Jump to content

Euthanasia ( ötenazi)


nevermore

Önerilen Mesajlar

Ötanazi (Yunanca: ευθανασία - ευ, eu, "iyi,güzel"; θάνατος, thanatos, "ölüm"), bir kişinin veya bir hayvanın yaşamını, yaşamlarının dayanılamayacak durumda olarak algılanması sebebiyle, acısız veya çok az acıtan bir ölümcül enjeksiyon yaparak, yüksek dozda ilaç vererek veya kişiyi yaşam destek ünitesinden ayırarak sonlandırmak. Ötanazi uygulaması bu üçü dışında farklı formlarda da olabilir; örneğin pasif ötanaziye kişinin tedavi edilebilecek ama ölümcül bir bulaşıcı hastalığının tedavi edilmeyerek kişinin, pasif olarak, ölümüne yol açılması dahildir. Ötanazinin farklı tipleri farklı yasal uygulamalara tabiidir. Pasif ötanazi genelde birçok ülkede, farklı koşullar altında yasalken, aktif ötanazi çoğu ülkede yasaktır. Genellikle ötanazi başlığı altında tartışılan hekim destekli intihar (physician assisted suicide) genel olarak yasadışı olmakla birlikte, Amerika Birleşik Devletleri'nin Washington, Oregon ve Montana eyaletlerinde yasaldır. Aktif ötanazi Türkiye'de yasal değildir. Yürürlükte olan 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'na göre, hastaya ötanazi uygulayan fail (hekim), tasarlayarak (taammüden) adam öldürme hükümlerine göre yargılanır ve ağırlaştırılmış müebbet (ömür boyu) hapis cezasıyla cezalandırılır. Bazı ülkelerde ötanazi yasal olmasa da, ötanazi faili cezaya çarptırılmaz.

Hekim tarafından uygulanan ötanazi tarihi

Antik Yunan ve daha sonra Antik Roma’da ölümcül hastalığa yakalanmış hastaların tedavi edilmemesi sıkça karşılaşılan bir durumdu; bu tip bir hastayı tedavi etmeye çalışmanın hekime ancak utanç ve başarısızlık kazandıracağı ve bu tip bir uygulamanın genel olarak yanlış bir uygulama olduğu kanısı yaygındı. Bununla birlikte, Hipokrat Yemini’nde açıkça belirtildiği gibi, hekimin hastaya, hasta arzu etse dahi ölümcül bir ilaç vermesi veya tavsiye etmesi yasaktır; hoş karşılanmaz (Edelstein, s.6). Bununla birlikte Antik Çağ’ın ünlü filozoflarının birçoğu, örneğin Eflatun, Aristo ve Zeno, kentin (polisin) kaynaklarını tüketen, tedavisi olmayan hastalıklara sahip hasta yetişkinlerin gönüllü olmasalar dahi öldürülmelerinin veya bakımsızlıktan ölmelerine yol açmanın (yani pasif olarak ölmelerini sağlamanın) uygun olduğunu iddia etmişlerdir (Carrick; Anagnastopoulos). Bununla birlikte kişinin kendi yaşamına son vermesi hakkındaki görüşleri daha değişkendir. Örneğin Aristo intiharı kınarken, Seneca kişilerin yaşamlarını istedikleri zaman sonlandırmaya hakları olduğunu belirtmiştir.

Hristiyanlığın yükselişiyle birlikte ötanazi konusundaki olumlu görüşler azınlığı oluşturmaya başlamıştır, zira Hristiyanlığın temel ilkelerine göre ötanazi büyük bir suç olarak nitelendirilmiştir (bknz: Ötanazi#Hristiyanlık). Bununla birlikte ötanaziyi veya kişinin ölümü seçme hakkı olduğunu savunan önemli isimler de olmamış değildir. Yazar Michel de Montaigne farklı bir perspektifle, “bizi yaşamın ölümden daha kötü bir duruma düşürmesiyle”, “Tanrı’nın bize (kendimizi öldürme) izni” verdiğini ve “en gönüllü (biçimde gerçekleşen) ölümün en iyisi” olduğunu belirtmiştir (Montaigne, 1946 [1580], s. 338). İngiliz filozof ve yazar Francis Bacon ise, hekimlerin hastaların ölümünü kolaylaştıracak bilgiye ve yeteneğe sahip olmaları gerektiğini yazmıştır. Bunların dışında İngiliz yazar John Dryden ve Charles Blount aşk acısı, onur veya sefalet gibi şeyler nedeniyle intihar etmeyi savunmuşturlar (Ferngren). Bu konuda en çarpıcı isimlerden birisi ünlü filozof David Hume olmuştur. “İntihar Üzerine” isimli denemesinde kişinin sefil bir hayatı sırf yaratıcısını mutlu etmek için sürdürmeye çalışmasını öngören dini görüşe karşı çıkar ve kişilerin otonomilerine ve özgürlüklerine vurgu yapar. Ayrıca, Antik Çağ filozoflarına benzer şekilde topluma katkısı olmamasına rağmen toplumsal kaynaklardan yararlanan bireylerin yaşamlarını devam ettirmeye zorunlu olmadıklarını savunur. Ünlü Alman filozof “Nietzsche de Hume’nin, otonomi sahibi kişilerin, toplumsal faydalılıklarını ve hazlarını yok eden bir hastalığa sahiplerse ölümlerine karar verebilme hakkına sahip oldukları, görüşünü benimsemiştir” (Encyclopedia of Bioethics, p. 1425). Destekleyenlerin dışında Hume’nin görüşünü benimsemeyen birçok ünlü filozof da olmuştur. Immanuel Kant için ihtiharın hiçbir çeşidi kabul edilemezdir. Çünkü onun ahlak teorisi ihtiharı her koşulda ve şartta reddeder.

Bunların dışında Darwinizmin 19. yüzyıldaki yükselişiyle birlikte, “kutsal yaşam” kavramı büyük bir darbe almış, hekim tarafından uygulanan ötanazinin savunucularının sayısı yükselmiştir. Ayrıca doğal seçilimin, suni olarak insan türü üzerine uygulanması ve öjenik tartışmaları açısından, ötanazinin ‘istenmeyen, doğal olarak kurtuluş şansı az olan’ belirli hasta grupları ve toplumsal gruplar üzerine uygulanması tartışması da Darwinizmin yükselişiyle belirgin bir seviyeye ulaşmıştır. Alman Ernst Haeckel, 1868’de Almanya’daki, fiziksel ve zihinsel olarak tedavi edilemeyecek bozukluklara sahip kişilerin acısız bir şekilde öldürülmeleri gerektiğini savunmuştur. Nazi Almanya’sında bu tip görüşler büyük bir yükseliş göstermiş fakat 2. Dünya Savaşı sonrasında kaybolmuştur. Dünya çapında devlet politikası olarak veya akademik anlamda bu tip bir ötanazi tartışması bugün yer almamaktadır.

Bugün ötanazi taraftarları ve ötanazi karşıtları farklı argümanlarla ötanazi tartışmasına katkıda bulunmaktadırlar. Ötanazi dünya çapında kabul edilmiş, yasal bir uygulama olmamakla birlikte, bazı ülke ve eyaletlerde yasaldır ve uygulanmaktadır; Hollanda, Belçika ve Amerika Birleşik Devletleri’nin Teksas eyaleti örnek olarak verilebilir. Bununla birlikte, bu ülkelerde ötanazinin uygulanması için uyulması gereken belirli şartlar ve prosedürler vardır. Pasif ötanazi, aktif ötanaziye oranla, daha yaygın bir şekilde farklı ülkelerde uygulanmaktadır.

Dinler açısından ötanazi

İslam

İslam’a göre,insan Allah tarafından yaratılmıştır ve hayat ona Allah tarafından bahşedilmiştir. Bu sebeple insanın kendi canı üzerine karar verebilme hakkı yoktur, bu hak ancak Allah’ındır. Buradan hareketle İslam dininde hem intihar hem de ötanazi benzeri uygulamalar yasaktır, katil olarak görülür. Ayrıca, hayatın uzamasını sağlayacak her türlü uygulamanın uygulanması da gereklidir ve bu tip uygulamaların, durum müsaitken uygulanmaması yani bireyin ölüme terk edilmesi de yasaktır. Bu kurallar toplumsal yararlılığını kaybetmiş topluluklar için de geçerlidir ve toplumsal yararlılığını yitirmiş veya buna hiç sahip olamamış insanların öldürülmesi veya bakımsızlıktan ölüme terk edilmesi katl ile eşdeğerdir. İnsanın Allah’dan ölümü dilemesi de İslam’da hoş karşılanmayan bir davranıştır.

Musevilik

Museviliğin ötanaziye bakış açısı, insana ve insan hayatına bakış açısı temellidir. Musevilikte insanın Tanrı tarafından yaratıldığı ve hayatın Tanrı tarafından insana bahşedildiğine inanılır ve bu kutsal metinlerde de açıkça belirtilmiştir (Yaratılış, 2:2-27). Buradan hareketle kişinin, sanki hayatı kendisi yaratmış veya hayata sahipmiş gibi davranması beklenilemez; Tanrı tarafından bahşedilen hayat yine Tanrı tarafından, Tanrı’nın dilediği anda kişiden alınacaktır, bu sebeple kişinin kendi hayatını veya bir başkasının hayatını alması meşru değildir(Yaratılış, 9:5-6). İnsanın tanrı suretinde yaratıldığı inancı Musevilikte de bulunmaktadır ve bu da hayatın ve insanın özel bir ‘kutsallığı’ barındırdığı fikrini desteklemekte, ötanaziye bu anlamda da karşı çıkmaktadır. Kişinin toplumsal yararı kalmasa ve hatta yoğun acı içinde olsa dahi, hayatını mümkün olduğu kadar uzatması şarttır. Toplumsal yararı kalmamış insanların veya ağır bozukluklarla doğmuş bebeklerin aktif olarak öldürülmesi veya bakımsızlık sebebiyle ölüme terk edilmesi de yasaktır.

Hristiyanlık

Hıristiyanlık dini Musevilik kutsal metinlerini, kutsal metinleri içinde kabul ettiğinden insan ve insan hayatına dair akaid temelde büyük oranda benzerdir. Hristiyanlığın doğuşundan itibaren, kişinin kendi canına kıyması veya başkalarının canına kıyması kesinlikle yasak kılınmıştır. İnsanın tanrı suretinde yaratılmış olması inancı Hristiyanlıkta da mevcuttur ve insan, insan hayatı özel bir ‘kutsallığı’ içinde barındırır. Hristiyanlıkta da belirli bir toplumsal grubun, örneğin toplumsal yararlılığını kaybetmiş toplulukların, canına kıyılması meşru değildir. Çok erken dönemlerden itibaren (yaklaşık M.S. 2. yüzyıl) Hristiyanlık, intihar, çocuk ve bebeklerin katli (infantisit) ve benzeri eylemleri yasaklamıştır.

Hristiyanlık tarihinin önemli isimlerinden Augustine intiharı yoğun bir şekilde eleştirmiş ve intiharı 10 Emir’den altıncısı olan “Öldürmeyeceksin” emrine karşı bir hareket olarak görmüştür. Nitekim Hristiyanlığın genel görüşü bu olmuş ve 325 yılında, Roma İmparatorluğu’nun resmî dininin Hristiyanlık olarak ilan edilmesiyle birlikte intihar katl ile aynı görülmüştür. İntihar edenlerin Hristiyan mezarlıklarına gömülmesine karşı çıkılırken, intihar edenlerin mal varlıklarına da el konulmaya başlanmıştır. Daha sonraları ünlü teolog ve filozof Thomas Aquinas da intiharı eleştirmiş ve kınamıştır. Bu sıralarda ortaya çıkan yaklaşım, bugün Katolik Kilisesi’nin intihar ve ötanaziye dair görüşlerinin temelini oluşturmaktadır.

Protestanlıkta da durum pek farklı olmasa da zaman içinde değişim söz konusu olmuştur. Her ne kadar ilk dönem Protestanlığın önemli isimlerinin görüşleri Katolik Kilisesi’nin ve ilk Hristiyan yazarlarının görüşlerinden farklı olmasa da, son dönem ve çağdaş Prostestan din adamlarının ötanazi topluluklarında yer aldıkları ve ötanaziyi savundukları da görülmüştür. Bu tip din adamlarına Joseph Fletcher örnek olarak verilebilir

Budizm

Theravada Budizminde bir rahip ölümün avantajlarından veya hayatın sefaletlerine kıyasla ölüm sonrası yaşamın iyiliğinden intiharı özendirecek şekilde bahsederse aforoz edilebilir. Ayrıca tedavi edilemeyecek derecede hasta kişilere bakarken, bu kişilerin ölümünü hızlandıracak şekilde davranmak da yasaklanmıştır

Aktif ve pasif ötanazi

Temelde aktif ve pasif ötanazi şekilinde uygulanmaktadır.

Aktif ötanazide, doğrudan (direkt) uygulama söz konusudur. Öldürücü madde, kurtarıcı tedavi uygulanması imkânsız olan hastaya doğrudan verilir.

Pasif ötanazide, dolaylı (indirekt) bir uygulama söz konusu olup, hastayı hayatta tutan makineler kapatılır ya da geçici - kısmi tedaviye yönelik ilaçların verilmesi kesilerek, ağrının giderilmesi dışında bir tedavi uygulanmaz.

Aktif ve pasif ötanazi, amaç ve son açısından aynı olmakla birlikte uygulanan prosedürün farklılığı açısından, farklı yasal durumlara sahip olmuşturlar. Yine de bu iki ötanazi türü arasında gerçekten bir farklılığın olup olmadığı, eğer biri diğerinden daha iyiyse bunun pasif ötanazi mi yoksa aktif ötanazi mi olduğu etik ve felsefî bağlamda tartışılan önemli bir meseledir. Bugün yasal olarak pasif ötanazi aktif ötanaziye oranla daha iyi karşılanmaktadır ve aktif ötanaziye oranla daha çok ülkede ve bölgede yasal olarak uygulanmasına izin verilmektedir. Bununla birlikte özellikle felsefe çevrelerinde pasif ötanazinin aktif ötanaziden, belki ancak yasal olarak daha iyi olabileceğine, pratikte büyük ihtimalle daha kötü olabileceğine dair yorumlar mevcuttur. Pasif ötanazinin, karşılaştırıldığında, aktif ötanaziden daha kötü olduğunu iddia eden ünlü isimlerden James Rachels “Active and Passive Euthanasia” isimli eserinde çeşitli örnekler sunarak, niçin ötanazi uygulanacak kişinin pasif ötanazi sonucu uzun süre acı çekerek ölmesinin, aktif ötanazi sonucu kısa ve acısız bir ölümle ölmesinden daha iyi olabileceği sorusunu sormakta ve bu noktadan hareketle çeşitli örnekler sunmaktadır(Rachels). Bununla birlikte pasif ötanazinin aktif ötanaziden daha uygun ve iyi olduğunu savunan çevreler sıklıkla eylem ve eylemsizlik doktrini (acts and omissions doctrine) ve benzeri doktrin ve argümanları ortaya koymaktadırlar. Yasal açıdansa pasif ötanazide, ötanazi uygulanacak kişiye karşı aktif bir öldürme eyleminin uygulanmadığı fakat bunun aktif ötanazide söz konusu olmadığı fikri baskındır.

Doktor destekli intihar

Sık sık ötanazi başlığı altında işlenen bir başka konu da hekim destekli intihardır (physician assisted suicide). Hekim destekli intiharda, ne tam olarak aktif ne de tam olarak pasif ötanazi mümkünken, durumun salt intihar olmadığı da ortaya atılmıştır. Kısaca, hekim destekli intiharda, kişinin isteği üzerine hekim kişinin kendisini öldürebilmesini mümkün kılacak ortamı hazırlar. Burada hekim kişiyi ne doğrudan öldürmekte ne de dolaylı olarak ölmesine sebep olmaktadır yani pasif ötanazideki gibi örneğin bakımsızlık veya yaşam destek ünitesinden ayrılması sonucu ölüm mevcut değildir. Hekim sadece kişinin intihar etmesi için uygun olacak koşulları ve durumu hazırlar, ve sonuçta kişiyi öldüren yine kişinin kendisidir.

Konuyla ilgili birçok kişi hekim destekli intiharın ötanaziden daha farklı bir biçimde, intihar kavramına daha yakın olarak incelenmesinin daha yararlı olacağını savunmaktadır. Hekim destekli intihar Amerika Birleşik Devletleri’nin Washington, Oregon ve Montana eyaletlerinde yasaldır. Bunun dışında hekim destekli intiharın savunucuları genel olarak ötanazi savunucularından daha azdır ve hekim destekli intihar genel olarak dünya çapında yasadışıdır.

Türk Hukukunda Ötanazi

Yazan: Av. Şamil DEMİR.

Ötanazi ‘nin kelime anlamı “güzel ölüm”dür. Bu kavrama üç tıbbi müdahale girer:

Aktif ötanazi

Hekim destekli intihar

Pasif ötanazi

Yaşama hakkı vazgeçilemez, devredilemez ve insanın kendisinden bile korunması gereken bir kişilik hakkıdır. Yaşama hakkı söz konusu olduğunda MK. 24/2 de düzenlenen hukuka uygunluk sebepleri geçerli değildir.

Aktif ötanazi: Bir doktorun ölüm sonucu doğuracak bir eylem ve işlemde bulunmasıdır. Çok ızdırabı olan bir hasta doktora vaadde bulunarak veya durumunu acındırarak ölümü sağlayacak bi işlem yaptırırsa bu durum aktif ötanazi olarak nitelendirilecektir.

Hekim destekli intihar: Hekim destekli intiharda intihar etmek isteyen hastaya doktor eli ile yapılacak bir yardım söz konusudur. Asiste intihara başvuranlar ve bu girişim sonucunda kurtulanlar arasında yapılan araştırma, bu tür intihara girişenlerin en çok “ölümün gerçekleşmemesinden” korktukları sonucunu ortaya koymuştur. Bu nedenle asiste intihara başvuranlar en kesin sonucu elde edecekleri yöntemlere başvururlar. Asiste intihar doktorun hastasına zehirli iğne yapmayı öğretmesi ya da ölümüne yol açacak ilaçları temin etmesi şeklinde gerçekleşebilir.

Pasif ötanazi: Yaşam desteğiyle biyolojik olarak hayatını sürdüren bir kişiden bu desteğin çekilmesiyle gerçekleştirilen ötanazi türüdür.

Dünyada aktif, pasif ve asiste ötanazi olarak ayrılan bu haller, din adamları, sosyologlar, felsefeciler, hukukçular ve hekimler arasında tartışılmaktadır. Bu tartışmaların soncunda ötanaziye veya onun türlerine karşı geliştirilen bakış açıları, ülkeden ülkeye, dinlere ve dünya görüşüne göre farklılıklar göstermektedir.

Genel olarak din adamları, insanın Allah tarafından yaratılması nedeniyle ne kadar süre yaşayacağını yine Allahın belirlediği dolayısıyla onunu verdiği canın yine kendisi tarafından alınacağı görüşünü benimsiyorlar. Bu nedenle de hiçbir din aktif ötanaziyi kabul etmiyor. Aynı düşünce hekim destekli intiharda da çoğunlukla kabul edilmekle birlikte dinler arasında pasif ötanazi konusunda farklılıklar söz konusudur. Vatikan; “İnsanların ömrü bellidir, bir kimse ölmüş ama yaşam desteğine bağlı olarak biyolojik hayatını sürdürüyorsa bu Tanrının işine karışmaktır ve yaşam desteğinin çekilmesinde sakınca yoktur” der. Bu durumda dine aykırılıktan bahsedilmez.

Felsefeci ve sosyologlar insanın en üstün değer olduğu kabulü ile kendi iradeleriyle bile bu değerin ortadan kaldırılamayacağını ifade ediyorlar. Felsefecilerin çoğunluğunun tıbbi gerekçelerle de olsa yaşamın sürdürülmesinden yana tavır sergiledikleri görülüyor.

Tıp adamları ötanaziye hiç sıcak bakmıyorlar. Bu konuda en ehil insanlar olsalar da yeminlerinin insan hayatını devam ettirmeyi gerektirdiğini, acının son bulmasını sağlamak amacıyla da olsa ötanazinin uygulanmaması gerektiğini düşünüyorlar.

Hukukçular ise, (özellikle Medeni Hukukçular) Medeni kanunumuzun 23 ve 24. maddelerinden hareketle ötanaziyi hukuka uygun görmezler. Ancak insan hakları savunucularının çoğunluğu ötanazinin gerekli olduğu hallerde uygulanmasını savunurlar ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (AİHS) 2, 3, ve 8. maddelerine dayanırlar.

AİHS’nin’ 2. maddesi yaşama hakkına saygı gösterme yükümlülüğünü düzenliyor. Devletler ve insanlar, insanların yaşama hakkına saygı göstermelidirler. İşte bu görüş sahipleri, AİHS ile güvence altına alınmış yaşama hakkına “yaşamama hakkı” nı da dahil olduğu ileri sürülüyor. Bu görüşle, her hakkın olumsuzunun da hakka dahil olduğu vurgulanıyor.

AİHS’nin 3. maddesi insanların insanlık dışı hiçbir muamele ve cezaya tabi tutulamayacağını düzenliyor. Buna göre ötanazi istemine dayanak teşkil edecek olayların hepsinde, insanların insan haysiyetiyle bağdaşmayacak bir sağlık bozukluğu olduğundan böyle bir “yaşama dönemine” tabi tutulmaması gerektiği ileri sürülüyor. İnsanların en ağır ızdıraplarla baş başa olduğu ve yaşama ihtimalinin kalmadığı terminal dönemde bu ızdıraplarla son anlarını geçirmeye mahkum edilmesinin insan haysiyetine aykırı bir durumda bırakılma olduğu ifade ediliyor.

AİHS’ni 8. maddesi özel yaşama saygı hakkını düzenler. Sözleşmenin bu maddesinde insanların özel yaşamlarını kendilerinin düzenleyeceği ve buna müdahale edilemeyeceği öngörülmüştür. Bu görüş sahiplerine göre yaşama ve ölme hakkı da özel yaşama saygı hakkı kapsamında değerlendirilmektedir. Bu hakla self determinasyon denen kendi geleceğini belirleme hakkı çerçevesinde ölmenin en son kullanılacak hak olduğu ve kişinin bu hakkı kendisinin kullanabileceğini ileri sürülüyor ve kişinin yaşamaya zorlanmasının bu hakkın ihlali olacağını savunuluyor.

Bu görüşlere katılan Türk hukukçular tarafından, AİHS ‘nin Anayasamızın 90. maddesi uyarınca iç hukukumuza dahil olduğunu, uluslararası sözleşmeler ile iç hukukta yaşanan çelişkili hallerde iç hukuktan üstün sayılan uluslararası sözleşmelerin geçerli olacağı, bu özellikleri nedeniyle AİHS ‘nin Medeni Kanunu ve Ceza Kanunu’ nun üzerinde olduğu, iç hukukun buna göre yorumlanması gerektiği savunulmaktadır.

Her üç ötanazi türünün de yasal olarak kabul edildiği Avustralya ve Hollanda gibi ülkeler vardır. ABD ‘nin de bazı eyaletlerinde bu durum söz konusudur. Ancak pasif ötanazi genel bir kabul görmektedir.

Ötanazi konusunda doktrinde MK. 24. maddesinin nasıl yorumlanacağı tartışma konusu olmaktadır. MK. 24/II de bazı hallerde, kişilik haklarına saldırıda bulunulsa bile bu durumun hukuka aykırı olmayacağı haller düzenleme bulmaktadır. Bu haller:

Kişinin rızası

Daha üstün nitelikte özel ve kamusal yarar

Kanunun verdiği yetkinin kullanılması

halleridir. Sayılan hallerde bir kişinin kişilik hakları kapsamına giren haklarının ihlal edilmesi herhangi bir hukuka aykırılık doğurmayacaktır.

Yaşama Hakkı: Kimse özgürlüklerinden vazgeçemez ve onları hukuka ve ahlaka aykırı olarak sınırlayamaz. Bu hallerin varlığında kişinin haklarının sınırlanmasına dair rızası dikkate alınmayacaktır (MK.23/II). Medeni Kanunumuzun bahsi geçen hükmü düzenlenmemiş olsaydı, MK 24. maddesinde düzenlenmiş olan:

Kişilik hakkı zedelenen kimsenin rızası, daha üstün nitelikte özel veya kamusal yarar ya da kanunun verdiği yetkinin kullanılması sebeplerinden biriyle haklı kılınmadıkça, kişilik haklarına yapılan her saldırı hukuka aykırıdır.

Hükmünün düzenleniş şekli itibariyle; kişinin rızası ve çekilen acı ve ızdırap nedeniyle varlığı kabul edilebilecek, üstün nitelikte özel yarar kişinin kendi isteğiyle yaşamına son vermeye karar alabilmesini sağlayacaktı. Ancak MK. 23/II hükmü kişinin ötanaziye ilişkin rızasını geçersiz ve hukuka aykırı saymaktadır.

Sağlıklı olarak normal yaşamını sürdüren bir insanın yaşama hakkından vazgeçmesi tabii ki beklenemez. Ama tedavisi olmayan bir hastalık nedeniyle, günleri sayılı bir şekilde, doktorların kendi haline bıraktığı, terminal dönemdeki, yaşama ilişkin herhangi bir refleksi olmayan, bilincini kaybetmiş ya da ağır ızdırap içerisinde kıvranan, hastalığı nedeniyle maddi gücü tükenmiş hastaların ölmeyi istemesi halinde, yaşaması mı ölmesi mi daha iyi olacaktır şeklinde yapılacak bir tartışmada MK 24. maddede bahsi geçen “üstün nitelikte yararın” varlığından bahsedilebilecek midir? Eğer maddeye bahsedilen anlam izafe edilirse ayrıca bir hukuki düzenlemeye gerek kalmaksızın ötenazim mümkün olabilecektir (TCK düzenlemesi bir yana bırakılarak).

Türkiye’de beyin ölümünden sonra aile bireylerinin rızası veya doktor kararıyla “yaşama desteğinin çekilmesi” 72 saat geçtikten sonra yapılmaktadır. Desteğin 72 saatte çekilmesindeki anlam da organ bağışı yapılması ihtimaline binaen organların nakle uygunluğunun korunmasıdır. Uygulanan bu işlem niteliği itibariyle “pasif ötanazi” olup, hukuki dayanağını “özel nitelikte üstün yarar” oluşturmaktadır.

Hekim destekli intihar, mevcut düzenlemelerimize göre hukuka aykırı sayılmakta olup, hukuki ve cezai neticeleri vardır.

Not: Bu yazının yazılmasında, Prof.Dr. Kudret Güven tarafından verilen, “Kişilik Haklarındaki Son Gelişmeler” dersindeki tartışmalardan yararlanılmıştır.

Güncelleme, 09.02.2010

İngiliz ve Belçikalı bilim adamlarının son çalışmaları ötanazi hakkındaki kabulleri derinden etkileyeceğe benziyor. Radyonörolaglar yaptıkları çalışmaların birçok kesimi etkilediği ve tartışmalara yol açacağı gerekçesiyle şimdilik konu hakkında açıklama yapmayı etik bulmasalar da araştırmanın basına yansıyan sonuçları şimdiden derin etkiler doğurmuş durumda. Haber şu şekilde:

“Evet” ve “Hayır” cevabı verdiler

Bilim adamları, fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI) adı verilen beyin tarayıcısını kullanarak, 2003′te trafik kazasında ağır beyin travması geçiren hastanın, beyin faaliyetlerini bilinçli olarak değiştirmek suretiyle, doktorların sorularına karşılık “evet” ve “hayır” cevaplarını “düşünebildiğini” saptadı.

Hastada bilinç işaretleri gözlemleyen doktorlar, bunun gerçek olup olmadığını anlamak için, hastaya “babanızın adı Thomas mı” gibi sorular sorarak “evet” ya da “hayır” cevapları vermesini istedi. Bu sırada doktorlar hastanın beynini fMRI cihazıyla taradı. Doktorlar, hastanın beyin faaliyetlerini değiştirerek sorulara cevap verdiğini gördü.

Araştırmayı kaleme alanlardan Adrian Owen, hastanın düşünce yoluyla tüm sorulara doğru cevap verdiğini gösteren sonuçları görünce çok şaşırdıklarını söyledi.

New England Journal of Medicine’de yayımlanan araştırmada, bitkisel hayatta olduğu düşünülen 23 hasta arasında yapıldı. Yapılan beyin taramasında bu hastalardan dördünde bilinçlilik işaretleri görüldü.

fMRI yöntemi, sağlıklı insanlarda beynin sorulara cevabını yüzde 100 kesinlikle saptayabiliyor. Ancak bu cihaz hareket edemeyen veya konuşamayan hastalarda daha önce denenmemişti.

Uzmanlar bu sonucun, koma benzeri durumdaki tüm hastaların yeniden değerlendirilmesi gerektiğini gösterdiğini belirtti. (A.A.)

Muhtelif görüşler

Ötenazi: Yasal Mı? Yasal olmalı mı?

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Bir Acil servis hemşiresi ve hukukçu hanımın başından geçenler ve düşüncesi bu hususta

Merhabalar Degerli Meslektaslarim,

 

 

hukuk fakültesinde okurken, acil serviste hemşirelik yaptım. Dört yillik hizmetim sirasinda sayisiz ölümler gördüm. Beni en cok etkileyen ölümler, cocuk ölümleriyle uzun süreli can cekisen ama bir türlü ölemeyen hastalarimin ölümleriydi. Cocuk ölümleri her zaman aci vericidir, hayatin daha cok baslarinda, körpecik vücutlar acilar icinde ölüme teslim olur… Uzun süre can cekisip de ölemeyen insanlarin izdirabi ise, sözlerle ifade edilebilir gibi degildir…Görmek, onunla yasamak gerektirir, herseyinle kendini onun yerine koyup öyle bakabilmek gerektirir…

 

Ben o zaman anladim, ani ölümün bir lütuf oldugunu…„Allah güzel ölüm nasip etsin“ demenin gercekten en iyi dileklerden biri oldugunu… Ne sansli insanlardi, uykusunda aniden ya da bir kalp kriziyle birden bire hayatini kaybeden insalar…O zaman meslektaslarima vasiyet etmistim, „bir gün ben de solunum cihazina baglanacak olursam, beni yasatmak icin ugrasmayin aylarca“ demistim, „istemiyorum, beni gönül rahatligiyla öldürün“…Bunu dilememin en önemli nedeni, aylarca baktigimiz bir hastamizin, gözümüzün önünde aylarca can cekismesiydi. Ölüme yavas yavas acilarla yaklasiyor ama bir türlü ölemiyordu. Kendi kendine nefes alamadigi icin solunum cihazina bagliydi…Burnundan midesine soktugumuz bir sonda araciligiyla gerekli besinleri alabiliyordu. Her yerinde igneler, kateterler…Uzun süreli yataga bagli oldugu icin gelisebilecek tüm yan etkiler ortaya cikmis, vucuduna yapilan tüm tibbi girisimler sebebiyle, vucudu enfeksiyon odagi haline gelmisti…Bilincinin acik olmasi en buyuk üzüntüydü… Herseyi görüyor ve hissediyordu…Elleri sistigi icin, yazi da yazamiyordu ki, isteklerini bize iletsin…Ancak senin belirledigin aklina gelebilecek sorularina „evet, hayir“ diye gözlerini acip kapayabilirdi…Ama kim nerden bilebilirdi ki, onun ne anlatmak istedigini…Bakislarini asla unutamam Osman Amcanin, benden sirtini kasimami istedigini büyük cabalardan sonra anladigimda, acaba mutlu mu olmaliydim, tam olarak kestiremiyordum…Her nöbetimi devralisimda, onun yasadigini gördükce üzülüyordum ve her nöbetimde onun icin dua ediyordum, onun icin „en hayirlisi“ neyse onun gerceklesmesi icin…Neden mi en hayirlisi, cünkü ben hic görmedim, bu kadar süre solunum cihazina bagli kalip da cikan hasta, ama gören meslektaslarim olmustu…

Acilarini, izdirabini görmeme ve tanik olmama ragmen, Osman Amca benden isteseydi, „Gülsün Hemsire lütfen beni öldür“, asla yapamazdim…Beni bu durumda öldürmelerini vasiyet ettigim meslektaslarim da benim istegimi gerceklestiremezlerdi… Bugun ötenaziyi savunan hekim arkadaslarimin hicbiri „ben yaparim“ diyemiyor…Cünkü konunun, sadece hukuki degil, aklaki, dini bircok yani var…Öldürmek kesinlikle kabul edilmeyen bir tabu, kanunlara göre en önemli suc, dinlere göre büyük günah…

 

Ama eger kisi kendini öldürse, bu onunla Allah arasinda deniyor, kanun da kisi bir sekilde ölümden dönerse kisiyi cezalandirmiyor. Yani kisi gündelik hayatinda istedigi zaman hayatina son verebilir. Bir sekilde ama hareket etme yeteneginden yoksun oldugunda, yataga bagimli hale gelen Osman Amca gibi, Kanun devreye girer ve „sen o istese de onu öldüremezsin“ der…Bunu, öldürmeninin en büyük yasak olmasina, toplumda huzursuzluga yol acabilecek olmasina, ahlak kuralarina-genel adetlere, örflere vs- aykiri olmasina, yanlis ellerde kötü niyetli kullanima acik olmasina baglar…

 

Neden kisilerin serbest iradeleriyle gerceklestirmek istedikleri „yasama hakkindan vazgecme“ istegini tanimasin devlet hak sahiplerine? Neden izin verilmesin ki, özgür iradesiyle yasamini devam etiren kisi, özgür iradesiyle de hayatina son versin? Bu kisi hareket etme yetenegine sahip olsa zaten kendini öldürecek, neden biz onun bu amaca ulasmasina yardimci olmayalim…

Burda benim kafama su soru takiliyor. Kisi hareket yetenegine sahip olsa, gercekten kendini öldürecek midir?

 

Bugun kanser servislerine bakilirsa, bir cok insanin izdirap icinde umut pesinde kostugunu görürüz. Oysaki bircogu icin „tibbi gelecek“ bellidir, cözümü yoktur hastaliklarin, su ya da bu zamanda ölüm kapilarini calacaktir. Ama hepsi hayatlarini bir sekilde sürdürmeye calisirlar. Ölüm, ayaga kalkip hastane penceresine ulasmak kadar yakindir bazilari icin. Ama kaci yapar ki bunu…Kac kisi vardir, ölümcül bir hastaliga yakalandigini bildigi anda, hayatina o anda son veren…

O zaman aslinda, kisi agrilar, acilar ve izdirap altinda, iyilesme umudunun yerini ölüm beklentisinin aldigi o anda ölme karari almaktadir. O andaki rizanin gercek iradeyi somut olayda tam olarak yansittiginin tespiti nasil yapilacaktir? Yani kisinin mevcut sartlar altinda (ölümcül, iyilesmesi mümkün olmayan hastalik ve tibbin caresiz kaldigi agrilar) eger hareket yetenegine sahip olsaydi, kendi elleriyle hayatina son verecek kararlilikta oldugu nasil belirlenecektir? Ölüm isteginde olmak ayri bir konudur, ölüm isteginde kararli olmak ayri bir konu.

 

Ayrica, ölümcül hastalik ve acilar icinde olma yasama hakkindan vazgecilmesi icin bir gerekce olarak kabul edilmesinin toplumsal acidan etkileri nasil olacaktir? Yani toplumasal huzur bundan etkilenecek midir???

 

Bence ötenazi özellikle riza konusunda icindeki barindirdigi tüm belirsizlikler ve bu belirsizliklerin yarattigi tehlikenin büyük ve geri dönüssüz olmasi sebebiyle kabul edilmesi zor bir olgudur.

 

Bu nedenle belki de Kanun, hangi sartlar altinda olursa olsun, ölüm isteklerine araci olmaya „hayir“ demelidir. Ne olursa olsun, sartlar ne kadar agir olursa olsun yasamak icin savasmali „en son umut ölür“ demelidir!!

 

 

Saygilarimla

Gülsün A. Aygörmez

 

 

 

İtalya'da ötenazi tartışması

 

 

 

 

17 yıldır bitkisel hayatta "yaşatılan" kızın babasının girişimi Katolik İtalya'da ötenazi tartışmasını yeniden alevlendirdi. Bilim dünyası da tartışmaya katıldı. Ünlü genetik bilimciler Luca ve Francesco Cavalli-Sforza makalelerinde şu soruyu sordular: "Bizi dünyaya getirmeden önce kimse fikrimizi sormuyor, bu dünyayı terk etmek konusunda neden özgür olmayalım?"

 

Eluana Englaro 18 Ocak 1992 günü trafik kazası geçirdi. Bu kazanın ardından bitkisel hayata girdi. 17 yıldır derin bir uykuda. 1994 yılından bu yana ailesinin kararıyla Kuzey İtalya'da Lecco şehrinde tedavisinin sürdüğü Beato Telamoni bakımevinde. Eluana'nın tedavisini yıllardır sürdüren hekimlere göre genç kızın henüz 20 yaşındayken girdiği bitkisel hayattan çıkma şansı yok. Eluana makinelere bağlı, bilinci bütünüyle kapalı bir şekilde, yapay yolla beslenerek "yaşıyor".

Eluana'nın dramatik öyküsü İtalya'da 'beyin ölümü', 'ötenazi' ve 'biyolojik miras' gibi çok önemli ve hassas konular üzerinde alevli bir tartışma başlattı. Bu tartışmanın bir ucunda yıllardır süregelen derin bir acının ardında aslında kızları Eluana'yı 1992'de yitirdiklerinin bilincinde olan, kızlarının artık daha fazla acı çekmemesi için ötenaziyi talep eden, bu yönde onurlu bir hukuk mücadelesi başlatan baba Beppino Englaro var. Öteki uçta ötenaziye karsı olduğu bilinen Vatikan ve farklı düşünceleri savunan siyaset ve bilim dünyası.

 

Vatikan bilindiği gibi "Tanrı'nın verdiği canı ancak Tanrı alabilir" diyor ve Englaro ailesinin ötenazi talebini bir tür cinayet olarak yorumluyor. Çünkü Vatikan açısından Eluana, 17 yıldır derin bir komada da olsa kalbi atmaya devam ediyor ve bu koşullarda da olsa yaşamaya hakkı var. Bilim dünyası bu tartışmada bölünmüş durumda. Öncelikle Eluana'nın beyinsel işlevlerini yakından takip eden nöroşirurji uzmanları Eluana'nın durumunda komadan çıkışın söz konusu olamayacağını söylüyor. Çünkü beyinde büyük bir tahribat var. Bugün yaşasaydı 37 yaşında olacak olan Eluana'nın uyanma şansı yok. Bu noktada bir grup hekim, baba Beppino Englaro'yu destekliyor. Eluana'nın daha fazla acı çekmemesi adına ötenazi uygulayabilecek bir sağlık kuruluşunda yaşamının sonlandırılmasını mantıklı buluyor. Ama Katolik inancındaki hekimler buna karşı. Onlar Vatikan'la aynı çizgide. Eluana'nın yaşam destek ünitesine bağlı olarak koma hali devam etse de yaşatılması gerektiğini savunuyor.

 

Siyaset dünyası bu konuda oldukça temkinli bir tavır sergiliyor. Gerek sağ gerekse sol kanatta birçok siyasetçi ötenaziye karşı. Zaten İtalya'da ötenazi yasal açıdan uygulanmadığı için hiçbir devlet hastanesinde Eluana'nın ötenaziye karşı olmayan bir hekimin yardımıyla dahi yaşamının noktalanması olanaksız.

 

Tüm bu dramatik öykünün içinde Eluana'nın babası Beppino'nun başlattığı hukuk mücadelesi 'onurlu bir biçimde bu yasamı terk etme' adına önemli aşamalar kaydetti. Beppino Englaro bu kararı tek başına almadı. Kendisiyle yapılan bir söyleşide kızı Eluanao'nın 18 Ocak 1992'de geçirdiği kazadan birkaç ay önce bir arkadaşının komayla sonuçlanan trafik kazasına tanık olduğunu anlattı. Arkadaşını derin uykuda gören Eluana'nın daha sonra babasıyla yaptığı bir sohbette, "benim başıma böyle bir şey gelecek olsa hiçbir umut ışığı olmayacaksa yaşamımın sona erdirilmesini isterdim" dediğini anlattı. Englaro ailesinin kızları Eluana için istediği ötenazi, aslında Eluana'nın hayattayken ifade ettiği ve istediği bir şeydi. Bu noktada baba Englaro, 'biyolojik miras' konusunun ne denli yaşamsal ve önemli olduğu gerçeğini de masaya koydu. Biz henüz yaşamdayken başımıza herhangi bir nedenle bitkisel hayata girmemiz durumunda gerçek isteğimizin ne olduğunu ifade etmek ve bunun yasalarda ya da biyolojik miras yasası altında kaydedilmesi. Böylece Eluana gibi beyin ölümü gerçekleşmiş hastaların durumunda, yaşamla ölüm arasındaki tercihi başkalarının iradesi ve tartışmasına izin vermeden, bizim kendi öz irademizle seçmiş olmamız.

 

Eluana'nın ailesi kızlarının hayattayken dile getirdiği bu arzudan güç alarak, 17 yıldır karanlık bir tünelde süregelen bu zorlu mücadeleyi Eluana'nın artık acı çekmemesi, hayattayken dilediği gibi dingin bir biçimde bu dünyayı terk etmesi için ötenazi talep ediyor.

 

Geçtiğimiz 8 Temmuz 2008'de Beppino Englaro, Milano Yüksek Mahkemesi'ne bir dilekçe vererek kızı Eluana'nın yaşam destek ünitesinden çıkarılmasını ve yapay yolla beslenmesine son verilmesini talep etti. Yargıçlar Englaro'nun talebine saygı göstererek kalıcı bitkisel hayatta olan Eluana'nın yaşamına ne şekilde bir prosedürle nokta koyulacağını da belirlediler. Ancak Yargıtay Englaro ailesinin ötenazi talebini reddetti. Geçtiğimiz 17 Aralık 2008'de bakan Sacconi, İtalya'daki devlet hastanelerine ilettiği genelgede Eluana'nın destek ünitesinden çıkarılması amacıyla hiçbir tıbbi müdahalenin yapılamayacağını vurguladı.

 

Englaro ailesi ötenazinin yasalar çerçevesinde yasak olmadığı bir ülkeye başvurarak herhangi bir klinikte Eluana'nın tercihini gerçekleştirebilirdi. Ama Beppino Englaro İtalya'da insana ve yaşamına saygı adına bazı yasal değişikliklerin hayata geçmesi amacıyla mücadelesine İtalya'da devam etme kararı aldı. Bu zorlu mücadelede bazı özel kliniklerden yardım talepleri gelse de bölgesel idarelerin yaklaşımı ve yasal kısıtlamalar bu önerilerin önünü kesti.

 

 

İtalya'da gündemi uzun bir süredir meşgul eden beyin ölümü, ötenazi ve biyolojik miras eksenindeki tartışma konusunda çok şey yazılıp çizildi. Ama kanımca bu konuda en sağduyulu, mantıklı ve özne olarak insan yaşamına saygı duyan yorum ünlü genetik bilimciler Luca ve Francesco Cavalli-Sforza'dan geldi.

 

 

 

Cavalli Sforza'ların makalesi

 

 

Baba-oğul Cavalli-Sforza, 2 Ocak 2009 tarihli La Repubblica gazetesinde "İnsanın Özgürlüğü' başlıklı 'ölüm hakkının reddi' ve 'biyolojik miras konusunda bir referandumun gerekliliği' konularına odaklanan makalelerinde şu ilginç soruyu yöneltti okurlara: "Bizi dünyaya getirmeden önce kimse fikrimizi sormuyor, bu dünyayı terk etmek konusunda neden özgür olmayalım?" Makalelerinin özetini aşağıda veriyoruz.

 

İster yaşlı ve hasta olsun, ister genç ve sağlıklı, herhangi bir nedenle kendi iradesiyle yaşamına son vermek isteyen bir kişinin bu tercihine karşı gelme hakkımız var mı? Bir insanın yaşamına son vermeyi istemesinin çılgınca bir karar olduğu konusunda hemfikirim. Böyle bir çılgınlığı göze alan birine her türden desteğin verilmesi için yardımcı olurum, bu hayata tutunabilmesi için elimden geleni yaparım. Ama bu hayatı terk etmeye karar veren birine hangi türden bir otorite engel olabilir ki?

 

İtalya'da Devlet İstatistik Enstitüsü'nün verilerine göre 2007 yılında 2867 kişinin yaşamına son verdiği görünüyor. Hemen hemen her 100 bin kişiden 5'i intihar etmiş. Yaşam en büyük kazanımımız, hayatına kendi kararlarıyla son verenler bu tercihlerini derin bir mutsuzluk, çaresizlik ve bir çıkış yolu bulamamak gibi gerekçelerle yapıyor. Geçmiş yüzyıllarda intiharın onurlu bir tercih olduğu da gözleniyor. Bu gelenek halen Japonya'da mevcut.

 

 

İntiharın ürkütücü bir gerçek olduğu konusunda birleşsek de, intiharın bir suç olduğunu gerçeğini kabullendiğimiz zaman ölmeye karar veren kişiyi engelleme hakkı bize ne kazandırır? Eğer bu özne bilinçli bir biçimde hayatına son vermeye karar verdiyse onun bu tercihine engel olma hakkı bulan bizler kimiz?

 

Yaşamı ve ölümü ne kadar tanıyoruz? Hayatımızı doğrultma hakkından haberdar olsak da yaşamımızı noktalama hakkı konusunda engel olan nedir? Dindarlar insanı yarattığına inandıkları Tanrı'nın arzusunu öne sürecektir, ama hiçbir yerde Tanrı'nın varlığına tanıklık etmeyenler için bu inanış neden geçerli olsun ki?

 

Her bireyin tercihlerinde özgür ve sorumlu olması gerekir. Böyle toplumlar arzuluyoruz. Devlet, Kilise ya da aile yardım eli uzatıyorsa uzatsın, o kişiyle konuşsun ama bunu yapamıyorsa, yeteneği yoksa ya da bu destek çok da gerekli değilse intiharı tercih edene saygı göstermeyi bilebilsin. Ölme özgürlüğünü reddetmek iki nedenle çok gülünç; öncelikle intihar etmeyi aklına koyan, bu emelini eninde sonunda gerçekleştirecektir, ikinci neden ölüm gerçeğinin hepimiz için geçerli olması. Dünyaya geldiğimizde yazgımızda ölüme mahkumiyet var.

 

 

Uygar olduğunu iddia eden bir toplum, vatandaşlarına ölme hakkı konusunda karar almasını kısıtlayamaz. İşte biyolojik miras, kişinin kendini özgürce ifade edebilmesinde odaklanan en temel hakkı İtalya'da hukuki yönden bir tabu.

 

Örneğin bireyin kalıcı bitkisel yaşam gibi bir durumda yaşamına son verilmesini talep etmesi ve bu arzunun yasal bir güvence altında dile getirilmesi düşüncesi bile siyasetçileri panikletiyor. Gerçekte yaşamla ölüm arasındaki ince bir çizgi olan koma sırasında neler olup bittiği konusunda kimse bilgi sahibi değil, Siyasetçilerin yanı sıra, din adamları, hekimler, kimse bir şey bilmiyor. Bilinç olarak adlandırdığımız 'ben'den bir şey kalıyor mu belirsiz. Kimse bilmiyor.

17 yıldır kalıcı bitkisel komadaki Eluana Englaro'nun durumu kurumlar arasında bir çatışmaya neden oldu. Bir örnek verirsem, sanki savcılık bir tutuklunun salıverilmesini talep etti ama yargısal iktidar onu yeniden hücresine döndürdü. Üstelik daha önce bir arkadaşının benzer durumda bir koma haline tanıklık eden Eluana, kendisinin başına benzer bir durum geldiğinde tüplere bağlı, yapay bir yöntemle yaşamak istemeyeceğini hayattayken ailesine söylemiş.

İtalya'da gerekli güvenlik önlemleri alınmadığı için her gün dört/beş kişi iş kazalarında yaşamını yitirirken, bu ölümler konusunda hükümet kaygılanmaz ve olan bitene seyirci kalırken, 17 yıldır bilinci kapalı olan genç bir kızı yatağa mahkum eden sadist düşünceyi nasıl yorumlamalı?

Vatandaşlara biyolojik miras yasası konusunda ne düşündüklerini sormak gerekir. Eluana örneğinde olduğu gibi bir kaza sonucu bitkisel hayata girilmesi durumunda her birey nasıl bir gelecek tercih ettiğine kendi öz iradesiyle karar verebilmeli. "Tüpleri çıkarın" ya da "Mümkün olduğu sürece beni yaşatmaya devam edin" diyebilmesi yeterli.

 

 

Umarım biyolojik miras yasası konusunda bir referanduma gidilir ve "Hayatımın patronu benim" mantığı çoğunluğu sağlar. Kilise gerçekten de insanın özgürlüğüne inanıyorsa neden vatandaşlara ölme özgürlüğü tanımıyor? Kimse bizi dünyaya getirmeden önce ne düşündüğümüzü sormadı. O halde gitmek konusunda neden özgür olmayalım?

 

 

 

Hazırlayan: Aslı Kayabal

[/color][/i][/b][/size]

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

çok güzel bir yazı. tedavi edilemez diye bir hastaya onun rızası dışında bakmamayı, tedavi etmemeyi ve ölüme terketmeyi bir cinayet olarak görürken, eğer hasta bu yönde karar vermişse ve kararlıysa ötenazi uygulanmalı diye düşünüyorum. bende gerçekten örneğin bedenimde hapsolmuş bilincim açık ama hiçbir ihtiyacımı karşılayamıyor hatta konuşamıyorken yaşamayı istemezdim. insanları kendi istekleri dışında bu şekilde yaşamaya zorlamak büyük vicdansızlık diye düşünüyorum. en azından kesin bir tedavisi olmayan bir hastalığa sahip kişi herhangi bir nedenden dolayı kalbi durduğunda canlandırmayın emri verebilmeli.

 

öte yandan ötenazi yasal olduğunda istismara müsait bir konu evet fakat devlet bunun istismar edilmemesi için gerekli önlemler alabilir, edildiğinde ise caydırıcı yaptırımlar uygulayabilir. yasal olmamasının nedeninin tüm bu sorunlarla uğraşmak istememesi, bu sorumluluğu almak istememesi olduğunu düşünüyorum yoksa insanın yaşama hakkının ne kadar kollandığını biliyoruz.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

islam'da nasıl karşılanıyor ötenazi,yazmamışsınız da..

 

Dinler açısından ötanazi

İslam

İslam’a göre,insan Allah tarafından yaratılmıştır ve hayat ona Allah tarafından bahşedilmiştir. Bu sebeple insanın kendi canı üzerine karar verebilme hakkı yoktur, bu hak ancak Allah’ındır. Buradan hareketle İslam dininde hem intihar hem de ötanazi benzeri uygulamalar yasaktır, katil olarak görülür. Ayrıca, hayatın uzamasını sağlayacak her türlü uygulamanın uygulanması da gereklidir ve bu tip uygulamaların, durum müsaitken uygulanmaması yani bireyin ölüme terk edilmesi de yasaktır. Bu kurallar toplumsal yararlılığını kaybetmiş topluluklar için de geçerlidir ve toplumsal yararlılığını yitirmiş veya buna hiç sahip olamamış insanların öldürülmesi veya bakımsızlıktan ölüme terk edilmesi katl ile eşdeğerdir. İnsanın Allah’dan ölümü dilemesi de İslam’da hoş karşılanmayan bir davranıştır.

 

bence siz okumamışsınız.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Dinler açısından ötanazi

İslam

İslam’a göre,insan Allah tarafından yaratılmıştır ve hayat ona Allah tarafından bahşedilmiştir. Bu sebeple insanın kendi canı üzerine karar verebilme hakkı yoktur, bu hak ancak Allah’ındır. Buradan hareketle İslam dininde hem intihar hem de ötanazi benzeri uygulamalar yasaktır, katil olarak görülür. Ayrıca, hayatın uzamasını sağlayacak her türlü uygulamanın uygulanması da gereklidir ve bu tip uygulamaların, durum müsaitken uygulanmaması yani bireyin ölüme terk edilmesi de yasaktır. Bu kurallar toplumsal yararlılığını kaybetmiş topluluklar için de geçerlidir ve toplumsal yararlılığını yitirmiş veya buna hiç sahip olamamış insanların öldürülmesi veya bakımsızlıktan ölüme terk edilmesi katl ile eşdeğerdir. İnsanın Allah’dan ölümü dilemesi de İslam’da hoş karşılanmayan bir davranıştır.

 

bence siz okumamışsınız.

 

Pardon hızlı kaydırınca museviliği ilk görmüşüm,meğer İslam yukarısındaymış,tekrar özür diliyorum :)

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Aslında Ötenazi pekte derinine inilmesine gerek kalmadan direk tanınması gerekli olan bir hak olup insanın istediğinde ölebilmesi gereklilikten ziyade temel bir ihtiyaç olarak görülmeledir.

Temelde üç çeşit ötenazi mevcuttur. Bunlar insanın vücuduna bir sıvı enjekte edilerek yaşamına son verilmesi olan aktif, yaşam destek ünitelerinin kapatılması ve tedaviyi kesme şeklindeki yaşama son verme olan pasif ve doktor yardımıyla insanın yaşamına son vereceği bir düzenek hazırlanarak kişinin kendi yaşamına son vermesi şeklinde olan doktor yardımıyla intihardır. Dünyada bir kaç ülke dışında aktif ötenazi yasaktır ancak pasif ötenazi daha çok ülkede serbesttir.

Bence ötenaziyle ilişkili çeşitli prosedürler olmalıdır. İnsan bitkisel hayattayken bu duruma karar veremeyeceğinden ve yakınlarının egoistçe davranışar sergileme olasıklarının bulunması veya vicdani bir takım yükümlülükler yüklenmek zorunda kalınması durumu göz önüne alındağında bu durumun insan sağlıklıyken halledilmesi gerektiği kanaatindeyim. Zaten yaşamından umut kesilen ve sürekli acı çeken hastalara çok çeşitli anestezik ilaçlar verilerik hastanın uyuması sağlanıyor buda bir çeşit koma halinde hastanın yaşamına devam etmesi anlamına geliyor. Bu bağlamda kişinin buna sağlığındayken karar vermesini barındaran çeşitli yasaların çıkması hem hasta yakınlarının vicdani yükümlülüklerini ortadan kaldırır hemde hastayı bir gün fazladan görmek için onun acılar içinde yada koma halinde yaşamasına izin verecek çeşitli egoistçe davranışlar engellenmiş olur. Bildiğim kadarıyla ülkelerin genelinde pasif ötenazi sıklıkla kullanılan bir durum. Hasta yakınına durumun ümitsiz olduğunu bildirdikten sonra hasta yakınının imzası alınarak hastanın çıkışı sağlanıyor ve destek almadığı için kısa sürede ölüyor. Bu durumunda yine yasalarca bazı durumlarda sakınca doğurduğu görülmüştür. bir başkasının yaşam hakkını engelleme girişimi cinayet'e teşebbüstür minvalinde. O yüzden insanların sağlıklarında bu tip kararları verebilecekleri bir mekanizma yapılandırılması, kendi başına karar veremeyecek hastalarında vasilerinin bu kararı almaları konusunda düzenlemeye ihtiyaç vardır.

 

Bu durumdan muaf tutulabilecek durumlarda söz konusudur. Geçici süreliğine depresyon geçirenler, psikoz durumları ve melankolik olanlar gibi ölme isteğini sadece geçici süre isteyenleri hariç tutmak gerekir. Yalnız bunlardan da bunun felsefi alt yapısını hazırlamış ve kararını bu doğrultuda vermiş olan insanları muaf tutmak lazım.

Diğer tartışmalı sayılan ancak bana göre tartışmanın tamamen gereksiz olduğu konu yaşam hakkının aidiyeti ile ilgili. Aidiyet konusunda dogmatik bir tavır sergileyenin yaşam hakkının tamamen kendine ait olduğunu söyleyen bir bireye dogmasını dayatması, kendine gelince inanç özgürlüğün bahsedip başkalarının inançsız olmasına müdahale etmesi gibi durumlar göz önüne alındığında ötenazi konusunda ortaya koydukları görüşler evrensellikten uzak kalmış olup hastaları kapsayıyıcı bir özelliği bulunmamaktadır. Bu tıpkı ahlak konusunda dogma tabanlı bir görüşün evrensellikten bahsetme hakkının olmaması gibidir.

Kişilerin yaşamları üzerinde mülkiyet kurmaya kimsenin hakkı olmadığına inanıyorum.

 

Son olarak size İçimde Deniz adlı filmi seyretmenizi öneriyorum.. Ordan şöyle bir alıntıyla noktalayayım;

"Biçimsiz ve bozulmuş bir bedenin bekçisi olan bir insan için, yani benim için, saygınlık nedir? Ben, hayatı, özgürlüğü seven çoğu insan gibi, yaşamanın bir hak olduğuna, ama bir mecburiyet olmadığına inanıyorum."

-- Ramon Sampedro / İçimdeki Deniz

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...