Jump to content

Çağan Irmak Röportajı


schizophrana

Önerilen Mesajlar

Filmografisinde 7. uzun metraj filmine imza atan Çağan Irmak, 2010’da seyircisinin karşısına Prensesin Uykusu isimli filmiyle çıkıyor. 19 Kasım Cuma günü vizyona girecek filmin hemen öncesinde kendisiyle röportaj yapma fırsatını bulduk. Most Prodüksiyon’da bizi ağırlayan yönetmen, A-Z’ye bütün sorularımızı samimiyetle cevapladı. Vizyon öncesi Çağan Irmak röportajı Beyazperde takipçileri için iki bölüm halinde karşınızda…

Merhabalar Çağan Bey. Öncellikle çok teşekkür ederiz bu röportaj için. Prensesin Uykusu vizyona girmeden önce sizinle film üzerine konuşmak hem bizim için hem de Beyazperde okuyucuları için çok keyifli olacak.

 

 

 

İzninizle ben sorularıma senaryo yazım süreci üzerinden başlamak istiyorum. Takip edenlerin bildiği üzere Redd grubunun Prensesin Uykusu adlı şarkısı aslında yeni değil, bilinmeyen ve 2006’da ikinci albümlerinde yayınladıkları bir parça…

 

Çağan Irmak: Evet eski bir parça. Aslında şarkı hiçbir zaman hit olmadı, en güzel tarafı da bu. Herkesin kişisel olarak çok beğendiği ama hiçbir zaman hit olmayan bir şarkı. En büyük korkum da tuhaf bir biçimde hit olması şimdi filmden sonra. İnşallah öyle olmaz.

 

Peki neden şimdi, sizin senaryonuzu neden ve nasıl bu zamanda etkiledi? Nerde yakaladınız?

 

Albüm ilk çıktığı zaman alıp dinlemiştim. Ama o zaman bu şarkıdan film yapmak gibi bir düşüncem yoktu. Ama sonra zamanla Prensesin Uykusu’nu yazmaya başladığımda baktım ki bu senaryonun ilham kaynağı evet Redd’in şarkısıymış. Bunu bir süre sonra fark ettim. Çünkü o şarkıyı çok uzun süre dinledim ve o şarkının anlattığı bir hikâye vardı evet ben buradan yola çıkmıştım. Ve herşey kendi kendine oldu, taşlar yerine oturmaya başladı.

 

Gene bunun dışında tabii bildiğimiz Türk ve dünya masalları var. “Bunlara gönderme” kelimesini çok sevmiyorum, aslında insana dair bir şeyleri anlattığınız zaman zaten sizin hiç bilmediğiniz bir masalla ya da hiç bilmediğiniz bir efsane ile çakışabiliyor. Mesela dünyada yazılmış en iyi metinler Mary Shelley’nin Frenkestein, Sefiller, Don Kişot, bu gibi metinlerin ki daha örnekleri çoğaltabiliriz, bunların gelip dokunduğu, tosladığı hep aynı temalar var. İnsan olmakla ilgili, yaratmakla, yaratıcılıkla ilgili, kahraman olmakla, anti kahraman olmakla ilgili, gidişatı neredeyse aynı, savundukları şeyler aynı. Ki hatta çok az insan bilir 22 yaşında bir kadınken yazıyor Shelley, 1800’lerin sonlarında.

 

Sonuçta masallar, efsaneler, mitler, masallar gelip aynı yerde toplanıyor. Hani biz şu masala gönderme yaptık, demeseydik bile gelip bir masala toslayacaktı film.

Benim aslında tam bu noktada sormak istediğim bir soru vardı. Önceki filmlerinizden de biliyoruz ki tam masal olmasa da, masalımsı öyküler anlatıyorsunuz. Örneğin Babam ve Oğlum’da, Issız Adam’da…

 

Ulak’ta…

 

Evet, Ulak zaten başlı başına kendisi masal olan bir film…

Ulak’ın bir de enteresan tarafı masal içinde masal anlatmasıdır. Hatta onun içinde de masal anlatmasıdır. Dört beş katmanlı bir film.

Evet ben Ulak’ı da çok beğenmiştim İstanbul Film Festivali’nde seyrettiğimde. Prensesin Uykusu’nun jeneriğinde de masallara teşekkür ediyorsunuz, Keloğlan’dan Külkedisi’ne kadar. Bu masalların sinemayı genel olarak beslemesi… Hem Çağan Irmak sinemasının yararlanmasını hem de genel Türk anlatısı, halk öyküleri …

 

Evet Türk anlatısı, bu çok unuttuğumuz bir şey çünkü. Sözlü edebiyat dediğimiz şey.

 

Bu anlatılar yakın zamandaki Türk sinemacılarının da yararlandığı kaynaklar oldu farklı film örnekleri ile. Hep böyle bir geriye dönük anlatı var. Siz nasıl görüyorsunuz bunu?

 

Ben masallara döndüğümüzü değil, sinemanın çıkış noktasının masallar olduğunu düşünüyorum. Şöyle bir şey, masallar zaten çok sinematografik. Türkiye’de sinemayı, doğuran, şekillendiren, bu sözlü anlatı dediğimiz geleneği, ben çıkış noktası olarak görüyorum. Ya modernini anlatırsınız ya gerçekten klasiğini ama keşke Türk sineması anlatı edebiyatından biraz daha beslenebilse. Çünkü orda çok ciddi, daha ulaşamadığımız bir sürü damar var.

 

Şimdiye kadar sinemada kullanılanları yeterli görmüyorsunuz yani…

 

Tabii çok zengin bir sözlü edebiyat var. Ben Türkiye’de hikâye bulamıyorum gibi bir lafa inanmıyorum. Bir de dikkat ederseniz, dünyanın hiçbir ülkesinde bizim ülkemiz insanlarınınki kadar “hayatımı yazsam roman olurdu” cümlesini duyamazsınız. Herkesin anlatacak bir şey vardır. Buradan beslenmek çok doğru geliyor bana. Ama bu ne kadar günümüze dair söz söylerse, o kadar güzel olur.

Prensesinde Uykusu’nda yaptığınızda aslında masallardan bir seçki gibi…

Ulak gibi değil, daha çok eğlendiren bir masal. Öyle denk geldi. Bu arada ilk kez “genel izleyici” alan filmim oldu.

 

 

 

Öyle mi?

 

Evet. Siz de bilirsiniz ki ben sinemada steril olmaya inanmam. Hiçbir zaman inanmadım. Bu filmde öyle denk geldi.

 

Ailevi bir tonu, tınısı var...

 

Var evet. Kendi kendine oldu yani.

 

Bu özellikle de o zaman “Çağan Irmak popüler filmlerin yönetmenidir” klişesine de, ki ben bu söze inanmıyorum, yardımcı olacak.

Maalesef öyle ama şimdi baktığında popüler filmlerim iki tane, gişede iş yapmış filmim var. Dört tane de diğer tarafta…

 

Sizin deyiminizle batmış filmleriniz…

(Gülüşmeler)

 

Evet. Ama ben gene de öyle olduğuna inanmıyorum, gişe ne derse desin yani.

Yok benim için şöyle bir şey var, filmlerin seyredilebilirlik oranları gişe rakamlarından sonrasıyla ölçülmeye başlar. Çünkü Ulak, seyircisini sonra bulan bir film oldu. Karanlıktakiler şu an seyrediliyor, gerek legal yollarla olsun, gerek illegal yollarla.

 

Bu arada bu korsana prim veriyorum demek değil, evet karşıyım. Ama şu bir gerçek, eğer bir ülkede bir kaldırımda korsan tezgâhı varken, karşı kaldırımda da onu engellemesi, yakalaması gereken insanlar hiçbir şey yapmadan duruyorlarsa bu sorun sanatçıların korsana hayır demesiyle çözülemez. İstenirse bu işin kökü, beş dakikada kurutulur, hiç birbirimize yalan söylemeyelim.

 

Anlıyorum, bir şekilde göz yumulduğu sürece biz sanatçılar ne kadar karşı olursak olalım bir işe yaramayacak diyorsunuz.

 

Ama şunun yolunu da bulmalı, bu çok önemli benim için: sinemaya gerçekten para vermeyecek bir mecra da yaşıyor ülkemizde. Hem de çok büyük bir mecra. Bu insanlara film seyrettirmenin bir yolu bulunmalı. Legal bir internet sitesiyle mi olur, hani 1 lira verip gibi, bu yöntem bulunmalı bence. Çünkü, evet filmi sinemada seyretmek en güzeli. Ama gidemeyecek insanlar da var, bu da bir gerçek. Ülkemizin dört bir yanı güllük gülistanlık, herkesin cebinde parası var gibi bir ülkede yaşamıyoruz.

 

Üstelik bir tam bilet ücretinin 10-15 tl arasında değiştiğini düşünürsek…

 

Evet, bu bir adamın bir devlet memurunun çocuklarıyla ayda kaç kere sinemaya gidebilmesi demek? Hiç maalesef. Bu yüzden çok zor, insanların sinemada film seyretmesi ve bu çok üzücü tabii.

 

Üstelik artık iyi filmlerin de fiyatları oldukça ucuzladı, 3-5 lira arası gayet de iyi filmlerin DVD’leri kampanyalı oluyor...

 

Evet, o yüzden gişe rakamları artık hiçbir önem teşkil etmiyor. Film seyircisini gişeden sonra 1 yıl, 2 yıl içerisinde buluyor.

 

Çok güzel bir noktaya değindiniz, film, seyircisini gerçekten yeri geldiğinde buluyor. İzninizle ben tekrar Prensesin Uykusu’ndan devam etmek istiyorum. Oyuncu seçimi filmin beslendiği senaryo kadar önemli ve filmi taşıyan esas unsur, baktığımızda. Sevinç Erbulak’ı ve Çağlar Çorumlu’yu tiyatrodan ve sinemadan tanıyoruz, televizyondan oyunculuklarını bir şekilde takip ediyoruz. Ben en çok Prenses, Sevval Başpınar’ın rol için nasıl seçildiğini merak ettim?

 

Açıkçası çok öyle seçmeler falan yapmadık. Birkaç kişiyle görüştük, hatta çocukların da kalbini kırmamak için, hani ‘bir film çekiyoruz’ şeklinde görüşmedik onlarla. Birkaç küçük kızla masada oturduk, konuştuk ve kendi kendine, üçüncü tercihimizde hemen, aslında o gelip bizi buldu. Tam da filmin anlattığı hikaye gibi. Yani onun kaderinde o varmış. Kendiliğinden oldu, hani “su akar yolunu bulur” derler ya öyle oldu.

 

 

Ama çok da yakışmış gerçekten, ilk plandan itibaren mini mini bir prenses var karşımızda.

 

Bir de alışkın olduğumuz değil, değişik bir güzelliği var kızın.

 

Evet duru bir güzelliği var. Duru, saf bir bakışı var Gizem’in. Çok da yakışmış role.

 

Ama bir şey söyleyeyim mi, 2000’den sonra doğan bütün çocukların bakışları çok farklı artık. Çok daha zeki doğuyorlar artık.

Havasından mı, suyundan mı acaba? (Gülüşmeler)

 

İşte beyaz çocuklar deniyor, indigo çocuklar deniyor. Bunlara isim koymak doğru mudur? Böyle gruplara verilen laflara çok inanmasam da, bir gerçek var ki yeni doğan çocukların zekası bizimkilerden çok daha üst seviyede. Bunu herkes görüyor.

 

Siz çocuklarla çalışan bir yönetmensiniz, Ulak’ın kadrosunda dev bir çocuk ekibi vardı. Babam ve Oğlum’da gene çocuk oyuncu ile çalıştınız. Onları çok iyi gözlemlemişsinizdir. Zorlukları var mı peki, gerçi oyuncu koçluğu denen bir durum da var ama?

 

Yok, hayır. Çocuklarla çalışmak hiç zor değil. Sadece çocukların hayatlarında bir travma yaratmamaya çalışmalısınız. Her filmde çocuklarla şunu konuşuyoruz biz: bak bu filmde sadece oynayacağız, eğleneceğiz ama sen bu filmden sonra star olmayacaksın, herkesin peşinden koştuğu biri olmayacaksın. Böyle şeyler olmayacak hayatında, bunları unut. Eğleneceğiz ve kendimizi perdede seyredeceğiz, bunun ötesinde başka bir şey bekleme. Buna inandırmak lazım çocuğu. Çünkü sinemanın geçmişine baktığınızda çocuk oyuncuların geçmişi çok travmatik.

 

Evet, haklısınız, bizim sinemamızda da var...

 

Dünyada da böyle bu. Şeytan’daki Linda Blair’in yaşadıklarını hangimiz yaşadık? O yüzden burada hafife almamak önemsemek ve çocuklara bunu öğretmek gerekiyor.

 

Aynen dediğiniz gibi, bir öğretim süreci bu. Peki, Şevval profesyonel bir kast ekibinden mi geldi?

 

Evet, kast ajansından geldi.

 

Bazen dışarıda gördüğünüz bir çocuğa “İşte benim yazdığım karakteri bu çocuk oynamalı!” dersiniz ama oyuncu değildir, sıradan parktaki bir çocuktur mesela?

 

Ondan sonra onun hayatını da karartırsınız falan filan. Yok onlar daha bilinçli, Şevval’in ailesi de çok bilinçliydi, Şevval de öyle. Oyuncu olacağım, star olacağım gözüyle bakmıyor.

 

Evet, çocuğun bu bilinçte olması sizin açınızdan da beraber çalışmak için büyük bir artı. Peki diğer yandan Aziz karakteri de, çok dikkat çeken, filmi sırtlayıp götüren bir kahraman. Aziz’i canlandıran Çağlar Çorumlu’nun yüz ifadesi gerçekten de Allah’ın takdiri, sürekli tebessüm eden bir ifadesi var… Milliyet Sanat’ta kendisiyle yapılan söyleşide tiyatro oyununu izlemeye gittiğinizi ve birkaç ay sonra rolü teklif ettiğinizi öğrendim.

 

O sırada yazıyordum işte senaryoyu.

 

 

Benim de merak ettiğim nokta şu: Aziz karakteri, Çağlar Çorumlu’ya göre mi şekillendi acaba?

 

Şöyle bir şey, Aziz’i yaratıyordum, gittim o gece onu oyunda gördüm zaten.

Paralel gitti yani.

 

Evet, nerdeyse paralel oldu.

 

Çağlar Çorumlu’nun fiziki yapısıyla, o gülümsemesinin aydınlığı ile birlikte gitti yani.

Evet, çok aydınlık bir yüzü var. Gerçekten hayatta da gülümseyen bir yüzü var onun.

 

İyimserlik akıyor yüzünden. Benim daha önceden de tanıdığım ama pek televizyonda görünen bir oyuncu değil...

 

Onun mantığında şu var, hani soruyorlar ya niye gülüyorsun diye, o da cevap veriyor siz neden somurtuyorsunuz? Onun mantığında bu var, yani mutlu olmak için özel bir çaba sarf etmiyor zaten. Biz sabah kalktığımızda bin tane şey ile boğuşacağız diye moral bozukluğu ile kalkıyorsak, hayatımız bu yönde etkileniyor zaten. Onun böyle bir mantığı yok. İyimser olmak onun kaderi...

 

(Gülüşmeler)

Ne kadar güzel öyle kader, keşke herkese nasip olsa...

 

Çabaladığı bir şey değil, o öyle doğmuş.

Hatta isminde de güzel bir gönderme var, doğru mu yakaladım bilmiyorum ama kadın bir karakter olsa ‘Azize’ olurdu. (Gülüşmeler) Şunu gördüm ben, prensese anlatılan bir masal olsa da, filmdeki masal aslında Aziz’in masalı.

 

Evet, biz de zaten filmi Aziz’in izleğinden görüyoruz, onun anlattıklarından.

 

Kütüphanede, ‘kitaplar mabedinde’ bir dünyası var…

 

Evet, şimdi sürprizle ilgili detay vermeyelim ama oradaki kitap, “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah” benim çok sevdiğim bir kitaptır. Ve bahsettiği, sonunda çıkıyor dediği canavar oradaki Dev Ahtopot’tur.

 

Evet Aziz’in hayal dünyasındaki kurgu ile filmin hikayesindeki kurgu da birebir örtüşen biçimde gidiyor zaten...

 

Bir de fark ettin mi, oradaki yaratıkların hiçbir zaman cinsiyeti yoktu zaten.

 

Üçüncü dileği de hiç dillendirmiyorsunuz ama..

 

Anlaşılıyor zaten.

 

Filmi henüz seyretmemiş olanlar için sürprizleri bozmadan devam edelim, bir başka etkileyici karakter de şüphesiz ki Genco Erkal’ın canlandırdığı ‘Kahraman’…

 

Genco Erkal’ın oynadığı çok iyi filmler var mesela ama bunların sayısı nerden baksan 10’u aşmaz. Ve beni en çok şaşırtan şey, tabii şaşırmamam gerekiyordu ama gene de şaşırdım: Çok fazla filmde oynamamış bir insanın, filmlerinin son anına kadar bir sinema yönetmenini bu denli büyük bir başarıyla canlandırması, tabii ki şaşırmamam gerekiyor çünkü o Genco Erkal, fakat gene de şaşırıyorum.

 

Evet, ben de kesinlikle katılıyorum.

 

Hakikaten bir efsane. Genco Erkal ile çalıştım, yani bunu söylemek bile harika bir şey benim için.

 

Ben de şunu düşündüm: Ben bu filmi seyreden yabancı biri olsam Genco Erkal’ın tiyatroculuğunu, Türkiye’deki kariyerini hiç bilmesem, film rejisörünün kendisini getirip, oynattığınızı düşünürdüm.

 

Söylediğin oldu. Londra’daki gösterimde, oradaki bir davetlinin favori karakteri Genco Erkal’dı ve gerçekten bir yönetmeni oynattığımızı sanmış.

 

 

 

Ben bütün bir ‘aventür sinema’yı biraraya getirdiğiniz bir kolaj gibi gördüm Kahraman karakterini …

 

Aventür evet. O aslında yaşayan bir yönetmen hala. Kendisiyle görüştüm, izin de aldım. O da çok mutlu oldu.

 

Yılmaz Atadeniz mi acaba?

 

Siz söylediniz. (Gülüşmeler). Evet ben ondan esinlendim, Yılmaz Ağabey’in sinema sevgisinden esinlendim. Çok büyük bir aşk duyuyor hala, çok seviyor. Macera, aventür hala… Mesela Ulak’ın fragmanını gördüğünde “At var değil mi filmde?” dedi. Kaç yaşında yani adam ve hala bir nebze eksilmemiş o sinema sevgisi.

 

Geçse kameranın arkasına…

 

Hemen çeker, hemen.

 

Ama sadece Yılmaz Bey de değil sanki, ben o dönem yönetmenlerinin genel bir havasını ve sonrasındaki küskünlüklerini gördüm gibi…

 

Tabii şimdi şöyle bir şey var, detay da vermeyelim ama yönetmenin bunlardan istedikleri bir şey var ama isteyip, istemediğini tam da bilmiyoruz. Sonunda çünkü aventür olsun, macera olsun istiyor...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Peki, biraz da çekimlere gelirsek, filmde görsel efektler ve animasyonla da karşılaşıyoruz…

Şunu söylemek isterim ben çizgi film animasyonlarından çok keyif aldım, yapan grup da yerli, İmaj film ailesinin içinden. Tamamen yerli hepsi. Bu işin en güzel tarafı da şu oldu, ben animasyonlarının hepsinin Türk kokusu, dokusu olmasını istedim. Başka hiçbir şeye benzemesini istemedim. Ne Conan’a benziyordu ne de Japon animesine benziyordu. Kendimize ait bir Türk animasyonu yaratmış olmak bizi çok mutlu etti. Başta gördüğümüz Anka kuşundan tutun da hepsi Türk’tü doku olarak, buna çok dikkat ettik.

 

Hayal dünyasına dair sahnelerde görsel efekt kullanmanız normal geldi ama mesela çizgi animasyonu görünce şaşırdım, çünkü sinemanızda daha önce böyle bir dil kullanımı yoktu...

 

Aslında ben Ulak’ın finalinde öyle bir şey düşünmüştüm. Çocuk hani kendi kafasında diğerlerine bir ders verir, hepsini cüzzamlı yapar ya, aslında çocuğun kafasındadır o ufaklığın, ilk başta şöyle düşünmüştüm çok güzel animasyonlar yapıp, bunları yaratığa döndürebiliriz ama bir adım sonra şunu fark ettim. Oradaki, bilmem kaç yıl önceki çocuk, çölün ortasında bunu düşünemez, onun tek korkusu vardır, cüzzam. İşte buradan çıkar o çocuk. O yüzden burada da o mantığı bulmaya çalıştım. Onların dünyası neyse, animasyonlar da öyle olmalı.

 

Yani Çağlar’ın dünyası neyse animasyonlar da o olmalı. Neden çizgi film mesela? Çizgi film olmasının da bir nedeni var. Çünkü şunu diyor: Geçmiş bazen kurşun kalemle çizmişsin gibidir. Doğal olarak çizgi film, çünkü onun mantığı o.

 

Bence çok da yerli yerine oturmuş. Şüphesiz hepsini hesabına, kitabına göre yapmışsınızdır da şu var, seyircide de bir sakillik duygusu uyandırmıyor. Aradaki geçişler de çok ustaca olmuş. Hatta şunu diyebilirim sinemada animasyonlu güzel peri masallarını hep Fransızlar mı yapacak? Artık bizim de böyle bir masalımız var.

 

İnşallah, başlangıç olsun istiyoruz, yani ilk yaptık demiyoruz ama bu yoğunlukta galiba ilk oldu. Bu kadar yoğun animasyonun ve çizgi filmin olduğu başka bir şey var mı, ben hatırlamıyorum.

 

Ben de yerli sinemamız içerisinde hatırlamıyorum açıkçası, en azından bende bu kadar başarılı bir etki bırakanı hatırlamıyorum.

 

Zaman olacak çok isterim tamamıyla bir animasyon yapmayı ama henüz daha orada... Belki vardır da belki ben bilmiyorumdur.

 

Çok güzel, önümüzdeki dönem projeleri için bunun da tüyosunu biraz aldık diyelim o zaman. Yakın zamanda yerli sinemalarımızda görsel efektler daha çok tercih ediliyor ama olmayınca da olmuyor bazen. Hele ki teknik imkanların nerelere geldiğini bilen, artık 3D teknolojisini kanıksamış bir izleyici kitlesi varken, basit ve özensiz işlere sinema seyircisinin de karnı tok artık. Bir filmi iyi-kötü seyrederken oturmayan bir görsellik görünce, filmle olan bütün bağlarınız da kopuyor ister istemez. Bu anlamda, Prensesin Uykusu’nda kullandığınız tekniklerin hepsi yerini bulmuş demek istedim.

 

Ben seni çok iyi anladım.

 

 

 

Teşekkür ederim. Yani size dönersek, gelecekte Çağan Irmak projelerinde animasyon görmemiz olası...

 

Neden olmasın, çok isterim. Ama tekrar ediyorum hikayenin gerektirdiği yerde sonuna kadar. Ama gerektirmezse gerektirmezdir.

 

Gerekli olan tekniği hikâyenin akışına, kurgusuna göre kullanmaktan çekinmiyorsunuz...

 

Hayır, asla çekinmiyorum. Sinemada biraz sonuna kadar giden bir yönetmenim, bu çoğu zaman eleştirilir ve bu eleştirilere gerçekten hak da veriyorum. Ama bir yere kadar gidip yarı yoldan dönmek de bana iyi gelmiyor. İşte burada biz çakışıyoruz. Bir grup yazar, eleştirmen, belki bir grup seyirciyle bile. Tabii bu sonuna kadar gitmek derken, şunu kast etmiyorum, illa her şeyi göstereceksin demek değil, hikâye gerektiriyorsa ben sonuna kadar gitmekten korkmuyorum. Böyle bir durum var. -Mış gibi yapmak, öyle gibi yapmak. En dayanamadığım şey, film çekiliyor hissinin seyircide uyanması, oyuncu da bile hatta. Belli ki kamera var, belli ki kameraya göre oynuyorsun. Bunu affedemiyorum işte sinemada. Yalan şeyleri sevmiyorum açıkçası.

Evet, bu seyirciyle filmin bağını da zayıflatan bir duygu oluyor...

 

Mesela filmi izleyenler, genel anlamda, bir adam bir yerden bir yere yürüyor, koltuğa oturuyor ve televizyonu açıyor. Şimdi biz bunu senaryoda ya da sette biliyor olmalıyız: yürümesinin nedeni, oturmasının nedeni, bunların hepsi bizde mevcut olmalı. Senaryo asla böyle bir boşluğa izin vermez. Atıyorum, ‘çok acıktım’ diye kadın giriyor içeriye. Ama sahnenin sonuna kadar elindeki sandviçi, oynamak için, lafını söylemek için yemiyor. Çok basit kardeşim, ye o zaman. Hem ye, hem oyna, bu kadar basit. Seyirci bu sahtekârlığı affetmiyor. Madem çok acıktın o zaman ye. Bazen bu kadar basittir. Ama işte hem yiyip, hem konuşmak, hem de oynamak… Bazen bunu bile çözümleyemedik. Mesela farkında mısınız, Prensesin Uykusu’nda üst üste konuşmalar vardı. İnsanlar birbirlerinin laflarının içine giriyorlardı. Çünkü, hayat böyle akıyor. Mesela ben sizin, siz benim lafımı kaç kere böldünüz konuşmaya başladığımızdan beri.

 

Haklısınız...

 

Ama bunun karşılığını bir filmde göremiyoruz mesela. Bu beni çok üzüyor. Tiyatro gibi, sen konuş, sonra bekle ben konuşayım. Böyle bir şey hayatta yok. Yani iki kişinin aynı anda konuşmasını bile çok zor gösterebiliyoruz sinemada. Ne kadar acı bir şey yani.

 

Evet, dediğiniz gibi ben de filmde bazı sahnelerde o konuşmaların üst üste bindiğini fark ettim, hatta daha da dikkat kesildim anlamak için... Şimdi izninizle müzik meselesine gelmek istiyorum. Bu konuda iki sorum olacak aslında. Birincisi doğrudan bir müzik parçasının hikayeye ilham vermesi, masalın parçanın hikayesi olması, ki burada dillendirmeyelim ama bu da güzel bir sürprizi tetikliyor...

 

Ha, bir de şu çok önemli, ‘Finalde öyle bir sürprizim var ki, seyirciyi şaşırtacağım’ cümlesi. Neden? Bunun bir nedeni var mı? Mesela şeyin peşindeyiz, bazen hikâyeler hayat gibi biter. Yani tahmin edilebilirlik de böyle bir şeydir. Şimdi bir filmde ‘seyirciyi ters köşeye yatıracağım’… Bu bir taktiktir ve bu bilgisayar oyunlarında da vardır böyle şeyler. Neden kendimizi böyle tuhaf bir şey için zorlayalım ki sinemada?

 

Bir de o noktayı getirmek için hikâye kastırılıyor, film uzuyor, sarkıyor...

 

Seyirci filmin sonunu tahmin ediyor, edebilir. Ama onu senin nasıl anlattığın önemli. Önemli olan senin anlatman. Belki beş dakika önceden, belki on dakika önceden tahmin edilecek, sonuçta belki de kimse tahmin edemeyecek. Ama bu önemli değil, önemli olan senin bunları nasıl anlattığın. Bu kadar.

 

Evet, hak veriyorum size.

 

Mesela Martin Scorsese’den Zindan Adası’nı seyrettik ve 15.dakikadan itibaren hepimiz ne olduğunu aslında öğrendik. Fakat adam bir de bunu, çok kendine hayran bir tonda, üç saate yayınca, bu asıl nokta çok kendine hayran olmak meselesi, işte o zaman çekilmez olabiliyor. Bu bir gerçek. Çok sevdiğim bir yönetmendir ama son filminde çok ciddi bir hayal kırıklığı yaşadım. Ama gene Scorsese gönlümüzdedir yani.

 

(Gülüşmeler)

Müzik diyorduk…

 

Evet, farkındaysan filmde çok fazla müzik yoktu. Ama güzel soundtrack yaptılar. Dedim ki siz yapın. Biz, hep bunu konuştuk zaten, dedim ki filmin sizde uyandırdığı neyse bunu notaya dökün, önemli olan sizin bunu yapmış olmanızdır. Ben bunun filmde yüzde ellisini, altmışını kullanırım ama önemli olan bu değil, bu filmin sizin ruhunuzda oluşturduğu müziği siz yazın. Zaten bunun bir soundtrack albümü olacak. O da onların hikâyesi, o çok güzeldi.

 

Evet o albüm de yeni çıktı, ben henüz dinleyemedim...

 

Çok güzel ve çok özel bir müzik yaptılar...

 

 

 

Onların da, başta Prensesin Uykusu için ellerine sağlık. Ben şunu da merak ediyorum, Redd popüler bir müzik grubu değil ve kendine has, belli bir dinleyici kitlesi var. Okuduğum birkaç yorumda gördüm ki nasıl Mor ve Ötesi Mustafa Hakkında Herşey’den sonra herkesin diline dolanan bir grup olduysa, şimdi de Redd’in öyle olmasından endişe ediyorlar...

 

E ben de onlardan biriyim. Ben de korkuyorum.

 

Öyle mi? (Gülüşmeler) O zaman aynı duyguları paylaşıyorsunuz.

 

Çok seviyorum, ben de öyleyim, ben de korkuyorum.

O zaman ben de bunu altını çize çize yazacağım. Bir de şöyle bir durum var Redd seven kitlenin şunu söylemesinden çekiniyor musunuz, biz Prensesin Uykusu’ndan böyle bir hikâye, böyle bir film beklemiyorduk, olmamış demesinden...

 

Belki film biraz yorulur, belki Redd’e de yorulur, Redd dinleyicisi de yorulur. Ama gene dediğim gibi bir yıl sonra su akar yolunu bulur, taşlar yerli yerine oturur. O yüzden hiç kimse korkmasın. Bu bir dönemdir, geçer ama biz gene o özel dinleyici hayatımıza devam ederiz. Sorun olmaz.

 

Çünkü Redd’in hem şarkı sözleri, hem konsept albümleri ile zaten kendilerine özgü bir tarzları var...

 

Zaten bu son çıkan 21 de, eskilerin deyimiyle senfonik rock demek doğru mudur bilmiyorum, ama bütün albüm bir hikâyeyi anlatıyor.

 

Zaten öyle bir bakış açıları, tarzları var ki prensesin Uykusu’nun böyle içimizde kalan bir saklı yanı olmasını ben de yeğliyorum. Bu noktada şunu da sormak istiyorum, biraz önce animasyon tekniği için gerektiği yerde kullanırım dediniz müzik de sizin sinemanızda böyle bir noktaya tekabül ediyor gördüğüm kadarıyla. Mustafa Hakkında Herşey’den başlarsak, orda da vardı. Issız Adam ile özellikle Ayla Dikmen hayatımıza tekrar girdi...

Ama Karanlıktakiler’de yoktu. Neden yoktu Karanlıktakiler’de? Çünkü karakterlerin hayatlarında müzik yoktu. Bu kadar basit.

 

Evet, çünkü onları müziksel bir noktaya taşıyacak halleri yoktu.

 

Hepsinin bir nedeni olması lazım diye düşünüyorum. Nedensiz müzik kullanmak, yanlış bir şey, kahramanlarımızın hayatlarında müzik yok, olmamalı. Şu ana kadar müzik ile olan ilişkim yüksek noktadaydı ama hiç müzik gerektirmeyen bir film de yaptım.

 

Yani müzik anlatım diline düşünüyorsa güzel...

 

Evet, fon müziği oluyorsa korkunç.

 

Çok yerli yerinde, her kelimesi anlamına oturan bir cümle oldu. (Gülüşmeler)

 

Peki, film hakkında son bir sorum olacak, dünya prömiyeri geçtiğimiz hafta Londra’da Türk Film Festivali’nde yapıldı, 19’unda da vizyondasınız. Bundan sonra filmin gezeceği uluslararası festivaller, yarışmalar var mı? İlk ağızdan sizden öğrenelim sürprizleri?

 

Şöyle bir şey var majörlere gidemez çünkü gösterime girdi. Gösterim amaçlı festivallere gideceğiz.

 

 

 

Yarışma dışı kategorilerde...

 

Şu anda bile düşünseniz, Issız Adam bile, Karanlıktakiler bile festivallerde geziyor. Ne kadar güzel, enteresan bir şey. Şimdi Kahire’de gösteriliyor mesela Karanlıktakiler.

 

Peki vizyonu bekletmeyi düşünmez miydiniz, yarışmalara katılmak için?

 

Yok, yok hayır.

 

Sizi bulmuşken genel bir kaç soru daha sormak istiyorum. Yerli festivaller hakkındaki görüşlerinizi alabilir miyiz?

 

İlk filmlerini çeken genç yönetmenlerin kendilerini gösterebilmesi ve onların desteklenmesi açısından çok yararlı ve önemli olduğunu düşünüyorum. Bir de şunu söyleyeceğim, Türk sinemasına çok enteresan ve çok zeki bir genç yönetmenler kuşağı geliyor. Bu harika bir şey. Bizim kuşağımız biraz daha kafası karışık bir kuşaktı, geçirdiğimiz politik travmalardan dolayı. Bazı şeyleri kafamızda ancak yerli yerine koyabiliyoruz. Şimdi yapılan bazı filmleri izliyorum, Çoğunluk olsun, Kavşak olsun, İlksen’in filmi Atlıkarınca olsun... Şunu söylemeliyim ki hakikaten çok umutluyum, çok zehir gibi bir kuşak geliyor ve lütfen gelsinler, belki insanlar benimle uğraşmayı bırakırlar.

 

(Karşılıklı kahkahalar)

 

En güzeli nihayet kadın yönetmenler geliyor ve gelsinler. Ben çok umutluyum Türk sinemasının geleceğinden. Caner var mesela Ev’in yönetmeni... Daha da çok var bu sezon, bir anda aklıma gelenler diyelim.

 

Pekala, bir de şöyle bir eleştiri var, siz ne düşünürsünüz bilmiyorum ama “Evet genç kuşağın bu kadar çok sinema yapması çok iyi, çok da derdiniz var ama sinema sadece çok olay anlatma meselesi değildir; başka bir anlatım diline, sanatsal bir bakış açısına ihtiyacınız var.” Baktığımızda doğru. 100 küsur senelik bir sinema tarihi var, izlenecek, ders alınacak koca bir külliyat var. Ama biraz da kıra döke, yapa yapa öğrenmek gerekmez mi acaba bu işleri? Mesela bir sinemacının kendi kendisini de eğitmesi açısından?

 

Yani, kıra-döke yapmak şöyle bir şey bu anlamda ülke sineması olarak, şu yıllar içinde çok fazla lüksümüz yok. Kırmayı dökmeyi daha önce kendi kendimize yapsak...

Bu anlamda kısa veya orta metraj filmin önemi daha mı çok ortaya çıkıyor?

 

Hah, işte bu. Denemeler, videoart, kısa filmler... Buralarda biraz kırsak döksek de, sinemada daha profesyonel olsak. Hani şunu söyleyebilirim, sinema olarak acayip lüksümüz vardır, bir sürü kırmaya dökmeye zaman vardır, para vardır o zaman dilediğiniz kadar. Ama şu an çok da böyle bir lüksümüz yok.

 

Peki, son dönemlerde beğendiğiniz yabancı filmler hangileri?

 

En çok aklıma takılan film “Soraya'yı Taşlamak” oldu. Nefis bir sinematografi değildi belki ama anlattığı şey çok önemliydi. O zaman şu soru geliyor aklınıza, sinematografi denen şey mi çok önemlidir, yoksa bazen anlattığınız hikâyenin herkese geçmesi gerekliliği mi daha çok önemlidir, en büyük kaos bu. Buna cevap vermek çok zor. Tabii ki sinema bir mesaj verme aracı değildir, eğitim, öğretim aracı hiç değildir. Ama bazen sinemanın toplumsal bir tarafı vardır. Ve bazen şunu ister, “Ben bu filmin çok daha fazla insana geçmesini istiyorum.” İşte Soraya'yı Taşlamak böyle bir filmdi. Anlattığı şey inanılmaz etkileyiciydi ve evet yönetmenin bunu çok kişi tarafından izlenmesi tarafından taktik yaptığını da görüyorsunuz, ki izlenemeyecek bir film ve hani, sinir bozucu. Çok çok hoş bir filmdi. Başka...

 

Ben Inception’ı çok beğendim. Ama mesela sinema için çok büyük bir şeydir diyenler bir tarafta, delirdiniz mi, sinema için yeni bir şey anlatmıyor diyenler diğer tarafta, bu kadar büyük fırtına kopartacak bir yanı yoktu. Inception çok güzel bir filmdi, tamam da bu kadar bağırmaya gerek yok. Tartışmaları başlı başına bir kenara bırakınca güzel bir filmdi. Çok da romantik bir filmdi ayrıca.

 

Marion Cotillard (Mal) oyunculuğunu beğendiniz yani?

Beğenmez miyim, Edith Piaf’ı oynadı o kadın.

Benim de çok beğendiğim Fransız kadın oyuncular arasında...

 

Bu sezonun değil belki, geçtiğimiz yıllarda kaldı ama Hollywood’da gördüğüm en kişisel filmlerden birisi, hem de sisteme eleştiri getiren hem de çok gözden kaçan bir film Brad Pitt’in oynadığı Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikastı adlı film.

Aaa bu gerçekten sizden gelen ilginç bir tavsiye oldu benim için de. Çağan Bey söyleşimizin sonuna geldik, zaman ayırdığınız hem kendi adıma hem Beyazperde adına için çok teşekkür ederim.

 

Ben teşekkür ederim.

 

Hem Prensesin Uykusu ile hem de gelecek projelerinizde başarılar diliyoruz.

 

Çok sağ olun.

 

Röportaj : Duygu Kocabaylıoğlu

 

http://www.beyazperde.com/sinemasaldetay/4400/1/Cagan-Irmak-Roportaji-2

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...