Jump to content

Platon’un Gözünden Filozofların Filozofu: Socrates


nevermore

Önerilen Mesajlar

- Bir insan havuza da düşse, denizin ortasına da düşse, yapacağı iş yüzmektir, değil mi?

 

- Şüphesiz.

 

- Öyleyse, biz de yüzmeye başlayalım. Belki bir yunus sırtına alır bizi, beklenmedik bir şey olur da işin içinden çıkarız.

 

http://indigodergisi.com/58/socrates7.jpg (Devlet 453 D)

Filozof denince; herhangi bir coğrafyada, küçük büyük herkesin aklına ilk gelen isimdir Socrates. Büyük dâhi, ironi ustası, bilgi ebesi… Daha nice isimler verilebilir ona. Birçoğumuz tarafından ‘sıkıcı’ diye nitelenen felsefenin, aslında ne kadar keyifli ve ondan da çok ne kadar faydalı, gerekli hatta zorunlu bir uğraş olduğunu bize kanıtlar. Socrates, kelimenin tam manasıyla bir filozof (bilgi aşığı) olmakla birlikte, bilgiyi sevdiren bir kişiliktir.

 

Bugün çocuklarımıza sadece onun dialoglarını okutmak, yepyeni ve sağlam bir düşünce iklimini oluşturacaktır. Düşünmeyi ve bilgiyi seven bir neslin yetişmesi için gerçek bir besin kaynağıdır. Burada, onu en kapsamlı bir şekilde bizlerle tanıştıran Antik Yunan çağı düşünürü Platon’un eserlerinden parçalara geçmeden önce, Socrates’in yaşadığı çağın düşünce ortamına bir göz atmak, onu çok daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.

 

Atina’da değerler anarşisi

Batı felsefesinin yaklaşık 2600 yıllık tarihinin başlangıcı ve ardından gelen tüm düşünürlerin ilk atası sayılan Thales’ten (M.Ö. 625-545), kabaca, eski materyalist okulun şefi Demokritos’a (M.Ö. 460-370) kadar süren zaman diliminde, Antik Yunan felsefesinde evrenin bilimsel bir tablosunu oluşturabilmek adına girişilmiş ilk denemeler gerçekleşir. Bu ilk felsefenin ilgi odağı tabiat ve eşyanın başlangıcı ile varlık ve oluş sorunudur.

 

http://indigodergisi.com/58/socrates.jpg

 

Bu dönemi takip eden yüzyılda ise; Atina’daki demokratik gelişme, siyasi-iktisadi kalkınma belli bir yetişme gereksinimi ortaya çıkarır. Bilgi’nin, daha önceki yıllarda mevcut olan teorik ve spekülatif çerçevesi toplumun gelişmekte olan yaşam biçimi için dar ve yetersiz gelmeye başlar. Bilgi’nin pratik ve sosyal bir değere sahip olması gerekliliği, düşünürlerce kozmos ve oluş sorununun bir kenara bırakılması sonucunu doğurur.

 

Yeni düzene ayak uydurmanın zorunluluğuna inanan ve dikkatlerini doğa ve evrenden, insan ve insan zihnine kaydıran yeni düşünürler, Sofistler’dir. Onlara göre bilgi, teorik bir merakı gidermek için değildir. O, pratiğin yani gerçek hayatın emrinde olmalıdır. Bu açıdan, felsefeyi bir bakıma göklerden yere indirmeleri ve İnsan’ı değer konusu haline getirmelerinin faydaları olmuştur.

 

Fakat bilindiği üzere, ‘Sofist’ (bilgili kişi) sözcüğünün günümüze kadar gelen, küçümseme amaçlı kullanılan bir manası vardır. Takdir edilmesi ve ciddiye alınması gereken Protagoras, Gorgias, Hippias gibi ilk dönem sofistlerini tenzih etmek suretiyle, bu olumsuz anlamı yerleştiren, sonradan yetişen ikinci dönem sofistleridir. Felsefe işini oyuna, safsataya çeviren bu felsefeciler yalnız bilimi değil, bütün hayatı tehlikeye sürükleyecek sonuçlara varmıştır. Örneğin Euthydemos adlı bir düşünür şöyle der: “Her şey, herkesindir. Yanılma diye bir şey yoktur. Çünkü söylenen şey, düşünülen bir şey olduğundan, var olan bir şeydir de.” Gerçek diyalektik (gerçekliği ve onun çelişmelerini incelemeye yarayan ve bu çelişmeleri aşmayı sağlayan yolları aramayı öngören akıl yürütme yöntemi) bir bayağı kavga tekniği ve laf salatasına dönerken, bireyciliğin aşırı beslenmesi sonucu da ahlakta anarşi söz konusu olur. Buna örnek, başka bir sofist olan Thrasymakhos’dan bulunabilir. Şöyle der: “Adalet, güçlünün işine gelendir. Doğru olan budur.” Bu gidişat, doğal olarak din alanına da sıçrar. Kritias, dinin tamamıyla politik hesaplarla uydurulmuş, devlet adamlarının uyruklarını itaat ettirmek için icat ettikleri bir şey olduğunu bildirir.

 

Bu son dönem sofistleri, tümel olarak geçen hiçbir ölçü ayakta bırakmamış, otorite ve geleneği sarsarken, toplumu değer anarşisi içerisinde bırakmışlardır. Bu karmaşaya “Dur!” diyebilen ilk kişi ise, Socrates olmuştur.

 

 

 

Socrates: Hakikat’in peşinde bir fikir şövalyesi

http://indigodergisi.com/58/socrates3.jpg

Heykeltıraş Sophroniskos ile ebe Phainarete’nin oğlu Socrates, M.Ö. 469 yılında doğdu. Bir süre baba mesleğini denedikten sonra filozof Arkhelaos’un öğrencisi oldu. Kendilerinden ders aldığı sofistlerin çok tehlikeli bir iş görmekte olduklarını görmekte gecikmedi. Bundan sonraki ömrünü onlarla mücadele ederek geçirdi.

 

Aslında Socrates de karşılarında durduğu sofistler gibi, insan hayatının pratik sorunlarıyla ilgilenir. Yalnız, sadece faydayı gözeten pragmatist (Pragmatizm: Bilgiyi insanın hizmetinde bir araç biçiminde değerlendiren ve başarıyı, menfaati gerçeğin tek ölçütü olarak benimseyen öğreti) sofistlerin aksine o, bu soruna derin bir ahlaki ciddiyetle yaklaşır. Sofistlerin bilgi konusunda rölativist (“Herkesin doğrusu kendisine” diyen, her türlü evrensel kuralı dışlayan) bakış açısının tersine o, sağlam ve herkesi bağlayan bilgilere ulaşmaya çabalar. Doksa’nın (sanı) karşısına Episteme’yi (bilgi) koyar. Fakat episteme, hazır ve hemen öğrenilebilecek bir şey değildir. Ona, birlikte çalışılarak ulaşılır. Socrates, sofist öğretmenler gibi halihazırda bildiğini iddia ettiği doğruyu dayatmaz. Ruhta doğuştan saklı olan ve tüm insanlığa ait ortak doğruları, soru-cevap diyalog yöntemiyle muhatabından, tabir-i caizse, doğurtur.

 

Herhangi bir akıma bağlı değildir. Ardında, düşüncelerini bildirdiği/savunduğu hiçbir metin bırakmadığı gibi, öğrenci yetiştirmek için bir okul da kurmamıştır. Çarşı-pazar ve meydanlarda dolaşarak yaş, meslek, sosyal sınıf farkı gözetmeden rastladığı insanlarla sohbet eder. Kendisini garip bulacakları hatta sinirlenebilecekleri olasılığından korkmadan bu insanlara neden herkes tarafından, sorgulanmadan kabul edilen şeylere inandıklarını ve hayatın anlamının onlara göre ne olduğunu sorar. Ona göre, düşüncelerimizin, yargılarımızın ve yaşam biçimimizin yanlış olduğu, asla ve asla, çoğunluğun görüşleriyle ters düştüğümüz gerçeğinden yola çıkarak kanıtlanamaz. Bizi endişelendirmesi gereken, bize karşı olan insanların çokluğu değil, bize karşı olmalarının altında yatan sağlam nedenler olmalıdır.

 

http://indigodergisi.com/58/socrates6.jpg

 

Herhangi bir konuda bizim yanlış olduğumuzu söyleyen muhatabımız, tüm toplum tarafından otorite olarak kabul ediliyor da olabilir. Şurası bir gerçek ki, otoriter bir tavırla dile getirilen kötü bir düşünce, nasıl oluşturulduğuna dair sağlam bir argümantasyon getiremese de, bir süre için hakikat değeri taşıyor gibi görünebilir. Ancak onay ve kabullenişimizi, yalnızca karşımızdakilerin sayıca çokluğuna veya otoritesine dayandırırsak, onlara hak etmedikleri halde saygı duymaya başlayabiliriz. Bu son derece tehlikeli durum karşısında Socrates, bizi eleştirenlerin yargıya varmak için kullandıkları mantıksal yöntemler üzerinde durmamız gerektiğini söyler. Bu da onun kullandığı soru-cevap diyalog ve karşıtlıklar içinde ilerleyen karşılıklı konuşma yöntemi olan diyalektik ile mümkündür.

 

Yöntemi şematik olarak kısaca şöyledir: Konuşmanın başında kendisinin hiçbir şey bilmediğini söyler. Karşısındaki de onun aksine hep bilgisine güvenmektedir. Genelde verdikleri tanımlar derme çatma şeylerdir. Sokrates’in ünlü ironisi (Alaysılama: Kendisinin bir şey bilmediğini öne sürüp sorular sorarak karşısındakinin bir şey bilmediğini ortaya çıkarma) burada başlar. Konuştuğu kişinin, sohbet sonunda kendi kendisini ‘değilleme’sini sağlamak suretiyle, onda saklı olan doğruyu doğurtur. Zaten bu tekniğine verdiği ad olan maieutike, doğum yardımcılığı anlamına gelir.

http://indigodergisi.com/58/socrates5.jpg

Socrates’in kavramsal hakikati araması yalnız ahlaki kaygılarladır. İnsanın ahlakça kendisini eğitmesi ile bilim ona göre aynı şeylerdir. Erdem ile bilgi özdeştir. Doğru bilgi, doğru eyleme ulaştırır. Şöyle der: “Hiç kimse bile bile kötülük işlemez, kötülük bilginin eksikliğinden gelir”. (Henüz Hristiyanlığın doğmadığı ve günah kavramının bulunmadığı Antik Yunan düşünce ortamında, insanın bile bile kötüyü seçebileceği gerçeğine vakıf olunmaması son derece doğaldır).

 

Socrates bir de, içinde bir Daimonion’un (Socrates’in Cini de denen, vicdan sesi anlamına gelen kavram) olduğunu söyler. Bunu içindeki Tanrısal ses olarak yorumlar. Bundan anlayabileceğimiz şey de; Tanrılar’ın sesini içimizde, gönlümüzde duymamız ve onu dış belirtilerde aramamamız gerektiğidir. Halk dininin boş inançlardan arınmasını arzu eden Socrates 70 yaşındayken, “Gençliği baştan çıkarmak ve Atina’ya yeni Tanrılar getirmeye kalkışmak” bahanesiyle, üç Atinalı tarafından – şair Meletos, siyasetçi Anytos ve hatip Lykon -- mahkemeye verilmiştir. Onu suçlayanlar düşünceleri ayırt etme kabiliyeti fakirliğinden dolayı onu Sofist saymışlardır. Mahkemede iddiaları kibarca dinler, sonradan Platon’un kaleme aldığı Apologia’dan (Sokrates’in Savunması) öğrendiğimize göre savunmasını yapar: “[…] genç, yaşlı demeden, hepinizi sıfatınızı ve mülkünüzü düşünmemeye, önce ve esas olarak ruhun en büyük ıslahı için tasalanmaya ikna etmekti bütün yaptığım. Benim felsefem budur ve gençliği yozlaştıran bu öğretiyse, benim gerçekten yıkıcı bir etkim var demektir. Bu yüzden, Atinalılar, ister Anytos’un dediği gibi yapın, ister yapmayın ve beni ister beraat ettirin ister etmeyin; ama ne yaparsanız yapın, bin kere ölmek zorunda kalsam da davranışlarımı değiştirmeyeceğimi bilin.” Socrates sanki bir kehanette bulunmuştu. Jüri karar vermek için son kez toplandığında 500 kişiden 360’ı onun idam edilmesinden yana oy kullandı. Hapishaneden de kaçabilirdi, çünkü sevenleri ona kaçış yolunu hazırlamıştı. O bunu kabul etmedi. 399 yılının mayıs ayında baldıran zehrini içerek öldü.

 

Socrates geride hiçbir yazı bırakmadığı için, hayatı ve öğretisi için başlıca kaynaklarımız takipçileri Platon ve Ksenophanes’tir. Platon’un hemen tüm eserlerinde konuşan kişi odur. Bir devlet adamı olan Ksenophanes’in eseri Socrates’ten Anılar , Platon gibi filozofu derinden kavrayamamıştır. Socrates, Platon felsefesindeki verimli alanın bütününe nüfuz etmiştir. Nasıl ki Socrates tüm bilginin hatırlamaktan ibaret olduğunu söyleyerek insanoğlunu güzel bir şekilde Tanrısal varlığa bağlamışsa, Platon da ona böyle ayrıştırılamaz bir şekilde bağlıdır ve onun için tüm bilgi ancak Socrates ile birlikteyse vardır. Bu sebeple, Platon’un gözünden Socrates’e bakmak, onunla birebir tanışmak anlamına gelecektir. Platon’un en ünlü eseri Devlet’te, Zengin Tüccar Kephalos’un oğlu Polemarkhos ile Socrates arasında geçen diyalogu okuyarak filozofun ‘doğruluk’ anlayışı ve yöntemini birebir görebiliriz.

 

 

 

“Doğruluk Nedir?”http://indigodergisi.com/58/socrates2.jpg

 

Devlet, 331 E – 334 B

 

Socrates: Söyle bakalım, Simonides doğruluk üzerine ne demiş ki haklı buluyorsun?

 

Polemarkhos: Doğruluk, herkese borçlu olduğumuz şeyi ödemektir, demiş.

 

S: Evet, Simonides'e inanmamak kolay değil çünkü o Tanrı gibi akıllı bir insandır. Ama onun sözlerini belki sen Polemarkhos anlayabilirsin; ben anlayamıyorum. Demin, biri birine bir şey emanet eder de, öteki artık aklı başında değilken emanetinin geri verilmesini isterse, o şeyi vermeli mi vermemeli mi diye konuşmuştuk; belli ki Simonides bunu kastetmiştir. Bununla birlikte bu emanet bir borçtur, değil mi?

 

P: Evet.

 

S: Emanetini aklı başında olmayan biri geri isteyecek olursa, o zaman asla vermemeli, değil mi?

 

P: Evet

 

S: O halde, borcun geri verilmesi doğrudur, demekle; anlaşılan Simonides başka bir şey söylemek istiyor.

 

P: Zeus hakkı için! Gerçekten, başka bir şey söylemek istiyor. Çünkü onun fikri şudur: Doğruların borcu dostlara iyilik etmektir, kötülük etmek değil.

 

S: Anlıyorum. Alanla veren dostsa, alınanın geri verilmesi zaralı oluyorsa, aldığını geri veren borcunu ödemiş olmaz. Sence Simonides'in demek istediği bu değil mi?

 

P: Tam da bu.

 

S: Peki, düşmana bir şey borçluysak, geri vermeli miyiz?

 

P: Şüphesiz, ne borçluysak, onu vermeliyiz. Düşman düşmana, bence ancak kötülük borçludur; ona düşen de budur.

 

S: Görülüyor ki Simonides doğruluğun ne olduğunu bir bilmece şeklinde şairce söyledi; çünkü besbelli ki o, doğruluk herkese hakkını vermektir demek istiyor; buna da 'borç' diyor.

 

P: Peki, buna bir diyeceğin var mı?

 

S: Biri şöyle sorsaydı: 'Simonides, bir sanat, hekimlik adını almak için, neye neyi borç ve hak olarak vermelidir?' Simonides ne cevap verirdi sanırsın?

 

P: Şüphesiz, 'Bedenlere ilaç ve yiyecek, içecek vermelidir' derdi.

 

S: Bir sanat, aşçılık adını almak için, neye neyi borç ve hak olarak vermelidir?

 

P: Katıklara tuz, biber vermelidir.

 

S: Peki, öyleyse, kimlere ne veren sanata doğruluk denebilir?

 

P: Önce dediklerimize uymak gerekirse Socrates, dosta fayda, düşmana zarar veren sanata.

 

S: O halde Simonides, 'Doğruluk dosta iyilik, düşmana kötülük etmektir' demek istiyor değil mi?

 

P: Öyle sanırım.

 

S: Peki, hastalık sağlık konularında, hastalıklarında dosta iyilik düşmana kötülük etmek en çok kimin elinden gelir?

 

P: Hekimin.

 

S: Ya deniz yolculuklarında, tehlike baş gösterince, dosta iyilik, düşmana kötülük en çok kimin elinden gelir?

 

P: Kaptanın.

 

http://indigodergisi.com/58/socrates4.jpg

 

S: Doğru adama gelince, onun hangi işte dosta faydası, düşmana zararı dokunabilir?

 

P: Savaşta, düşmana saldırmak, dosta yardım etmekte, sanırım.

 

S: Peki ama, azizim Polemarkhos, hasta olmayanlara hekim faydasızdır, değil mi?

 

P: Doğru.

 

S: Deniz yolculuğuna çıkmayanlara da kaptan faydasızdır, değil mi?

 

P: Evet.

 

S: Savaşmayanlara da doğru adam faydasızdır, değil mi?

 

P: Hiç öyle şey olur mu!!!

 

S: O halde doğruluk barışta da faydalıdır, değil mi?

 

P: Evet, barışta da faydalıdır.

 

S: Çiftçilik de faydalıdır, değil mi?

 

P: Evet.

 

S: Ürün elde etmek bakımından, değil mi?

 

P: Evet.

 

S: Ya ayakkabıcılık, o da faydalıdır, değil mi?

 

P: Evet.

 

S: Bize ayakkabı sağladığı için mi dersin?

 

P: Şüphesiz.

 

S: Doğruluğa gelince, sence o, barış zamanında neyin kullanılmasında veya sağlanmasında faydalıdır?

 

P: Ticaret sözleşmelerinde Socrates.

 

S: Ticaret sözleşmelerinden ortaklığı mı anlıyorsun, yoksa başka bir şeyi mi?

 

P: Şüphesiz, ortaklığı.

 

S: Peki, tavla oyununda hangisi daha iyi, daha faydalı ortaktır? Doğru adam mı, yoksa iyi oyuncu mu?

 

P: İyi oyuncu.

 

S: Ya tuğlaları ve taşları yerine koymakta doğru adam; duvarcıdan daha faydalı, daha iyi iş ortağı mıdır dersin?

 

P: Şüphesiz hayır.

 

S: Kitaracı mızrabı iyi kullanmakta doğru adamdan üstün olduğuna göre, doğru adam bir ortakla yapılan hangi işte kitaracıdan daha iyi bir ortaktır?

 

P: Para işleri ortaklığında, sanırım.

 

S: Yalnız, Polemarkhos, para ile ortaklaşa bir at almak ya da satmak istesen, doğru adamla değil, attan anlayanla ortak olursun, değil mi?

 

P: Söylediklerimizden bu çıkıyor.

 

S: Gümüşün veya altının ortaklaşa işlerde kullanılması gerekirse, bu işlerin hangilerinde doğru adam başkalarından daha faydalı olacaktır?

 

P: Paranın bir yana konup emniyette bulunması gerektiği zaman Sokrates.

 

S: Yani para hiç kullanılmayınca, işlemeyince demek istiyorsun, öyle mi?

 

P: Şüphesiz öyle.

 

S: Demek ki doğruluk, paranın bir işe yaramadığı zaman faydalıdır.

 

P: Öyle olacak.

 

S: Yani, bir bağcı bıçağın olsa, onu saklatmak istediğin zaman doğru adama, kullandırmak istediğin zaman bağcıya verirsin, değil mi?

 

P: Öyle.

 

S: Demek, her işte doğruluk, kullanma oldu mu faydasız, kullanma olmadı mı faydalıdır.

 

P: Öyle görünüyor.

 

S: İyi ama dostum, doğruluk, yalnız kullanılmayan şeylerde faydalıysa, onun bir değeri olmasa gerek. Şimdi şunu araştıralım: Yumruk döğüşünde veya başka bir dövüşte vurmasını çok iyi bilen, kendini korumasını da çok iyi bilir, değil mi?

 

P: Şüphesiz.

 

S: Peki, bir orduyu korumasını en iyi kim bilir? Düşmanın niyetlerini gizlice öğrenmesini, sırlarını çalmasını bilen, değil mi?

 

P: Elbette

 

S: O halde bir şeyin usta koruyucusu, bekçisi, aynı zamanda o şeyin usta hırsızıdır.

 

P: Evet.

 

S: Öyleyse, doğru adam, paraya bekçilik etmesini biliyorsa, çalmasını da bilir.

 

P: Ne diyeyim? Söylediklerimizden bu çıkıyor.

 

S: O halde, doğru adamın bir hırsız olduğu ortaya çıkıyor. Anlaşılıyor ki hem sana, hem Simonides'e göre doğruluk bir tür hırsızlık sanatıdır, tabii dosta faydalı, düşmana zararlı olmak şartıyla... Öyle demek istiyordun, değil mi?

 

P: Hayır, Zeus hakkı için! Ne dediğimi artık bilmiyorum!

 

Kaynakça:

Devlet, Platon

Socrates’ın Savunması, Platon

Felsefenin Tesellisi, Alain de Botton

İroni Kavramı/ Socrates’e Yoğun Göndermelerle, Soren Kierkegaard

Felsefe Tarihi, Prof. Macit Gökberk

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...