Jump to content

Nikholas Flamel


nevermore

Önerilen Mesajlar

Flamel.jpg

 

Simya tarihinin kesinlikle en ilginç hikâyelerinden biri de, Fransız ustaların en başarılısı ve en ünlüsü Nicholas Flamel’in (1330-1418) hikâyesidir. O’nun hayatında dönüm noktası oluşturan olayı kendi sözleriyle buraya aktarıyorum.

“Ben, Arzuhalci, Nicholas Flamel, 1399 yılında Paris’te Boucherie’de Saint James kilisesi yakınlarında Noterler Sokağında yaşıyorum. Yoksul bir aileden geldiğim için pek Latince öğrenemedim. Ailem yoksul olmasına rağmen, beni en çok kıskanan insanların bile kabul ettiği üzere dürüst ve iyi insanlardı. Latince bilmesem de Tanrı’nın lütfüyle filozofların kitaplarını anlayabiliyordum, onları öğrendim ve belli bir bilgi edindim, hatta bu kitaplardaki sırlara vakıf olabildim. İyi ve yüce Tanrı’nın bana bahşetmiş olduğu bu nimetleri hatırlamadığım ve bunlar için ona şükretmediğim tek bir anım olmamıştır. Anne ve babamın ölümünden sonra, ben, Nicholas Flamel, hayatımı yazarak, dilekçe hazırlayarak, kazanmaya başladım. Bir süre sonra elime çok büyük, eski, ciltli bir kitap geçti ve bu kitabı iki florine aldım.

“Diğer kitaplar gibi kâğıttan veya parşömenden değil, ağaç kabuğundan yapılmıştı; tahmin ederim bunlar genç ağaçlardı. Kapağı tunçtu, çok iyi ciltlenmişti ve üzerinde benim Yunanca veya benzeri bir dile ait sandığım tuhaf harfler işlenmişti. Tek bildiğim onları okuyamadığımdı, içindeki yazılar da demir bir kalemle veya çiviyle bahsettiğim ağaç kabuklarına işlenmişti. İşlemeler çok güzel Latin harflerle ve ustalıkla yapılmış, ilginç renklere boyanmıştı.

“Kitap üç kere yedi sayfadan oluşuyordu, her cildin üstüne numarası yazılmıştı, her yedi yaprakta yazılar yerine resimler, şekiller ve insan figürleri vardı. İlk yedi yapraklı bölümün ilk sayfasında bir yılan tarafından yutulan bir bakire, ikinci yedi yaprağın girişinde bir çarmıha sarılı bir yılan, üçüncüsündeyse birçok güçlü pınarla sulanan bir çöl vardı. Bu pınarların her birinden yılanlar çıkıyor ve oraya buraya gidiyordu. İlk yazılı yaprağa altın harflerle şu cümle oyulmuştu: “Musevi Abraham, Prens, Rahip, Levite, Astrolog ve Filozof, Tanrı’nın gazabıyla Fransa’nın çeşitli yerlerine dağılmış olan Musevi halkı için, İsrail Tanrı’sının adıyla sağlık diler.

“Bunu, bir rahip veya kâtip olmadan kitabı açıp içine bakacak kişiye yönelik olarak, Maranatha isminin sürekli tekrar edildiği beddualar ve lanetler takip ediyordu.

“Bu kitabı bana satan kişi, onu çok küçük bir fiyatla satın alan benim kadar değerinden habersiz olmalıydı. Onun zavallı bir Musevi’den çalındığından veya Musevilere ait eski bir yerde gizlenmiş olarak bulunduğundan kuşkulanıyorum. İkinci yaprakta bahsedilen Abraham halkına nasihatler veriyor, onlara günahlardan ve en önemlisi putperestlikten kaçınmalarını ve geldiği zaman dünyanın bütün krallarının yerine geçip hüküm sürecek ve kendi halkıyla sonsuz bir zaferle yaşayacak olan Mesih’i sabırla beklemelerini vaaz ediyordu. Hiç kuşku yok ki bu Abraham çok bilgili ve idrak sahibi biriydi. Yazılı yaprakların üçüncü ve sonuncusunda açık seçik sözlerle bu esir halka Roma imparatorlarına vergilerini vermesi ve burada bahsedemeyeceğim diğer amaçlarda yardımcı olması için metallerin dönüşümünü anlatıyordu. Kitabın kenarlarına simya aygıtlarının resmini çizmişti, tüm sayfalar renkliydi, ancak İlk Amil’le ilgili (Prime Agent) tek bir kelime bile söylemiyordu. Sadece onu dördüncü ve beşinci yapraklarda ayrıntılarıyla çizip süslediğini söylüyordu. Bu süslemelerdeki ustalığa rağmen, onları ancak Musevi Kabala’da ileri bilgiye sahip olup filozofların eserlerini çok iyi incelemiş insanlar anlayabilirdi.

“Dördüncü ve beşinci yapraklar da herhangi bir yazı yoktu, bu yapraklar çok büyük bir zarafetle tasarlanmış renkli şekillerle doluydu. Dördüncü yaprağın ön yüzünde kanatlı ayakkabıları olan ve elinde yılanlı bir asa taşıyan genç bir adam vardı. Asaya iki yılan sarılmıştı, genç adam bu asayla başındaki miğfere dokunuyordu. Onun Yunan Tanrısı Merkür’ü temsil ettiğini düşündüm. Başının üzerinde bir kum saati olan ve elinde ölüm meleği gibi bir tırpan tutan yaşlı bir adam kanatlarını açmış olarak ona yönelmişti ve elindeki tırpanla Merkür’ün ayaklarını biçiyordu. Dördüncü yaprağın arka sayfasında çok yüksek bir dağın zirvesine resmedilmiş çok güzel bir çiçek vardı. Çiçek kuzey rüzgârıyla eğilmişti. Bitkinin gövdesi mavi, çiçekleri kırmızı ve beyazdı, yaprakları değerli altın gibi parıldıyordu, etrafında Kuzey’in ejderhaları ve grifinleri yuva yapmış yaşıyordu. Beşinci yaprağın ön yüzünde, çok güzel bir bahçe ve bahçenin ortasında çiçekler açmış bir gül ağacı vardı, ağacın yanında içi boş bir meşe ağacı vardı. Meşe ağacının dibinden bembeyaz bir su fışkırıyordu. Bu pınarın suyu dümdüz aşağıya iniyor, onu aramak için toprağı kazan insanların ellerine değerek akıp gidiyordu. Bu insanlardan yalnızca biri suyu görüyordu. Beşinci yaprağın öteki yüzünde elinde büyük bir kılıç tutan bir kral vardı, askerlerinin önündeki sayısız çocuğu katletmesine neden olmuştu, anneler katledilmiş çocuklarının cesetleri yanında ağlıyordu. Akan kanlardan oluşan dere başka askerler tarafından büyük bir kabın içine toplanıyordu. Bu kabın içinde Ay ve Güneş yıkanıyordu. Bu resmin Herod tarafından katledilen çocukları anlattığını anlayınca, kitapta bahsedilen sanatın ana kısmını çözmüş oldum ve bu kitabın Kutsal Bilimin hiyeroglif sembollerini içerdiğini keşfettim.

“Şu ana kadar size ilk beş yaprağın içeriğini anlattım, fakat diğer sayfalarda Latin harflerle açık seçik yazılmış olanlardan bahsetmeyeceğim, yoksa bütün insanlığın kafasını tek bir darbede uçurabilmek için, onların yalnızca tek bir başa sahip olması gerektiğini dileyen günahkârdan daha büyük bir günah işleyeceğim için Tanrı bana varlığını hissettirecektir.

“Bu değerli kitaba sahip olduktan sonra, gece gündüz onu incelemek dışında neredeyse hiçbir şey yapmadım, orada anlatılan süreçler hakkında çok az bir bilgi sahibi olabildim, başkaca bir şey bilmiyordum. Bu yüzden sanata hiçbir şekilde başlayamadım ve bu beni çok üzdü ve bir buhrana soktu.

“Kısa bir zaman önce evlendiğim ve kendim kadar sevdiğim karım Peronelle şaşkınlık içindeydi ve çok tasalanıyordu, beni teskin etmeye çalışıyor ve üzüntümü gidermek için herhangi bir şekilde yardım edip edemeyeceğini soruşturuyordu. Hiçbir zaman dilini tutmayı becerebilen bir insan olamamışımdır. Ona sadece kitap hakkında her şeyi anlatmakla kalmadım, bizzat kitabı gösterdim. O da kitabı en az benim kadar sevdi ve harika kapağını, resimleri ve yazıları dikkatle inceledi. Bütün bunların anlamı konusunda benim kadar bilgisizdi. Bununla birlikte onunla bu resimler hakkında konuşmak, anlamlarını keşfetmek için neler yapılması gerektiğini değerlendirmek bizi epey bir süre teskin etti. Dördüncü ve beşinci yapraklardaki resimleri yeniden çizdim ve elimden geldiğince aslına uygun olarak boyadım ve onu çalışma odama koydum. Bu resmi Paris’teki birçok uzmana gösterdim, fakat bu insanlar da resimlere hiçbir açıklama getiremediler. Bu resimlerin Felsefe Taşı hakkında bir kitaptan alındığını bile söyledim, ancak kitapla ve benimle alay etmekle yetindiler. Bununla birlikte Sanat’ı kendini vakfetmiş bir öğrenci ve bir tıpçı olan Anselm bir istisnaydı. Israrla kitabımı görmek istedi ve bu amaca ulaşmak için her ikna yolunu kullandı. Ona kitabın bende olmadığını söyledim, ancak resimleri tüm ayrıntılarıyla ona anlattım.

“İlk figürün bütün her şeyi yutan zaman olduğunu, üzeri yazılı altı yaprağın Taş’ı kusursuzlaştırmak için gerekli altı yıllık zaman dilimini ve bundan sonra hiçbir pişirme olmayacağını gösterdiğini ileri sürdü. Kitaba göre figürlerin İlk Madde’yi öğretmek için tasarlandığını işaret ettiğim zaman, altı yıllık pişirmenin ikinci etmen gibi olduğunu, birincisinin ise beyaz ve ağır suyun gösterdiği cıva olduğunu söyleyerek yanıt verdi. Bu maddenin ayaklarının kesilememesiyse, onun küçük çocukların saf kanında uzun bir süre ağır ağır pişirilmesi haricinde hiçbir bir yolla katılaştırılıp uçuculuğunun giderilemeyeceği anlamına geliyordu. Bu kanda altın ve gümüşle birleşen cıva onlarla birlikte değişecek, ilk önce dördüncü yaprağın arka yüzünde gösterilen güzel çiçeğe benzer bir biçimde bir bitkiye, ikinci olarak yozlaşma yoluyla yılanlara dönüşecekti. Bu yılanlar kurutulup ateşte çok yavaş bir biçimde pişirilmesiyle Altın tozuna dönüşecekti ve gerçekte Taş oydu.

“Bu açıklama beni yirmi bir yıllık bir süre boyunca sayısız yanlış süreçler labirentinde boş yere dolaşmama neden oldu. Yalnız çocukların kanıyla hiçbir deney yapmadım, çünkü bu son derece günahkâr bir davranıştı. Üstelik kitabımda felsefecilerin kan dediği şeyin metallerdeki mineral ruh olduğunu, özellikle altın, gümüş ve cıva karışımı için bu terimi kullandıklarını buldum. Tıpçının yorumu birebir değil, daha mecazi alınmalıydı ve deneylerim hiçbir zaman kitapta bahsedilen süreler içinde gerekli işaretleri göstermediği için hep yeniden başladım. Sonunda, resimleri anlamaya dair bütün umudumu yitirdim ve Tanrı’ya ve Aziz James’a, bunların anahtarını İspanyol havralardan bir Yahudi papazdan soruşturmak için yemin ettim. “Bundan sonra Peronelle’nin rızasıyla kitabın bir kopyasını çıkararak hacıların matem elbisesini giyip asasını elime aldım. Tıpkı bu hiyeroglif figürleri kaydettiğim kilisenin kubbesinde resmedildiği gibi. Kiliseye ayrıca Taş’ın eserde görünen renklerini ve Fransızca olarak şu sözleri yazdırdım: “O’na adanmış bir tören alayı, Tanrı’yı mutlu eder.” Bunlar Kral Herkül’ün Taş’ın renklerine dair yazdığı İris adlı incelemedeki sözlerdir, daha doğrusu bu meale gelirler. “Operis Processio Mutlum Naturae Placet.” Bu yazıyı imayı anlayacak olan uzmanlar için buraya ekliyorum. Hacı kıyafetlerimi giydikten sonra yola koyuldum. Mountjoy’a (neşe dağı) ve Aziz James kilisesine ulaştıktan sonra büyük bir adanmayla adağımı yerine getirdim. Dönüş yolculuğunda Leon’da Boulogne’li bir tüccarla tanıştım. Onun yardımıyla aslen Musevi olup sonradan Hıristiyanlığa geçen çok bilgili bir doktor olan Candies Usta ile tanıştım. Ona kitabın kopyasını gösterdiğim zaman büyük bir şaşkınlık ve sevinç yaşadı ve bana bu resimlerin alındığı kitap hakkında sorular sordu. Latince konuşuyordu, ben de onu Latince yanıtladım ve ona kitabın sırrını çözen insanın onun yerini bulabileceğini söyledim. O da hemen kitabın şifresini çözmeye başladı.

“Hikâyenin bu kısmını özetlemek gerekirse, eser hakkında şimdiye kadar çok şey duyduğunu, ancak onun tümüyle kayıp bir eser olarak bildiğini söyledi. Onunla birlikte seyahatime geri döndüm, Leon’dan Ovideo’ya, oradan da Sareson’a geçtik. Bu limanda Fransa’ya yelken açtık ve başarılı bir seyahatin ardından ülkeme ulaştık. Paris yolunda yol arkadaşım resimlerimin büyük bir kısmını doğru bir biçimde yorumladı ve resimlerin noktalarına ve duvar şekillerinin tuğlalarına kadar bütün sırları aydınlattı. Fakat ne yazık ki Orleans’a ulaştığımızda bu bilgili adam hastalandı ve deniz tutması yaşayanlarda olduğu gibi sürekli kusmaya başladı. Onu yalnız bırakmamdan korkuyordu, bana ihtiyacı olur diye bir an olsun yanından ayrılmadım. Yedinci gün öldü. Benim için çok büyük bir kayıptı, onun Orleans’taki Kutsal Haç Kilisesi’ne gömülmesi için elimden geleni yaptım. Hâlâ orada yatmaktadır, iyi bir Hıristiyan olarak öldü, Allah rahmet eylesin.

“Eve ne tür duygularla vardığımı ve Peronelle’nin mutluluğunu görmek isteyenler evimin yanındaki Boucherie St. James Şapel’in kapısındaki resme bakabilirler. Orada dizlerimizin üzerine çökmüş olarak resmedildik. Ben İspanya’daki Aziz James’in ayakları dibinde, o da sürekli dua ettiği Aziz Yuhanna’nın dibinde. Tanrı’nın lütfü, Kutlu Bakire’nin ve bahsettiğim Azizlerin şefaatiyle muradıma erdim ve İlk Madde’nin bilgisini elde ettim. Ne var ki henüz dünyadaki en zor şey olan onun ilk hazırlık evresini bilmiyordum. Sonunda üç yılık bir süre boyunca yaptığım sayısız yanlışların ardından bu bilgiyi de kazandım. Bu süre boyunca, St. James ve St. John Şapelinin kubbesinde tasvir edilmiş halde beni gördüğünüz üzere, yalnızca araştırmak ve çalışmakla kalmayıp, elimden, kitapta tasvir edilen tespihi bir an olsun düşürmeden, filozofların sözleri üzerine tefekkür ettim ve onların önerdikleri operasyonları gerçekleştirdim. Başarım bana güçlü bir koku olarak gösterildi. Bundan sonra ustalığa kolayca ulaştım. Gerçekten de birincil etmenlerin ve bunların hazırlanmasının bilgisine sahip olup kitaptaki formülleri harfi harfine yerine getirmiş biri olarak muradıma ermemem zaten mümkün değildi. İlk çalışmamda cıvayı projekte ettim*. [Projeksiyon: Bir maddenin dönüşümünü sağlamak için ona renk veya maya katmak çv.] Bu cıvadan yarım kilo kadarını, bizzat kendim ve ayrıca başkalarına değerini ölçtürdüğüm üzere, madenlerden çıkarılandan daha iyi kalitede saf gümüşe çevirdim. Bunu Pazar günene denk gelen 1392 yılının on yedinci günü başardım. Bundan sonra hâlâ kitabı –harfi harfine– takip ederek Nisan ayının yirmi beşinci günü Cıvayla aynı miktarda Kırmızı Taş yaptım, bu taş, gerektiği gibi aynı miktarda altına dönüştü. Bu altın sıradan altından daha kaliteli, daha yumuşak ve işlenebilirdi. Sadece doğruyu söylüyorum. Peronelle’nin yardımıyla üç kere altın yaptım. O bütün operasyonlarda benimle birlikteydi ve konuyu en az benim kadar anlıyordu. Hiç kuşkum yok ki o bu operasyonları isteseydi kendi başına yapabilir ve aynı sonuca ulaşabilirdi. İlk altın yapımında istediğim her şeyi aldım, ancak Doğa’nın aygıtlardaki harika işlerini temaşa etmek çok daha büyük bir zevkti. Üç dönüşüm gerçekleştirdiğimi görmek için kubbeye ve orada tasvir edilen üç ocağa bakmanız yeterlidir.

“Epey uzun bir süre boyunca Peronelle’nin mutluluğunu gizlemeyeceği, büyük hazinemizle ilgili akrabalarının yanında ağzından laf kaçırabileceği endişesini yaşadım. Çünkü büyük üzüntü gibi, büyük sevinçte kolay kolay insanın içinde durmaz. Fakat yücelerin yücesi Tanrı bana yalnızca Taş’ı lütfetmekle kalmamış, aynı zamanda bana iffetli ve saf bir kadın vermişti. Karım aklı başında, akıllıca hareket eden bir kadındı ve diğer kadınlara göre ağzı çok daha sıkıydı. Her şey bir yana kendini tümüyle çalışmalarımıza adamıştı ve çocuk istememişti, o da artık benim gibi yaşlandığı için günlerini Tanrı’yı düşünmek ve hayır işlerinde bulunmakla geçirmektedir.

“Bu risaleyi yazdığım 1413 yılının sonunda, hayatım boyunca yokluğunu hissedip yasını tutacağım eşimle, bugüne kadar on dört hastane, üç şapel ve yedi kilise inşa ettirdik. Bunların hepsine önemli gelirlerle donatıp kiliselerin mezarlıklarını baştan sona yaptırdık.”

Nicholas Flamel 1415 yılında 116 yaşında öldü. 1407 yılında oturmuş olduğu evinin kalıntıları Paris’te rue de Montmorency’de görülebilir, ayrıca St Jaques-la-Cluny adlı eski kilisenin mezarlığındaki mezar taşı bugün Musee de Cluny müzesinde durmaktadır. Mezar taşı olarak kullandığı bu tabletin ilginç bir öyküsü vardır. St. Jacque-l-Baucherie’nin 1717 yılında yıkılışının ardından yıllarca kayıp olan tablet rue des Arias’ta bir aktar dükkânında bulunmuştur. Aktar bu kaygan mermeri bitkileri kesmek için kullanmaktadır.

Tablet 58×45 cm boyunda ve dört santimetre kalınlığındadır. Tabletin üstüne İsa’nın, Aziz Peter ile Aziz Pavlus’un temsilleri oyulmuştur ve mermerin üzerindeki yazıya göre eski bir arzuhalci olan Nicholas Flamel’in hayır işlerinde harcanmak ve Paris’teki kiliselere ve hastanelere verilmek üzere geriye önemli miktarda para ve değerli hediyeler bırakmıştır.

Bazı otoriteler Flamel’in yaşadıklarına dair anlatısının doğruluğundan şüphe duysa da, bana çok ilginç geldiği için olduğu gibi aktardım. Bana göre bu anlatı doğrudur ve Flamel’in bahsettiği Musevi Abraham kitabı tüm simyasal süreci mecazi bir şekilde tasvir etmektedir ve kitabın içindeki resimler simya dilini bilen insanlar için çalışmanın farklı aşamalarını temsil etmektedir. Bazı yazarlar ve eleştirmenler bu mecazları dini fantezilerden çıkan saçmalıklar diyerek alaya almış, ancak bu şekilde sadece simya süreçleri konusundaki bilgisizliklerini kanıtlamışlardır. Bu anlatının en önemli kanıtlarından biri, naçizane görüşüme göre, Flamel’in İlk Madde’yi elde edişine dair söyledikleridir. Bu konuyla ilgili, “Başarım bana güçlü bir kokuyla malum edildi,” demektedir. Bu gerçek laboratuarda bizzat kanıtladığım bir şeydir. Koku duyulmayacak gibi değildi ve öylesine uçucu bir tabiata sahipti ki evin her yerini kaplamıştı.

ARCHİBALD COCREN

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

ben nikholas flamel le ilgili böle bişi okumamıştım...benim bildiğim gerçi tam hatırlamıyorum altını bulduktan sonra ortalıktan kaybolduğu ve hiç kimsenin onu görmediğiydi...sadece ona en yakın 2 öğrencisiyle görüşüyoormuş sanırım.... sonradan nikholas flamel olabilicek 3 kişiden bahsediyolardı onların geçmişide belli birden sonra yokmuş..

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Kendisi ile ilgili bildiklerim bir gece rüya görür ve ona bir kitap uzatılır ve ölümsüzlüğün sırrı bu kitapta bulacaksın denilmiştir.Aradan biraz zaman geçer ve Yaşlı biri adı Yahudi Abraham ona bir kitap getirir kitabı görür görmez rüyasında gördüğü kitabın o olduğunu anlar.Adama büyük miktarda para verir ve kitabı alır.Yıllarca şifresini çözmek için uğraşır ve rivayetlere göre Altını bulur, şifreyi çözer ve sonsuza kadar ölümsüz olur.

 

Kendisi ile ilgili bir bilgimde Sion Tarikatı'nın büyük üstadlarından biriydi.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Nicholas Flamel (1330 - 1417?)

 

"...400 yaşına kadar yaşadığı!? rivayet edilen efsanevi Fransız simyacıdır. 1700'ler civarında Hindistan'da görülmüştür...

 

...Flamel el yazması simya kitapları üzerinde de çalışmıştı. Bir gece rüyasına bir melek girmiş ve ona göz alıcı tezhiplerle süslenmiş bir kitap göstermişti. Flamel kitaba dokunabilecek kadar yaklaşmış, ancak tam onu ellerine alıp tutacakken kitap yok olup gitmişti. Birkaç gün sonra gittiği bir kitapçıda eline bir kitap geçmiş, kitaba bakar bakmaz da onun gece rüyasına giren kitap olduğunu anlamıştı. İncelemeye devam ettikçe Abraham Eleazar tarafından yazılmış olan kitabın metallerin altına dönüştürülmesi ile ilgili bir kitap olduğunu anlamıştı. Kitapta her yedi sayfada birçok ilginç ve gizemli illüstrasyonlar vardı, bu resimler büyük ihimalle simya sürecini betimleyen resimler olmalıydılar. Flamel tüm bu olanları yalnızca, kitabın en fazla ilk birkaç sayfasını anlayabilecek bir düzeyde olan karısı Perenelle'e anlattı.

 

Araştırma ve başarısız deneylerle geçen yirmi yılın ardından Flamel, bir ihtimal gideceği yerde işin inceliklerini kendisine anlatacak bir Yahudi bulabileceğini düşünerek Santiago de Compostella'ya bir hac ziyareti yaptı. (Eline geçen kitabın yazarı Abraham, bu kitabı kendi gibi Museviler için yazmıştı.) 1378'de Santiago'ya giden Flamel, Üstat Canches olarak bilinen bir kişi ile tanıştı. Canches adlı bu tüccar, Flamel'in elindeki kitabın sonsuza değin kaybolduğu düşünülen çok eski bir kabalistik metin olduğunu iddia etti ve ondan hiçbir yardımı esirgemeksizin tüm figürlerin anlamını ayrıntılı bir biçimde açkladı. Canches ile Flamel Paris'e dönmek üzere yola çıktılar, Canhes'ın bu yolculuğa çıkışındaki asıl neden Flamel'in elindeki orijinal eseri inceleyebilmekti. Ancak ömrü buna yetmedi ve mola vermek için durakladıkları Orleans'da hayata gözlerini yumdu.

 

Paris'e yalnız dönmek durumunda kalan Flamel üç yıl kadar daha aralıksız çalıştı. 1382 yılının Ocak ayına gelindiğinde ise karısı Perenelle ile birlikte çalışmalarını tamamlamıştı. Flamel ve Perenelle; aynı amacı gerçekleşirmek için potansiyellerini birleştiren zıt güçlerin (içerideki ile dışarıdaki, dişi ile erkek, ying ile yang) arketipsel kadın ve erkek simyacının, mistik kız kardeş ile mistik erkek kardeşin adeta tipik birer örneğiydiler. (Ki bu da Kilise'nin simyaya şiddetle karşı çıkmasında etkili olmuş özelliklerden biridir.) Nihayet aynı yılın Nisan ayında ilk başarılı deneyi gerçekleştiren çift kısa zamanda çok ciddi bir servet ve zenginliğin sahibi olmuştur. Aradan geçen on beş yıl içinde sadece Paris'te on dört hastane kurdular. Yine yedi kiliseye en cömert bağışlarda bulunmakta tereddüt etmeyen çift, Perenelle'in memleketi olan Boulogne'da da benzeri hayır işleri yaptılar. Yaptıkları tüm bu cömert bağışlar o dönem, laboratuar başarılarının bir meyvesi olarak düşünülmüştü. Çiftin 1417 Martı'nda aniden ölmesiyle beraber bir grup serseri zenginliklerinin gerçek kaynağını görmek için evlerinin kapısını kırarak içeriye girdi. Bodrum katta bulunan ölü odasındaki tabutları kırıp baktıklarında yan yana duran boş iki mezarla karşılaştılar. Akıbetleri hakkında uzunca bir dönem çeşitli rivayetler yapıldı, 1700'lü yılların başında bir dönem Hindistan'da görüldükleri söylentisi yayıldı, yine başka söylentiler de 1761 yılında Paris Operası civarında görüldükleri yönündeydi.Öte yandan 'gerçek' simyacılar olduğu söylenen çoğu kişinin ortalamanın yaklaşık iki katı kadar uzun yaşamış olması tam da burada belirtilmesi gereken ilginç bir ayrıntıdır: Cebir 90'lı yaşlarının ortalarında ölmüş, yine Albertus Magnus 87, Roger Bacon 80, Lully 81 yıl yaşamıştır. Flamel'in tahmini olarak 87 yıl kadar yaşadığı söylenebilir, ondan sonra gelen Newton 84 yıl yaşamışken, Fulcanelli 100 yıldan fazla bir süre hayatta kalmıştır..."

 

Kaynak: Simya ve Simyacılar - Sean Martin Türkçe Çeviri: Eylem Çağdaş Babaoğlu Sayfalar: 71, 72, 73 ve 130

paranormalfikir tarafından düzenlendi
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...