Jump to content

Vahdet-i Vücut Yalanı


berk_mc

Önerilen Mesajlar

Vahdet-i Vücut Yalanı ve Paganizmdeki Bir Haklılık

 

Öncelikle İslami tasavvufta Vahdet-i Vücut felsefesi yani ‘’bir olma’’ felsefesi.Bunu Mevlana’da gördük,Hacı Bektaş Veli’de gördük,Yunus Emre’de gördük,Yahudi mistizminde gördük,batıdaki modern haliyle new age akımlarda gördük.Enel’l-Hak(Ben Tanrıyım) diyen Hallac-ı Mansur’da bu felsefenin ne kadar somutlaştığını gördük.

 

Peki bu zatların ortak özelliği ne idi? Ne yaşamışlardı?

 

Mevlana’nın söylemi ile bu zatların hepsinin,Yahudi mistiklerinin de dahil bir ‘’hamdım,piştim,yandım’’ safhalarını geçirdiklerini söylememiz mümkün.

 

Ben Vahdet-i Vucut felsefesine yalan diyorum.Ama bu insanların ‘’yanma’’ seviyesine geldiklerinden şüphem yok,sadece yaşadıkları şeyin başka bir şey olduğunu düşünüyorum.Terim yanlışlığı olduğunu düşünüyorum.

 

Bu ‘’yanma’’ hali,büyük bir dini tasavvufi felsefi ezoterik birçok doktrini aldıktan sonra kişinin doğal süreçte eğitimiyle geldiği son nokta.

 

Ancak Tanrı ile bir olma hali,bu kadar kolay olabilir mi,bu dünyada bunun mümkünatı var mı?koca bir HAYIR!

 

Benim Allah dediğim,başkasının Tanrı dediği,bir başkasının Yehova dediği,bir diğerinin evrenin yüce mimarı dediği,isim önemli değil hepimizin bahsettiği aynı irade,ortak inandığımız şey onun en üstteki mutlak irade olduğudur.Evren ve yaratılış 7 boyut üzerine olduğunu düşündüğümüzde tekamül olarak bizden kat ve kat üstü varlıklar düşünmemiz gerekir ki öyle zaten.Ruhsal Celseler aracılığıyla sabit bir konu daha var ki bizden üst boyutta olan varlıklar dahi Tanrı hakkında bizden daha fazla bir algı kapasitesine sahip değiller,onlar için dahi Tanrı düşüncesi çok uzak.

 

Bu açıdan bakıldığında bir sav atıyorum ortaya.Mutlak İrade(Tanrı) altında onun tarafından oluşturulan farklı alt iradeler olduğu savını ve bizim aslında Tanrı diye bahsettiğimiz İrade’nin Tanrı değil onun yarattığı alt iradeler olduğu ve Tanrı aşamasının bize fiziksel,ruhsal ve düşünsel olarak asla yakın olmadığı ve bizden alakasız bir gerçeklikte olduğu savı.Kutsal kitaplarımızın bu alt iradeler ile esinlendirildiği ve peygamberlerimizin bu alt iradeler tarafından dünya hayatına gönderildiği savı.

 

Bu öyle bir düşünce ki üç büyük din ile çelişen bir taraf bulunamaz ama aynı zamanda paganizme kısmen de olsa bir yeşil ışık yakar.Paganizmi kabul edebilir kılar demiyorum,paganizm her ne kadar Tanrı’yı kabul etmese de inandığı çok tanrıları, bu bahsettiğim alt iradeler olarak görebiliriz ve Tanrı’yı da Mutlak İrade.

 

Kur’an’daki ‘’Allah size şah damarınızdan daha yakındır’’ ayeti her ne kadar benim ortaya sürdüğüm şeye ters gibi görünse de değil.Çünkü evet ‘’onun suretinde yaratıldık’’ ve ona ihitiyaç duyduğumuz her şekilde O bizimle.Ama aslında O’ndan kastımız nedir?Tanrı,yarattığı evrenin sürekli bir insiyatif kullanma durumuyla varlık sahasına müdahele eden bir irade mi,yoksa sistemi bir bilgisayar programı gibi düzenleyip,bir sebep-sonuç ilişkisine bağlayarak asla müdahele etmeyen bir irade mi? Bence ikincisi…Ve bu yüzden bize şah damarımızdan daha yakın olan Onun yarattığı hiçlik sahasında O’nun gücünün temsili olan evrendeki Sistem…

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Burada şunun ayrımına varmak gerek tanrılar katının. Mutlak yaratanla, bu tamamen farklıdır. Çok tanrılar,yehawa,el-ilah zaten kuran ,incil v.s okunduğunda bu net anlaşılıyor. Benden başka tapacak ilah yoktur noktasında.Ya da gökyüzü krallığı kavramında, bu açıdan bunlara ulaşmak anlaşılmaz gelmemeli. Ama mutlak yaratan ki bu kelime bile anlam darlığı yapıyor. Ona ulaşmak hiç mümkün değil. Nuraniyete ruhaniyete diğerlerine ve kaynaklarına ulaşmak mümkün.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

“Lâ mevcude illa hu” (Ondan başka mevcut yoktur.) diyerek varlığın ancak Allah’a mahsus olduğunu esas alan ve mahlukatın varlığını kabul etmeyen bir tasavvuf ekolüdür. Ekolun kurucusu Muhyiddin-i Arabî hazretleridir. Sadeddin Konvevî hazretlerinin dışında bu yola giren büyük zatlara rastlanmaz.

 

Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin bazı görüşleri kendisinden sonra gelen tasavvuf ehlince benimsenmiş olmakla birlikte bu yol, diğer tarikatlar gibi, büyük kitlelerin tâbi olduğu bir meşrep halini almamıştır. Vahdet-i vücut meşrebinde Allah namına mahlukat inkâr edilirken, materyalistler ve tabiatçılar bu meşrebi o büyük velinin anlayışına taban tabana zıt bir yola çekerek, tabiat namına Allah’ı inkar yoluna girmişlerdir.

 

Önce, vahdet ve vücut kelimeleri üzerinde biraz duralım. Vahdetin sözlük anlamı, birlik’tir. Zıt anlamı “kesret”, yâni çokluktur. Meselâ, beş farklı harf bir kesrettir, ama bunlar tevhit edilerek bir kelime halini alırlarsa vahdete erilmiş olunur.

 

Vahdetü’l vücut için, “Tevhidde istiğraktır ve nazara sığmayan bir tevhid-i zevkîdir.” akıl ile izah edilemeyeceğine dikkat çekilir.

 

Bir aynayı güneşe karşı tuttuğunuzda güneş o aynada görünür. Onun nuruyla ayna da aydınlanır. O da ışık saçmaya başlar. Bu ayna şuurlu olsa, güneşin nurunu kalbinde taşır, ona iman eder ve kendisindeki bütün renklerin, ışığın, hararetin hep ondan geldiğini bilir, ona minnettar olur. Bu şuurlu aynanın güneşe doğru yaklaştığını farz edelim. Yaklaştıkça güneşten daha fazla ışık alacak, daha çok parlayacak, diğer yandan, daha fazla ısınacak, yanacaktır. Ayna güneşe yaklaştıkça onda, güneşin görüntüsü dışında kalan saha gittikçe azalır. Ve sonunda aynanın tamamı güneşin nuruyla dolar. Artık onun kalbinde başkasına yer yoktur. Yaklaşma devam ettikçe, ışığın şiddetinden ayna kendini göremez olur. Şiddetli hararet ve nur ile kendinden geçer, istiğrak hâline girer. Artık ne kendisi kalmıştır ortada, ne de ışığı. İşte o ayna bu halde iken, “Güneşten başka bir şey yoktur.” derse, bu onun mânevî sarhoşluğunun ifadesidir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

öncelikle pişmek olayını anlamak için tasavvufu anlamanız gerekir. pişmek olayıyla kastedilen şudur: nefs terbiyesi tasavvufta en önemli kavramdır. nefs yedi katlıdır. birinci katı yani çoğu insanın bulunduğu kat nefs emmare dir. bu kata özgü bazı özellikler kibir, cahillik, gurur, yalan söylemek vs. dir. bu katı aştığınızda nefs levvameye çıkmış olursunuz. bu nefste de kendine özgü özellikler bulunur ve kerametler ortaya çıkmaya başlar. sonrasında yediye kadar devam eder. en üst kata çıktığınızda kamil insan olursunuz. işte pişmek budur. uzakdoğulu budistlerin çıkabildikleri en üst nokta nefsi levvamedir. çünkü nefsin üst katlarına Allah sevgisi olmadan çıkılamaz. velhasıl 7. kata çıktığınızda yani kamil insan olduğunuzda batılıların ego dediği :D şeyden eser kalmaz. yani benlik yok olur. çünkü Allah sevgisiyle yok olmuştur. bu durumda Allah'ın ayetinde belirttiği gibi kulun gören gözü olur. ve bir olurlar.Gazali yol-bilgi-varlık kitabında Hallacı Mansur un enel hak sözünü anlattığım şekilde açıklar. Hallacı Mansur Allah'la bir olmaktan o kadar sarhoş olmuştur ki bu sözü söyler. işte vahdet-i vücud budur..

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

'' “Lâ mevcude illa hu” (Ondan başka mevcut yoktur.) ''

 

yokluğu ve varliği mümkün kılan var olabilir mi ?

varliği ve yokluğu mümkün kılan yok olabilir mi ?

 

tanri vardir diyen ile tanri yoktur diyen kişi aynı şeyi savunuyordur.

 

tanri ne vardir ne yoktur o bunları mümkün kılar ancak varlık ve yokluk alanı ile sınırlandırılamaz

 

herşey tamamın içinde bir bütündür ve herşey bütünüyle çifttir

 

denizlerdeki dalgaları görmeyenimiz yoktur kendisini o dalgadan farklı gören kendisinden başka hiçbirşeyin varliğindan emin olmasin.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

değerli arkadaşım,

kendi düşüncenizi açıklamanız ve bunun için ortaya deliller sunmanız çok normal.yazınızın içeriği hakkında hiç bir şey demiyeceğim çünkü konu hakkında burada ahkam kesecek kadar bilgi sahibi değilim.ama 'yalan' kelimesi yazınızda çok eğrelti durmuş bence.sonuçda bu bir inanç ve bu inançın arkasında giden bir çok insan var.onları incitmeme adına başka türlü bir ifade kullanılabilirdi diye düşünüyorum.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sepia arkadaşım tasavvufu biliyorum,bu yüzden fikir sunacak derecede hakimiyetim olduğundan yazıyorum.Bunun dışında arkadaşlar fikirlerinizi sunduğunuz için teşekkür ederim.Zaten kesinlikle doğru söylediğimi iddia etmiyorum,bu sadece bir görüş ve bu dönem düşüncelerim bu yönde böyle olduğunu düşündüm,tezimi yazdım ve savundum,ancak böyle olmayabilir veya yarın başka bir şekilde düşünebilirim.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

TANRI OLMAK (1)

 

 

“Logos ne gizler meramını, ne de açıkça bildirir. Sadece gösterir.”

HERAKLEİTOS

 

 

Tanrı ile bir olmak, giderek Tanrı'nın kendisi olmak şeklinde ifade edilen görüş, insanlığın ilk zamanlarında, ilk uygarlıklarda ortaya çıkmamıştır. Burada tarihsel sürece çok iyi dikkat edilmesi gerekir. Tarih'te önden doğal insan gelir. Doğal insan için tanrılar, belirli görünmeyen özellikleri de olan ruhani enerjilerdir ve bu insanlar için Tanrı fikri dışsal bir yapıdadır. Bunu anlatmak için nasıl Tarih'te hem bir gelişim hem de bir evrim olduğunu ve bu sürecin hem Tanrı'nın tasarısı, hem de insan özünün ideali olduğunu söyleyeceğim. Biraz uzun bir yazı olacak ama lütfen forumdaşlarım sabırlı olsun.

 

Bir gelişim süreci vardır. Bu şudur: Ruh tohumu yavaş, uzun bir yolda tek tek tüm aşamaları tüm ayrıntılarıyla yaşayarak kendini açar. Bir bitki tohumu olarak düşünün. Bu tohum dev bir ağaç olacaktır. Tohum aşamasında onda o dev ağacın uzun, büyük gövdesi, bir sürü dalı falan görülemez. Şimdi bu tohumun "bilinçli", kendinde ruh içeren bir tohum olduğunu düşünün. Bu tohum elbette zorunlu olarak kendini düşünecek, kendi potansiyelinde varolan ağacı hissedecektir. Ancak o ağaç henüz belirmediği, henüz zamanda ortaya çıkmadığı için, kendi potansiyeli üzerine düşüncelerinde doğrular gibi yanlışlara da ulaşacaktır. Doğal insan dediğimiz ilkel paganist insan bu tohumdur.

 

Bir de gelişim ile içiçe girmiş evrim süreci vardır. Erik ağacı çekirdeğinden yetişirmiş, böyle duymuştum. Şimdi o çekirdekte o ağaç potansiyel olarak içerilir. Ama ağaç birazcık büyümeye başladığında çekirdek "yokolur". O çekirdek bir ağaç gövdesine, dallarına dönüşmüştür. Burada bir nitelik sıçraması olmuştur. Başta görünemeyen dallar ve gövdeler görünür kılınmış, başta görünen çekirdek ise "yokolmuştur". Sonra ağaç çiçek açar. Daha sonra o çiçekler yokolarak, bir başka niteliğe, erik meyvesine dönüşür. Biz bir ağaçta 10, 30, 100... erik görürüz. O eriklerden birini yeriz ve işte içinden çekirdek çıkar. Başlangıçta varolan çekirdek, meyve ile kuşanarak geri dönmüştür. Başlangıçta 1 olan çekirdek, şimdi erikle kuşanmış ve 10, 30, 100... olarak geri dönmüştür. Aynı öze dönüş vardır, ama süreç ilerlemiştir. Dairenin bir noktasından daireyi çizmeye başlarız ve aynı noktaya geri döneriz; ama yol, boşuna değildir. Eğer pergeli ilk koyduğumuz yerde kalıp daireyi çizmeseydik, noktada kalır ve asla daireyi keşfedemezdik -böylece daireyi nokta sanırdık.

 

Yahudi mistisizminin bir Kutsal Kitap yorumuna bakalım. Tanrı ilkin Noah (NUH) ile anlaşma yapar. Anlaşmanın nedeni sudan gelir. Noah, sudan kurtarılmış olan canlıdır. Sudan çıkar, kendinden kendi başkasına çıkar ve ışığı görür. Bu anlaşma gökkuşağı anlaşmasıdır. İlk anlaşma canlının ışığı görüşüyle simgelenir. Dahası reel olarak da böyledir. Bu süreç bitkilerin güneşe yönelişidir. İlk anlaşma süreci ışığa yükselişte tamamlanır.

 

İkinci anlaşma sünnettir. Sünnet türümüzün hayvan yönündeki libidonun, yaşam enerjisi olan libidonun, her iki cinste de beliren en yüksek sembolü üzerinden, penis üzerinden yapılır. Ama şimdi dikkat edin. İlk anlaşmada ışığa yönelen bitkisellik aşamamız, kendinden başkaya, böylece kendi çelişiğine, kendi dışına yöneliyor ve yükselişini, bu enerjiyi dışarıdan alıp, başlangıçta dışta olan Güneşle kendini ilişkilendirerek, bir enerjide onunla belirli bir paylaşım yaşıyordu. Ve işte böylece kendi dışına çıkarak kendini aşıyor, kendi başkasını onun enerjisini alarak kendileştiriyordu. Sünnet apaçık bir biçimde hayvani enerjimizin her iki cinsimiz tarafından da kabul edilen en yüksek sembolünün, penisin gücüne aykırıdır. Onu güçten düşürür. Öyleyse hayvani çıkarımıza uygun değildir. Bu anlaşmanın sünnetle tamamlanışı hayvani olan yanımız ile çelişerek, daha yüksek bir aşamaya çıkma istemidir. Sünnet, hayvan aşamamızın tamamlanışını imleyen, Abraham/Avram/İbrahim ile yapılan anlaşmadır. Bu da hayvanlığımızı aşma isteminin belirdiği aşamadır.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Ruhun kendilik bilincine ulaştığı (özbilince ulaştığı) ilk aşama ahlaktır. İlk kez burada insan kendini insan ile ilişkilendirir. Bu ilişkilendirme gelişim açısından baktığımızda yavaş ve uzun ve her evreyi, her yaşantısında tecrübe ederek daha şimdiden Tanrı’nın saf ışık oluşuna, biricik gerçek ve bizi aştığı için de Kutsal olan saflığına uzanan yolun başlangıcıdır. Ama öyle görünür ki bu süreç gerçek bir günah bilincini en yakından ve en iyi görebileceğimiz bir sürecin reflexion’u olarak belirir. İnsan kendi yükselişi için bu kez başkasındaki gereksinimini insanda bulur; ve onu insandan almaya çalışır: Şiddet! Efendi ve köle belirtik olarak Tarih’in bu aşamasında devreye girer. İlk yol şiddettir. Çünkü bu aşamada insan, insan olarak tanınışını isterken hala hayvandır ve aşılması çok zor bir aşamadır. Dikkat ederseniz bitki ve hayvan aşamalarını hızlı geçtim, oradaki gelişimi göstermek yerine yeterli bir imlemini bilginize sunmak ile yetindim. Ama burada göstermeliyim; çünkü bu sizin çok daha fazla yararınıza. Şimdi, insan, insan olarak tanınma arzusunu bu saygıyı başkasından basitçe istese olmaz mıydı? Neden dayatıyor kendini başkalarına? Neden şiddete başvuruyor? Neden binbir biçimde efendi olmak istiyor? Çünkü bir aykırılığı derin bir biçimde yaşıyor. Erik ağacının çiçeği burada açıyor. Bedensel süreçlerini tamamlama aşamasında ruhu kendi için belirtik değildi. Maddesinde ruhu ararken çok çok bulanık ve yetersiz bir biçimde seziyor ama yaşamadığı için ruhu olduğunu bilemiyordu. Şimdi, kendini bir ruh olarak bilebiliyor; çünkü bunu yaşıyor. Şimdi çalmayacak, zina etmeyecek... Bu korkunç bir sarsılma, ikiye ayrılma! Çünkü Varlık ondan bedenine aykırı olanı yapmasını ama sünnet aşamasından çok daha açık bir biçimde ruhuna uygun olanı yapmasını istiyor. Bir insanla anlaşamıyor, barışı deneyecek. Neden ki? Anlaşamazsa öldürsün veya daha iyisi onu köleleştirerek kendi için kullansın. Hayır, onu da kendi gibi bir insan olarak tanıyarak barışı hakim kılmak için elinden geleni yapmalı; çünkü varlıktan bu aşamada çıkan ahlak ondan bunu talebediyor. Bu talep onu yoldan çıkartabilir. Çünkü bu talebe bedeni çok kızacaktır. Dünyaya, yaşam enerjisine uzaklaşıyor. Hep verici olması isteniyor. Çalsa ne güzel! Daha çok maddi varsıllığı olacak ve bedensel gücü çaldığı ölçüde artacak. Gidip birine tecavüz etse, birinin sevgilisini zorla “elde etse” iyi değil miydi, bedenine göre? Ahlak onun yaşama gücünü düşürüyor. Öyleyse günah artacaktır. Yaşama sıkıca tutunmak, yabancılaşmamak için bedensel gücünün erimini, efendiliğini arttırmalıdır.

 

Peki daha önce ahlak yok muydu? Vardı ama doğal bilincin yetersiz karanlık bilinci ile kuşatılıydı –tıpkı ışıkta da yetersiz olması gibi. Tür için paylaşıyordu, ama kendi için gaspetmenin yararını deneyimlemişti. Bilinç yükselince kötülük yükseldi. Sınıflı toplumlar, özel mülkiyet başladı. Yine aynı şekilde iyilik de yükseldi. Dünyevi olana uygunsuz ahlak geldi ve böylece ruhun maddeyle sadece bütünleşik olmadığı, uygunsuzluğu nedeniyle ondan ayrı bir varoluş da taşıdığı salt şu bu bilgenin vecizelerine bırakılmadı ama Tanrı’nın Tarih’i yoluyla, varoluş ile bu süreçte yaşanarak ispatlandı. Bu, şu bu bilgenin meditasyonlarının “yaratıcı”lığına bırakılmadı; bir başka deyişle Tanrı hiç yapmadığı şeyi yine yapmadı, zar atmadı.

 

 

Gücün kötü yolu, bu aşamada onun bilgeliğinin düştüğü yoldu. Efendi olmak,o bu isteğine ulaşamadı: Saygıyı istemişti, yerine maddi varsıllığı aldı. Saygıyı isteyerek, öldürdü; ama ölüler saygı duyamazdı. Saygıyı isteyerek köleleştirdi, ama bir kölenin saygısındaki samimiyete inanılabilir mi ki? Öyleyse ahlak aşamasının tamamlanışı, yükseliş köleler içindi. Tanrı bu yüzden Mısırlılar ile (Efendi sembolü) değil Yahudiler (Köle sembolü) ile anlaştı. Bu aşama bir topluluğun ilk ışıklarının, yabanıl ve terbiyesiz çocukluğunun protipini oluşturacaktı: İsrail, Tanrı’nın ulusu.

Böylece Elohim geldi. Kendi başkalığında kendi kalarak geldi. Ve ilk kez yahudiler için belirtik oldu: Tanrılar ve Tek Tanrı bir ve aynı şeydi. Elohim tekil manayı içerecek şekilde kullanılan çoğul bir sözdü. Her ruhun ister işine gelsin, ister gelmesin özlemle beklediği kıyamete, yani tasarının tamamlanışına daha çok vardı. Tanrı’nın sonsuzluğunun ispatlanışı da yani tümel olan da gelecekti ama daha çok (zaman) vardı. Her ruhun gerçek ispatın varoluşarak gelmeyi istemeye hakkı vardır. Ama insanlar bilmelidir ki bir işin küçük bir bölümü yapılmadan o işin tamamının yapılmasını istemek olanaksızı istemekti. Ve olanaksızı isteyerek de olanaklının tamamlandığında mükemmel olacağını görmek başarılabilecek bir şey olduğu için olanaksızı istemek, bilgi yolculuğunun bir parçası olacaktır zorunlu olarak.

 

 

Herneyse... Tanrı henüz kavram olarak bile değil, semboller aracılığıyla, bu model ulusa, İsrail’e öğretildi. Bir’di: Tanrı; aynı zamanda her bir olan gibi çoktu: tanrılar; ve bu çokluğun tüm belirişi idi: Her Şeye Gücü Yeten... : Tümel olan/Sonsuz. Şimdi izleri sürerek, yani işin küçüğü yapılarak, paganizme yeniden gözatılabilirdi. Semboller aracılığıyla konuşan Tanrı, bunu gizleyecek bir şeyleri, böylece bizden korktuğu bir yanı olduğu için değil, olgun kavrayışa daha çok yol olduğu için yapıyordu –ülkemizin 18 yaşından küçük olanların iradesini ehil, yani özgür bulmaması gibi. Özgürlük Ruh ile gelecekti. Ve daha yüksek yanımız Ruh ile bilinecekti. Biz çift yönlü, çelişik toplumsal kurallar bütününün en kuvvetli belirişi olan ahlaktan geçerek, ancak bu yoldan geçerek ahlaktan özgürleşebilirdik. Bir kural size dışarıdan veriliyorsa bu daima buyruğu içerir –ve bir “polis gücü” de buyruğa uyup uymayacağınızı denetlemelidir. Hatta biri size buyurmasa, “Yapmalısın!” demese bile dışarıdan gelen bir dayatma olarak, yani zorunlu olarak bunu bir buyruk olarak anlayacaksınızdır –çünkü sizinle bütünleşmeyen en az bir yanı vardır. Eğer siz bu buyruklar bütününde, toplumsal yaşayışın sınırları içerisinde kalmaz iseniz o zaman aynı yol çifte gönderimli olur: İyiyi ve kötüyü bilme yoluna girdiğiniz size anlatılır. Ve siz burada bir yoldan çıkan, ikiye ayrılmasına karşın yine de bir tözden olduğunu sezdiğiniz İyiyi ve kötüyü çoook karıştırırsınız. Kutsallığın Ruhu sizinle konuşurken siz mahvolmayı istiyorsanız size kötü, kurtulmayı istiyorsanız iyi gelecektir. Peki on buyruğu da ondan fazla buyruğu veren de sizi ayartıyor mudur? Hayır, insana insan özünün; bu, bizim için ruhun çocukluk aşamasının da verdiği kararda, özgür olma istemimizi kullanıyordur. Eş deyişle bu aşamada, bu aşamadaki insan sadece aynada kendini görüyordur. Olduğu daha şimdiden olacağının anlatımını saklar –eğer Tanrı olsaydım, olduğunda olacağını da görürdüm. Her Şeyi Bildiğim için, zaman ve bengilik aynı şeyin sadece iki yanını oluştururdu benim için.

Şimdi size yakın zaman içinde Kabala’cılardan öğrendiğim bir şeyi anlatacağım. Onların sitesine girdim ve iki video izledim, bir iki kitap indirdim. Fazla da bulunmadım onlarda. N’apayım? Ne kadar seviliyorsam o kadar severim. Benim inandığım kitapların tümünü değil de bir bölümünü seven, benim de tümümü değil bir bölümümü seviyordur. Ben de o bölümümle onların o bölümünü severim; yeterlidir. Bir meramım var bu konuda. Ama bütün işi kendim yapmak da istemiyorum. İnsanlar bir iş yapamazlarsa, özellikle kendi işlerini yaparken kendi işlerinde güçlü değilseler, zorunlu olarak kötülük üretirler. Bu ruhun özü gereğidir. Kabala’cı diyor ki Ruh Tanrı gibi olmak ister: İhsan etmek, vermek ister. Genel doğal alışkanlığımızın (almak) tersini söylüyor; ama doğruyu, çok daha yüksek bir düzeyden doğruyu söylüyor. Veren, ihsan eden, lütfedebilen güçlüdür. O alacağını zaten verebildiği için güçlüdür. Ve ruh kendini ancak verebilecek... gücü taşıdığı ölçüde sever. Ya da? Ya da karanlığa sapar, şeytan ve ondan olanlar gibi efendiliğe çevirir, paylaşmanın yüceliğini –tıpkı ışık beyaz iken gölgesinin siyah olması gibi. Öyleyse, ne denli egemen ise o denli Tanrı’ya yaklaşır. İki yoldan da gidebilir: Zorla tanrılık taslamak veya Tanrı’nın tanrısallığı öğretişinde söz dinler olmak...

 

İnsan Tanrı olmayı isterken haklıdır. Hallac-ı Mansur haklıdır. Ruhbilim’in en büyük kuramcılarından biri olan ve insanın bu istemini Tasavvuf’ta değil de onun zihinsel süreçlerinin çözümlenmesinde bulan Adler de haklıdır. İnsanın Tanrı olamayacağına, bunu felsefesinde Tanrı varolmadığından “boş bir çaba” olduğunu söyleyen Sartre de bu istemi bulduğu için haklıdır... İmanlıyım ki (yani eminim ki) Tarih’te daha pek çok örneği var bu istemin fenomenal belirişlerinin. Ya sorunun yanıtı? Olabilir miyiz? Çılgınca bir yanıt: Evet, sonuna kadar dayanan sadece kurtulmak ile kalmayıp, bu kurtuluşu en yüksek düzeyde de tadacaktır. Peki nasıl? Telepati çalışsak, telekinezi? İnançların gizemlerinde arasak, kutsallığın doğrudan ya da dolaylı olabileceği her yazıyı... araştırsak? En azından peygamberlik edebilmek için yalvarsak Tanrı’ya? Offf, ne mutsuz bir bilincimiz var; tam da işin aklını bulmaya çalışırken sevimli bir gemi yaptık, kağıttan gemi! Tanrı’da kaybolmuş olabilir miyiz? Allah’ta yokolmak derdi Tasavvuf, Spinoza’nın kötücüllük içeren bir yorumu gibi, herşeyi Tanrı’nın yaptığı, hiçkimsenin hiçbir şey yapmadığı bir şey, veya Kafka’nın Şato’sundaki gibi “ölçüm”cü K. gibi, Tanrı karşısında hiçlik içinde olmanın varoluşşsal saçmalık duygusuna düşmekten, sürekli bu yazgıya toslamaktan kurtulamamak gibi...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Ama konuyu yanlış anladık! Ve günaha yenildik. İnsanın yükselişinde sandık ki, insan kendi gelişimiyle, kendi evrimiyle Tanrı olmaya ilerliyor. Tanrı yokmuş gibi anladık. Eğer bütünüyle kendi çabamızla Tanrı, hiç değilse Tanrı gibi olacaksak Tanrı yoktur, çünkü böyle bir tasarı için Tanrı’ya gerek yoktur. Tarih bizimdir sadece, ne şeytanların, ne Tanrı’nın: Bizimdir! Bu aşamada biz Gerçek İsrail, Yahudi gibi Yahudi olmayandan da oluşan biz kıyılara sürüklenmiş topluluk, bir yerlere gideceğiz, bu kesin: Hiçliğe, kurtuluşa; göklerde belirli mertebeler kazanan belirli ruhlar olmaya, tanrılar olmaya... gideceğiz. Ama nereye? Kaybolduk! Kavramın izleri burada, ama bırakın olgusallığıyla anlatılan bir sembol olan olgusallığındaki sonsuz gücünü (Tanrı) ya da her birimizin ideal benliği, yeterli/doymuş olarak da olsa idealine ulaşmış benliği (tanrılar) olmayı biz deneyimlerimizin sonucu dağılmışız. Öyleyse sahne son bir kez daha kurulmalı. Herkesin kendini ifade edebileceği, dahası oyunda kendini bulabileceği bir perde daha olmalı. Şeytan, cinler, melekler, insanlar, hatta Tanrı’nın kendisi bu sahnede olmalı. Evet, bizzat Tanrı’nın kendisi gelmeli. Çelişkisinde birliği yaşamalı, ikiden bir yaratmanın izlerini koymalı. Öyle ki birden de üç olabilsin. Ki tanrılar üçüncüde belirsin. Bu Tarih’in çekirdeğinde belirmesinden çok daha verimli bir yolu olacaktır tanrıların. Evet, hepsi gelsin; Tarih’teki tüm gerçeklerden “daha gerçek” olan bir oyun oynansın. Herkes o oyunda kendini bulsun da özgürce geleceğini belirlesin. Tanrı da gelsin; çekinmesin biz günahkarlardan/“köpek”lerden, gelsin. Eh, herhalde dünya yaratıcısını çiçeklerle karşılamayı biliyordur. Şu bu dandik devletlerin dandik başkanları olan yozlaşmış maymunları karşılamayı biliyor da Yüce Yaradan’ını mı karşılamayı bilmiyor? Herhalde herkes özde O olmak ister iken, kıskançlık yüzünden gücenerek ona karşı köpekleşecek falan değil. Böyle olursa bu iş daha çook gizem barındırır. Tanrı da neredeyse zorla dolu bir sevgiyle yazgısını yazgısı tanrılar olmak olan bir kimsesizler topluluğu üzerine, fenomenal olarak kıyılardakilerden bir topluluğa kurar. Ve Yüce Tanrım, hikaye iyice anlaşılmaz hale gelir. Kıyıya atılmışlardan, onların arasından oluşan bir İsrail mi? Aradıkları orada mı? Ama onları kıyıya atan dünya, kıyıya atan şeytan değil miydi? Bu iş, pek büyük şahsiyetlerin, kuklalar ile onların oynatıcısının işi değil miydi? Ya istenmeyenlerin zorla gerçekleştirdiği sevgi? Tanrım, yoksa iman edenler bu İsrail’den miydiler? Belki de gelirse neden her ruh özde Tanrı olmak ister iken, en çok Tanrı’dan, dolayısıyla da Tanrı olma fikrinden nefret eder; bu çelişkiye açıklık getirebilir. Neden çaresizliğinde utanmayı bilmişlerden oluşan bir seçilmişler ile özde aynı yazgıyı içerir Tanrı’nın Tarih tasarımı, buna dahi açıklık getirebilir? Nasıl herşeyin mükemmel olduğunun izlerini varedebilir belki –(ne) katlanılmaz ve (ne) gerçek bir fikir... Gelirse dünyanın durumunu O’na izah edebiliriz belki. “Efendim, bilmiyorduk da ondan oldu.” Öyle miydi? Anlatır “göz göre göre” yaptıklarımızı, yapacaklarımızı...

 

 

Evet, gelsin. Pek değerli kafalarımız karışmış olabilir çünkü. Gelsin O öğretsin bize Tanrı olma istemimizin derinliklerini. O zaman belki bir şansımız olur. Simgelerin izlerini süreriz yüreklerimizde, O’nunla da kavrarız varsa tanrısallığımızı bir gün; belli mi olur? Hem bizim tanrılar olmamızı istiyorsa bir bakmışsınız bir gün de gücünü bizimle paylaşıvermiş, belli mi olur? En iyisi O gelsin. Bakın ben bu kadar yazdım, üstelik hiç anlatamayacağım acılar içinde. Eh artık, sevgili forumdaşlarım, çağırmak da size kalmış. Gidin çağırın, gelsin. Gelsin de şu konuya bir açıklık getiriversin...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...