Jump to content

Yol


Rimmon

Önerilen Mesajlar

Poseidon’un daveti geldiğinde Magier’in aklında bir tütün sorunsalı vardı. Türk tütünleri bir tarafta, Alman tütünleri diğer tarafta, tabii Fransa’nın meşhur siyah tütününü de unutmamak lazımdı. Sonra kaliteli tütünler şaraba yatırılmalı mıydı yoksa bu aromayı bozar mıydı?

 

Davetle birlikte bütün sorular poyraza tutulmuş yosunlar gibi dağılıverdi. Magier’in denizlerin yüce tanrısı Poseidonla dostluğu kadimdi. Vakitlerden bir vakit, gönlünü kaptırıvermişti denizlere, büyük bir aşktı, belki de aşklarının ilkiydi bu Magier’in. Poseidon fark etti onu. Yiğit bir fani dedi, mert, dileğince sürsün denizlerin sefasını. Kardeş oldular o gün denizle. Martılar yol gösterdi o gün bu gündür Magier’e, kimsecikler bilmedi…

 

7 Kuşaktan Ege kanı vardı onun damarlarında. Bu dağların, bu ovaların, bu denizlerin ve ırmakların tanrılarıyla akran sayılırdı. Bazıları geceleri ormanda panlarla flüt çalarken gördüğünü söylerdi onu, bazıları Dynysos’un koluna girmişken, Athena yol gösteriyor Magier’e derdi bazıları…

Yıldızlı bir gök kubbenin altındaydı şimdi. Ay kararmaya yüz tutmuştu, gördüğü düş müydü, yoksa gerçek mi? Ayırdına varamadı bir süre, öylece kalıverdi. Oysa İsfahan’dan ayrılalı bir hayli oluyordu, çölün ortasındaydı, aklında ne tütün ne de şarap yoktu. Sadece ayrılık vardı yüzyıllardır olduğu gibi, denizi özlüyorduysa bile bunun bilincinde değildi.

 

Kumlar yüzünü döverken şafak bekleyen gözlerini kutsal sözlerle sarmaladı. Sonra yitik tanrıların aşklarına dair bir türkü doladı diline. Kadim kaşları çatıldı, kervan harekete geçti. Çöl güneşi üzerine kin kusmaya başlıyordu. Şafaklardan kurtuluş yoktu…

 

Yürüyordu, yürüyordu, yazgılıydı yürümeye yüreğini sürgün ettiğinden beri.

Magier gidiş istikametini bilmiyordu. Savruk rüzgârlara vurgun patikaları kendine sırdaş belleyeli uzun zaman geçmişti. İçinde hemen şimdi eve dönmek için o kadar büyük bir istek vardı ki; Evinin yerini bilse şüphesiz hemen gidecekti.

 

İnancı bir kenara atıp salt doğruyu aramakla huzur ve mutluluğu defetmişti hayatından. Yine akşam oluyordu, namussuz bir akşam, gölgeler tekin değildi, tavan araları gıcırdıyordu. Rüzgâr, ah bu rüzgâr olmasa, kuşkusuz Magier aklını başında tutamazdı. Rüzgârı kutsadı.

Görkemli krallıklarını düşündü sonra, kurduğu krallıkları, yıktığı krallıkları, yıkılışını izlediği krallıklarını. Hükmün elleri arasından kayıp gidişi sahnesi defalarca yinelendi o anda beyninin bilinmez kıvrımlarında.

Gözyaşları omuriliğinde düğümlenip kaldı bir an, sonra fütursuzca süzülüverdiler yanaklarına. Köşeye sıkıştığı doğruydu. Lakin hiç köşesi olmayan bu dünyada bunu nasıl başarabildiğine akıl sır erdiremiyordu.

Kurtuluş dedi biri uzaklardan; Magier duydu, sonra yıkım dendi, ayrılık dendi, terk edişler söylendi yine uzaklardan, ayrılıklar 2 kere yinelendi. Buğulanmış bir aynaya çizmişti yolunu, evet aynen öyle yazdığını çok net hatırlıyordu;

“Gün batımına üç adım, çoban yıldızına beş, sonra iskele alabanda”

Böylelikle yola erişirsin demişti bilgeler bilgesi ona. Lanet olası bir aynaya karalamış, sonra aynayı kırıp atmıştı.

 

Henüz bilmese de, yolu bulmasına çok az kalmıştı;

Şu kadarcık, hani bir martının kanat çırpışından azdı

O an vazgeçti Magier.

Çünkü içinde ölen biri vardı, fikirleriyle kendini zehirliyordu;

“Tanrım boğulmaya eş değer bir şey bu.”

İçinde kendini öldürüyordu. Büsbütün bir cinayet işleniyor, bağırmıyor, sesini çıkartmıyor, yardım istemiyordu. Kendini öldürüyordu.

İçi kan içindeydi, üstelik korkuyordu da. Yitip gitmekten, elindekilerin değerini fark edemeden onları kaybetmekten korkuyordu. Elindekilere değer verip onların beş para etmezliğiyle yüzleşmekten de.

Sarhoş olmak istiyorum

Dedi aniden, “içmek saatlerce içmek, beynim uyuşana kadar, sonra sessizce ölmek” dedi, “acı çekerek ölmek”. Hiç olmazsa ölümün tadına varabileceğini umuyordu böylelikle.

“Etrafımda varlığı şüpheli gölgeler dolaşıyor, başımı çevirdiğim anda kayboluyorlar.”

Magier; Bu sadece bir psikoz mu? Diye sordu kendine. Yoksa gerçekten ölüm göz mü kırpıyordu ona? Yoksa yoksa?

- Hayır!

Yine bir peri mi? Bütün çirkefliğiyle usulsüz, kandırmacalarıyla korsan ve istilasına müptela edebilecek denli cüretkâr?

Olmamalıydı.

Gözleri kararıyordu şimdi-hiç sırası değildi-, uzaklara dalıyordu gözleri, gözlerini söküp attı, gözleri, kanıyorlardı. Göz kapakları onun değildi, dizleri tutmuyorlardı.

Ölüyordu binlerce kez yaptığı gibi, yani yitip gidiyordu;

Gelecek vaat eden delikanlı rolünün yedi ceddine sövüp, isyankârlığının anasını avradına katıp, yaradanına 7 lanet okuyup, kendini beğenmiş diyenlere inat suskun, şarap bulamadığından bir fincan kahvede boğulup gidiyordu işte.

“Zehir bu, yavaş işleyen bir zehir. “

Hayat cinsel yolla bulaşan bir hastalıktan ibaretti, piçler göz kırpıyordu evrene, çakallar hüküm sürüyorlardı, ortalığı birbirine katıyordu kibarlıktan kırılanlar. Onlara inat okkalı bir küfür daha etti kendine, giderayak.

Ölüm dişi olsun dedi sonra, ölümle sevişmek istiyordu besbelli. Yaşayamayacağı yıllara hayıflanmadan gün sayıyordu sadece. Silik bir diploma töreni vardı önünde, bir de kimsenin son günlerini yaşadığını bilmediği bir gün gelecek olan sonuç belgesi. Tabutunun üzerinde yapılacak tercihler… Oysa şimdileri Magier bir krematoryumda yakılıp denize savrulacak küllerinin hayaliyle yanıp tutuşuyordu.

 

Katiller;

Geliyorlardı, beyninin içinden beynine kurşunlar yağdırarak, bütün yasa koyucuların korkaklıkları ve bütün yasa koruyucuların korkularıyla geliyorlardı. Onları Magier çağırmıştı, geliyorlardı.

Tüfeğin namlusu aşinaydı yüzüne, kendini vuranlara has bir çocuksuluk vardı üzerinde şimdi, göz çukurlarından taşan kan dudaklarına süzülüyordu, Magier artık uyuyordu çölün sınırları dünyaya yansıyordu kör gözlerinden biçimsizce…

Şafakla başlayan uykusu ayın yükselişiyle aralandı sonra;

“Küller alevlenmez

Közler çabuk sönmez

Ve aşk asla bitmez”

Demişti birileri; Sözlerin yankıları hala kulağındaydı onlardan nefret etse de Magier’in. Gerçekten de arzu edilene ulaşmaktan çok arzu etme isteği miydi içindeki? İnsan asla bir anda bir eşiği atlamaz ama eşiği atladığını fark etmesi anlık bir fenomendir. Beynine işlenen bu sözlerin anlamını daha yeni yeni kavrayabiliyordu.

Magier korkunç bir geniş zaman kipinde tutsak edilmiştir şimdi. Yeni bir şehir arama çabasına girişmiştir, atacağı hiçbir adımını atana kadar planlamamaktadır… Gazap içerisinde perişan olmaya yazgılı bir krallıktır zaman ve sarmalar dört bir yanını. İtiraz edemeyecek kadar de takatsizdir.

Ve suskun kalır yenilmişliğine. Bir çölden yeni çıkmıştır, İsfahan’dan ayrılalı bir hayli olmuştur. Aklında tasnifsiz sözler yığını alev alevdir ne zamandır. Uykuları çığlık çığlığa bölünüyordur. Aklı, protest fikirler bahçesidir, en az keçeleşmiş saçları kadar karman çormandır aklı.

Yalnızdır gecenin karanlığında, kervandan ayrılmıştır, adeta kendini kapacak kurdu beklemektedir. Suskundur, huzursuzdur ve gözyaşları yanaklarında kurumaktadır.

İtiraz edemeyecek kadar takatsizdir Magier, başkaldıramayacak kadar yılgındır. Ve ölüm gelir birden, alır götürür, bilinmez bir gündoğumundan izleyecektir artık leşini. Leşi karaya vurur, içi acır, kendine kıymışlığın kekremsi zevkine katılan bu melankoliyi anlamlandıramamaktadır.

Şimdi bir vadi dolusu kafatası vardır önünde. Vadinin duvarları yüzlerle kaplıdır, yüzler Magier’e sayfalarca sövmektedirler, oradan geçmekten başka yolu yoktur ve geri dönemeyecek kadar da talihsizdir.

 

Sevmediği bir sevgiliyi sevmekle lanetlenmiştir. Ceza hak etmeyenlerin cezası olmakla hükümlüdür yani. Başkalarının acısıyla cezalandırılmak onun kaderidir. Terk edecektir, terk edilmişlerin ve terk edişlerin tanrısıdır o, özgürlük ve yalnızlık onun adına tescillenmiş kutsal kelamlardır. Bir de katranla kükürt kokusu.

 

Yüzeysel olarak cehennem, aşkınlığın tohumlarının serpilmesi adına en tuhaf yermiş gibi gözükür, lakin gazabına dayanabilenler için verimli ve derindir toprağı, Magier bunu yıllar önce kavramıştır. Ve dayanabileceğini sanıp bütün ekseriyetiyle gecede bin kez tecelli eden ruhunu kendi eliyle sürmüştür bu meçhul gözyaşı beldesine. Ruhundan haber yoktur, leşi ıssız bir adada karaya vurmuştur şimdileri. Ama Magier bütün benliğiyle eksiksiz bir biçimde, yıllar sonra yüzden örülü duvarlarıyla hatırlayacağı, kurukafalar vadisinde dikilmektedir.

 

Bir meydan okumadır bu, bir ölümden diğerine atlayışın habercisidir. Kulaklarını tıkayacaktır, bir bildiği vardır, ona sarılıp, kendi doğrularıyla kurukafaları tuz buz ederek geçecektir ve hiç var olmayan bir vadiyi aşabilmenin haklı gururunu da asla tadamayacaktır

 

Ellerinde kayıp giden yıldızların nahoş imgeleri vardır şimdi, onlara sarılmayı düşündüyse de asla cesaret edememiştir, cesaret edemeyecektir de asla silikliğini perçinlemeye. Nefret edilmek bazen yalnızlığa yeğlenmelidir diye düşünür.Adın ağızlara alınamıyordur artık. Adın Magier’in dilini kesiyordur, oysa bütün bu yolu adını bir kez daha söyleyebilmek, hiç olmazsa söyletebilmek için kat etmiştir;

 

“Ey peri! Sen beni kalbinde yaşattıkça adın savaşlar görmüş yüce bir flama gibi özgürce dalgalanacak hırpani yüreğimde! Ve ne kutlu bir ismin olduğunu işte sen o gün anlayacaksın”

 

Çok geçtir, belki de der Magier yine de;

 

“Belki de o kadar da geç değildir” diye düşünmekten alamaz kendini. Eğer onun gidişiyle yıkılmamış bir tek şehir bulabilirse emin olacaktır bundan. Oysa umut sadece eziyetin süresini uzatıyordur

Zamanın tutsaklığından kurtarıverdi sonra kendini ustaca. Sessizliği dinliyordu şimdi ve soluğunu. O’nun sustuğu her yerde bir şeyler kırılıyordu, farkındaydı. O’nun susmadığı bir yer arıyordu, artık ne aradığını biliyordu hiç olmazsa. Sonra hatırladı

 

O’nun gidişini;

“ Suç ve ceza teorilerin vardı kendi kurduğun ceza muhakemelerinde. Hep nedenlerin vardı yolculuklarında, kaçışlarında

 

Sen çektin gittin… Arkanda yağmurlu bir gece bıraktın… Tabii ki mesul değilsin yıkılan onca kentlerin çığlıklarından. Ben seni böyle severken nasıl suçlu olmakla kirletebilirdim ki? Ve seni bütün suçlarından akladıktan sonra kendi kışımla baş başa kalıverdim şimdi...

 

Ve bir sabah...

İçimdeki yabancıyı artık bıraktım, uzaklara soluksuz yolculuklara çıkmayı deniyor yüreğim... İhanetini, nefretimi, bu ölümcül yaraları çoktan tükettim... Hiçliğe yolculuğum devam ediyor ama... Senin yokluğunda acıtan özlemlerin, senin varlığında gözünün aksinde parlayan en sessiz cümlelerinin yıkıcı darbelerinden daha fazla yakıyor yüreğimi.

Hiç anlatamadığımı ve anlayamadığımı sandın; oysa her sessizliğim yaşama dair ve bize dair bir hüznü barındırıyordu, anlamak isteseydin yüreğini açıp! Neyse…

 

Şimdi kendim için yaptığım bir şeymiş gibi, senin için bir şey yapıyorum, seni azat ediyorum. Korkarım değişmeyecek artık bu sonsuz sürgünlüğümün eski yasası...

Kaderimi koyu kırmızı kederlerle çizen

Sen, peri... Çok kıymetli, çok bi tane;

Sus hadi

Sustur artık beni...”

 

Sesini çoğaltan tazeliğini anmıştı sonra O’nun yüzünün ve yürümeye başlamıştı Magier. İşte böyle çıkmıştı bu sürgüne, terk edişle yıkılmayan tek bir uygarlık bulabilme ümidiyle yani. Yol boyunca karşılaştığı herkes bu yağma ve talan bayramının sorumlusunu biliyor, adını telaffuz etmek bir yana keskin bir imayı üstüne alınmaya bile yanaşmıyordu hiç biri. Haklılardı da. Çünkü Magier üzerine mor bir cinayet tutkusu geçirmişti, öldürecekti, virane olmuş tüm şehirleri ve bu bitaplığın acısını içinde yaşatan her şeyi öldürüp bütün evrenleri baştan inşa etmeye kararlıydı. Kimse gerçekliğini onunla paylaşamazdı, bu ölüm demekti.

 

Durum tespitlerini bir kenara bırakıp yine kendi içerisine döndü;

Artık O’nun adı korsanlık ve barbarlıkla eşdeğerdi. Oysa bir zamanlar güneşin mahmuzu olmaya nasıl da hevesli olduğunun hatırası Magier’i titretmeye fazlasıyla yetiyordu. Sonra bir tutam gece siyahı ile gözlerinin yeşili geldi Magier’in aklına.

-Sanrılar!

Dedi sayıklar gibi, gerçekliğini yitirmiş bir aşkı bütün lanetlere rağmen yeniden gerçekleyemeyeceğinin bilincinde olmanın ağırlığıyla eziliyordu. Bunlar sadece basit sanrılar olmalıydı. Başka açıklaması yoktu.

Ve Magier terk edilmişliğin tanrısı olduğu o günü de anımsadı. Ellerinde kırılmış büyük şeylere benzeyen şeylerle, daha çok koyu renklerle ve daha çok ilişkilerle, gerçekliği korkutan ve utandıran şeylerle baş başa kaldığı anı. Uyuyan kedileri okşayıp sevinçsizliğin sonsuz çalgısını üflediği ilk anı yani. Ölülerini gömdüğünü sanıyordu, yanıldığını bilemeyecek kadar toy, vurgunun acısını kabullenemeyecek kadar cılızdı.

Karanlık ve soğuk çıktı yoluna birden. Soğukta o kadar kırılgandı ki, anlam yitimine uğramıştı her şey. Karanlıkta o kadar savunmasızdı ki! Jüpiter uzaklardan satırlarının insansılığına gülüyordu, Magier fark edemiyordu. Henüz nereye gittiğini, neden gittiğini bilmiyordu.

 

Henüz biricik perisini terk edebilmek için kendinden kaçtığının ayırdına varamamıştı ve benimsememişti daha terk edilişi lanetleyebilecek kadar. Zeus’un Kronos’u öldürmediği zamanlardaydı daha. Zaman akıp gitmiyor, kanatıyordu…

 

Tüm bu düşünceleri alt bilincinin derinliklerine kilitleyip, gökyüzüne kimsenin üzerine alınmayacağını bildiği bir selam bıraktığında;

 

Sayısız gecedir gözlerini doğuşuyla birlikte açtığı dolunay, doğal afetlere teklifsizce yazılmış bir davetname gibi yükseliyordu ve usulca devam etti yoluna Magier…

Ve şafakla birlikte aştı vadiyi, sanki yarışıyordu şafakla. Vadiyi geçtiğinde yalnızca sessiz sorulara, devinim hazırlıklarına yanıt vermek isterdi. Ama bu ani ve kötücül yasak çiğneme gerçekleşmişti…

 

O’nun kokusu, ruhunun derinliklerinden Magier’in yitik benliğine çözülmemiş ve anlaşılmamış, sonsuz, oluşmuş bir bütün, ulaşan ve ulaşmayan, ölüm gibi, tutsak havada bir alevin söylediği bir başka yer gibi çarpıyordu. Bir kez daha yarasını açmak pahasına O’nu, O’nunla olmayı düşünmekten başka çaresi kalmadığını seziyordu.

Korkuyordu…

 

Hiç âdeti olmadığı halde mistik bir korkuya yenik düşen yeni bilimciler gibi irkilivermişti. O’na O demekte üstüne yoktu hiç kimsenin. Ama ötesi? Kimin elinden gelirdi ki öteye bir adım atmak? Ötesi artık yoktu.

 

Bir şafak vaktiydi, nasıl bir maviyse, işlenmişti beynine Magier’in. Sahildeydi, O’nunlaydı, kararlaştırılmamış gözlerle bakıyorlardı dünyanın kestirilemez cazibesine. Dalga sesleri aniden O’nun adını fısıldayıvermişti Magier’in kulağına, adını bilmiyordu, Magier O’nun adını hiç öğrenememişti belki de.

Sarılacak bir boyun arıyordu giyotinin gölgesinde, sahil birden çöl oluverdi sanki. Bütün kızıllığıyla bir tan ağırdı, ardından büsbütün bir hastalık sarısı sarıverdi Magier’i. O’ysa masum ve bebeksi bir uykuyu saran kâbuslar gibiydi, irin ve cerahat doluydu, üstelik kanıyordu ve Magier yok oluyordu.

 

“ Bir aşk biter hani, kesik kesik öksürüverir viyola. Yani bir sınır aşılıvermiştir artık, zorla öpülen dudaklar, zorlama tebessümler ve bilinmedik bir aşk faşizminin adını koyan ikimiz miydik gerçekten? ”

 

Müzik olmayıversin bir gece de !

Demişti sonra Magier. Bir başka gece kapattı gözlerini, güneş hiç doğmadı. Sonra kokular silindi benliğinden, üzerine işlemiş onca hayatın kokusu, Magier’e değip geçen insanların kokuları, sonra her gün taşıdığı onca duygunun kokusu, birer birer silinivermişti. Rüzgarları hissetmez oldu nasır bağlamış teni.

 

Ve O’nun adını hala bilmiyordu Magier...

Bir tek açıklanmaz kalmayı başarmış olanın O’nu ve kendini çağırabileceği zaman yakındı, duyumsuyordu Magier. Sonra ani bir sağanak başladı, akıl sağlığından artakalanları emanet ettiği bulutlar taşıyamamışlardı bu yükü.

“Ve buz hep beklemekteydi,suyun teninin hemen altında....”

Magier İsfahan’dan ayrıldığından beri kafasında bu cümleyi eğip büktüğünü fark etti. Ne yapsa nafileydi. Terk edişlerin tanrısı olarak bilinse de, tanrı olamayacak kadar karanlık ve soğuktu. Parçalı bulutlu bir kasım akşamında yanında sürüklüyordu yine gözyaşlarını.

Omuzlarında asırlık çınarların yaprak dökümü gibi bir şey vardı, sanki yüzyıllık bir lanet gelip boğazına çöreklenmişti. Kendinin hastalıklı bir aklın ürünü olduğundan bihaberdi, üstelik inceden inceye de üşüyordu şimdi.

 

Sonra karanlık geldi. Lanet okurcasına bir karanlık pervasızca çöküverdi ruhuna. Gece kendini zorla onun olduruvermişti yine. Yola devam etmekten başka yapabilecek hiç bir şeyi yoktu

Yürümeye devam etti

 

Ve söylemeye nicedir cesaret edemediklerini susmaktan usanıp söyledi son sözlerini Magier;

“Karanlıkta beni bekleyen karaltı,

Eğer sensen;

Bütün güneşleri söndüreceğim.

İçimde büyütüp gölgeleri,

Kendimi emanet ettiğim;

Sen benim, ben karanlık, yolcular suskun

Ve açken kuzgunlar,

Güzeldi baharı yaşamak sende.

Bembeyaz bir dolunay gecesi,

Aşkın tozu kirpiklerinde

Ve kalbinde yeni duyguların buğusu

Henüz silinmemişken.

Ve ikimiz de çirkinken

Gitmelerin kolaylığına inat

Var olmak en soğuğuydu.

Üzerimde mor bir cinayet tutkusu,

Kırılgan ruhumun titrek ümidiydin.

Sen, Peri;

Çok yapmacık, çok bir tane...

Sen sandığım şey,

Belki benim yüreğimdi...”

 

 

Sonra içinde soluverdi yine hatıralar yüzyıllarca, sustu ve yürüdü, gidiş istikameti hakkında en ufak bir fikri yoktu…

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...