Jump to content

Göçmüş Kediler Bahçesi / Bilge Karasu


Topal Kırkayak

Önerilen Mesajlar

Dehlizde giden adam

Ufarak teferek, sıskaca, kuruca bir adam duruyordu pencerenin... ardında. Pencere kapalıydı; camı, su çizikleri içinde. Dışarıdan bakan, adamın yüzünü dalgalı dalgalı görürdü. Adam gözlerini kaldırmış, gökyüzüne bakıyordu. Oysa gökyüzünde görülecek hiçbir şey yoktu.

 

Düpedüz yoktu. Bu ülkeye her gece, her sabah, her akşam yağmur yağardı çünkü. Durgu durak bilmeksizin, hızlanmadan, yavaşlanmadan hele hele hiç dinlenmeden, tel tel, iplik iplik yağmur yağardı. Kurşun rengi şuncacık değişmeyen bir gökyüzünde bakacak ne olsun, görecek ne olsun?

 

Yağmur yağdığı için caddelerin asfaltları, sokakların taşları hep pırıl pırıl ışıldar, duvarlar hep tertemiz ama karanlık yüzlü olur, pencere pervazları, löşelerinden aşağı hep çizgi çizgi is bıyıkları salar, kiremitler damlar hep cilalanmış gibi dururdu. Bahçeler yemyeşil olurdu ya kendi halinde kalsa, nasıl kaslındı ki yağmur bacalardan çıkan dumanları hep bu yeşilliğin üzerine örterdi.

 

Bu kentte oturanlar, doğdukları günden öldükleri güne değin, gökyüzüyle denizi bir tek renkte bilirler, gökyüzünün mavi-açık olsun, koyu olsun, gene de mavi- olabileceğini, denizin de ona uyarak koyu maviden açık yeşile dek akla gelebilecek her türlü renge girip çıktığını, kırmızı, mor, sarı, bile görünebileceğini, ancak, dünyayı gezmiş görmüş kişilerden öğrenirlerdi. Hele bunların anlattığına göre başka gökyüzülerinde parıl parıl ışıyan sarı- sarımsı, akımsı, kırmızımsı- bir güneş olurmuş gündüzleri. Geceleri ay, sürü sürü, türlü türlü yıldızlar görülürmüş bu göklerde. Bu kentten çıkmayanlar ise bu güneşi de hiç görmemişlerdi, ayla yıldızları da… Gerçi, öğrenirlerdi okullarda, güneşin gün aydınlığı verdiğini. Onların günü ise gökyüzleri gibi, denizleri gibi, kurşun rengi, daha doğrusu kurşunumsu bozumsu bir renkti.

 

İnsanlar bu kentte rengi yalnız deniz teknelerinde görürlerdi. Sandallar, mavnalar, gemiler, sarı, kırmız, yeşil, mavi, mor akla geldik, düşünüldük her türlü renge boyanırdı yol yol, öyle salıverilirdi denize. Yağmur durmadan yağdığı için kediler köpekler, hele hele tavuklar, hiç dışarıda dolaşmazdı. Çıkıp tüyün teleğin sırılsıklam ıslansın diye gezilir miydi hiç? Akılsız kediler, köpekler, tavuklar da vardı elbet. Onlar yıkar, ıslanır, sonra da hastalanır, yataklara düşerlerdi. Bir kazlar vardı, bu yağmurun altında gezmekten hoşlanan. Onar yirmişer, kanatları, kuyrukları birbirine değe değe dolaşırlar, yerin biraz üstünde salınan ayaklı bir buluta benzerlerdi. Bu bulutun üzerinde de uzun boyunları kavaklar gibi ırganır, gagaları, neredeyse bu boyunlara bağlı değilmiş gibi açılır kapanırdı.

 

Ama kaz sürüleri tek tük görülürdü; saçak altlarında, duvar diplerinde küskün küskün oturan köpekler, kediler ise pek çok.

 

Bu kentte sokakta gezen herkes şemsiye kullandığı için, dışarıdayken de şemsiyeler hiç kapanmadığı için, ana caddelerde adam boyunda bir dalgalı örtü gerilmiş gibi olurdu yerle gök arasında. Bu örtü ancak otobüslerin, tramvayların, evlerin dükkanların, iş yerlerinin kapısında, çekilir, gerilir, yutuluverirdi iki dudak, iki çene, iki silindir arasına sıkışmış gibi..

 

Gene de bu yüzden her ede, şemsiye, papuç kurutma gözleri, bu gözlerde biriken suları akıtacak küçük oluklar olurdu..

 

Daha önemlisi, gene bu yüzden, sabahları uyuyan adamlar, başka kentlerde oturanlar gibi pencerelerde, kapalı kepenklere pancurlara koşup ‘’hava bugün nasıl acaba?’’ diye heyecanla, ya da sıkıntıyla, gökyüzüne bakmaz, yahut, yattığı yerde, perdelerden sızan, pencereden duvara vuran ışığa bakıp, kimi zaman da arabaların tekerlek seslerine kulak verip yağmur mu yağıyor, kar mı, hava kuru mu, güneşli mi, diye kestirmeğe kalkmağı akıllarının köşesinden bile geçirmezlerdi. Bu kentte yaşayanlar, havanın nasıl olsa yağmurlu olacağını bildiklerinden, ne ışığa bakarlardı ne seslere kulak verirlerdi. Doğdukları günden bu yana, bunların hiçbiri değişmemişti ki..

 

Bu kentin insanları, hava konusunda ne umut bilirlerdi, ne umut kırıklığı; ne sinemadan, tiyatrodan kahveden konserden çıkıp şakır şakır yağmurla karşılaşır, şemsiyelerini yanlarına almadıkları için saçak altlarında bekler ya da koşa koşa giderlerdi gidecekleri yere; ne de, Pazar günü hava güzel olursa denize, maça kıra gideriz diye düşünürlerdi. Böyle bir şey beklemezlerdi ki..

 

Bu kentin insanları, yağmura tutulma korkusunu nedir bilmez, havanın açmasını beklemezlerdi ya, içlerinden yalnız bir tanesi onlara benzemezdi. Bu adam, penceren gökyüzüne bakan bu adam.. Bu adamın kimi kimsesi yoktu. Kentin işçi kesimindeki koca koca yapılardan birindeydi iş yeri; oraya gider, gelir, evine kimseyi çağırmazdı. Gelmeyeceklerini bilirdi çünkü. Kendi de eşinin dostunun evine gitmezdi pek, üst üste çağırılmadıkça. Sessiz bir adamdı bu. Kimseye kötülüğü dokunmamıştı, kimseyi kırmamıştı şimdiye dek. Bir tek kusuru vardı. Eşi dostu da bu yüzden yalnız bu yüzden tedirgin olurdu.

 

Bu kentten çıkıp dünyayı gezmemişti gezmesine, başka gökyüzüleri görmemişti ama güneş üzerine söylenenleri dinlemiş okumuştu. Susar susar, ‘’yarın sabah..’’ diye söze başlayacak olurdur; yanındakiler de ‘’ya ya..’’ deyip kaçarlar hemen yanından. Bilirlerdi çünkü aslında ne geleceğini. Hoş, bu yüzden, adam çoğu zaman sözünü bitirmezdi bile ‘’yarın sabah, gökyüzünde hani, güneşi görecek olursanız ne yaparsınız?’’ deyip diyeceği de bu kadardı yani. Diyecek zaman bıraksalar…

 

Tutturmuştu işte. Güneş çıkıverecek, kendini gösteriverecek olsa, diye.. Oysa hep bildikleri şeydi. Güneşin çıkması yağmurun durmadı, bulutların açılması demekti; doğdukları günden bu yana bildikleri gökyüzünün değişmesi, şemsiyelerin kapanması, kurutma odalarının kullanılmaması, daha kötüsü, umutla umut kırıklığının içlerinde baş göstermesi demekti. Olacak şey miydi bütün bunlar?

 

Bu tedirgin edici takınağı, saplantısı olmasa, adamın arkadaşları, ona daha bir yakınlık gösterecekleri ya, şimdi söyleyecek o ‘’yarın sabah..’’ sözlerini, birazdan söyleyecek, diye keyifleri kaçardı.

 

Adam evine gelir, yıkanır, dişinin fırçalar, yatağına yatardı; kitap okurdu, cigara içerdi. Uyuyakalırdı sonra.

 

Ama o alışagelmiş bozumsu kurşun rengi ya da kurşunumsu bozumsu renk, ışık olup, odasına dolup, sabahın eriştiğini kendisine haber verince..

 

Kendini tutamaz, çılgınlık olduğunu bile bile, yatağından kalkar pencereye gelir, yağmurda çizik çizik olmuş camın ardından gökyüzüne bakar.

 

Dışarıdan bakan birinin dalgalı dalgalı göreceği yüzünde, merak izi bile bulamayacağı, umut izi bile sezemeyeceği yüzünde, salt gözleri sanlıdır sanki adamın. Gökyüzüne bakar. Bugün belki güneş açmıştır diye, çıkacaktır diye. Bugün olmazsa yarını var bunun daha öbür günü var. ama pencerenin önüne geldiğinde, kesinlikler bildiği şu oluyor: güneş bugün de çıkmayacak, görünmeyecektir.

 

Oysa daha yatağındayken, ışığın değiştiğini farkına varmadıkça, pencereye gittiğinde güneşi görebileceğini nasıl aklına getirir bu adam? Daha önce de söyledik. Tuhaflıkları, gariplikleri var bu kişiceğinizin.. Umudu yüzüne bile çaktırmadan, biraz da alıkça gönlünde besleyip duruyor..

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Başkan beni kayırıyordu galiba. Beni en korkulu durumlardan kurtarıyor, başkalarını esirgemezken beni elinde tutuyor, vezirliğe doğru sürüyordu. Alanda oyuncuların sayısı epey azalmıştı. Yarıya inmiş gibiydik. Yeşiller direniyor, başarıyla sürdürüyorlardı oyunlarını. Usta

oyunculardı onlar. Bakışıyorduk onunla. Kollarını açtı, bana doğru uzatır gibi yaptı, sonra gülerek yumruklarını sıktı, hızla uyluklarına indirerek çarptı.

 

Susamıştım. Hepimiz susamış olsak gerekti. Ama su için çalıştığımızı unutamazdık. Oyun bitesiye su yoktu hiçbirimize.

 

Oyun üzerine ne biliyorsam ondan öğrenmiştim. Ustam karşımda duruyordu. Ama oyunun oynanması üzerine bilgi vermemişti. Satranca çok benzeyen bu oyunda taşların, yani bizlerin adı, satrançtaki gibiydi, kurallar hemen hemen aynıydı. Bir iki noktada satrançtan ayrılınıyordu. O noktaları da Başkan anlatmıştı bu sabah. Ne ki, satranç oynamasını bilip bilmediğimi kimse sormamıştı. Morların bilmesi gereksizdi zaten. Bir zamanlar biraz oynamış

olduğum için, oyunu bilmiyorum diyerek işten sıyrılmağa da kalkmamıştım. Oynamak istemiştim, başından beri, onu gördüğümden, oyuna katılıp katılmayacağımı soruşundan beri.

 

Göçme oyunu sözünü o da açıklamamıştı ama. Göçme oyunun oynandığı bahçeye Göçmüşler Bahçesi adını bilerek verebilirdim ama o sözü, daha hiçbir şey bilmezken uydurmuştum. Sonra başka bir şey geldi usuma o ara. Burası, göçmüşlerin bahçesi değildi, göçecek kedilerin çekilip gözden ırak ölmeğe baktıkları yeriydi herhalde bu kentin; Göçmüş Kediler Bahçesiydi bu.

 

Göz göze geldik gene. Usumdan geçenleri bilirmiş gibi, biraz alaycı bir gülümsemeyle, başını "evet" dercesine sallıyordu. Başkan hâlâ düşünüyordu. Kendi oyunumu oynamağa başladım.

 

Sen beni yaşatabilirsin, diye geçirdim içimden.

Başı, gene, evet, dedi.

Ama yaşatmak istemiyorsun çünkü sen

Başı, evet, ben?.. dedi.

Sevildiğini bilmek istersin.

Evet.

Ama sevildiğinin söylenmesini istemezsin. Beni söylenmemiş bir sevgide

boğabilirsin.

Evet.

Çünkü...

Çünkü?..

Bilemiyorum. Galiba... Korkuyorsun.

Evet.

Oyunu kestim. Tatsızlaşıyordu.

Kesmedi o.

Bekliyorum, dedi, evet...

Vazgeç, dedim başımla. Başka öksürdü. Kıpırdamıştım. Dondum.

 

Ağaçların arasında dönmeden önce bacaklarıma sürünen kediye bile bakmadım. Kedi geçti gitti. Açtı; yorgundu belki. Ölmüştür şimdi. Göçmüştür bu bahçede.

 

Başkan beni unutmuştu. Oysa ben, küçücük piyade aşağıları savunuyordu şimdi, oysa ben, küçücük piyade, vezirden başkasını düşünmüyordum. Ne yapıp edip onu…

 

Ama... Oyun bitmişti. Bitmişti benden yana. Bir tek adım atmam yetiyordu işte. "Ne yapıp edip"in gereği yoktu artık. İyi oyuncu değildim ama atılacak adım açıkça ortadaydı. Üstelik, istediğimin gerçekleşmesi bundan kolay olamazdı.

 

Alanda bir kıpırtı oldu. Nerede, nasıl, bilmiyordum. Bildiğim, sıranın bana geldiğiydi.

 

Her şey durmuş beni bekliyordu. Ben Başkanın sözünü bekliyordum. Başkan başka bir şey söyleyemezdi, besbelli. Her yanım gerilmişti, atılmağa hazırdım. Bir adımla vezire çıkıyordum. Yeşillerin veziri ister istemez benim oluyordu ardından...

 

Başkan susku içinde düşünüyordu. Bana dikilmiş yeşil gözleriyle başını, ilk kez, "hayır" dercesine salladı o.

 

Neye hayır?

Düşündüğüne.

Gülünç olma, tam bu noktaya geldikten sonra... Seni almamı istemezsin

elbet, ondan öyle...

Hayır. Ama...

 

Konuşmak istiyordu şimdi. Üstünlük taslamaktan, tepeden bakıp alaycı davranarak sırt okşamaktan vazgeçiyor, konuşmak istiyordu. Usumdan geçeni o nasıl anlıyorsa, ben de öyle anlamalıydım onun usundan geçenleri. Mor değil, Yeşildi anlaşmaya, uzlaşmaya varmak isteyen. Bütün gücümü kullanıp anlamalıydım onu.

 

Hayır, diyordu, düşündüğün yanlış.

 

Birden toparlandım. Beni oyalıyordu. Yapmak istediğimi sezmiş, önlemeğe çalışıyordu. Şu anda bir düşmanlık durumu içindeydik.

 

Dost olmamış mıydık bugüne dek? Hiç yan yana durmamış mıydık? Görüştüğümüz anda büyülemişti beni. Ama ben mi ona yaklaş… Düşündüğümden vazgeçmek istemiyordum. Ona bakmağı bile bıraktım, yan gözle Başkanın ağzını kollamağa başladım. Başkan kararını verdi, ağzını araladı.

 

Çıkacak sesi beklemedim. Bir tek uzun adım attım. Binlerce insanın göğsünden bir körük sesi çıktı.

 

Uğultu dindiğinde onun sesini işittim. "Mat" diyordu. Üstümdeki, elimdeki demirlerin göğü tutan gümbürtüsü içinde yığıldım durduğum yere.

 

 

Bilge Karasu.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Kedilere benzeyebilseydik keşke. Öyle diyesim geliyor sık sık, bu son yıllarda. Yaşadıkları anın iyicene farkındalar gibi. Bir şey bekliyorlarsa bir deliğin başında, onları oyalayıp oradan uzaklaştırmak pek güç. Bildikleri bir yerde bildikleri bir iş görülürken, her gün seyrettikleri, kendilerince katıldıkları (anlayamadığımız, bakarak da bir işe katılınabilirliğidir) o işe sanki ilk kez bakacaklarmış gibi, uyuklamakta oldukları yerden kalkmağa üşenmeden gidip seyrederler yapılanları... Uykularının hangi katındalarsa, o katın uykusunu yaşarlar.

 

Bizlerse, uydurduğumuz bir zamanla övünürken, her işimizi, her sözümüzü o zamanın akışı içinde ötede, ileride, gelecekte varılacak, bir noktaya varmak üzere yapılıyor ya da söyleniyor görürken, yapmakta, söylemekte olduğumuz şeyi unutuveriyoruz. Bir ereğe yönelerek, bir erkek düşüne kapılarak giderken, sonraları -biz göçtükten sonra- yaşamımız, daha da ileri vararak, YAZGIMIZ adı verilecek bir dizi anın her birinin biricikliğini, değiştirilemezliğini,

yerine konmazlığını şuncacık olsun farketmiyoruz. (Bu yaşamın bölük pörçük birkaç anısı bir iki yakınımızın belleğinde kalabilir ya, bunların bir süreklilik, bir anlamlılık taşımış olabileceklerini bilecek tek kişi -kendimiz- yokluğa karışmış gitmiştir artık). "Farketmiyoruz" dedim, meğer ki gerçekten sonumuza yaklaşmış olalım. Yanılmıyorsam, kimimiz (yolun oralarında) anlayıp öğreniyor kimi şeyi: Susup dinlemeği örneğin... Yaptığı, gördüğü, işittiği her şeyin ağırlığını bir yerlerinde duymağı; bir çocuk gülüşünün, bir güneş sızıntısının, bir gözyaşının avuçtaki yuvarlıklığını, ferahlatıcı serinliğini, sayısızlığını ya da sayıya gelmezliğini; mutluluğun, acıyı, sevinci art arda ayırım yapmaksızın yaşamak olabileceğini... Hele biraz yaşlanılmışsa, görülen, işitilen, tadılan her şeye, geçmiş yaşantıların da gelip desteklik, yastıklık edebileceğini...

 

Ama kedi sever gibi sevmemeliyiz sevdiklerimizi.

 

Bilge Karasu.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...