1921 yılında Ankara’nın Başkent olacağına dair kehanette bulunulmuştu. Müştak Dede’nin sufi tradisyonuna uygun olarak, kehanetini şifreli bir şekilde yerleştirdiği şiirinin,1,3,5ve 7.mısralarında sırasıyla, Arapça, “elif, nun, Kaf, re, he” harfleri vurgulanmaktadır. Bu harfler eski yazıyla, A-N-K-R-H’ yi yanı Ankara’yı belirler. İkinci mısrada belirtilen bu yerin başkent olacağı, yedinci mısrada da bunun hay-u hu ile yani Kurtuluş Savaşı kastedilerek, gürültü ve patırtıyla gerçekleşeceği ima edilmektedir. Üstelik ebcet hesabıyla birinci mısranın açılımı yapıldığında, Hicri 1341 tarihi yani 1921 yılı ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Başkent olacak yerin Ankara olduğu hususu, dokuzuncu mısrada geçen, Sultan Hacı Bayram’a ilişkin ifadeyle de açıklanmış olmaktadır: çünkü Hacı Bayram Veli’nin Türbesi, Ankara’da yer alır.

Bazı olayları, felaketleri, paranormal yoldan algılayarak önceden bilen hassas kişiler vardır. İstanbullu Ziya Ok da bunlardan biriydi. Dünyanın herhangi bir bölgesinde meydana gelecek büyük bir felaket öncesinde sıkıntı verici haller geçiren Ok, duyduğu rahatsızlığın derecesine göre, felaketin mahiyeti ile şiddetini de bilebiliyordu. 1960 yılında Fas’ta meydana gelen Agadir Depreminden on gün önce de böyle bir rahatsızlık geçirmişti. O sırada yanında bulunan kişilerin ifadesine göre, titremeye başlayan yüzü kıpkırmızı kesilen Ok, çok büyük bir deprem olacağına ve çok sayıda kişinin öleceğine dair kehanette bulunmuş, ancak yerini bilememişti.

Macit Aray da kendi başından geçen bir kehanet olayını şu şekilde anlatmaktadır: “bir gece uykumun en ağır sırasında, biraz ileride aynı odada yatan eşin çığlığı ile uyandım. “ zelzeleyi duydun mu?”diye bağırmıştı. Hemen yataktan fırladım. Elektrik düğmesine elimi uzatırken telaşla, “hayır, ne zaman?”dedim elektrik yanınca büsbütün şaşırdım. Eşim sakin ve rahat uyumakta idi. Üstelik etrafta zelzele olacağına dair bir hal de yoktu. Eşimin karyolasını sarstım. Heyecanla gözlerini açtı “demin bana seslenmiştin, bir şey mi söyleyecektin?”diye sordum. “hayır, ilk defa şimdi beni sen uyandırdın” cevabını verdi. O halde eşim rüyasında bağırmıştı. Saat iki buçuktu. Bir yere not ettim: saat iki buçukta eşimin bağırması, “zelzeleyi duydun mu?” verdiğim cevap “hayır ne zaman?”. Aradan tam on beş gün geçmişti. Gece yine eşimin çığlığı ile uyandım. Yine aynı sözler tekrarlandı:

—Zelzeleyi duydun mu? —Hayır, ne zaman?—Şimdi, şimdi çok şiddetli oldu!

Elektriği yaktım. Ampul bir oyana bir bu yana gidip geliyordu. Eşimin yüzü sapsarıydı, heyecandan tıkanacak gibi olmuştu. Saate baktım: saat tam iki buçuktu.!”

Emekli General K.K., başından geçen aynı türden bir kehanet olayını şöyle anlatmıştır: 29-30 ağustos 1927 gecesi, Hadımköyde derin bir uykudayken,bir baykuş gayet açık bir şekilde insan gibi konuşarak, terfimi müjdeledi. Uykumdan sıçrayarak uyandım. Adeta bana kendini haber vermek istercesine, baykuş kendi normal sesiyle bir defa daha öttükten sonra ses seda eksildi. Ertesi gün terfi haberi teeyyüt etti.”

Halk arasında sık sık görülen, kehanet türünden bir fenomen de, kişilerin, öleceklerini önceden bilmeleridir. Butür önceden bilme vakalarına ilişkin haberlere, bazen gazetelerde rastlanır. Örneğin 11 Mart 1964 tarihli bir haberde, Silifke’nin Atik mahallesinde oturan yetmiş yedi yaşındaki Ali Özkaya ile altmış iki yaşındaki hanımı Emine’nin, ecellerinin geldiğini söyleyerek çevredekilerle helâlaştıkları ve sabaha karşı da öldükleri anlatılmaktadır. Ağustos 1965 tarihli bir başka gazetede ise, Eskişehir’deki Şeker mahallesinde oturan, Bahriye Hoşcan adındaki bir genç kızın, kalp romatizmasından yatarken, beyazlar giyinmiş bir şahsın kendisine görünmesinden sonra, “yarın sabah ben saat 10’da öleceğim” dediğine ve gerçektende belirttiği saate vefat ettiğine ilişkin bir haber yer almaktadır.Dört yıl sonra gene gazetelerden öğrendiğimize göre, Gölcük’te Garnizon içindeki blok apartmanlarda oturan otuz yedi yaşındaki Asiye Aydın, Eylül 1969’da bir Perşembe akşamı hiçbir şeyi yokken eşi, kız kardeşi ve ocuklarıyla helalleşerek, “ ben yarın öleceğim, cenaze namazımı Cuma günü, doğup büyüdüğüm Darıca’ya kaldırır, oraya gömersiniz” dedikten sonra ertesi günü vefat etmişti. 31 Ekim 1980 tarihli gazetelerde, aynı türden bir olaya ilişkin olarak şu ilginç haber yayımlanmıştı: “ Denizli’den İzmir’e giden bir otobüste tolculuk yapan Mehmet Cerit , “öleceğimi hissediyorum” dedikten yarım saat sonra can verdi. Sarayköy Savcısı Haluk Morçetinkaya’nın verdiği bilgiye göre, 67 yaşındaki Mehmet Cerit’in kalp krizi sonucu öldüğü saptandı. Yolcular savcıya verdikleri ifadede olayı şöyle anlattılar: “Mehmet Cerit Denizli’den otobüse bindikten sonra, “ ben öleceğimi hissediyorum. Ölüm şu anda yakınımda ama kimse korkmasın” dedi. Mehmet Cerit’in bu sözleri araç içindeki yolcular arasında şaşkınlık yarattı. Hatta bazıları güldü. Koltuğunu oturduktan sonra başını arkaya yasladı ve birkaç dakika sonra da hiç sesi çıkmaz oldu. Sarayköy’e kadar böyle geldik.”

Bu kitabın hazırlandığı şu günlerde İstanbul’da, 21.9.1980 tarihinde Joshua adındaki bir Ruhsal Rehber’in Amerika’da Lucy Colson kanalıyla verdiği tebliğlerde geçen biri dizi kehanetin gerçekleşmekte olduğunu gösteren “patlama olayları” meydana gelmektedir. Joshua, Bilim Araştırma Merkezi’nce yayımlanmış olan, Bilgi Çağına Giriş adındaki, 58no’lu kitapta da açıklandı üzere, kısaca şöyle diyordu : “7. ışının yani Shiva Işınının Radyasyonu, Güneş ve Ay tutulmalarına ilişkin düzenin radyasyonu ile birleşerek, yeryüzü atmosferine ulaştığı ve beşeriyetin neşretmiş olduğu duygusal düşünce formları ile karıştığı için ya bu radyasyonların ahenkli bir karışımı ya da beşeriyetin gösterdiği(kara bir bulut oluşumundaki) negatif vibrasyonlarla temas sonucu, bir “patlama” olacaktır. Beşeriyetin hızla İlahi Varlıklar oldukları ve muktedir Yaratıcı Tanrı’ya dönmelerinin gerektiği idrakine varması işte bu yüzden çok önemlidir.”

13 Mart 1981 tarihinde, saat 16.30- 17.00 sularında, İstanbul Nişantaşı semtinde, halka korkulu dakikalar yaşatan, dehşete düşürücü müthiş bir patlama duyuldu. Patlamanın sebebi meçhul kaldı.

3 Aralık 1981 günü, sabahleyin saat 08.00 civarında, İstanbul’da Kadıköy yakasının, Suadiye, Göztepe, Çiftehavuzlar semtlerinden Moda’ya kadar uzanan kemsinde, birbiri arkasına duyulan iki büyük patlama vuku buldu. Özellikle kıyı boyunca uzanan evlerin camlarını sarsan bu patlamalar da, Roman Tankerinin hatırasını hafızalarında taşıyan halk arasında panik yarattı. Ancak bu kez ortada ne yanan bir gemi vardı, ne de patlamaya yol açabilecek başka herhangi bir olay meydana gelmişti. Patlamaların duyulmasından yaklaşık bir saat sonra, Bağlarbaşı semtinin üzerinde simsiyah bir bulut belirdi. Ve görgü tanıklarının ifadelerine göre, ortalık bir anda gece vakti gibi kapkaralık kesildi. Bir süre sonra batı önünden doğru açılarak dağılan bu kara bulut da semt sakinlerine oldukça korkulu anlar yaşatmıştı.

Öte yandan, 1982 yılı içinde 4 kısmi güneş tutulması ile 3 Ay tutulması olacağı bildirilmiştir. Kandilli Rasathanesinin yetkililerinin verdiği bilgiye göre, uluslararası yapılan gözlem ve hesaplamalar sonucu,1982 yılında,25 Ocak 21 Haziran,20 Temmuz ve 15 Aralık tarihlerinde kısmi güneş tutulmaları meydana gelecektir. Bu bilgi ile bilgi Çağına Giriş ve Çağrı isimli yapıtlarımızdaki, uzaylıların verdikleri bilgiyi karşılaştırdığımızda bir ortak sonuç çıkacaktır: 1982 yılı, tüm dünya insanlığın Yüce Semavi Hakikatlere bağlı olarak kıyam ettirileceği yani uyandırılacağı bir dönemim başlangıç tarihidir.

Bu yapıtın hazırlanması sırasında, İlahi Âdem, ülkemizde birçok pararsikolojik, ufolojik ve spiritolojik yeni olay tanzim ederek, bu yapıta yeni veri olarak girmesini sağlamıştır. Öte yandan, bu yapıtın çıkmasından sonra, sizlerin de göreceğiniz gibi, bu tür olaylar ve kanıtlar özellikle, Yukarısı tarafından çoğaltılacaktır. Ayrıca zamanı gelince bu ülkeden, arkeolojik araştırmalar veya M.T. A. araştırmaları sonucu muhtemelen on binlerce ton altın da bulunacaktır. Bu bir kehanet değildir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Orijinal Durugörü Olayları ve Sonuçları

Ülkemizde tanık olunan en eski durugörü olayı, ünlü inisiye Tyanalı Apollonius’la ilgilidir. İ.S. 96 yılında, 100 yaşındaki Apollonius, kısa bir süre için durduğu Efe’deki bir söylev sırasında, toprağa korkunç bir bakış atfeder, üç adım ilerler ve bağırır: “ vurun despota vurun!” Bu Açıkhava söylevine katılan ahalinin çoğu gibi, tüm Efes kasabası sarsıldı ve şaşırdı. Daha sonra Apollonius hayretle şöyle dedi: “Athene adına, işte tam şimdi despot (Roma İmparatoru Domitian)katledildi.” O devirde, Roma’dan yola çıkan posta ve haberler birkaç günde buralara erişirdi. Posta kuryesi oraya vardığında, Roma’da İmparator Domitian’a yapılan bir suikast bildirisi getirdi. Dahası Apollonius’un tarihsel söylevini vermekte olduğu tam o anda suikast olayı vuku bulmuştu. Bu durugörü fenomeninin bir ilginç yanı da, çağlar boyunca paranormal tezahürlere yatkınlığıyla ün yapmış bir kent olan Efes’te gerçekleşmiş olmasıdır.

Yüzyıllar sonra gene Türkiye ‘de, Apollonius’un duru görü vizyonunu andıran bir vaka gözlemlenmiştir. Olayın tanığı olan kişilerin ifadesine göre, Ankara’daki Yeni Hamam’ım sahibi olan Mehmet Gülgez’in, İstanbul Üsküdar’da oturan annaesi çevredekilerin anne diye saygı gösterdikleri, ibadetiyle meşgul olan, kendi halinde yaşlı bir bayandı. Bu bayan 1922 yılında, Kurtuluş Savaşındaki son zafer tarruzlarının başlayacağı gece, değişik bir halete bürünür. Sanki bir orduyu yönetiyormuşçasına, bir yandan velilerin adlarını açğırmaya bir yandan da her yana “sağdan çevir,, ileri atıl.. aman sol tarafı kolla..” gibi emirler yağdırmaya başlar. Tanıklar çıldırdığını sandıkları Anne’nin aslında durugörü yoluyla Afyon’un düşmandan geri alındığısavaşı izlemiş olduğunu, ertesi günki gazeteleri okuyunca anlarlar. Anne’nin o gece verdiği emirleri not etmiş olsalardı, bunların savaş sırasında uygulanan hareket planına uygun olduğunu görecekleri muhakkaktı.

Bir diğer vatandaşımız da İstanbul Beylerbeyi’ndeki evine bir gece geç vakit dönerken, kapısının önünde işlenen bir cinayeti çok uzaktan vizyon halinde izlemişti. Kendiğiliğinden spontane olarak meydana gelen bu durugörü fenımeni sırasında inayet sahnesinin kendisine tam olay anında ve aynen cereyan ettiği şekliyle yansıdığını sonradan anlayıncahayretler içinde kaldığını söylüyordu. Günlük hayatın normal akışı içinde tezahür edebilen bu tür “kendiliğinden ESP”olayları, parapsikolojinin ilginç ve öneli bir araştırma sahasını oluşturmaktadır.

İzmir Millieğitim Dairsinde gezici memur olarak görev yapan bir şahsın, spirit Macit Aray’a anlattığı bir vakada, gene kendiğiliğinden oluşmuş bir durugörü tezahürüdür: “Muğla’daydım, bir akşam vücudumda garip ürpermeler, göğsümde daralma hissettim. Sokağa çıktım biraz sonra gözlerimin önünde feci bir kaza sahnesi cereyan etmeye başladı. Manisa’dan hareketle İzmir’e doğru gelen bir jipte, arkadaşlarımdan biri bunuyordu. Karşıdan gelen kırmızı bir araba ile çarpışan jip takla atarken arkadaşımda ağır yaralı olarak hendeğin kenarına yuvarlandı. Kaburga kemikleri kırılmıştı. Sonra yine sokakta olduğumu anlayarak, yürümeye başlasdım. İçimde müthiş bir sıkıntı vardı… böyle bir halle ilk kez karşılaştığım ve sıhhatimde en küçük bir endişe verici hal olmadığını bildiğim için, basit bir halüsinasyon olmasına ihtimal veremezdim. Hemen bir telgrafla durumu Manisa’dan sordum. Gelen cevap feci hadisenin aynı yer, zaman ve şekilde cereyan ettiğini bildiriyordu.”vaktiyle İzmir’e yakın köylerden birine incelemeler için giden müteveffa araştırmacı Rahmi Balaban’a başvuran bir köylü, hanımının paranormal yeteneğinin kendisini çok zor durumlara soktuğunu anlatarak, yakınmıştı: “ efendim sizi büyük bir hoca olarak tanıttılar. Benim bir derdim var. Hiç rahat değilim. Karıma son yıllarda bir hal oldu. Ben nereye gidersem köyde oturduğu yerde, attığım adıma kadar her ne yaparsam hepsini görüyor. Hele İzmir’e alışverişe gidince, ne sattğımı ne aldığımı nerelere uğradığımı, kimlerle görüştüğümü, aramızda neler geçtiğini bir bir anlatıyor. Cebimdeki paraların ne kadar olduğunu, kâğıt ve maden miktarlarını söyleyiveriyor… Bu hal altı yıldır devam ediyor.” Daha sonra söz konusu bayan üzerinde deneyler yapılmış, kendisinin çok güçlü bir durugörü medyumu olduğu tespit edilmişti.

Gene Macit Aray’ın Ruh ve Hayat adlı kitaında yer alan ve kendi başından geçen bir duruişiti olayı, hassas kişilerde zaman zaman tezahür debilen duruişiti fenomenine gizel bir örnek oluşturmaktadır: “sekiz yılönce vede yalnız bulunduğum bir saatte, Z.Ş.adlı bir hâkim arkadaşımın sokaktan beni çağırdığını duydum. Pencreye koştum. Kapıyı açıp sokağa çıktım. Hiçbir yerde onu göremedim. Sesi pencerenin hemen altından gelmişti. Birsaniyede kaybolamazdı. O kadar yüksek sesle çağırmıştı ki, aynı şkilde “efendim, buyurun” cevabıyla yerimden fırlamam bir olmuştu. O sırada resim yapıyordum. Çok dalgındım. Fakat bu kuvvetli çağrıştan ürkmeden ayılabilmiştim. Hemen tıraş oldum, elbisemi giydim. Yarım saat sonra kapı çalındı. Geleninkim olduğunu bilerek açtım.” Gelen kişi Aray’ın sesini duruişiti yoluyla duyduğu hâkim arkadaşıdır. Z.Ş.evden çok özlediği Aray’ı ziyaret etmek amacıyla çıkmış, çnce hanımıyla birlikte bir başka tanıdığına gitmiştir. Aray onun sesini duyduğu sırada, tanıdığının evinden ayrılmış, Aray’a gelmek üzere, Bankalar Caddesinden geçmekteymiş. Z.Ş.nin duyduğu şiddetli özlem duygusu, Aray’la arasında psişik bir irtibat oluşturarak, kendisini “verici” Arayı da “alıcı” durumuna sokmuş ve sonuçta bu ilginç duruişiti fenomenine yol açmıştır.

Çemişkezek’in Dimili köyünde yaşayan Dursun Aydın, bir duruişiti fenomeni vasıtasıyla nasıl himaye gördüğünü şöyle anlatır: “askerliğimi bitirip köye döndüğümde ev ev dolaşarak köylümün hatrını sordum; onların dertlerini dinledim. Askerlikte edindiğim bilgi ve tecrübe beni daha vicdanlı harekete sevk ediyordu. Köyümde yardıma muhtaç olanlara koşuyordum. Bir gün öküzlerimi aldım, muhtaç bir köylümüzün tarlasını sürmek içinyola koyuldum. Gideceğim tarlanın yakınında büyük bir kayalığın dibinde suyu buz gibi soğuk bir kaynak vardı. Öküzleri salıvererek orada biraz su içtim. Bir de sigara yakarak gittikçe kararmakta olan havayı gözlemeye başladım. Bir an gözlerim kara bulutlara saplandı vücudumda bir ağırlık duydum. Derken aniden kulaklarımda bir ses peyda oldu. Birisi bana “oğlum oradan kalk “ diyordu. Etrafıma bakındım kimseler yoktu. Aldırmadım. Biraz sonra aynı ses, “oğlum taştan kalk “ dedi. Yine etrafta kimseler yoktu. Bayağı korktum. Şöyle söylenmey başladım:” hiç uğraşma beni buradan kaldıramasın. Ben cahil değilim. Askerliğimi yapmışım. İşine gir beni kandıramasın inadım inattır akşama kadar buradayım ha!” hırsımdan ter içinde kalmışım. Söylenmelerime öküzler kulak kabartmış olacaklar ki ikiside bir olmuş bana manalı manalı bakıyorlar. Onlardan sıkıldım. busırada hafif yağmur da yağmaya başladı. Derken kulaklarımda bu sefer daha kuvvetli bir ses, “Dursun kalk oradan” diye çınladı. Bu ses rahmetli dedemin sesine benziyordu. Dedem az konuşurdu ama doğru söylerdi. İçimi korku sardı hemencecik öküzleri önüme katıp tarlaya doğru hızla koşmaya başladım. Kayadan epey uzaklaşmıştık ki bir şimşek çaktı ve kendimi yerde buldum. Yıldırım düşmüştü demin katlığım kayalığa; kayalar parça parça olmuştu. Etraf toz duman içinde kaldı. Ağrıyan başımı ovalayarak tarlaya doğru koşmaya başladım. Öküzler de bağırarak beni takip ediyorlardı. Nefesim kesilerek otların üzerine uzandım. Bu olanları şöyle bir düşündüm: ben muhtaçlara yardım ettiğim için Allah benim canımı bağışladı; dedemin ruhunu da bu işe vasıta etti.”

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Nadir Parapsikolojik Koku Olayları

Balıkesir’e bağlı Havran ilçesinde yaşamış olan, Nakşibendî Şeyhi İzzet Efendi, ölmezden az önce, çevresindekilere vefatıyla birliktebazı hallerin tezahür edeceğini bildirmişti. Nitekim şeyhin vefatı sırasında etrefa keskin bir gül kokusu yayılmış, aynı kokununuzun bir süre önce, şeyhin evinin bulunduğu sokaktan geçenlerce de duyulduğu görülmüştü.

Aynı türden bir başka paranormal koku tezahürüne tanık olan Sinan Onbulak, “ ruhi Olaylar ve Ölümden sonrası” adlı kitabında bu olayı şöyle anlatmaktadır: “ şimdi tarihini iyi hatırlayamadığım bir gün, o zaman Hacı Bayram Veli Hazretlerine giden yoldaki terzilerden çıkmış, Hazreti ziyaret maksadıyla otarafa yönelmiştim. Gittim ziyaret ve duamı yaptım. Fakat o anda fevkalade bir hal oldu. Etrafa şiddetli bir gül kokusu yayılmaya başladı. Koku zaman zaman kesiliyor, sonra tekrar şiddetleniyordu..”

12 Ağustos 1980 tarihli gazetelerde, herhangi bir sınırlı mahal dâhilinde değil degeniş bir bölge çağında tezahür eden bir koku olayından bahsediliyordu: “ İstanbul’un Aksaray, Fatih, Eminönü semtlerinde duyulan ve nedeni anlaşılamayan yaygın bir koku, halkın endişeye kapılmasına yol açtı. Belediye, polis, itfaiye, sağlık ve hıfzıssıha müdürlükleri kokunun nereden geldiğinin tespit edilemediğini söylediler. Kumkapı, Yenikapı kıyı şeridinden başlayıp, öğleden sonraki saatlerde içlere doğru yayılmaya başlayan koku, binlerce kişinin telaşına neden oldu.”

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Öte Âlemden Bedenlenme Olayları

Eski valilerden Cemal Bey, 1944 yılında Bingöl’ün kazası Kiğı’da kaymakam sıfatıyla bulunurken, ilginç bir fantomik tezahüre tanık olmuştu: bir gece sabaha karşı 01.00 civarında, makamında çalışırken, merdivenlerden gelen bazı ayak sesleri duyar. Ayak seslerinin oda kapısına kadar gelmesine rağmen, kise görünmez. Kapıdaki kişi her kimse, içeriye girmesi için seslenen Cemal Bey, birden kendisini dehşete düşürüen bir görüntüyle karşılaşır. Kapının üstünde sanki gövedsi kapının arkasında kalmış gibi, bir kadın başı durmaktadır. Bir süre orada öylece durup kendisine bakan fantom başın kaybolmasıyla birlikte, koridorlarda uzaklaşan ayak sesleri duyar. Fantom başın arkasından derhal odadan çıkan Cemal Bey, fantomun bu kez koridorun ilerisindeki kilitli bir odaya girdiğini görür. Cemal Bey sonradan, kaymakamlık binasında sık sık bu tür fantomik vizyonların görüldüğünü öğrenmiştir.

Bolu’ya bağlı düzce kazasının Ceddiye semtinde oturan Dülger Ahmet, 1930larda ölen babasının fantomuyla uzun bir süre görüşmüş bir kişidir. Ölümünde kısa bir süre snra evini ziyaret etmeye başlayan babasının ilk gelişinde heyecana kapılan Ahmet, fantomun rahat hareket etmesi ve kendisine güven vermesi üzerine, bu görüşmelere alışmıştır. Babası, spatyomda rahat olduğunu, yalnız sağlığında arkadaşlarıyla çaldığı bir dananın hesabını vermek zorunda olduğundan başlangıçta bayağı çektiğini söylüyordu. Ahmet bunun üzerine dana sahiplerinin çocuklarını bulup babasının borcunu ödeyerek, babasını rahata kavuşturmuştu. Görüşmleri sırasında babasına yemek ikram etmesine rağmen, bunu tebessümle karşılayan babası, ruhların yemek yemediğini belirtmişti. Sonunda Ahmetin bu görüşmeleri gizli tutmayı becerememesi yüzünden babasının ziyaretleri sona ermişti.

Yukarıdakinin benzeri olan bir diğer olay ise, Düzce’ye bağlı Çerkes Karaköyünde oturan Nahide adındaki bir genç kız, vefat ettikten 35- 40 gün sonra annesine görünmeye başlamış ve ziyaretlerini gidereksıklaştırmıştı. Bu tezahürlerden ürken annesine: “anneciğim neden korkuyorsun? Ben senin kızın değimliyim?” diyen Nahide, evde 15 dakika süreyle kaldıktan sonra, geldiği yoldan gene köy mezarlığına dönüyordu. Çıplak olan ayakları sapsarı ve balmumu gibiydi. Hemen hemen her akşam gelip gitmeye başladığında annesinin kendisine karşı hala daha çekingen davrandığını görünce, “ benden neden çekiniyorsun? Ben bu günü görebilmek için nekadar niyaz ettim ve başarılı da oldum “ diye açıklamada da bulunmuştu. Nahide’nin annesi Bn. Abidet ise, bu olay hakkında şunları söylüyordu: kızım böyle gelip gittikçe kederim tazelendiği için, kendisinden gelmemesini rica eder ve ona karşı soğuk sururdum. Evde misafirler varken de gelir yanıma oturur, bir süre sonra adeta misafirlere sürünürcesine çıkıp giderdi. Gerek otururken gerek elimi öperken, bütün özellikleriylekızımın davranışlarının aynısını gösterirdi. Namaz kılma için katlığım zaman da daima arkamda dururdu. Saçları hayattaki gibi uzundu ve otururken daima önüne uzatırdı.” Bu ziyaretlere artık dayanamayan bn. Abidet hocalara yzdırdığı muskaları evin çeşitli yerlerine yerleştirmişti. Son gelişinde bunları gören Nahide, “eyvah” demişti “anneciğim bunu neden yaptın? Benim sana gelmemde ne zarar vardı? Beni herkese duyurdun. Artık beni br daha göremeyeceksin” ve geldiği yoldan mezarlığadoğru uzaklaşarak, bir daha hiç ortaya çıkmamak üzre gözden kaybolmuştu.

Çocukluğunu bursa’da geçiren Prof. Dr. Orhan Erözden, 7–8 yaşlarındayken ölen bir komşularının evine annesiyle başsağlığına gitmişti. Ziyaret sırasında, yanlışlıkla ev sahibinin vefat etiği odanın kapısını açan Erözden, karşısında bu kişinin odayı kaplayav büyüklükteki gülümseyen başını görmüştü.

İstanbul’da Beyazıt Soğanağa Mahallesi, Cami sokağında halen yerinde bir apartmanın yükseldiği eski bir evin bahçesinde bulunan taşla doldurulmuş kuyudan, imdat ister gibi uzana bir elin çıktığına birçok kez tanık olunmuştu.

1950lerin başlarında, Ödemiş’in bir köyünde meydana gelen fantom olayı da köy sakinlerine oldukça korkulu anlar yaşatmıştı: eşinin sürekli çok kötü davranışlarına dayanamayan genç bir bayan, kendini evin bahçesindeki bir ağaca asarak intehar eder. Olayı ertesi günü ölüyü gömerler. Aynı gün akşam vakti, alacakaranlıkta kadının kendini astığı bahçeden müthiş bir çığlık, ağlama sesleri ve boğulma hırıltıları gelir. Komşular evlerinden fırladıklarında, duman gibi bir fantomun bahçedeki ağaçların arasında dehşetle çırpındığını ve feryat ettiğini görürler. Köy kahvesine giden yol o evin önünden geçtiğinden, kahveye gitmekte olanlar da bu korkunç dsahneye tanık olurlar. Beş gün süreyle bu fantomik tezahür aynı saatte telrarlandığı için evin önünden hiç kimse geöemez olur. Sonunda çığlıkların kesilmesi ve fantomunda artık görünmemesi üzerine köyde hayat normale döner.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Türkiye’de Gerçekleşen Apor Olayları

Tekinsiz ev fenomenleriyle ilgili bölümde görüleceği üzere, çoğu tekinsizev vakasında, eşyaların havalanması gibi levitasyon ve taşlama olaylarındaki taşların havda ortaya çıkması gibi apor tezahürleri de meydana gelmektedir. 1903- 1904 yıllarında mutasarrıf olarak Kayseri’de vazife gören Hilmi Bey adındaki şahsın, kaldığı evde tanık olduğu olaylar da bu türden komple bir tekinsizev-apor fenımenine örnek teşkil etmektedir. Hilmi Bey ve ailesi bir gün, evin mahzeninden gelen muazzam gürültüler duyarlar. Mahzene indiklerinde bazı fıçılarındevrilmiş olduğunu görürler. Tekinsizev olaylarına özgi bir şekilde kopan büyük patırtıya rağmen, fıçılar pek zarar görmemiştir. Neticede mahzende bir yetırın bulunduğunu öğrenirler ve mezarı ortaya çıkarıp temizleyerek yanına bir kap su ile temiz bir havlu yerleştirirler. Ertesi sabah mahzene indiklerinde ise suyun azalmış, havlunu da ıslanmış olduğunu görürler. O günden itibaren de her gün kaptaki azalan suyu yenilemek ve ıslanan havluyu değiştirmek âdetini edinirler. Bu olaydaki suyun azalması ve havlunun ıslanması fenomeni, ters yönde tezahür eden bir apor türü, yani aspor olarakdeğerlendirebiliriz.

İstanbul Ansiklopedisi’nde anlatıldığına göre,16.yy.da yaşamış olan şair. Bali Efendinin başında bir apor vakası geçmiştir. Bali efendi genç yaşta vefat eden arkadaşı, Piruzza Ali’yi bir gece rüyasında görür. Rüyada Piruzza Ali’den bir hediye istemiş, oda bi kâğıda biraz toprak koyarak Bali efendiye vermiştir. Bali Efendi rüyanın sonunda bu kâğıdı sarığının kıvrımına soktuğunu hatırlamaktadır. Ertesi gün bu rüyasını arkadaşlarına anlatırken, rüyada yaptığı hareketi göstermek üzere elini sarığına götürürki, bi de ne görsün,sarığın kıvrımı arasında, içinde toprak bulunan bir kağıt parçası durmuyor mu! Bu apor olayında sonderece etkilenen Bali Efendi, ogünden sonra kendini tasavvuf yluna adar.

Bir diğer tarihi apor olayı da, halkı inisiye etmek üzere Horasan’dan Ankara’ya gelen Yedi Erenlerle ilgili olarak anlatılır. Erenlerden biri kendisinden İslam tradisynunda keramet denilen paranormal tezahürlere ilişkin bir olay oluşturması istenince, asasını üzerinde durduğu yere sokar ve oaradan ankara’nın ünlü Çekirge suyu fışkırır. Az ileride asasını tekrar toprağ daldırarak, bu kez aynı suyun o noktada kaybolmasını sağlar. Yani önce bir apor sonrada bir aspor olayı tezahür ettirmiştir.

1930larda İstanbul, Paşabahçe’de, İncirköy Mahallesi, Köybaşı sokağındaki 10 numaralı evde Mahmut Ağa ve ailesi oturuyordu. Kendilerine hizmet eden Hüsamettin Efendi ile hanımı da evin alt katına yerleşmişlerdi. Kıt kanaat geçinen hizmetkârların hayatında, bir gün dikkati çeken bir değişiklik oldu: bayağı refah içinde yaşamaya başlamışlardı. Bu durumun devam etmesi üzerine, Mahmut Ağa Hüsamettin efendiden kuşkulandı ve zenginliklerinin sebebini öğrenene kadar adamcağızı sıkıştırdı. Hüsametin Efendi de çaresiz kalınca her sabah namazından sonra bahçedeki kuyunun başında bir Osmanlı Altını bulduğunu açıklamak zorunda kaldı. Ne var ki her gün tekrarlanan bu apor fenomeni de o andan itibaren sona erdi. Mahmut ağanın merakı tatmin olmuştu ama zavallı Hüsamettin Efendi ile hanımı gene fakirlik içinde kalmışlardı.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Çok Lisanla Konuşma Fenomenleri

Ksenoglosi, bir medyumun trans halindeyken ya da bir rahatsızlık yahut şok hali geçiren bir kimsenin, hiçbir zaman öğrenmediği lisanları konuşmasına ilişkin paranormal fenomene verilen addır. Ülkemizde de zaman zaman ksenoglasi vakalarına rastlanmaktadır.

1950lerde İstanbul’daki bir şirketin muhasebeciğini yapan Bosna göçmenlerinden Tahsin adında bir şahıs geçirdiği bir rahatsızlık sırasında ksenoglosi tezahürleri göstermişti. Olayın ortaya çıkış şekli çok ilginç olmuştu: konsultasyon sırasında doktorlar hasta anlamasın diye kendi aralarında Fransızca tartışırlarken Tahsin de evvelce hiç bilmediği halde Fransızca konuşmaya başlamıştı. Şaşkınlık içerisinde kalan doktorlar bunun üzerine, Rusça, Arapça ve Ermenice bilen meslektaşlarını çağırmışlar ve Tahsinin onlarla da sanki bütün bu lisanlar ana lisanıymış gibi büyük bir rahatlıkla konuştuğuna tanık olmuşlardı. Hastalığı geçtikten sonra uyanık haldeyken ksenoglosi tezahürleri göstermez olmuştu ama Tahsinin kendi ifadesine göre uykudayken gerek rüyada gerek se sayıklama halimde yabancı lisanlarda konuşmayı sürüdürüyordu.

1957 yılı başlarında İzmir gazetelerinde daha değişik bir türden ksenoglosi olayına ilişkin bir haber çıkmıştı. Asabi bir rahatsızlık geçiren bir şahıs, bu kez hastalığı sırasında değil de tedavi görüp tamamen iyileştikten sonra Türkçe yerine ne kendisinin ne de aile fertlerinin hiç bilmedikleri bir lisan olan Rumca konuşmaya başlamıştı. Olayın ilginç yanı bu duruma bir çare bulması için kendisine getirilen hocayı redetmiş ve kendisinin Hıristiyan olduğunu ileri sürerek bir papaz getirilmesini istemiş olmasıydı!

Birkaç yıl sonra 1961 de gene İzmir’de ilginç bir ksenoglosi vakası ortaya çıktı. Olayla ilgili gazete haberlerinde şöyle deniyordu: “Gülseren Eken adında bir genç kız, Türlçeden başka hiçbir lisan bilmediği halde geçirdiği bir şok sonunda yedi yabancı lisanı konuşmaya başladı. Fransızca soranlara Fransızca, İngilizce soranlara İngilizce, Arapça konuşanlara da Arapça cevap veriyor. Ayrıca Boşnakça, İtalyanca ve Rumcada konuşuyor ve anlıyor…” İzmir’in Gürçeşme semtinde oturan Gülseren’le yabancı lisanlarda görüşen kişiler hayretler içerisinde kalmışlardı. İngilizceyi aynen bir Amerikalı gibi, Fransızcayı orta yaşda bir Parisli bayan şivesiyle konuştuğunu söylüyorlardı. Hatta Türkçeyi bir yabancı şiveyle ve zorlukla konuştuğuna tanık olmuşlardı. Oturduğu evin sahibiyle Boşnakça okutmak için götürdükleri hocayla Arapça yabancı lisan bilen gazatecilerle de Rumca ve İtalyanca konuşurken, söylenen her sözü anlamış ve sanki ana lisanını konuşuyormuş gibi hepsine de böyle bir rahatlıkla karşılık vermişti.

Ksenoglosi medyumluğuna gelince bunun güzel bir örneğinide Manisalı Sermet Cambazoğlu’nda görüyoruz. 1961 yılında Manisa Akıl Hastanesinin o zamanki Başhekimi Dr. Ahmet H.Önsiper tarafından bu yeteneği incelenmiş ve gerçekliği tespit edilmiş. Cambazoğlu trans altındayken İngilizce, Almanca, Arapça ve Farsça konuşmakta ve bu lisanlarda sorulan tüm soruları cevaplandırabilmekteydi. Ancak belirli bir seviyeye kadar eğitim görmüş olan ve bir memur oalark hayatnı idame ettiren Cambazoğlu hiçbir yabancı lisan bilmiyordu. Celselerden sonra, söz konusu yabancı lisanlarda aktardığı tebliğleri kayıt bandından dinlediğinde trans halindeyken ağzından çıkmış olan sözlerin tek bir kelimesini dahi anlamıyordu.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Türkiye'de Belgesel Tekinsiz ev Olayları

1931 yılında Adana’da bir kırk gün süreyle gece gündüz taşlanmış. Olayın geçtiği evin yer aldığı sokakta oturan Dr. Bedri Ruhselam bu vakayı yakından gözlemleme ve en önemlisi inceleyerek analiz etme fırsatını elde etmiş ve yıllar sonra Ruh ve Kâinat dergisinde, bize tekinsizev fenomenleri üzerine mükemmel bir etüt sunmuştur.

Olayda söz konusu evin bahçesindeki belirli bir hedef sürekli olarak taş yağmuruna tutulmuştu. Bu hedef beş metre yüksekliğindeki bir bahçe duvarının iç yüzeyini yerden iki buçuk metre yüksekliğe kadar kaplayan bir çinko levhadan ibaretti. Çinko levhaya çarpan taşlar, duvarın dibinde oldukça yüksek bir yığın oluşturmuştu.

Dr. Ruhselamn’ın gözlemlediği ve kaydettiği genel olarak tekinsizev fenomenlerine özgü olan ilginç ve önemli tezahürler şunlardı:

1-Levhaya çarpan taşlar bahçedeki taşlardan çok daha sıcaktı. Bu tür ısı anomalileri apor seanslarında ortaya çıkan objelerde de görülmektedir 2- Taşlar çinko kaplamanın karşısına rastlayan bahçe kapısının üst hizasında aynen ışınlama ve apor fenomenlerinde olduğu gibi materyalize oluyorlar ve oradan itibaren çinkoya kadar olan hareketleri gözle izlenebiliyordu. Bahçe kapısının dışında taşların nereden geldiğini gösterebilecek herhangi bir belirtiye rastlanmıyordu.3- Taşlar düzenli ritmik aralıklarla atılmaktaydı. Olayın ilk günü dakikada 15–20 kez atılan taşların ertesi gün 10–15 dakikada bir atıldıkları görüldü. Üçüncü gün atılan taşlar arasında geçen süre yarım ya da bir saate kadar çıktı. Ve daha sonra 24 saat süresince atılan taşların adedi 8–10 civarında kaldı. Ve olayın sonuna kadar yani kırk gün boyunca bu frekansta devam etti 4- Taşların hızı normal değildi. Sanki atılmıyorlamış da bir el tarafından yavaşça götürülüyorlarmış gibi seyrediyorlardı. 5- Taşların çinko levhaya çarptıklarında çıkardıkları anormal derecedeki şiddetli ses hem taşların havadaki yavaş seyriyle ve dolayısıyla levhaya yavaşça temas etmeleriyle hem de taşların cesametiyle doğru orantılı değildi. Taşların en büyüğü bir ceviz kadar olmasına rağmen oluşturdukları sesler en az bir portakal iriliğindeki taşlardan beklenen sesler kadar şiddetli oluyordu. 6- Taşlar düz bir yörünge izlemiyor adeta salınırcasına küçük zigzaglar yaparak seyrediyorlardı.

En sonunda tekinsizev tezahürlerine yol açan muhtemel amilin evin sahibinin 14 yaşındaki kızı olduğu anlaşılmıştı. Genç kız evden uzaklaştığında taş bombardımanının sona erdiği eve döndüğünde tekrar başladığı söyleniyordu. Bir gün olay yeni bir aşamaya girdi ve evin içindeki eşyaların harekete geçtiği camların kırılmaya başladığı görüldü. Dr. Ruhselman, olay yerine koştuğundan genç kızın bahçede yarı transhalinde oturduğunu görümüştü. Babasına kızını derhal dışarıya çıkarmasını söylemiş ve genç kızın bahçeyi terketmesiyle tezahürlerin kesilmesi bir olmuştu ve o andan itibaren evin sahibi evi tamamiyle boşaltarak kapısının üzerine “Bu Hane Satılıktır” levhasını asmıştı. Artık o evde hiçbir olay meydana gelmemişti.

Tekinsizev fenomenlerini araştırmakla ün yapmış olan W.G.Roll , “Tekinsizev” adlı kitabında ilgili amilin olayın geçtiği evde yaşanan buluğ çağında bir genç olarak teşhis edildiği bu türden birçok tekinsizev vakasından bahseder.

21 Ocak 1955 tarihinde Türk Haberler Ajansının yayımadığı bir haberde 10 Ocak gününden beri Manisa’nın Salihli ilçesindeki bazı mahallelere her akşam taş yağdığı bildiriliyordu. Olay yerine giden emniyet görevlileri söz knusu mahalleleri kordon altına almış ve taş yağmuru durmayınca bu kez sokaklara projektör yerleştirmişti. Ne var ki taş yağmuru ışıklar söndüğünde kesilmekte ışıklar yanınca da tüm şiddetiyle devam etmekteydi. Bazı semt sakinlerinin korkudan evlerini değiştirmeye karar verdikleri görülmüştü.

Ağustos 1964 de İstanbul Vaniköy’de Kuleli Askeri Lisesinin sporsalonuna bitişik mahellenin evleri on gün süreyle taşlanmıştı. Bir hafta süreyle her gece muntazaman 21.30 da başlayan taşlama fenomeni saat 01.30a kadar sürmüş ve son üç gün başlama anı 21.10a kaymıştı. Atılan taşlar çeşitli yönlerden geliyıor düşük bir hızla seyretmelerine rağmen düştükleri yerlerde büyük gürültüler çıkarıyorlardı. Bütün bu taşlamalar sırasında sadece bir cam ve birkaç kiremit kırılmıştı. Mahalle muhtarı evinin önünde yemek yerken tabağının içine ve daha sonra da mahellede inceleme yapan polis komserinin ayakları dibine taşlar düşmüştü. Söz konusu taşlar çeşitli büyüklükteki mozaik kırıklarından oluşuyordu. Polis, asler ve mahalle gençleri olay yerinde nöbet tutarken taş bombardımanı devam etmiş ve hatta sıkı tedbirler alınmasına rağmen daha da artmıştı. Sonunda evlerin arkasında uzanan sırtta başıboş dolaşan bir askere rastlanmıştu. Bu askerin olay mahalinden uzaklaştırılması üzerine taşlama fenomeninin kesilmesi tekinsizev tezahürlerine yol açan amilin bu genç olduğunu göstermektedir.

Üç yıl sonra Kasım 1966da gene İstanbul’da bir tekinsizev vakası daha görüldü. Halıcıoğlu’nun Haliç’e bakan sırtlarında Salınadur mevkinde bir ev üç aya yakın bir süreyle taşlandı. Evin sahibi Muzaffer Özgören Şubat 1967 de kendisiyle yapılan bir röportaj sorasında olayla ilgili olarak şunları anlatmıştır: “ çok şükür bir hafta önce kesildi bir daha olmaz inşallah… Üç ay evvel önce tek tek başladı sonra hızlandı her akşam 17.30 sıralarında başlayıp sabaha kadar devam ediyordu. Özellikle de güneydoğudan geliyordu.” Özgören’in evini bombardımana tutan objeler arasında düz beyaz mermer parçaları, tuğla ve briket parçaları ve çeşitli türden avuç büyüklüğünde taşlar vardı: “ bir defasında 15–20 kişi getirdim; bütün mahelleyi sardılar nöbet beklediler taşlar yine geldi. Sokaktan atılmasına imkân yok. Öyle olsa mutlaka yakalardık. Kaçacak yer yok. Sonra o yağmurda soğukta sabaha kadar beklemek her babayiğitin harcı değil. Bir seferinde taş yine geldi çatıda kof mütüş bir ses çıkarıp sekti. Derhal yerimden fırlayıp el fenerini yaktım ve karşıya tuttum. o anda gelen ikinci bir taş iki camın ortasındaki çerçevede patlayıp yere düştü… Herkesten şüphe der oldum. Projektörle etrafı aydınlattım yine taşlandık. Polis, bekçi, sivil, memur hepsi geldi onlar buradayken de taşlandık “şimdi yakalarız” diyerek fırladılar. Ne çare ki onlar da elleri boş döndüler. Bir keresinde tabancayı kapıp dışarı çıktım o sırada yerden iki karış yükseklikten gelen bir taş bacaklarımı yaladı duvara vurup iki metre geriye sıçradı.” Taşların koskoca cama vurmayıp ortadaki ince çerçeveye isabet etmesi nereden geldiğinin tespit edilememesi, üç ay süren yoğun bir taş bombardımanı sonucunda hiçbir hasarın ve yaralananın olması tamamıyla tekinsizev vakalarına özgü tezahürlerdir.

Tekinsizev olaylarında bazen tezahğrler sadece belirli bir bölgeye ya da evi etkilemekle kalmayıp fenomenin amili olan kişinin üzerinde odaklanarak hoş olmayan durumlara yol açabilir. Araştırmacı Rahmi Balaban’ın kayıtlarından aktarılan ve yılı belli olmayan aşağıdaki vaka bunun ilginç örneğidir: “12 yaşıda kadar köylü bir kız çocuğu hatırımda kaldığına göre İzmir Alsancakta bir tüccarın evine gönderilmişti. Bir gün odalardaki koltukların yırtılarak samanlarının döküldüğü görüldü. Gün geçtikçe olaylar daha garip daha korkunç bir hal alıyordu. Sıra salondaki halılara gelmiş olacak ki bir boydan bir boya halılar parçalanmaya başladı. İplere asılı çamaşırlar kendiğinden ikiye bölünüp yere düşmekteydi. Dolaplardaki eşyalar parçalanıyor eve gelen misafirlerin ayakkabıları ortadan yok oluyordu. Olayın neye yorulması gerektiğini konuşan ev sahipleri bir odada otururlarken dolapların üstündeki terlik vs.nin yerlete atıldıkları dehşetle seyretiler. Köylü kızdan şüphelenmişlerdi. Tekrar köyüne gönderdiler. Olayların arkası kesilmişti.Aynı kız bu defa Kemalpaşa’da bir ailenin yanına verilmişti. Bir gün kızcağızın elbisesinin yırtılarak yere serildiğini gördüler. Az sonra çamaşıları da aynı akıbete uğradı ve kız bir anda çıplak kalıverdi. Tekrar entari dikildi yine yırtılıp dökülüvermişti. Bir gün karşıki duvarın üstünden doğru evin avlusuna taşlar atılmaya başlandı. Görünürlerde kimse yoktu. Karakola haber verildi. Kız komiserin huzurundayken elbise ve çamaşırları yırtılıp bir anda çıplak kalıverdi. Bir asker kaputu ile örtülerek eve gönderilirken yolda kaputun arkası bir çember şeklinde koptu düştü. Nihayet kızcağız köyüne ikinci defa iyade edildi. Böylece olaylar ancak durdurulabilmişti. Otobüste giden kızın elbiseleri bir yandan yırtılıyor bir yandan da kadınlar tarafından dikiliyodu. Fakat köye varıldığı zaman her şey sona erdi.”

Eylül 1976 da Tokat’ın Niksar ilçesinde çıkan günlük Niksarın Sesi gazetesinde, bir tekinsizev vakasından bahsedilmekteydi. Çalca köyünden Ali Osman Korkmaz’ın evi bir akşam dışarıdan taş yağmuruna tutulmuştu. Taş atanları bulmak için dışarı çıkan Ali Osman hiç kimseyi göremeyince tekrar eve girmişti. Taşlar bu kez kapının kilitli pencerelerin de kapalı olmasına rağmen evin içinde materyalize olmaya ve AliOsmanın ailesiyle evdeki eşyaların üzerlerine yağmaya başlamışlardı. Ertesi gün Ali Osmana geçmiş olsun demeye giden komşular da evin içinde taş yağmuruna tutulmuşlar ve evdeki bazı eşyaların aniden havalanarak kapıdan dışarıya doğru süzüldüklerine tanık olmuşlardı.

Kendiliğinden çıkan yangınlar tekinsizev fenomenlerinin kendine özgü bir türünü oluştururlar. Malatya çıkışlı 25 Ağustos 1979 tarihli bir gazete haberinde kendiliğinden çıkan böyle bir dizi gizemli yangına ilişkin olarak şöyle deniyordu: “nedeni anlaşılamayan garip yangınlar bir mahalle halkını şaşkına çevirdi. Mahalle halkı, odaların duvarlarında döşemelerinden durup duruken fışkıran alevler karşısında panik içinde. Yetkililerde bu anlaşılmaz yangınlara bir neden göstremiyor. Korku yüzünden okunuyor, panik içerisinde kalan çocuklarına bakıp , “ne yapacağız şaşırdık kaldık” diyor kırk yaşlarındaki Hanım Yardukan. İtfaiyeye haber veriliyor. İtfaiye söndürüp gittikten sonra bu kez başka bir odanın başka bir duvarında alevler. Valilikten belediyeden uzmanlar gelip incelemiş yangının nedenini bulamamışlar. Çörnük mahallesinin Yenievler yöresinde toplam 10 evde özellikle de duvarlarda ve tavan bölümlerinde başlayan yangın günde en az beş altı kez yineleniyor kendiliğinden.Hanım Yardukan, neyapacağını şaşırmış diğer komşuları gibi. Yangının nedeni konusunda yetkililerden kesin bir yanıt alamayınca “cinler periler bastı evmizi. Eşyamız kalmadı. Hepsi yandı bu ne biçim iştir ki nasıl olduğu bilinmiyor?”diyor. petrolgazı sızması olasılığı üzerinde de durulmuş durulmuş ama bundan da bir sonuç çıkmamış. Mahallede hemen herkesi sarmış bu yangın korkusu. Hele çıkış nedeni de anlaşılamadığından korku paniğe dönüşmüş gibi. Yangının çıkış nedeni konusunda bilgisine başvurduğumuz belediye başkanı Naci Şavata şöyle diyor: “ biz de anlayamadık. Telefon ediyorlar itfaiyeye. İtfaiye ekibi gidip duvarda çıkan yangını söndürüp geliyor. Bir saat sonra bir başka evin bir başka duvarında yangın çıkmış deniliyor. Gidiliyor o da söndürülüyor.Ancak bitmiyor telefon etmeler söndürmeler. Valiliğe haber verdik, vilayetten de uzmanlar geldi anlayamadılar bu işin sırrını. Dumansız bir alev duvarın bir bölümünden adeta fışkırıyor.” İtfaiye Müdürü yetkilileri ise mahalle sakinleri gibi şaşkın: “ biz şimdiye dek ne böyle bir yangın gördük ne de işittik. Duvarın orta yerinde veya taban bölümünde betonun arasndan alevler aniden yükseliyor. Gidip söndürüyoruz. Çoğu kez daha yerimize gitmeden yeni bir ihbar geliyor. Gidip baktığımızda aynı evin bir başka odasındaki duvar yanıyor. Petrol sızıntısı ihtimali üzerinde duruldu bundan da hiç bir sonuç alınamadı. 20 gündür mahalleli gibi bize şaşırdık kaldık.” Diyorlar. Mehmet Aydoğan, Hüseyin Tunç, Şeif Akçadağ, Zekiye Karakuş, Hanım Yardukan ve Ramazan Özdemir adlı yurttaşların evlerinde sık sık çıkan bu garip yagınlar diğer evlerdeki yurttaşları da etkilemiş. Zekiye Karakuş İtfaiye Müdürlüğü yetkilislyle belediye başkanı Naci Şavata’ya dert yanıyor kapının önünde: “ ne yapacağız kurban. 20 gündür dışarıda yatıyoruz. Belki kibrit falan çakıyorlar diye bekledik.İçerde durup dururken duvardan aniden ateş çıkıyor. Bizi kurtarın bu çileden; cinler periler mi bastı yoksa bu evleri”. Çörmük mahellesinde 20 gündür bu garip yangınlar yüzünden evlerine giremiyor mahalle sakinleri. Eşyalar dışarıya taşınmış dışarıda yatılıyor. Halkın korkusu şaşkınlığı yetkililerin incelemerli sürüyor. Ama kimse bu yangınların nerden ve nasıl çıktını açıklayamıyor.”

1877–78 Osmanlı Rus savaşı sırasında, Kafkasya’dan gelerek Amasya’ya yerleşmiş olan Şeyh Hamza bir akşam Amasya’nın Kocacık mahallesindeki evinde ziyaretçileri ile konuşmaktayken birden, evdeki halı perde gibi bazı eşyaların yer yer tutuştuğu görülmüştür. Evdekiler ateş alan eşyaları söndürdükçe, daha başkaları yanmaya başlıyordu. Bu olayın ilginç yanı, ertesi gün kendiliğinden tutuşma fenomeninin komple bir tekinsizev tezahürüne dönüşmesi ve evin taşlanmasıydı.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Olağanüstü Demat-Mat Olayları

Hassas bir kişi olan Y.Karaca, Ankara’da Erol Sayanla birlikte çeşitli durugörü çalışmaları yaptıktan sonra,1964 yılında, ender rastlanan türden demateryalizasyon-materyalizasyon, yani kısaca demat-mat celseleri yapabileceğine kanaat getirmişti. Başarılı sonuçlar aldıktan sonra, bu kez, gözlemci ve konrolör sıfatıyla bazı bilim adamlarının da katıldığı ve celse sonunda, deneyin safhaları ile bu bilim adamlarının imzalarını kapsayan bir tutanağın düzenlendiği ilginç bir deney yapılmıştı. Bu tutanagın metni aynen şöyleydi:

.Aşagıda imzası bulunan bizler, Ankara’da Cebeci, Sevil sokak 13 No.lu dairesinde,12 Ocak 1964 Pazar günü saat takriben 17.00 civarında, aşağıda anlatılan olaya şahit olduğumuzu beyan ederiz:

1-Y.K.bir odadaki kollu sandalyelerden birine oturtulduktan sonra,25 metre boyundaki eksiz bir ev ve diger iplerle boynundan, koltuk altlarından, ayak bileklerinden, belinden ve muhtelif yerlerinden olmak üzere iskemleden kalkmayacak şekilde bağlandı.

2-ipin birbirine baglandığı iki ucu, balmumu ile tespit ettikten sonra işaretlendi.

3- bir film makinası, olay öncesi ve sonrasını tesbit etti. İçerde ses alma cihazı vardı.

4–160 saniye sonra, Y.K.nın bulunduğu odaya, kendisinin çağırması üzerine giridiğinde, iplerden tamamen çıkmış olduğu görüldü. Tecrübe sırasında içeride kimse yoktu.

a) iplerin iskemleye bağlı olduğu yerlerden çözülmemiş olduğu,

b) balmumunun işaretinin bozulmadan durduğu, müşahede edildi

5-Teyp dinlendiğinde, olay sırasında bazı faaliyetlerin cereyan ettiği ve Y.K.nında,bu faaliyetler sırasında bir hayli yorulduğu kolayca anlaşıliyordu.

6-olay öncesi ve olaysonrası, hazirunun kanaatı ses alma cihazına tesbit edilmiştir.

İmzalar- Dr.Rasih Güven , TARIM

- Opr. Dr.M. Edip , O.D.T.Ü fel. Öğrt. Ü

- Dr.İsmet OLCAYLAR,O.D.T.Ü

- Dr.Zekai SÜER, AnkaraTıp Fakültesi

- Dr.Lütfü KARASOY, O.D.T.Ü

- Bayan Blande ULUÇAY

- Ekrem GÜRENLİ, Ziraat Yüksek Mühendisi

- Erol SAYAN

- Cevad NECİBOĞLU

Aslı gibidir.

(imza)Cevad Neciboğlu Erol Sayan28.1.1964

Görüldüğü üzre, deney sırasındaher türlü tedbir alınmış ve bilim adamları, deneyin sıhhati ve doğruluğu hakkında tanıklık etmişlerdi. Deney anında medyom odada yalnız bırakıldığından, odanın kapı ve pencereleri tam bir kontrol altında tutulmuştu. Ayrıca, oda aydınlık bırakılmıştı. Tutanakta sözü edilen teyp kaydında, sandalye gıcırtıları, heyecanlı soluma, devamlı çıtırtılar ve ıslık gibi sesler duyuluyordu. Bilim adamlarından Opr. Dr.Mehmet Edip Tarım, deney sonrasında, Karaca’nınfizyolojik durumunu tesbit etmişti: Nabız 120-130’a kadar çıkmıştı, solunun sıklaşmıştı ve genel bir stres hali vardı.

Karaca’nın kendisi, demat-mat fenomeninin tezahür ettiği bu tür celseler sırasında medyom olarak neler algıladığı sorulduğunda, şu açıklamayı yapmıştı:”Kendi kuvvetimle olmuyor. Allah’ın izni ive ruhalrın yardımı ile yapıyorum. Tabi, kendimize göre usülümüzvar Önce dua ediyorum. Hemen sonra bütün vucüdum uyuşuyor ve karıncalanıyor. Başım ağırlaşıyor. Sesler işitiyorum, içeri giren bir kimsenin ayak seslei gibi. Nefes alıyorlar sanki. Sonra çıtırtı, tıkırtı, testere sesi gibi gürültüler ve oturduğum sandalyeden, vuruyorlarmış gibi darbeler duyuyorum. Bunları ilk on saniye içinde işitiyorum. Ruhların etrafıma geldiklerini görüyorum. İnsan şeklinde görünüyorlar. Yüzleri çok merhametli insanlarınki gibi sakin ve müşfik. Nereden geliyorlar bilemiyorum.”sen bizi, ipten kurtulmak için çağırdın, kurtaracağız”,diyorlar. Ne kadar sıkı ve ıstırap verecek şekilde bağlanmışsam, o kadar süratle kurtarıyorlar beni… Gevşek olunca geç geliyorlar. İddialı olmamam lazım. İnançsız olanlara,’Siz bunu kötüye kullanıyorsunuz’diye kızıyorlar… Ben iplerin genişlediğini hatırlamıyorum. Beni boynumdan tutup yukarıya çekiyorlarsanki. Dar bir yerdençıkarır gibi, kalemcesine düz hale geliyorum zannediyorum. Sonra kendimi yerde yatar, bazen da ayakta buluyorum… Tecrübe sırasında çok yoruluyorum. İki saat sonra ancak kuvvet bulabiliyorum.”

Karaca’nın sıkıca bağlandığı iplerden, ipler çözülmeden sıyrılması, ya iplerin ya da Karaca’nın, önce demateryalize sonrada eski haline dönecek şekilde materyalize olduğunu göstermektedir. Ancak, iplerden kurtulmanın 3 dakikadan kısa bir süre içinde meydana gelmesi, demat-mat fenomeninin iplerde oluştuğuna işaret etmektedir. Çünkü spiritolojik verilere göre, bir beşer organizmasının bu kadar kısa bir süre içine demat-mat sürecinden geçmesi pek mümkün degildir. Karaca’nın anlattıklarına göre iplerde demateryalizasyon meydana gelirken, kendi bedeninde de, mistik translar sırasında zaman zaman görülen türden bir”beden uzaması”oluşmakta ve nihai kurtulmayı saglayan bir levitasyon tezahür etmektedir. Karaca’nın bu tezahürlre yatkın olan medyomik yeteneğini, hassasiyetini kullanan ruhsal varlıklar da böylece, bu tür bir fenomeni fizik seviyede oluşturabilmektedirler.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Bitkiler Âlemi ve Ruhsal Varlıklar

Bergama Ormanlarını bir evliya koruyor: .bergama’ya 7km. .mesafede bulunan Yreli Tahtacı adlı orman köyü, asırladan beri balta yüzü görmemiş çam ormanlarının selametini bir yatıra borçludur. Gür ormanları ile büyük şöhret yapan 350 yıllık 350 nüfuslu Yerli Tahtacı köyünün hemn yanıbaşındaki bir tepede yatırı bulunan Bazait Dede canı gibi koruduğu ormana şimdiye kadar toz kondurmamış ve benzerleri gibi baltadan olan nasibine mani olmuştur. Köy sakinleri çok yaygın olan bir inanca göre, Bazait Dedenin sırf bu koca ormanın korunması için dünyaya geldiğini ve ormana el uzatan herhangi birisini rahat bırakmadığını anlatmaktadırlar. Muhtar Mahmut Karga, Bazait Dede olayını şöyle özetlemektedir: “gördüğünüz gibi köyümüz ormanlarla çevrili. Buna rağmen hiç birine el sürülmemiş. Dallar kırılır, kozalaklar düşer fakat hiç kimse evine götürüp yakmaz.Klilometrelerce yol teprek odunu başka köylerden temin eder. Bazait Dede ormana el süreni hiç Rahat bırakmıyor. Bir defasında köyümüzde Bergama’dan piknik yapmaya geldiler. İçlerinden bir tanesi yere dökülen kozalaklardan toplayıp ilçeye götürmüş. Fakat ertesi gün apar topar geri geldi. Anlattığına göre Bazait Dede rüyasına girmiş, bütün gece kozalakları geri götür deyip durmuş. Köyümüze öğretmen olarak gelen bir genç de ormandan bir ağaç keserek evinin balkonuna direk olarak kullanmıştı. Bazait Dede onları da rahat bırakmadı. Karı koca şahittirler; sabahı zor buldular. Kısacası bütün köy halkı Bazait Dede’den sinmiştir. Hepimizin de başından buna benzer bir olay geçti. İnandık artık. Bu yatır, Bergama Ormanlarına toz kondurmuyor.”(gazeteler,11.12.1968)

Nurbaba trafiğe geçit vermiyor: Sulatanahmet’ten sahil yoluna inen ve tren yolunun altından geçen Aksakal Sokağından (çatladıkapı) bu günlerde geçenler ilginç bir görüntü ile karşılaşıyorlar. Günün her saatinde çok sayıda aracın gelip geçtiği eski geçidin 20m. Kadar uzağında yeni bir geçit yapılmış ve görünüşe göre tümüyle tamamlanmıştır. Ancak yeni geçide giden yolun tam ortasında bir çitlenbik ağacı ve taşları yeşile boyalı bir mezar bulunmaktadır. Yakşalık onüç günden buyana değişmeyen bu görüntünün öyküsü şöyşe: Kentin trafik yönünden en yoğun bölgelerinden biri olan Sultanahmet’i sahil yoluna bağladığı için oldukça ilgi gören eski geçit, tam köprünün altından geçiş noktasında bir kıvrım oluşturduğu için, araçların uzun süre beklemelerine ve bu yolda sürekli olarak bir özel trafik görevlisinin bulunmasına yol açmaktadır.Devlet Demir Yoları ve Karayolları ilgilileri beş yıldan bu yana proje çalışmalarını yürüttükleri bu işe sonunda çözümlemeye karar veriyorlar ve yaklaşık bir mülyon lira harcayarak ikinci geçiti tamlıyorlar. Yapılan hesaplara göre ikinci geçit hiçbir kıvrım oluşturmadan sahil yoluna bağlanacak ve böylece beklmler önlenecekti. Fakat işin burasında bir sorun ortaya çıkıyor. Yıllardır tren yolunun yanında bulunan, bir çitlenbik ağacı ve ağacın altında bulunan Nurbab’nin türbesi ikinci geçitin açılmasıyla yolun tam ortasında kalıyor. İşçiler önce ağacın çevresi ve üstü Eski Türkçe harflerle yazılı bir mezar taşının altını kazarak birkaç kemik çıkarıyorlar ve bunları yakında bir bahçeye gömüyorlar ve ondan sonra greyderler işe girişiyor ve çitlenbik ağacının yıkılmasına başlanıyor. Anlatanların ifadesine göre bu işlem sorasında çitlenbik ağacı oldukça direniyor, yıkılmıyor ve greyderi iyice sarsıyor. Bu sarsıntıyı ve zorluğu Nurbaba’nın gücüne veren işçiler de tası tarağı toplayarak işi terkediyorlar. O gün bugündür Çatladıkapı geçiti hemen hemen tümüyle tamamlanmış olmasına karşı ortasındaki çitlenbik ağacı ile olduğu gibi duruyor.(gazeteler,10.8.1979)

Dev ağaçtan dal koparanın başına kötü bir olay geliyor: Samandağ’da halk ratafından kutsal olarak kabuledilen bir çınar bulunuyor. Çınar ağacı, Hızır aleyhüsselam ile Hz. Musa’nın buluştuğu yer oalarak kabul edilen Samandağ’ı sahilinden yaklaşık 8km. Uzaklıkta Hızırdağ’ı eteğinde. Hıdırbey köyündeki çınar ağacının çevresi tam 32m. Çevrede yaşayanlar ağacın, Hz. Musa’dan ayrıldıktan sonra Hızır Dağına çıktığı bilinen Hızır Aleyhüsselam tarafından dikildiğine inanıyrlar. Kutsal kabul edilen ağaca kimse el sürmüyor. Dökülen yaprakları dahi toplanıp yakılıyor. Köylüler yıllar önce köye gelen bir imamın ağaçtan bir dal kopardığı hemen ardından evinin yandığını anlatıyorlar. Sürekli ağacın yanında birisinin bulunması için gövdenin içindeki oda şeklinde boşluğa çay ocağı kurulmuş altı yıl önce aralarında, profesörlerin de bulunduğu bir heyet gelip ağacı incelemiş. En az 2000 yıllık olduğunu söylemişler.(gazeteler,8.10.1981)

İstanbul Gülhane parkının önündeki çınar ağacı ile Kabataş Araba Vapuru İskelesinin girşindeki dibinde bir yatır bulunan ağaçta ynı türden özellikler göstermete. Öte yandan bu tür özellik taşıyan daha yüzlerce ağacın ülkemizin her yanında mevcut olduğu bilinmektedir. Bu olayların, genel esprisi şudur ki, öte âleme geçmiş olan birçok varlıklar yeryüzündeki herhangi bir bu olaylarda olduğu gibi çok uzun yaşamlı ağaçları, yapıları, eski eserleri vb. korumak görevini üzerlerine alırlar. Ve hem bir vazife yerine getirirler, yeryzü ile irtibatlarını devam ettirirler ve ruhsal gücün kanıtını sağlamaya yardımcı olurlar, hem de fizik dünya ile ruhsal âlem arasında bir psişik köprü oluştururlar.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Olağanüstü Hayvan Parapsikolojisi Olayları

Anlaşıldığına göre, İstanbul’un kedileri parapsikoloji araştırmacılarının An-Psi hayvanlarda parapsikoloji dosyalarında özel bir yere sahiptirler. 1968 yılında, İstanbul Hayvan Hastanesi’nin Başveterineri Dr. Hayrullah Orakoğlu, Pala adındaki bir ev kedisinin tabi bir kedinin becerebileceği kadarıyla bazı kelimeleri söyleyebildiğini açıklamıştı. Söylendiğine göre, Pala; git, gel ve yemek gibi kelimeleri telafuz edebiliyordu. Bu ilginç vakayı inceleyen veterinerler Palanın söylediklerini rahatça anlaşılabildiğini belitmişlerdi.

Leo Talamonti, “Yasak Evren” adlı kitabında, İstanbul’daki Fransız konsolosonun 1952 de açıkladığı ve gene İstanbul’un kedileriyle ilgili olan bir diğer An-Psi olayını anlatır: Fransız Konsolosuna göre, Fransanın Marsilya limanında kayıtlı olan bir şilebin mürettebatı İstanbul’a uğradıkları bir sırada gemiye bir düzine kedi almışlar daha sonra gene İstanbul’a geldiklerinde kedileri tekrar İstanbul sokaklarına salmışlardı.Bir yıl sonra, geminin yolu bir kez daha İstanbul’a düştü. İstanbul’a gelişinden bir gün önce limandaki görevliler, belirli bir rıhtımda bir düzine kadar kedinin toplandığını ve ertesi güne kadar ısrarla orada kaldıkları gördüler ve buna hiçbir anlam veremediler: Ertesi gün şilep limana girdiğinde kediler, geminin mürettebatını karşılamaya hazırdılar! Konsolusun belirttiğine göre söz konusu şilebin arada sırada yaptığı İstanbul seferlerinde belirli bir tarifeye uyulmuyordu. Talamonti böyle bir olayın içgüdüyle açıklanamayacağını öne sürmekte, “kedilerin her biriye geminin mürettebatı arasında” mevcut olan belirli bir telepati ya da durugörü irtibatı ihtimalinin üzerinde durmaktadır. An-Psi olayına ilginç birörnek olarak çok hassas olan ve sahibinin başına gelebilecek kötü olayları sezilmeyebilen at olayları bir haylidir.Bunlardan önemli bir tanesini Baron W.Wratislaw, “ Anılar”ında şöyle anlatır: 1590 larda Viyana İmparatoru 2. Rudolf’un elçisi olarak Osmanlı İmaparatorluğuna ve böylece İstanbul’a gelen Herr F.Kregwitz, iki devlet arasındaki ilişkilerin bozulması üzerine tutuklanıp daha sonra öldürülecektir. İşte bu olayın başlarında, elçi kendisini çağıran Sinan Paşanın davetine gitmek üzere her zaman bindiği yağız atının eğerlenip getirilmesini emreder fakat at huylanır hırçınlaşır çifte savurur ve sırtına kimseyi bindirmez. Bunun üzerine elçi kıratına biner ve gider. Sinan Paşayla tartışmalar geçen görüşmlerinden sonra başına gelecek felaketi bilmediği halde elçilik konağına dönmek üzere dışarı çıkıp kıratına binmek ister fakat olacakları bu kez de kıratı hissetmiştir. Ve birden öyle huylanıp hırçınlaşır ki yanına kimseyi yaklaştırmaz ısırır ve çifte atar. Oysa bu atın daha önceleri böyle bir hali görülmemiştir. Elçi kâhyasının atına biner, elçilik konağına döner ve orada tutuklanır daha sonra ise öldürülür.

An-Psi’nin araştırma sahasına giren hayvanlara özgü bir paranormal meleke de, psişik iz sürmedir. Kedi, köpek gibi bazı evcil hayvanlar alışmış oldukları evden başka bir yere götürüldüklerinde yeni evleri başka bir şehirde de olsa haftalar ya da aylar boyunca yüzlerce kilometrelik yol kat derek eski yerlerine dönebilmektedirler. Yakın zamanlarda bu tüden iki psişik iz sürme olayı, gazetelere geçmiş ve okuyanları şaşkınlık içinde bırakmıştır. Özellikle bir tanesi için şimdiye kadar, dünyada görülmüş olan bu çeşit olaylar arasında, kat edilen mesafe bakımından bir rekor oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bu vakanın kahramanı Minnoş adındaki bir kedidir, Almaya’da çalışan Mehmet Tunç iznini geçirmeye geldiği İstanbul’dan dönüşünde yanına kedisi Minnoşu da alır Almayadaki evinde serbet bıraktığı Minnoş iki gün sonra 15 Eylül 1980 günü oratadan kaybolur ve iki ayı aşan bir süre sonra Tunç, Türkiye’den gelen bir mektupda Minnoşun 14 Kasım 1980 tarihinde İstanbul’daki evlerine dönmüş olduğunu öğrenir: Anlaşıldığına göre, Minnoş tam 2500km.lik yolu altmış bir günde yürüyerek İstanbul’a ulaşmıştı! Alman basını da olayla lgilenmiş ve Minnoşun öyküsü 22 Kasım 1980 tarihli Bild gazetesinde çıkmıştı.

Yaklaşık bir yıl sonra gazetelerde, bu kez duman adındaki bir çoba köpeğnin psişik iz sürme melekesi ile sahibini nasıl bulduğunu anlatan bir haber yayınlandı. Ankara’da oturan Levenoğlu ailesi 1980 yazında Adana Osmaniye’deki çiftliklerini ziyare ettiklerinde köpekleri dumanı orada burakmışlardı. Ankara’ya döndüklerinde dumanın ortadan kaybolduğu haberini aldılar. Ne var ki duman, kaybolmamış sahiplerini bulmak için yola koyulmuştu. Bir yıl sonra ankara’da, Atatürk Orman Çiftliğindeki bir düğün salonunda sahiplerini bulma başarısını gösteren Duman bu uzun süre zarfında torosları aşmıştı. Açlıktan bir deri bir kemik kalan Duman’ın beyaz tüyleri otlarda yatmaktan yeşil bir renk almıştı

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...