Jump to content

Chapel de la Saint Vierge


nevermore

Önerilen Mesajlar

Meryem ana olarak bildiğimiz şahsı anlatan ( bana göre en tarafsız kitab) ..

 

Bölüm bölüm özet olarak aktaracağım size :) ilginizi çeker ise ve tabi ingilizceniz iyi ise alıp okumanızı tavsiye ediyorum ..

 

 

Bu kitap, Meryem Ana'nın hayatını, İncil'in sözlerine ve özel­likle Meryem Ana'yı tanımış ve ondan özel bilgiler almış olan Luka' nın İncil'ine göre çizmektedir.

Sevgili okurlarımız bu sayıdan itibaren sizlere Gerek Hıristiyan gerekse İslam dininde de kutsal sayılan ve İsa peygamberin Annesi olan Aziz Meryem Ana ‘nın az bilinen gizemli hayatını hamile kalışı ve İSA ‘yı dünyaya getirişinden Ölümüne kadar olan bütün safhalarını anlatan İtalyanca yazılmış orijinalinden Türkçeye tercüme eden Özcan Çanlı’nın kaleminden yayınlıyoruz

[TABLE]

[TR]

[TD]

 

Meryem Ana’ın Gizemli Hayatı

 

ÖNSÖZ

Bu kitap, Meryem Ana'nın hayatını, İncil'in sözlerine ve özel­likle Meryem Ana'yı tanımış ve ondan özel bilgiler almış olan Luka' nın İncil'ine göre çizmektedir.

Bu doğru ve kutsal sözlerden, kurtuluş gizeminde Kurtarıcı Me­sih'in yanında bulunan Meryem Ana'nın önemli rolünü gösteren hakikatler fışkırıyor.

 

Meryem Ana'nın hayatı, Hıristiyanlığın ve Kilise'nin hayatıdır; oysa Meryem Ana Kilise'nin Annesi'dir.

Meryem Ana yücedir. Çünkü lekesiz, lütufla dolu, kadınların en mübareği, kurtuluş görevinde iş birlik veren, insanların yardımcısı, meleklerin ve azizlerin kraliçesidir.

Bu kitap, bu konulardan basit ve sade bir şekilde bahsetmektedir.

Tercüme: P. Luigi İannitto

Bölüm I

LÜTUFLA DOLU

Meryem adında bir kız çocuğu

Aziz Luka'nın İncil'ine bir göz attığımızda, şöyle yazılı olduğu­nu görürüz: "Rabbin meleği, Tanrı tarafından Celile' nin Nasıra ken­tine, Meryem ismindeki bir kıza gönderildi".

Sözünü ettiğimiz Meryem ismi, İbranice Miryam ve Süryanice Maryam 'ın Türkçe yazılış biçimidir.

Doğuda hayli yaygın bir biçimde kullanılan bir isimdi. Ayrıca İncil'de de benzer adla anılan üç kadının varlığından bahsediliyor­du. Onları birbirlerinden ayırt etmek için doğup büyüdükleri belde­nin, ya da babalarının adlarını eklemek gerekiyordu. Mecdel yöre­sinden gelen ve bunun içinde Mecdelli Meryem diye çağrılan bir kadın vardı. Bir diğeri de, Lazar'ın kız kardeşiydi. Beytanya'da yaşıyordu ve bu yüzden Beytanyalı Meryem olarak anılıyordu. Öteki­si ise Kleofa adlı birinin kızıydı ve bunun için de Kleofa'nın Mer­yem'i diye çağrılıyordu.

Son olarak ta, Aziz Luka'nın sözünü ettiği küçük kız; Nasıra'da oturuyordu ve bunun için de onu Nasıralı Meryem diye çağırıyor­lardı. Çünkü göreceğimiz gibi, Nasıra'nın küçük kızı en yüce mer­tebeye yükseltildi. Herhangi bir yere yükseltilmesine ihtiyaç görülmeksizin, sadece Meryem olarak çağrıla geldi. O Meryem'dir ve bu kadarı da yeterlidir. Fakat bu özel ismin bir anlamı var mıydı? Birçok kutsal yazar buna yürekten inanıyordu. Meryem gibi son dere­ce yalın ve basit isme değişik anlamlar yüklendi. Miryam ya da Maryam sözcüğünün ses uyumu izlendi. Kökü mare (deniz) olan birleşik bir isimden söz edildiği kanısına kapılındı. Böylece bu ada yakıştırılmak üzere "Deniz Yıldızı" veya "Acı Deniz" gibi çok gü­zel ve şiirsel anlamlar yüklendi. Gerçekte Meryem ismi birleşik isim değildir. Basit bir isimdir ve ses uyumu olarak Arami dilinde Madonna-Bayan anlamına gelen Mare-Deniz'e yaklaşabilir. Mir­yam ismi ilk kullanıldığında ilgi çeken, yüce anlamına gelen mirim sözcüğüyle yakın anlamda kullanılmıştı. Fakat bu yorumlar, Mer­yem adını taşıyan Nasıralı kızın görkemli öyküsünden sonra orta­ya çıktı. Bu da bize açıkça gösteriyor ki, Meryem isminin herhan­gi bir anlamı ve özel bir değeri yoktu.

Tüm İsrail halkı ile beraber, Rab tarafından vaat edilmiş Mesih'in (Kurtarıcı) gelişini bekleyen sayısız İbrani kız çocuğundan birinin adıydı.

İncilcilerden hiç birisi ne Markos, ne Luka, ne Yuhanna, ne de Matta, Meryem ile ilgili fazla bir şey söylemiyorlar. Onun Celile'nin Nasıra diye bilinen kentinde yaşadığını söylüyorlar. Ama na­sıl yaşadığı kiminle yaşadığı hususunda hiç bir aydınlatıcı bilgi ek­lemiyorlar. Başka bir deyişle ne babasının, ne de annesinin adlarını belirtmiyorlar. Erkek veya kız kardeşlere sahip olup olmadığını bi­le söylemiyorlar. Akrabalarından ise, Vaftizci diye çağrılacak olan Yahya'nın annesi, Elizabet' ten başka kimseden bahsetmiyorlardı. Nasıralı küçük kızın adı tek başına, izole edilmiş bir halde, özel bir mana taşımaksızın öylece kalıyor: "Meryem".

Nasıralı küçük ve kapalı bir kızın adı ya da yoksul ve acı çeken Celileli bir kadının adı olabilirdi. Kim bilir ondan önce kaç tane Meryem'ler gelip geçti bu fani dünyadan; kim bilir kaçı Meryem onunla aynı dönemde yaşıyordu!

Fakat onun gelişinden sonra, Meryem denince sadece akla bir tek kadın geldi. Onun ismi bayan, hanımefendi, kraliçe gibi mana­ların en güzellerini ve en yücelerini fethetti.

Madonna

 

Madonna, özel isim değildir; bir asalet unvanıdır. "Bayanım" manasına gelir. İtalyanca bir kelime olan Madonna, kadın, hanıme­fendi, sahip anlamlarına gelen Latince aslı domina' dan türemektedir.

Madonna, Hanım Efendim ve Sahibem anlamına gelmektedir. Ortaçağın soylu asilzadeleri kadınlara bu onur verici unvan ile hi­tap ediyorlardı. Bu sesleniş, kadına verilen değeri ortaya koyan bir hürmet ifadesiydi. Lütuf ile dolu, lekesiz, sevilen, hayranlık uyan­dırıcı, anlamına gelen bu seslenişin, Mesih İsa'nın Annesine özel bir şekilde yakıştığı rahatça görülmektedir.

Zaman süreci içinde Madonna sözcüğü, dilin dinamik gelişme­siyle Signora, Bayan kelimesi ile değiştirilmiştir. Ama Madonna Mesih İsa'nın annesi için eski bir onur unvanı olarak kaldı.

Günümüzde, Madonna denildiği zaman herhangi bir bayan an­latılmıyor. Yerin ve göğün kraliçesi, meleklerin ve azizlerin hüküm­darı, bütün lütufların ve yüreklerin sahibesi olan "Meryem Ana" be­lirtilmek isteniyor.

Bu onur unvanı ile anılan, dünyanın tüm köşelerine yayılmış çok sayıda mabet vardır: Lekesiz Meryem Ana'ya,

Müjdelenmiş Meryem Ana'ya, Yedi acıların Meryem Ana'sına, Merhametin Mer­yem Ana'sına, Barışın Meryem Ana'sına, Efes'teki Meryem Ana. Yukarıda adını andığımız dindarlıklara benzer bir sürü dindarlık da­ha sıralayabiliriz.

Sayısız denilebilecek kadar çok sanat eserleri, Madonna-Meryem Ana adını taşımaktadırlar: "Yıldızın Meryem Ana'sı", "Gül Meryem Ana'sı", "Madonna del Cardellino", "Kayaların Meryem Ana'sı", "Madonna della Seggiola", "Madonna del Granduca", "Madonna di San Sisto" gibi. Adlarını bu satırlarda belirtme olana­ğımız olmayan, sanat tarihinin en görkemli eserlerini oluşturan Meryem Ana'nın adına atfedilen daha bir sürü sanat yapıtı vardır.

Madonna unvanının coğrafya haritalarının üzerlerinde yazılı ol­duğu, sanat yapıtlarının başlıklarında yer aldığı, tarih kitaplarının içeriğine girdiği, dini içerikli yazıtlarda geçtiği ve sürekli biçimde imanlıların dualarında tekrarlandığı sık sık görülmektedir. Hangi kadın böylesine büyük bir onuru hak etmiştir? Tarih, dindarlık, sa­nat, Meryem Ana unvanını yüce ve hayret verici kıldılar. İnsanî bir varlığa böylesine büyük bir şerefin yüklenmesinin nedeni ve bu görkemin nasıl biçimlendiğini görmek yararlı olacaktır.

Madonna sıfatının nasıl bir onur unvanı olduğunu anlattık. Şim­di de, bir kadın olarak bu unvanı, diğer bütün kadınlardan daha faz­la hak edip etmediğini öğrenmek istiyoruz. Madonna denilen Mer­yem Ana, gerçekten de, sıradan bir kadın idi ve söz konusu kadın Bayanım ve Sahibem diye çağrılmadan Önce, basit ve yalın olarak Meryem, sonra da Meryem Ana şeklinde anılıyordu.

 

Lütuf ile dolu

 

Melek Cebrail, Meryem'e ismiyle hitap etmedi. Ona: "Selam sa­na, Meryem" demedi. Ona: "Selam sana, ey lütuf ile dolu" diye ses­lendi. Fakat Nasıra'nın küçük kızını bu tavırda selamlayan kimdi, neyin nesiydi?

Melek sözcüğü haberci anlamına gelmektedir ve melekler, Tan­rı'nın insanlara iletilecek mesajları emanet ettiği ruhsal yaratıklar­dır. Bu da yanlış yapamayacaklarının bir güvencesidir. Melek Ceb­rail, Meryem'e "lütuf ile dolu" diye seslenirken hata yapmadı ve bu deyimin büyük manası vardı.

Tanrı, yeryüzündeki cennette insanı lütuf halinde yaratmıştı, ama Adem'in günahı ile lütuf yitirilmişti. Bunun sonucu olarak da, Tanrı'nın habercisi ve dolayısı ile doğruyu söyleyen melek Cebra­il'in şimdi yaptığı gibi, hiç bir kadın ve hiç bir erkek "lütuf ile do­lu" şeklinde çağrılamazdı. Lütuf ile dolu biçiminde çağrılabilindiğinde, Nasıralı Meryem son derece seçkin ve ayrıcalıklı yaratık ol­malıydı.

Gerçekten de lütuf ile dolu olmak demek, bütün günahlardan, Adem'den miras kalan asli günahtan da, arınmış olmak, lekesiz ol­mak anlamına geliyordu.

En parlak öğretilerden biri, Lekesiz Bakire Meryem'e ait olanı­dır. Uğruna büyük ve sert mücadelelerin yapıldığı bir öğreti oldu. Zira bazı azizlerin de bulunduğu bir akım tarafından, güçlü bir kar­şı çıkmayla karşılaştı.

Bazı azizlerin Lekesiz Bakire Meryem öğretisini engellemeye çalışmaları, Meryem Ana'ya karşı besledikleri sevgi yetersizliğin­den ya da Mesih İsa'nın annesine duydukları hürmet eksikliğinden ve en önemlisi hürmet eksikliğinden kaynaklanıyordu. Her günahkâr insan Mesih İsa tarafından kurtarılmıştır. O halde, eğer Meryem Ana asli günahla bile lekelenmiş durumdaysa, Mesih İsa tarafından kurtarılmış olamazdı.

Bu dev boyutlara ulaşan ruh bilimsel tartışma, 1300 yılında, Doktor Subtilis diye tanınan, İskoçyalı bir Fransisken rahip olan Yuhanna Duns Scotus tarafından çözüme kavuşturuldu.

Duns Scotus'un ince ve rafine edilmiş fikir yürütüşü şu şekilde özetlenebilir: "Meryem lütufla dolu idi, yani Oğlunun üstün mezi­yetleri göz önüne alınmak suretiyle asli günah da dâhil olmak üze­re her günahtan korunduğu için mükemmel bir biçimde kurtarıldı."

İskoçyalı Fransisken ilk önce Meryem Ana'ya dua edip yakarmıştı: "Kutsal bakire, seni övebilmeme beni lâyık kıl ve hasımları­na karşı bana güç ver". Fikir yürütüşünü günümüze dek ünlü kalan bir deyişle sonuçlandırıyordu: "Decuit, potuit, ergo fecit". Anlamı: "Kutsal anneyi günahlardan sakınmak Tanrı'nın işine geliyordu; bu­nu yapmaya muktedirdi, bu nedenle de bunu yaptı".

Buna rağmen yine de, melek Cebrail'e verilen, Kilise'nin resmi yanıtı beş yüz yılı aşkın bir süre daha beklemek mecburiyetinde kaldı. Ancak 1854 yılının 8 Aralık günü, Roma'da Sen Piyer mey­danında, Papa IX. Pius Meryem'in yaratılışından lekesiz olmasını tüm dünyaya ilan ediyordu.

Papa, melek Cebrail'in sözlerini dünyaya ilan etti. Âdem ile Havva'nın kabahatleriyle, doğumun ardından her insanoğlunun be­raberinde taşıdığı asli günahtan özgür tutulmuş, hiç bir günahı ol­mayan, Meryem adındaki küçük kızın "lütuf ile dolu" olduğunu in­sanlığa beyan etti.

Dört yıl sonra, Meryem Ana, Lourdes yöresindeki bir mağarada Bernadet Soubirous adındaki küçük bir kız çocuğuna göründü. Baş­tan aşağı beyaz giyinmişti. Giysisinin üzerinde de gök mavisi ren­ginde bir şerit vardı. Başının etrafında yer alan beyaz tülün üzerin­de on iki yıldız parlıyordu. Beyaz renkli taneciklerden yapılmış tes­bihten tacı elinde tutuyordu ve ayaklarının üstünde iki gül vardı. Kendisini küçük kıza takdim ederken kadın tüm açıkça ve tüm netliğiyle Papa'nın öğretilerini doğruladı.

Bu öğretiler, Aziz Luka tarafından nakledilen ve melek Ceb­rail'in Meryem Ana'yı selamlarken söylediği "Selâm sana, ey lütuf ile dolu" şeklindeki sözlerinin yeni bir onayıydılar.

 

BAKİRE VE ANNE OLAN MERYEM

 

 

Melek Cebrail Meryem'i lütuf ile dolu diye selamladıktan sonra, Nasıra'da ona büyük olayı açıkladı. O Kurtarıcının annesi olacaktı!

Melek ona: "işte, sen hamile kalacaksın, bir oğlan çocuk doğu­racaksın, ona İsa adını vereceksin. Büyüyünce en yüce Allah'ın Oğ­lu diye çağırılacaktır. Rab Efendimiz ona Davud'un tahtını verecek ve onun hükümranlığı son bulmayacaktır."

Uzun asırlardan beri İsrail halkı bir bakireden dünyaya gelecek olan Kurtarıcının doğuşunu bekliyordu. Rab Efendimiz bizzat ken­disi, peygamberlerinin ağzıyla, yani ondan ilham alan insanlar ara­cılığıyla birçok defa buna söz vermişti. Örneğin büyük peygamber İşaya Mesih'in doğumunu şu sözlerle müjdelemişti: "Bakire hamile kalacak ve bir erkek çocuk doğuracak ve onun adını Emmanuel ko­yacaklar." İbranicede Emmanuel Tanrı aramızdadır anlamına gel­mektedir.

Gerçekten de melek Meryem'e şöyle seslendi: "Rab seninledir. Sen bütün kadınlar arasında mübareksin."

Bu sözler Meryem'in, Mesih'in annesi olmak üzere İsrail'in bü­tün kadınları arasından seçilmiş olduğu anlamına gelmektedir.

Her İsrailli kadın Kurtarıcının annesi olmak için, Rab tarafından seçilmiş olmayı ümit ediyordu. Rab, er ya da geç bu büyük vaat ye­rine getirilecekti.

Bu sebeple melek Cebrail'in ilânının, ilk Hıristiyanlar için net bir anlamı vardı. Meryem'in oğlunda Rabbin söz verdiği Kurtarıcıyı gördüler.

Fakat daha sonraları yine Tanrı'nın annesi Meryem hakkında, iti­raz eden kişiler çıktı. Bu nedenle, Lekesiz Bakire sıfatı için olduğu gibi, bu unvan içinde bazı kuşkular yeşerdi ve tartışmalar oldu.

Örneğin, Nestorius adlı biri, Tanrı'nın annesi unvanının Meryem için kullanılmasına kesinlikle karşı çıktı. Nestorius sıradan herhan­gi bir kişi değildi. Ruhbilimsel zekâ ve kültür açısından büyük bir otoriteye sahipti. Suriye'de dünyaya geldi, rahip olmaya karar ver­di. 428'de, Doğu Roma İmparatorluğunun başkenti olan Constantinopoli'nin (İstanbul) Patriği seçildi. Kilise hiyerarşisindeki yeri de yükseldi. Basit ve güzel sözcükler kullanarak, halkın anlayabileceği türden yalın konuşarak imanlıların güvenini kazanmayı ve onla­rı ikna etmeyi başarıyordu. İncelik ve zekâ kıvılcımlarıyla dopdolu söylevleri ile savunduğu düşüncelerinin haklılığına halk köklü bir şekilde inanıyordu

Onun yargı yürütüşü şu şekilde idi: Melek Cebrail'in İsa'nın do­ğumunu müjdelediği, Nasıra'nın küçük kızına beslenen tüm hürme­te, tüm kutsiyete rağmen, Meryem bir insani yaratık olmayı sürdü­rüyordu. Bir insani yaratık ancak bir insani yaratık vücuda getirebi­lir, ama bir Tanrı vücuda getiremez. Daha kesin olarak, döneminin felsefi düşüncesini izleyen Nestorius, var olan her ferdin insani ta­biatın şahsı olduğunu ileri sürüyordu. Mademki Mesih İsa'da tam ve insani bir tabiat vardı, o halde Mesih İsa'da ilâhi Kelâmın tabi­atının yanında bir insani şahsın da bulunması gerekirdi. Bu anlam­da, Mesih İsa'da iki değişik tabiat bulunuyor ise, aynı şekilde iki farklı şahıs da olmalıydı.

 

Nestorius eski Yunanca yazıyordu ve o dilde Tanrı'nın Annesine Theotokos, oysa İsa'nın annesine ise Christotokos deniyordu. Mer­yem Theotokos diye değil, ama Christotokos diye çağrılmalıdır şeklinde fikir yürütüyordu Nestorius.

 

Bu iki kavram üzerinde dinsel tarihin en büyük tartışmalarından biri patlak verdi. Böylece Hıristiyanlar, Nestorius'un ardından gi­denler ve Tanrı'nın annesi unvanını savunan Kirillus'un ardından gi­denler olmak üzere ikiye ayrıldılar. Mısır'ın İskenderiye Patriği ol­ması sebebiyle, Kirillus da Kilise içinde çok büyük bir otorite idi.

Lisanındaki şiddetten ve gösterdiği ateşli ve sert tepkilerden ötürü, hasımlarınca Firavun lakabıyla çağrılıyordu. Mantık yürütüşü bir kılıç gibi doğru ve keskindi. Ne kelime oyunlarına ne de nüanslar arasındaki anlam farklılıklarına ilgi duyuyordu. Konuyu üç farklı şahıstan oluşan tek bir tabiat diye tanımlanabilen Aziz Üçlük kav­ramıyla açıklıyordu: Baba, Oğul ve Kutsal Ruh. Mesih İsa, Mer­yem'in rahminde vücut bulmuş, Kutsal Üçlüğün ikinci şahsıdır. On­da, ilâhi ve insani olmak üzere iki tabiat vardır. Fakat birbirlerinden ayrılmaz biçimde bir ilâhi şahısta bütünleşmişlerdir.

Analık iki kişi -ana ve oğul- arasında tek bir ilişkiyi ifade edi­yor. Mesih İsa'da ilâhi olarak adlandırdığımız tek bir şahıs vardır (ve bu şahıs, zaman içerisinde, Meryem'den kaynaklanan gerçek bir doğum ile vücut bulmuştur). İnsan olan Tanrı'nın Oğlu ve Meryem Ana arasında gerçek anlamda bir ana-oğul ilişkisi gerçekleşti. Mesih İsa bir kadından doğduğu için gerçek anlamda bir insandır. Aynı zamanda, Meryem Tanrı'nın hakiki annesidir. Çünkü ondan do­ğan varlık Tanrı'dır, Aziz Üçlüğün ikinci şahsıdır.

Episkopos Kirillus, Meryem Ana'ya görkemli Theotokos unva­nını yakıştırarak görüşlerinin savunmasını noktalıyordu.

Bu ikiliğin yarattığı münakaşayı ortadan kaldırmak için, bütün Hıristiyanların arzuyla iştirak ettikleri bir ekümenik konsil, 431 yı­lında, Küçük Asya'nın Efes kentinde toplandı.

 

Ateşli tartışmaların sonunda Kirillus'un savı galip geldi. Efes tarihe bir kez daha Meryem'in zafere ulaştığı kent diye yazıldı. Konsilin sonuçlanmasıyla hazırlanan bildirgede şunlar yer alıyor­du;

"Eğer herhangi bir kimse, Emmanuel'in gerçekten Tanrı olduğu­nu ve bu sebeple, vücut bulmuş Tanrı'nın Kelâmını doğuran Aziz Bakire'nin Tanrı'nın Annesi olduğunu itiraf etmiyorsa, Kilise'nin dışında sayılsın."

Meryem'in, Tanrı'nın Annesi olarak ilân edilmesi Efes'te ve tüm Hıristiyan dünyasında sevinç gösterileriyle kutlandı. Müjdeci mele­ğin sözcükleri, böylece dört asır sonra bir konsilin onayı ve bütün Kilise'nin övgü dolu yankısı ile yüceltiliyordu.

Onun Uğruna Kavga

 

Melek Cebrail'in, onu selamlarken ve anne olacağını müjdeler­ken söylediklerinden Meryem rahatsız oldu. Genç ve temizdi. Ama doğum denen büyük tabiat olayını bildiği için, kendinden emin bir tavırla karşılık verdi: "Hayatıma hiç erkek girmediğine göre, bu na­sıl mümkün olabilir?"

Davud'un soyundan gelen genç bir erkekle nişanlanmıştı. Adı Yusuf idi ve Nasıra kentinde marangozluk yaparak geçimini sağlı­yordu.

Daha onunla evlenmemişti ve bu koşullarda o adamdan bir ço­cuk sahibi olamayacağını gayet iyi biliyordu. Fakat melek, hiçbir erkekten çocuğu olamayacağını kaderinin belirlemiş olduğunu ona açıkça anlattı. Çocuğu, En Yücelerdekinin, yani, Yüce Tanrı'nın oğ­lu olacaktı. Tabiatın kanunlarına göre değil, ama mucizevî bir şe­kilde hamile kalacaktı.

Melek Cebrail şöyle devam etti: "Kutsal Ruh senin üzerine ine­cek; En Yücelerdekinin kudreti gölgesini senin üzerine yayacaktır. Senden doğacak olan kutsal ve Tanrı'nın Oğlu olacaktır".

Demek ki tabiat kanunlarına göre değil, Kutsal Ruh'un mucize­vî girişimi ile vücut bulmuş, insandan doğmuş bir oğuldan değil, Tanrı'dan gelen bir oğuldan söz ediyoruz.

Lekesiz Meryem'in bedenine hiç bir surette dokunulmayacaktır. O aslı günahtan bağışık tutulmuştu. Aynı zamanda kendisine yönel­tilebilecek herhangi bir leke girişiminden de uzak tutulacaktı. Tek bir sözle, Nasıralı küçük kız, Mesih İsa'nın doğumundan önce ve sonra bakireliğini muhafaza etmiş olarak korunacaktı.

Bakire ve anne; işte dünyada eşine rastlanılmayacak hayranlık uyandıran bir başka mucize. Aziz Bernardo şöyle yazıyordu: "Bir bakire oğul olarak Tanrı'dan başkasına sahip olamaz ve bir Tanrı da anne olarak bir bakireden başkasına sahip olamaz."

Bu mucize sadece takdir, merak ve hayranlık duygularını uyan­dırmakla kalmadı. Bakire ve anne Meryem mucizesi, Luka İncil'in­de nakledilen meleğin söylediklerine inanmak istemeyen kötü ni­yetli kişilerde kuşkular yeşermesine sebep oldu. Dini sapınç içinde bulunanların ise inkâr etme yoluna başvurmalarına sebep oldu. İnancında sapınç görülenlerden bazıları, örneğin Gnostici adıyla tanınanlar, Mesih İsa'nın Meryem ve Yusuf un doğal oğlu olduğuna inanıyorlardı.

Gerçekten de melek Cebrail Mesih İsa'nın ana rahmine düşüşü­ne kadar olan devrede, Aziz Ruh'un mucizevî müdahalesini güven­ce altına almıştı. Ama ne doğum ile ilgili ne de doğum sonrası için hiç bir şey söylememişti.

İncil'de "İsa'nın kardeşleri"nin de adı geçmektedir. Bu olay Yu­suf ile evlendikten sonra Meryem'in başka çocukları da olduğunu göstermek için kullanılmak istendi. Bu sebeplerden ötürü ilk asır­lardan itibaren, Meryem'in bekâretinin sürekliği hakkında bir tartış­ma ortaya çıktı. Çünkü tabiat kanunlarına meydan okuyan böylesi bir mucizeye inanmaya herkes tam anlamıyla hazır değildi.

Hıristiyanlar arasındaki bu ikilik, özellikle IV. yüzyılda çok sertleşti. Elvidius adlı büyük bir ilim adamı, Meryem'in bakireliği­ne karşı olumsuz bir tavır alıyordu. Roma'daki Hıristiyanlar arasın­da kendisine taraflar toplamak amacıyla yoğun bir propaganda yü­rütüyordu. Sonradan Sardıca Episkoposu Bonoso ve Keşiş Yoviniyanus onun fikirlerini paylaşarak ona yakınlaştılar. Öte yandan ise Aziz Hiyeronimus, Aziz Ambrosius ve bilhassa Aziz Augustinus, gerek doğum öncesinde, gerek doğum esnasında Meryem'in bekâ­retinin sürekliliğini savunuyorlar ve onaylıyorlardı.

Bu olağanüstü bir gizdi, ama Aziz Augustinus: "Bizim insanî an­layış sınırımızın çok üstünde şeyler gerçekleştirebilmeyi Tanrı'nın muktedir olduğuna inanmak gerekir" diyordu.

İncil'de zaman zaman yer alan Mesih İsa'nın kardeşleri iddiala­rına gelince, yapılan dilbilimsel incelemelerde anlaşıldı ki, İbrani dilinde kardeş sözcüğü kuzenler için de kullanılıyordu. Bu da yazı­sal kanıtın hiç bir değeri olmadığını açıkça gösteriyordu. Buna kar­şın, ikilik devam ediyordu. Meryem'in bekâretinin sürekliliğini sa­vunan destekçilere karşı, yeni yeni hasımlar ortaya çıkıyordu.

Sonunda 392 senesinde, Papa Siricius sert bir konuşma yaparak, sürekli bekâreti inkâr edenleri mahkûm etti. Meryem'in Bakire ve Anne olduğunu kabul eden Katolik öğretisini onayladı.

Bu defa özel bir Konsile gereksinim duyulmadı. Çünkü 325 yı­lında İznik'te toplanan Konsilde aziz ruhaniler "Büyük İman Duası" diye bilinen inanç bildirgesinde, Tanrı'nın Oğlunun "Kutsal Ruh'un kudretiyle vücut bulduğunu ve Bakire Meryem'den doğduğunu" net bir dille ifade etmişlerdi.

Buna rağmen, yine de Meryem Ana'nın sürekli bakireliği hak­kında inancını yitiren birileri zaman zaman ortaya çıktı ve halen de çıkmaktadır.

Olağanüstü güçteki olayları tabiat kanunlarına göre yargılamaya kalkışan, mucizevî ve gerçekleşmeleri Tanrı'nın ilâhi kudretine ba­ğımlı hususları insan mantığı ile açıklamaya çalışanlara günümüz­de de rastlayabiliyoruz.

 

İnsanlığın en üstün beyinlerinden biri olan Aziz Augustinus, bu kişilere hak ettikleri yanıtı verdi; "Eğer bunun nasıl meydana gel­diği bilinmek istenirse, olay mucize olmaktan çıkar. Başka örnekler de olmuş olsaydı, dünyada tek ve eşsiz olma özelliğini kaybetmiş olurdu". Oysaki Bakire ve Anne Meryem mucizesi, melek Cebra­il'in Emmanuel, yani Tanrı aramızdadır diye seslendiği Mesih İsa'nın görüntüsünün eşsiz ve tek olduğu gibi, eşsizdir ve tektir.

Tanrı aramıza gelmek için yolu üzerinde fevkalade bir mucize gerçekleştirmek zorunluluğundaydı. Annesinin sürekli bekâreti mucizesini de bu amaçla yerine getirdi.

 

 

BÜTÜN NESİLLER BENİ MUTLU DİYE ÇAĞIRACAKLAR

 

Elizabet'i ziyaret

 

Anneliğinin mucizevî bir tarzda oluşacağını ve Yüce Tanrı'nın fevkalâde gücünü etkisiyle gebe kalacağını anlatmak için melek Cebrail Meryem'e bir örnek göstererek konuşmasını sürdürdü:

- Bak, herkesin kısır diye bildiği akraban Elizabet bir çocuğa ge­be kaldı. Şimdi hamileliğinin altıncı ayında bulunuyor; Tanrı'nın önünde hiçbir şey imkânsız değildir.

Elizabet Zekeriya'nın karısı idi. Çocukları olmamıştı ve bu iki­sini de üzüyordu. Kendilerine bir çocuk vermesi için, Rabbe dua edip yakarmışlardı. Ama her şey boşunaydı; istekleri Tanrı katında kabul görmemişti. Bu nedenle Elizabet'e kısır, yani çocuk yapamaz gözüyle bakıyorlardı. Karı-koca ihtiyarlamışlardı, tek başlarınaydılar, yaşlı ve kederliydiler.

Bir gün, Zekeriya mabette bulunuyordu ve buhur yakarak Rab­be tapınırken, melek Cebrail ona göründü. Şöyle dedi: "Korkma, Zekeriya; çünkü senin yakarman kabul olundu. Karın Elizabet bir oğul doğuracak ve onun adını Yahya koyacaksın"

Zekeriya Tanrı'nın kendisine verdiği şaşırtıcı haber üzerine kuş­kularını ifade etti: "Ben kocamış bir yaşlı erim ve karım da yaşça çok geçkindir."

En Yüce Tanrı'nın gücünden kuşku ettiğinden dolayı Zekeriya sözden yoksun kılınarak cezalandırıldı. Geçici bir süre için sağır-dilsiz kaldı ve müjdeli haberi ne karısına ne de diğerlerine bildiremedi. Hemen hepsi mabette kendisine bir şeylerin göründüğünü ve büyük bir gizi saklamakta olduğunu anladılar.

Söz konusu sır, melek Cebrail'in Rabbin gücünü göstermek için Meryem'e açıkladığı giz idi. Melek Cebrail'in sözleri birkaç gün sonra gerçekleşti. Meryem, yaşlılığına rağmen Elizabet'in bir oğul beklediğini Tanrı'nın habercisinden öğrendikten sonra, onu ziyare­te gitmesi gerektiğini hissetti.

İncil yazan Luka anlatısını şöyle sürdürüyor: "O günlerde Mer­yem dağlara gitmek üzere acele yola koyuldu".

O dağlarda Elizabet oturuyordu. Meryem onu ziyarete gitmeye kendini mecbur hissediyordu. Yaşı geçkinceydi ve belki de yardıma muhtaç bir vaziyetteydi. Elizabet'in yaşadığı yerin, Nasıra'dan 150 km uzakta Ain-Karim diye bilinen yöre olduğu sanılmaktadır. Ol­dukça uzak bir mesafe ve küçük bir kız için hayli yorucu bir seya­hat.

Meryem, şefkat ve iyilik dolu yüreğinin dürtüklemesi ile bu yo­rucu ve yıpratıcı yolculuğu göğüsledi. Zekeriya'nın karısı tarafın­dan kendisini hayretler içinde bırakan bir karşılama ile karşılandı.

Muhakkak ki kendisi de böylesine şaşırtıcı bir tarzda karşılan­mayı ummuyordu. Melek Cebrail'den aldığı müjde kadar kendisini hayretler içinde bırakacak bir karşılama oldu.

İşte Luka'nın anlatısı: "Meryem Zekeriya'nın evine girdi ve Elizabet'i selâmladı. O vakit, Meryem'in selamı üzerine, ana karnında­ki çocuk sevinç ve neşe içerisinde zıpladı ve Kutsal Ruh ile dolan Elizabet yüksek bir sesle bağırdı: "Kadınların arasında mübareksin ve senden doğan meyve mübarektir. Rab Efendimin annesi nasıl olur da beni ziyarete gelir? Selamının sesi kulağıma erişir erişmez karnımdaki çocuk neşe içinde hopladı. Rab tarafından kendisine söylenilenin gerçekleşeceğine inanan sana ne mutlu."

Demek ki, Meryem kadınlar arasında mübarekti ve aynı zaman­da mutlu idi. Çünkü Rabbin vaatlerine inanmıştı ve inanmaya de­vam ediyordu. Bu nedenden, oğlunun dünyaya getireceği iyi müj­denin ne olacağını Meryem daha rahat kavrayabilirdi.

Aynen böyle oldu, daha sonraları Hıristiyanlığın özü olarak ad­landırılan olgunun ilk uygulayıcısı, masum ve saf bir kız çocuğu olan Meryem oldu.

İlk uygulamayı, tüm dünyada Magnificat adıyla ünlenmiş, hay­ranlık verici bir ilâhi ile Azize Elizabet'i yanıtlamak suretiyle yap­tı.

Magnificat

 

İşte tanrısal bir ilham neticesinde dile getirdiği sözler; bu sözler­le Hıristiyan inancı ilk defa vaaz edilmeye başlandı.

Canım Rabbi ulular;

Ruhum Kurtarıcım Tanrı sayesinde sevinçle coşar.

Çünkü o, sıradan biri olan kuluyla ilgilendi.

İşte, bundan böyle tüm kuşaklar beni mutlu sayacak.

Çünkü güçlü Olan, benim için büyük işler yaptı. Onun adı kutsaldır.

Kuşaktan kuşağa kendisinden korkanlara

Merhamet eder. Eliyle güçlü işler yaptı; kibirleri yüreklerindeki kuruntularla darmadağın etti.

Hükümdarları tahtlarından indirdi,

Sıradan insanları yükseltti. Aç olanları iyiliklerle doyurdu, zenginleri ise elleri boş çevirdi.

Atalarımıza söz verdiği gibi,

İbrahim'e ve onun soyuna sonsuza dek merhamet etmeyi unutmayarak kulu İsrail'in yardımına yetişti.

Küçük bir kızın böylesi mucizevî şekilde, az sözcüklerle Hıristiyanlığın özünü ve Kilise'nin dünyadaki görevini özetleyebileceğine inanmaları son derece güçtü. Hıristiyanlığın yayılmasından çok ön­celeri, Luka İncil'inde tüm bunların yazması inanmalarına yardım­cı oldu.

Mesih İsa tarafından getirilen değerlerin, böylesi bir berraklık ve açıklıkla Meryem'ce ilân edilebilmiş olması mucizevî bir olgu­dur.

Dünyaya, kibirliler ve mağrurlar hükmediyorlardı, güçlüler ida­re ediyorlardı ve zenginler hayatın tadını çıkarıyorlardı.

İsa'dan sonra, kibirlilerin iç dünyası alçakgönüllüler tarafından altüst ediliyordu, güçlüler yoksullar tarafından yenilgiye uğratılıyordu ve zenginler geçici refahlarının sefaletini hissediyorlardı.

Sadece Tanrı'nın lütufu insanların ve dünyanın mutluluğunu gerçekleştirebilirdi. Bu gerçek ilk kez Elizabet'in bütün kadınların ara­sında mübarek şeklinde hitap ettiği ve sonraları tüm nesillerce mübarek diye çağrılan kadın tarafından ilân ediliyordu

 

 

Sayfa 40 Bölüm I sonu.

[/TD]

[/TR]

[/TABLE]

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...