Jump to content

Mehmet Akif ERSOY


iibfli

Önerilen Mesajlar

http://www.mehmetakifersoy.com/2006/wwwroot/img/makif.jpg

 

 

Mehmed Akif, 1873 yılında İstanbul’da, sade ve geleneksel bir hayatın yaşandığı Fatih’in Sarıgüzel semtinin Nasuh mahallesinde 12 numaralı evde (Büyük bir yangında harap olan bu semtin ortasından bugün Vatan Caddesi geçmektedir) dünyaya geldi. Asıl adı Mehmet Ragif’tir. Ragif, ebced hesabıyla hicri 1290 rakamına karşılık gelmektedir ve bu rakam Akif’in doğum tarihidir.

Akif, Osmanlı devletinin hasta adam ilan edildiği ve bu görüşün dönemin devlet adamlarına ve aydınlarına uğursuz bir hastalık gibi bulaştığı, çöküş şartlarının hemen herkeste çözülme, umutsuzluk, panik yarattığı, buna rağmen hemen herkesin bir şeyler yapma çabasında olduğu bir dönemdir.

2. Mahmut’un, 3. Selim’in başlattığı yenileşme hareketleri, Tanzimat doruk noktasına varıyor ve bugüne kadar devam eden aydın- halk yabancılaşmasını, milletle devlet arasındaki problemli doğuruyor, toplumsal yarılmalara yol açıyordu. Yenileşme ile başkalaşma arasındaki farklar sık sık belirsizleşiyor atılan her adım ciddi sosyal ve siyasi maliyetler getiriyor, kendinden ve kendi köklerinden beslenen bir yenilenme gerçekleştirilemiyordu.

Korkuyla umut, ataletle hamle çabası, teslimiyetle yiğitçe direniş, çözülüşle yeniden toparlanış aynı anda ve çok zaman kolkola denecek kadar birbirine yakın duruyordu.

Avrupa ülkelerinin Osmanlıyı tasfiyesi politikası bütün hızıyla ve kararlılığı ile devam ediyordu.

Daha Akif 6 yaşında iken Ruslar İstanbul’a kadar ilerliyor Ayestefanos Abidesini dikiyordu. Yine 5 yaşında iken Abdulhamid, Meclis-i Mebusan’ı kapatıyor, devletin ve milletin varlığını korumak için politik dehasına ve çoküş endişesinin yarattığı bir haleti ruhiyeyle baskıcı bir politikaya yöneliyordu.

Babası Fatih Medresesi müderris ve mücizlerinden (icazet veren) İpek’li Temiz lakabıyla anılan Tahir Efendi’dir. Annesi ise Buharalı Mehmed Efendi’nin kızı H. Emine Şerife hanımdır. Babası Rumelili (Arnavut) annesi ise Buhara’dan hacca giderken Amasya’da vefat eden Buharalı Şirvani Rüştü Efendi’nin kızıdır. Tahir efendi, ilk kocası vefat eden Emine Şerife Hanım’ın ikinci eşidir.

 

 

Akif’in ailesi sade ve orta halli ama bir inanç ikliminin bütün olgunluğu ve güzelliği ile yaşadığı bir aile idi.

Akif babasını,

“Beyaz sarıklı, temiz, yaşça ellibeş ancak

Vücudu zinde fakat saç sakal ziyadece ak.”

diye tasvir eder.

Hoca Tahir Efendi erkenden kalkar, çocuklarını (Akif ve kızkardeşi Nuriye) kendi eliyle yıkar, kızının saçlarını tarar, pişirdiği salepleri içirerek onları mekteplerine gönderirdi... Çocuklarını bir kere bile dövmemişti. (Kuntay, s.157)

Akif, Annesini ise şöyle anlatır:

“Annem çok âbid (ibadetine düşkün) bir hanımdı. Babam da öyle. Her ikisinin de dinî selabetleri vardı. İbadetin verdiği zevkleri heyecanla tadmışlardı.”

Ünlü düşünür ve şair Sezai Karakoç, Akif’in ailesi ve kökeni ile ilgili şu nefis yorumu ile yapar:

“Baba soyu Rumelili, ana soyu Buharalı, doğuş yeri Fatih:

Yani tam bir Doğu İslâmlığının, Batı İslâmlığının ve Merkez İslamlığının bir sentezi bir çocuk”

Anne çizgisi, duyarlığı, sağduyuyu, kendini bir ülküye adayışı, şairliği getirecek; baba çizgisi, ataklığı, savaşkanlığı, yılmaz ve her vuruşmada daha da çelikleşen bir savaş adamını, gözüpekliği, korkmazlığı, ürkmezliği, umutsuzluğa sürekli olarak düşülmemeyi getirecektir. Doğuş yeri ise, ümüslü ve verimli bir topraktır ki, tabiatta nice saçılıp da kaybolan iyi tohumların bir gramını bile ihmal etmez, değerlendirir, yemişlendirir.”

Akif’in doğduğu Fatih semtini Sezai Karakoç şöyle tasvir ediyor”

“Fatih semti, İstanbul’un içinde ikinci bir İstanbul’dur. Yüzdeyüz Fatih şehridir. Fatih camii, İslâm-Türk kültürünün bu ölmez abidesinin çevresinde halka halka fatih medreseleri ve semti, en saf müslüman Türk heyacanının ördüğü bir toplumdur.”

Akif, İstanbul’un bu en Türk, en yerli ve en yoksul mahallelerinden birin de doğdu ve yaşadı. Hayatı burada tanıdı ve keşfetti, toplumsal dokuyu burada ve onun bir parçası olarak tanıdı. Bir inanç ikliminin güzelliği ile birlikte toplumun yazılı olmayan mutabakatlarını, modern hayatın yerli ve geleneksel olana nasıl nüfuz ettiğini, hangi çelişkilere, trajedilere yol açtığını, neleri çürüttüğünü, nelerin eskidiğini ve nelerin yenilenmesi gerektiğini bu mahalle hayatında gözlemledi. Yenilenmekle, yerli kalmak, kendi olmak arasındaki tercihlerinin ilk çizgilerini burada idrak etti.

Ve Akif burada bir şey daha öğrendi. Her türlü kirlenmeye açık bir yoksulluğun, sade ve onurlu bir hayata nasıl dönüştürülebileceğini. Erdemli yoksulluk helal kazanç ve emek demektir, fedekarlık demektir, dayanışma demektir, karşılıksız sevmek demektir, hırs ve rekabeti ayaklar altına almak demektir. Erdemli yoksulluuğun tek sigortası vardır. Çalışmak, ölene kadar çalışmak, onurunu kaybetmeden çalışmak.

Akif kendi mahallesinin yoksulluğunu, kendi haline terkedilmişliğini şöyle anlatır.

Bizim mahalleye poyraz kışın da uğrayamaz

Erir erir akarız semtimize geldi mi yaz!

Bahârı görmeyiz ala lâtif olur, derler...

Çiçeklenirmiş ağaçlar, yeşillenirmiş yer.

Demek şu arsada ot bitse nevbahâr olacak?

Ne var gidip Yakacık’larda demgüzâr olacak

Fusulü dörde çıkarmaz bizim sokaklarımız;

Kurak, çamur.. İki mevsim tanır ayaklarımız!

Akif bu mahallede bu inaç ve gelenek ikliminin ortasında mahalle hayatını bütün renk ve çizgileriyle yaşadı.

Babası O’nu sekiz yaşından itibaren Fatih camiine götürdü. Bunu bir şiirinde şöyle anlatır.

Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: “Bu gece,

Sizinle camîe gitsek çocuklar erkence.

Giderseniz gelin amma namazda uslu durun;

Merâmınız yaramazlıksa işte ev, oturun!”

Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi

Namaza durdu mu, naliyle koyverir peşimi

Dalar giderdi, ben atık kalınca âzade

Ne âşıkane koşardım hasırlar üstünde.”

Cami, masal, oyun ve yaramazlık. Cami içinde baba ve çocuklar. Camii içinde inanç ve coşku. Camii içinde ciddiyet ve oyun. Cami içinde inanç ve çocuksuluğun sınırsızlığı. Cami içinde yetişkin ve çocuk samimiliği.

Ve cami ile içiçe bir ev. Camii ile içiçe bir mahalle hayatı. Camii ile içiçe düşünce, duyarlık ve yaşama iklimi.

İşte yetişkin Akif’in portresinin temel çizgilerini belirginleştiren çocuk Akif’in dünyası ya da Âkif’in içinde kendini bulduğu dünya...

Ve Akif’in mizacı.. ele avuca sığmayan bir çocuk. Çalışkan ama haşarı. Okuldan döner dönmez sokağa fırlayan, ağaçlara tırmanan, kabına sımayan bir mizaç. Masal dinlemeden uyumayan bir ruh. Uyuması için kendisine masal anlatırken anlatırken uyuyakalan Saime Hanım’ın eline mangalda kızdırdığı cevizi bırakarak yakan bir yarım kalmışlığı kabullenememezlik.

Akif böyle bir ortam içinde o günün geleneğine uyularak 4.5 yaşlarında iken Emir Buhari Mahalle Mektebine başladı. Yaklaşık iki sene sonra Fatih İptidaisi’ne (ilkokul) girdi. Üç yıllık bu okulu bitirdikten sonra girdiği Fatih Merkez Rüştiyesi’ni (ortaokulunu) 1895 yılında bitirdi.

Bu mezunuyet aile içinde görüş ayrılığına yol açtı. Emine Şerife Hanım, Hocazade’sinin (Annesi Âkif’e Hocazadem diye hitabederdi) sarıklı olmasını, medresede tahsiline devam etmesini istiyordu. Babası Tahir Efendi ise medresede okuyacağı şeyleri, oğluna kendisinin de öğretebileceğini ileri sürüyor, yeni açılan ve revaçta olan mekteplerden birine gitmesini istiyordu. Akif’in anne ve babası arasındaki bu görüş ayrılığı Dönemin toplumsal tercihlerindeki farklılaşmayı da ortaya koyuyordu. Bir tarafta geleneğin bütün çizgileriyle yaşadığı Fatih’te, evladını bir inanç ve ilim adamının saygınlığı içinde görmek isteyen anne diğer yanda değişen dünyanın gereklerini farkeden kendisi de bir inanç ve ilim adamı olan baba. Ne inanç ihmal edilebilirdi ne yeni gelen ve kendi şartlarını dayatan dünya. Bu açıdan bakıldığında Akif annesiyle babasının özlemini kendi şahsında bütünlemiş ve uygun bir senteze kavuşturmuş gibidir.

Sonunda Tahir Efendi’nin dediği olur. Ancak Tahir Efendi mektep ve meslek tercihini oğluna bırakır. Akif dönemin en gözde okullarından biri olan Mülkiye’yi tercih ettiği için ve babasıyla birlikte kaydını yaptırır. Kayıt tamamlandıktan sonra kâtip kayıt harcı ister, Tahir efendi, Âkif’i bir köşeye çeker, kesesini çıkarır ama istenen miktarda para yoktur. Tahir efendi rehin bırakmak üzere gümüş saatini çıkarınca kâtip almaz ve kayıt harcını ertesi gün getirebileceklerini söyler.

İlk gençlik yılları da çocukluğu gibi. Taşkın, ele avuca sığmaz, güçlü, sıhhatli ve enerjik. Pehlivanlarla güreşen, boğazda karşıdan karşıyla yüzen, taş yarıştıran bir ilk gençlik. Ama hep çalışkan, hep erdemli.

Mülkiye’nin İ’dâdî bölümünde üç sene okuduktan sonra şehadet-nâme (diploma) aldı ve yüksek kısmına kaydoldu. Bir sene süre sonra (H.1305/1887-88) babası vefat etti. Aynı yıl evleri yanınca Mülkiye’ye nehari (gündüzlü öğrenci) olarak devam etmesi imkansız hale geldi. Mezunlarına hemen iş verileceği için o yıl açılan ve ilk sivil veteriner yüksek okulu olan Mülkiye’nin Baytar Mektebi’ne (Halkalı Baytar ve Ziraat Mektebi) leyl-i (yatılı) öğrenci olarak geçti.

Âkif bu okulda kendisini derinden etkileyecek bir öğretmenle karşılaştı. İnançlı bir Türk Hekimi olan, Türkiye’ye mikrop bilimini getiren Rifat Hüsamettin Hoca. Pasteur’un öğrencisi olan bu öğretmeninden Pasteur sevgisini aldı. Mithat Cemal, Akif’in Pasteur’ün fotoğrafına bakıp hayranlıkla “Bu ne ilâhi yüzdür” dediğini, fotoğrafı öptüğünü ve ardından “Mu’tekid de! (İnançlı) eklediğini kaydeder.

Çoğu kendisi gibi babasız ve yoksul öğrencilerden oluşan bu okul Âkif’e sağlam ve bir ömür boyu sürecek dostluklar kazandırdı.

Yine bu okul, Akif’in sağlam bir dini bilgi ve sarsılmaz bir imanla, müspet bilimin harika bir uyumunu sağlayan zihini yapısını oluşturdu.

Akif bu dönemde de Kıyıcı Osman Pehlivandan güreş öğreniyor, Çatalca köylerinde yağlı güreş tutuyor, taş yarıştırıyor, yüzüyor ve çok sevdiği mektebin “Doru” isimli atına biniyor, uzun yürüyüşlere çıkıyor

Şiire ilgisi de bu yıllarda başlıyor ve okulun son iki senesinde başladı. Bunlar dönemin yaygın kanaatlerinin izlerini yansıtır ve divan şiirlerine nazireler şeklindedir.

22 Aralık 1893’te okuldan birincilikle mezun olur ve 26 Aralık’ta “Orman ve NMa’adin ve Ziraat Nezare’Baytar Müfettiş Muavini” olarak tayin edilir.

Görev yeri İstanbul olmasına rağmen Akif, 4 yıl Rumeli, Anadolu ve Arabistan’ın çeşitli bölgelerinde görev yapmıştır.

Bu seyahatler Akif’in gözlem gücünü, toplumu daha yakından tanımasını sağlamış olmalıdır. Akif bu dönemdeki gözlemlerini şiirlerinde son derece gerçekçi bir şekilde kullanır. Yine bu ve bundan sonraki seyahatler Akif’in hem düşünce tarzını hem de şiir anlayışını temellendirir.

Mezuniyetinden 6 gün sonra 28 Aralık 1893’te İlk eseri olan 7 beyitlik gazeli “Servet-i Fünun’da yayınlanır.

Buarada çocuk yaşlarda başladığı Kur’an’ı Hıfzetme (Ezberleme) çabalarını yoğunlaştırır ve Hafız olur.

1 Eylül 1898’de 25 yaşında iken Tophane-i Amire veznedarı Mehmed Emin Bey’in kızı İsmet Hanım ile evlendi.

Akif’in bu yıllarda da Maarif mecmuasında, Resimli Gazete’de şiir yazıları ile Arapça, Farsça ve Fransızca’dan yaptığı çevrilerini yayınlamaya devam eder.

17 Ekim 1906’da mevcut görevine ilâveten “Halkalı Ziraat Mektebi Mektebi’ne “Kitabet-i Resmiye Muallimi ve 25 Ağustos 1907’de Çiftlik Makinist Mektebi’ne Türkçe Muallimi olarak atanır.

23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet ilan edilir. Akif, bu sırada İstanbul’da Umur-i Baytariye Dairesi Müdür Muavin’dir.

Akif’in hemen hiçbir dönemde siyasetle doğrudan ilişkisi olmamakla beraber toplumsal sorunlarla ciddi ve yoğun bir ilgisi olmuştur. Dönemin bütün aydınları gibi çöküş şartlarının yol açtığı acıları derin bir şekilde yüreğinde hissediyor ve bir çıkış yolu arıyordu.

Meşrutiyetin ilanından 10 gün sonra daha önceleri gizli bir cemiyet olarak faaliyet gösteren ve daha sonra partileşecek olan İttihat ve Terakki Cemiyetine üye olur. Ancak Akif, cemiyete üyeliğe girişin gereklerinden biri olan “Cemiyetin bütün emirlerine, bilâ kayd ü şart (kayıtsız şartsız) ittaat edeceğim” şeklindeki yemindeki “kayıtsız şartsız itaat “itiraz eder ve sadece iyi ve doğru olanlarına şeklinde düzeltilmesi şartıyla yemin edebileceğini söyler ve cemiyetin yemini Akif’le değişir.

Akif’in karekterinin tipik bir yansıması olan bu tutum hayatı boyunca ve herkese karşı korunan bir ilkeli anlayışın tezahürüdür.

 

 

 

Kronolojisi

 

 

 

1873

Mehmet Akif İstanbul Fatih Sarıgüzel'de doğdu

1877

Mehmet Akif 4 yaşında mahalle mektebine başladı

13 Şubat 1878

İkinci Abdülhamit Meclis-i Mebusan'ı kapatarak 33 yıl sürecek dönemini başlattı.

1879

Akif, 7 yaşında Emir Buhari İlkokulu'na başladı.

1882

3 yıllık ilkokulu bitirerek, 9 yaşında Rüştiye'ye girdi.

1885

12 yaşında Mekteb-i Mülkiye'nin lise kısmına başladı.

1887

14 yaşında, Mekteb-i Mülkiye'nin yüksek kısmına girdi.

1887-1888

Evleri yandı ve babası öldü.

1888

Akif, 15 yaşında, Baytar Mektebi'ne girdi.

3 Kasım 1892

19 yaşında, bilinen ilk şiirlerinden "Destur"u yazdı.

14 Aralık 1893

20 yaşında, Baytar Mektebi'ni bitirerek memurluğa başladı.

1894

21 yaşında, İsmet Hanım'la evlendi. Edirne'de gezici görevde bulunuyor.

14 Mart 1895

22 yaşında, yayımlanan ilk şiiri "Kur'an'a Hitap" Mektep Mecmuası'nda çıktı.

1896

23 yaşında, Beşinci Ordu'ya at satın almak için Adana'ya sonradan Şam'a kadar gitti.

20 Mayıs 1897

Türk-Yunan Savaşı başladı.

1897

Bazı şiirleri Resimli Gazete'de yayımlandı (24 yaşında). Cemalettin Efgani İstanbul'da öldü.

1899

Muhammed Abduh, Mısır Müftülüğü'ne atandı.

26 Haziran 1903

"Hersekli Arif Hikmet" manzumesini yazdı.

1905

Rusya'da Çarlığa karşı geniş ayaklanmalar; Muhammed Abduh öldü; Tevfik Fikret "Tarih-i Kadim"i yazdı. Orman ve Meadin ve Ziraat Nezareti Beşinci Şube Baytar Müfettiş Muavinliği'ne atandı.

4 Ekim 1906

İlk görevinin yanında, (33 yaşında) Halkalı Ziraat Mektebi'ne kompazisyon öğretmeni olarak da atandı.

29 Aralık 1906

"Küfe"yi yazdı.

25 Ağustos 1907

(34 yaşında). Çiftlik Ziraat Mektebi Türkçe öğretmenliğine atandı.

28 Ocak 1908

"Seyfi Baba"yı yazdı.

23 Temmuz 1908

İkinci Meşrutiyet ilan edildi.

28 Temmuz 1908

Mehmet Akif, İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne kaydoldu.

27 Ağustos 1908

Sebilürreşat'ın ilk sayısı ve Akif'in bu dergide ilk manzumesi "Fatih Camii" yayımlandı.

11 Kasım 1908

Darülfünun Edebiyat Müderrisliği'ne atandı.

17 Aralık 1908

Meclis-i Mebusan açıldı.

13 Nisan 1909

"31 Mart" Ayaklanması başladı.

27 Nisan 1909

İkinci Abdülhamit tahttan indirildi. Sultan Reşat padişah oldu.

1911

(38 yaşında). İlk kitabu Safahat Birinci Kitap adıyla yayımlandı.

29 Eylül 1911

Türk-İtalyan Savaşları başladı.

5 Mart 1912

Yazılarının yayınlandığı Sıratı Müstakim, sebillürreşat olarak adını değiştirdi.

1912

(39 yaşında) Safahat, İkinci Kitap "Süleymaniye Kürsüsünde" yayımlandı.

15 Ekim 1912

Türk-İtalyan Savaşı sona erdi.

8 Ekim 1912

Balkan Savaşları başladı.

23 Aralık 1912

Akif İstanbul'dan Mısır'a gitti.

6 Ocak 1913

Balkan Savaşları'nı sonuçlandırmak için toplanan Londra Konferansı sonuçsuz olarak dağıldı.

20 Şubat 1913

Akif, Mısır'dan İstanbul'a döndü.

23 Ocak 1913

İttihatçılar Babıâli Baskını'nı düzenleyerek iktidara hakim oldular.

2 Şubat 1913

Akif (40 yaşında). Beyazıt Cami Kürsüsü'nde halkı birliğe ve yurt savunmasına çağırdı.

7 Şubat 1913

Fatih Cami Kürsüsü'nde konuştu.

5 Mart 1913

Edirne teslim oldu.

11 Mayıs 1913

Akif memurluktan istifa etti.

30 Mayıs 1913

Londra Antlaşması'yla Edirne Bulgarlara bırakıldı.

Mayıs-Haziran Safahat, Üçüncü Kitap "Hakkın Sesleri" yayımlandı.

29 Haziran 1913

İkinci Balkan Savaşları başladı

10 Temmuz 1913

"Fatih Kürsüsü'nde" uzun manzumesi Sebilürreşat'ta yayımlandı.

21 Temmuz 1913

Edirne kurtarıldı.

10 Ağustos 1913

Bükreş Anlaşması'yla Balkan Savaşları sona erdi.

14 Ağustos 1913

Akif'in ilk "Tefsir Serif"i yayımlandı.

1914

"Fatih Kürsüsünde" kitap olarak yayımlandı. Yılın ilk aylarında Akif Mısır'a gitti, Medine'ye kadar yolculuk yaptı.

29 Ekim 1914

Türkiye, Birinci Dünya Savaşı'na girdi.

Aralık (?) 1914

Akif (41 yaşında). Almanların elindeki esir Müslüman askerlerine propağanda yapmak amacıyla Almanya'ya gönderildi.

5 Mart 1915

Akif (42 yaşında). Berlin Hatıraları'nı bitirdi.

8 Nisan 1915

Berlin Hatırları yayımlanmaya başladı.

25 Kasım 1915

Sebiürreşat yayınına 5,5 ay ara verdi.

1916 (ilk Ayları)

Akif (43 yaşında). Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Arabistan'a Gezisi 4-5 ay sürdü.

10 Mayıs 1916

5,5 aylık aradan sonra Sebilürreşat yeniden yayımlandı.

26 Ekim 1916

Sebilreşşaü 20 ay kadar yeniden kapandı.

1917

Safahat, Beşinci Kitap Hatıralar yayımlandı; (44 yaşında) Akif, Lübnan'a geri döndü; Dar-ül Hikmet-ül İslamiye başkatipliğine atandı.

4 Temmuz 1918

Sultan Reşat öldü. Vahdettin tahta geçti.

17 Temmuz 1918

Sebilüreşşat, yeniden yayına başladı.

1918

"Süleymaniye Kürsüsünde" nin üçüncü basımı, Hakkın Selleri ve Hatıralar'ın ikinci basımları yapıldı.

30 Ekim 1918

Mondros Ateşkes Anlaşması imza edildi.

13 Kasım 1918

İtilaf donanması İstanbul'a geldi.

21 Aralık 1918

Meclis-i Mebusan kapatıldı.

26 Aralık 1918

Akif'in "Hala mı Boğuşmak" manzumesi yayımlandı.

15 Mayıs 1919

İzmir işgal edildi.

19 Mayıs 1919

Mustafa Kemal Paşa, Samsun'a çıktı.

12 Haziran 1919

Sebilürreşat, mandacılığa karşı çıktı.

26 Haziran 1919

Sebilürreşat, Türklerle Arapların ayrılamayacağını yazdı.

23 Temmuz 1919

Erzurum Kongresi açıldı.

4 Eylül 1919

Sivas Kongresi açıldı.

18 Eylül 1919

Akif (46 yaşında). Asım, Sebilürreşat'ta yayımlanmaya başlandı.

12 Ocak 1920

Son Osmanlı Mebuslar Meclisi açıldı.

22 Ocak 1920

(47 yaşında) Dar-ül Hikmet-ül İslamiye üyeliğine atandı.

23 Ocak 1920

Akif Balıkesir'de Zağanos Paşa Camii'nde halkı düşmana ve bozgunculara karşı birlik olmaya çağırdı.

16 Mart 1920

İstanbul İtilaf Devletleri'nce işgal edildi.

11 Nisan 1920

Şeyhülislamlık fetavası yayımlandı. Akif (47 yaşında). İstanbul'dan gizlice Anadolu'ya geçti.

23 Nisan 1920

Büyük Millet Meclisi açıldı.

28 Nisan 1920

Hakimiyeti Milliye Mehmet Akif'in Ankara'ya geldiğini yazdı.

3 Mayıs 1920

Dar-ül Hikmet-ül İslamiye'deki görevine son verildi.

6 Mayıs 1920

Sebilürreşat'ın İstanbul'da son sayısı yayımlandı.

3 Haziran 1920

Biga'da adaylar arasında en yüksek oyu alarak mebus seçildi.

5 Haziran 1920

Burdur Mebusluğu Meclis'te onaylandı.

Haziran 1920 İsyancıları bastırmak üzere Konya'ya gönderildi. Daha sonra Burdur ve Antalya'ya gitti.

15 Temmuz 1920

Mehmet Akif, Meclis'te ant içti. Eşref Edip, Kastamonu'ya geldi.

17 Temmuz 1920

Burdur Mebusluğu'nu tercih ettiğini Meclis Başkanlığı'na bildirdi. (18 Temmuz'da görüşülüp onaylandı.)

4 Ekim 1920

Basın ve Haber alma Genel Müdürlüğü, Meclis Başkanlığı'ndan Akif'in "irşat" için Kastamonu'ya gönderilmei iznini istedi.

19 Ekim 1920

Kastamonu'ya geldi.

25 Ekim 1920

Batı Cephesi Komutanlığı'nın isteğiyle, Maarif Vekaleti'nin İstiklal Marşı yarışması açtığı haberi Hakimiyeti Milliye'de yayımlandı.

5 Kasım 1920

Açıksöz'de ilk manzumesi yayımlandı: "Kır Ağası'nın Rüyası."

5 Kasım 1920

Kastamonu Nasrullah Camii'nde Sevr Anlaşması'nı anlatarak halkı birliğe ve milli mücadeleye çağırdı. Avrupa'ya karşı Moskova yönetimiyle iyi ilişkiler geliştirilmesini savundu.

28 Kasım 1920

Sebilürreşat'ın Anadolu'da ki ilk sayısı Kastamonu'da, Akif'in Nasrullah Camii Kanuşmasıy'la yayımlandı.

3 Aralık 1920

Kastamonu ilçelerinde yaptığı konuşmalar nesterilmeye başladı.

24 Aralık 1920

Akif ve Eşref Edip Kastamonu'dan Ankara'ya gitti.

3 Şubat 1921

Sebilürreşat'ın Ankara'da ilk sayısı yayınlandı.

5 Şubat 1921

Maarif Vekili Namdullah Suphi Tanrısever bir mektupla Mehmet Akif'e başvurarak İstiklal Marşı Yarışması'na katılmasını istedi.

8 Şubat 1921

Meclis Kürsüsü'nde tek konuşmasını yaptı. Tevfik Paşa Hükümeti'ne yumuşak bir cevap yazılmasını önerdi. Mustafa Kemal buna karşı çıktı.

10 Şubat 1921

Elcezire Cephesi Komutanı Nihat Paşa, Akif'e bir mektup yazarak Nasrullah Camii Konuşması'nı ödü. Onun Diyarbakır'da kitapçık halinde basıldığını haber verdi.

17 Şubat 1921

"İstiklal Marşı" Hakimiyeti Milliye ve Sebilürreşat'ta yayımlandı. (Açıksöz'de 21 Şubat tekrar Hakimiyeti Milliye; 14 Mart, Gaye-i Milliye; 26 Mart; Yeni Giresun (?), Öğüt: 29 Şubat!)

26 Şubat 1921

İstiklal Marşı konusu Meclis'e getirildi. Seçimin Meclis genel kurulunda yapılması kararlaştırıldı.

1 Mart 1921

İstiklala Marşı Meclis'in ikinci çalışma yılının açılışında okundu, alkışlarla karşılandı.

12 Mart 1921

(Akif 48 yaşında) İstiklal Marşı Meclis'te tartışılarak kabul edildi.

Mart 1921 Marş için beste yarışması açıldı.

19 Mart 1921

Akif'in de içinde olduğu Anadolu'da bir İslam kongresi için hazırlık kurulu ilk toplantısını yaptı.

1 Nisan 1921

Besteci Ali Rıfat Bey, bestelediği İstiklala Marşı'nı Kadıköy Apollon Tiyatrosu'nda çaldı.

14 Nisan 1921

(15 Nisan'da Sebilürreşet'ta) "Süleyman Nazif'e" Hakimiyeti Milliye'de yayımlandı.

30 Nisan 1921

Akif'in Afgan elçiliği ziyareti Sebilürreşat'ta neşredildi.

7 Mayıs 1921

"Bülbül" Sebilülreşat'ta yayımlandı.

9 Mayıs 1921

Sebilülreşat-Hükümet ilişkileri Meclis'te tartışıldı.

10 Mayıs 1921

Akif'in de üye olarak gösterildiği Birinci Grup Mustafa Kemal tarafından kuruldu.

23 Ağustos 1921

Sakarya Savaşı başladı ve 13 Eylül'de kazanıldı.

12 Eylül 1921

Akif'in Afgan Elçiliği'ni ziyareti Açıksöz'de yayımlandı.

24 Eylül 1921

(Ali Şükür'en konuşması) Kayseri'ye taşınan Sebilülreşat'ın buradaki ilk ve tik sayısı ile birlikte yayımlandı.

1 Kasım 1921

İstiklal Marşı'ınıbestelenmesi konusu Meclis'te tartışıldı. Genel kurul beste seçiminin İstanbul'da yapılması isteğini reddetti.

19 Kasım 1921

Ali Rıfat Bey'in bestesi Yarın gazetesinde yayımlandı.

10 Aralık 1921

2,5 aylık bir aradan sonra Sebilürreşat yeniden Ankara'da yayımlandı.

31 Aralık 1921

Akif ve arkadaşlarının İstanbul'daki ahlaksızlıkların kınanmasıyla ilgili önergesi tartışılarak kabul edildi.

3 Nisan 1922

(Akif 49 yaşında) "Leyla" Hakimiyeti Milliye'de yayımlandı.

26 Temmuz 1922

Akif, İstiklala Mahkemeleri aleyhine oy kullandı.

29 Temmuz 1922

Üç milletvekiliyle birlikte Akif'in, askerlerin bayramını kutlamak üzere cepheye gittiği açıklandı.

26 Ağustos 1922

Türk ordusu Büyük Taarruz'a başladı.

9 Eylül1922

Türk ordusu İzmir'e girdi. Meclis'te Sebilürreşat'a yardım konusu tartışıldı. Basına hükümet yardımı kesildi.

1 Kasım 1922

Padişahlık kaldırıldı.

16 Aralık 1922

Akif, Eğitim Komisyonu Başkanlığı'ndan istifa etti.

19 Ocak 1923

2 ay ve 7 günlük bir aradan sonra Sebilülreşat yeniden yayımlandı.

29 Ocak 1923

Yunus Nadi'nin Cumhuriyet'te "Yeni bir Savaş Devri" başlıklı yazısı mecliste tartışıldı. Akif ve arkadaşlarının yazıya itirazları kabul edilmedi.

1 Nisan 1923

Meclis, seçimlerin yenilenmesi kararını aldı.

12 Nisan 1923

Sebilürreşat'ın Ankara'da son sayısı çıktı.

Mayıs 1923 Mehmet Akif 50 yaşında, İstanbul'a döndü.

16 Mayıs 1923

Sebülürreşat, taşınmasından 3 yıl sonra yeniden İstanbul'da yayımlanmaya başladı.

Ekim 1923 Abbas Halim Paşa'nın çağrısına uyan Mehmet Akif kışı geçirmek üzere Mısır'a gitti. (1924 baharında dönecek, kışın yeniden gidecek,1925 baharında tekrar gelecek ve sonbaharında yeniden gidecektir.)

29 Ekim 1923

Cumhuriyet ilan edildi.

3 Mart 1923

Halifelik kaldırıldı. Eğitimin birleştirilmesi yasası çıktı. Şer'iye ve Evkaf Vekaletleri kaldırıldı.

5 Mart 1925

Sebilürreşat'ın son sayısı yayımlandı.

6 Mart 1925

Hükümet, diğer bazı yayım organlarıyla birlikte Sebilürreşat'ı kapattı

Mayıs 1925 Sebilürreşat'ın sahibi ve müdürü Eşref Edip Fergon, İstiklal Mahkemesi'nde yargılanmak üzere tutuklanda.

1925

Mehmet Akif (52 yaşında) Mısır'a gitti.

2 Eylül 1925

Bakanlar Kurulu türbe ve zaviyelerin kapatılmasını (Kanun: 30 Kasım), memurların şapka giymesini (Kanun: 25 Kasım) kararlaştırdı.

17 Şubat 1926

İsviçre Medeni Kanunu uyarlanarak kabul edildi.

1926

Annesi 90 yaşında İstanbul'da öldü. 53 yaşındaki Akif, Mısır Darülfünunu Edebiyat Şubesi, Edebiyet-ı Türkiye müderrisliğine atandı. (1936'ya kadar)

10 Nisan 1928

Anayasa'dan "devletin dini, din-i İslamdır" ve din hükümlerinin meclis tarafından yerine getirileceği ibaretleri çıkarıldı.

1928

Akif'in damadı Ömer Rıza Doğrul, Safahat'ın mevcudu tükenmiş ciltlerini yeniden bastırdı. Kabil Elçiliği'ne giden Hikmet Bayur, Mısır'da Akif'ten Kur'an çevirisini istediyse de alamadı.

1 Aralık 1928

Yeni harfler kullanılmaya başlandı.

1 Ocak 1929

Eski yazıyı kullanma yasağı başladı.

1 Eylül 1929

Okullarda Arapça ve Farsça dersleri kaldırıldı.

22 Ocak 1932

Türkçe Kur'an ilk kez Yerebatan Camii'nde okundu.

1932

Mısır'a giden Eşref Edip Akif'in Kur'an çevirisini vermeye ikna edemedi.

7 Şubat 1933

İstanbul'da bütün camilerde ezan ve kamet Türkçe okunmaya başlandı.

1933

Akif (60 yaşında), Mısır'da Safahat'ın yedinci kitabı Gölgeler'i bastırdı.

1935

Mısır'da hastalanan Akif (62 yaşında), tedavi olmak için Lübnan'a gitti. Oradan Antakya'ya geçti.

19 Haziran 1936

63 yaşına Akif hasta olarak İstanbul'a geldi.

27 Aralık 1936

Mehmet Akif, İstanbul'da siroz hastalığından öldü.

 

 

ESERLERİ

 

http://www.mehmetakifersoy.com/2006/wwwroot/img/Manzumkitaplari.gif

 

1. Safahat Birinci Kitap : İçinde 44 manzumevardır. Toplamı 3 000 dize kadardır. Konularını toplumun acı çeken çeşitli kesimlerinden, hürriyet, istibdat gibi siyasal olaylardan, şairin mistik duygularından ve bu dünyevi vazifelerden almaktadır.

2. Safahat İkinci Kitap : Süleymaniye Kürsüsünde Süleymaniye Camii'ne giden iki kişinin söyleşilerini içeren bir başlangıçla kürsüde Seyyah Abdürreşit İbrahim'i konuşturan uzun bir bölümden oluşmaktadır. 1 000 dizedir.

3. Safahat Üçüncü Kitap: Hakkın Sesleri Toplumsal felaketler karşısında insanları uyarmak için gerçek İslami mesajı yansıtmaktadır. Toplamı 500 dize tutan 10 parça manzumedir. Manzumelerde Akif, partizanlığa, umutsuzluğa, ırkçılığa ve ateizme çatmaktadır.

4. Safahat Dördüncü Kitap: Fatih Kürsüsünde İki arkadaşın Fatih yolundaki konuşmalarını içeren bir bölümle, Fatih Camii Kürsüsü'ndeki vaizin konuşması olarak verilen uzunca metni içermektedir. 1 800 dizedir. Toplumsal ve siyasal bir yergidir. Tembellik, gerilik ve batı mukallitleri hedef alınmıştır.

5. Safahat Beşinci Kitap: Hatıralar Tümü 1 600 dizedir. Manzumelerde toplumsal felaketler karşısında Allah'a yakarılmakta, İslamiyeti gerektiği gibi ve geri kaldığı için tembel halk ve aydınlar suçlanmakta, Akif'in gezdiği yerlerdeki izlenimleri anlatılmaktadır.

6. Safahat Altıncı Kitap: Asım 2 500 dizelik tek parçadan meydana gelmektedir. Savaş vurguncuları, köylülerin durumu, geçmişe bakış anlayışı, eğitim-öğretim, medrese, ırkçılık, batıcılık, gençlik gibi birçok konu üzerinde durmakla birlikte, Akif'in gerçek görüşünü temel alır. Hocazade(Akif) ile Köse İmam arasında karşılıklı konuşmalar biçiminde geliştirilmiştir.

7. Safahat Yedinci Kitap: Gölgeler Akif'in 1918-1933 yılları arasında yayımlanmış manzumelerini içermektedir. Bunların toplamı bir kısmı kıta olmak üzere 41'dir. Manzumelerin üçü ayet yorumu olarak kaleme alınmıştır. Yazdıkları dönemin Akif üzerindeki etkilerini yansıtmaktadır.

 

8. "Son Safahat" : Ölümünden sonra, damadı Ömer Rıza Doğrul tarafından Akif'in basılmamış şiirleri bir araya getirilerek bu ad verilmiş ve 1943'teki toplu basımın sonuna konmuştur. 16 manzumedir ve birçoğu kıtadır. Safahat'ın daha sonraki basımlarında "Son Eserleri" başlığı altında verilmiştir. M.Ertuğrul Düzdağ'ın tertip ettiği 8. Basımda bunlara 11 yeni manzume eklenmiştir.

9. Safahat (Toplu Basım) : 6 Safahat'ın ve Son Safahat'ın yeni harflerle toplu basımıdır. Ömer Rıza Doğrul tarafından basıma hazırlanmış, bir mukaddime, indeks ve önsöz konulmuştur.

 

spacer.gifspacer.gifhttp://www.mehmetakifersoy.com/2006/wwwroot/img/Nesirler.gif

 

1. "İttihat yaşatır, Yükseltir, Tefrika Yakar Öldürür" Mehmet Akif ile Aksekili Ahmet Hamdi Bey'in, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Şehzadebaşı Kulübü'nde yaptıkları birer konuşma "Mev'aziz-I Diniye Birinci Kısım" adıyla bastırılmıştır.

Buradaki 54-60. Sayfalar Mehmet Akif'in konuşmasını kapsamaktadır. 2. Kastamonu'da Nasrullah Kürsüsü'nde Akif'in Kastamonu Nasrullah Kürsüsü'nden yaptığı konuşmasıdır. Akif, Sevr Anlaşması'nı anlatmaktadır.

3. Kur'an'dan Ayetler ve Nesirler Üç bölümlük eserin birinci bölümünde Kur'an Tefsirleri, ikinci bölümde Milli Mücadele döneminde yazılmış üç tefsiri ile Kastamonu ve ilçelerindeki vaazları üçüncü bölümde ise edebiyat yazıları, hasbihalleri yer almaktadır.

4. Mehmet Akif Ersoy ( Safahat ve İstiklal Marşı Şairi), Kur'an -I Kerim'den Ayetler (Meal-Tefsir)- Mev'izeler (Balkan Harbi'nde-Milli Mücadele'de)

Hazırlayan: Suat Zühtü Özalp. Birinci kısımda Akif'in yorumladığı ayetlerin Kur'an yazısı ve Latin harfleriyle okunuşu, meali ve tefsiri veriliyor. Bunların sayısı 32'dir. İkinci kısım da sekiz konuşma vardır. Bunlardan üçü Balkan Savaşı yıllarında yapılmıştır. Zağanos ve Nasrullah Camiileriyle Kastamonu ve ilçelerindeki konuşmalarından oluşur.

5. Mehmet Akif, İstiklal Marşı Şairimizin İstiklal Harbindeki Vaazları Hazırlayan: Hasan Boşnakoğlu

6. Babanzade Ahmet Naim, Profesör Abbas Mahmut Akkad, Mehmet Akif: İman ve Ahlak

Hazırlayan: Süleyman Fahir

7. Mehmet Akif Ersoy Hutbeler, sadeleştiren Maruf Evren

 

spacer.gifhttp://www.mehmetakifersoy.com/2006/wwwroot/img/KitapOlrkBasCev.gif

 

spacer.gif 1. Müslüman Kadını Mısırlı Ferid Vecdi'den tercüme edilmiştir. 1. Hanoto'nun (Hanotaux) Hücmuna Muhammed Abduh'un İslami Müdeafaası Fransız Dışişleri Basanlarından Hanotaux, yazdığı bir makalede, İslamın medeniyeti kabule elverişli olmadığını ileri sürmüş, Muhammed Abduh da buna bir cevap vermiştir. Akif'in bu çevirisi, daha sonra kitap haline getirilmiştir.

3. İçkinin Hayat-I Beşerde Açtığı Rahneler

Abdülaziz Çaviş'ten çevrilmiştir.

4. Anglikan Kilisesi'ne Cevap Abdülaziz Çaviş'ten tercüme edilmiştir. Kitap ayrıca "Hazreti Ali'nin Bir Devlet Adamına Emirnamesi" adıyla da Mehmet Akif'in çevirisinden yayımlanmıştır.

5. Mehmet Akif Külliyatı Hazırlayan İsmet Hakkı Şengüler. Akif'in çevirilerine ayrılmıştır.

 

spacer.gifhttp://www.mehmetakifersoy.com/2006/wwwroot/img/Digercevirileri.gif

 

spacer.gif 1. Orani (Kamil Flamaryon'dan) 2. Hadika-i Fikriyye (Ferit Vecdi'den)

3. Müslümanlıkla Medeniyet (Ferit Vecdi'den)

4. Medeniyet-i İslamiye Tarihi'nin Hataları (Şiblinnumani'den) Corci Zeydan tarafından yazılan Medeniyet-i İslamiye Tarihi adlı eserin hatalarını göstermek amacıyla Hintli Şiblinnumani'nin yazdığı eserlerdir.

5. Asr Suresi Tefsiri ( Muhammed Abduh'dan)

6. Alemi İslam: Hastalıkları ve Çareleri ( Abdülaziz Çaviş'ten)

7. Müslümanlık Fikir ve Hayata Neler Bahşetti? ( Abdülaziz Çaviş'ten)

8. Kavmiyet ve Din, İslam ve Medeniyet ( Abdülaziz Çaviş'ten)

9. Esrar-ül Kur'an (Abdülaziz Çaviş'ten) Bu eserin çoğu bölümünü Mehmet Akif Ersoy tercüme etmiştir.

10. İslamlaşmak (Sait Halim Paşa'dan) Fransızcadan çeviridir.

 

 

İSTİKLÂL MARŞI

 

Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;

O benimdir, o benim milletimindir ancak.

 

 

Çatma; kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl

Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celâl?

Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl...

Hakkıdır, hakka tapan, milletimin istiklâl

 

 

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım!

Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner aşarım;

Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

 

 

Garbın afakini sarmışsa çelik zırhlı duvar,

Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.

Ulusun, korkma! nasıl böyle bir imanı boğar,

Medeniyet! dediğin tek dişi kalmış canavar?

 

 

Arkadaş! yurduma alçakları uğratma, sakın.

Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.

Doğacaktır sana vadettiği günler hakkın.

Kim bilir belki yarın... belki yarından da yakın.

 

 

Bastığın yerleri «toprak!» diyerek geçme, tanı:

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:

Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

 

 

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?

Şüheda, fışkıracak, toprağı sıksan şüheda!

Canı, cananı, bütün varımı alsın da hüda,

Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

 

 

Ruhumun senden, ilahi şudur ancak emeli,

Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.

Bu ezanlar - ki şahadetleri dinin temeli-

Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli,

 

O zaman vecdile bin secde eder - varsa - taşım.

Her cerihamdan, ilâhi boşanıp kanlı yaşım,

Fışkırır ruhu mücerret gibi yerden naşım;

O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

 

 

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.

Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:

Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;

Hakkıdır; hakka tapan, milletimin istiklâl.

 

 

 

 

 

İSTİKLÂL MARŞI YARIŞMASINDA ÖN ELEMEYİ KAZANAN DİĞER 6 ŞİİR

1-

Yıllarca altı cephede ateşle kanlara;

Türk'ün hilâl-ü dinine düşman olanlara;

Ceddin o; Yıldırım gibi saldın zaman zaman

Yüksek başın eğilmedi bir art cihanlara

Ey kahramanlar ordusu, ey yıldırım-Şitab.

Göster cihan-ı mağribe bir kanlı inkılab

Ey mazi-i havariki bin destan olan;

Garbın zalam-ı zulmüne yüz yıl kılınç salan

Arslan yürekli ordu; demir giy; silah kuşan!

Zira hududu kapladı ateşle kan, duman.

Ey kahramanlar ordusu, ey yıldırım - Şitab,

Göster cihan-ı mağribe bir şanlı inkılab!

Arslan mücahid ordusu, ey haris-i salah

Destinde seyf-i hak gibi pek şanlı bir silah

Açtın sema-yi millete pür-nûr bir sabah.

Atî bizim... bizim artık vatan, zafer, felah.

Ey kahramanlar ordusu; ey yıldırım - Şitab.

Göster cihan-ı mağribe bir şanlı inkılab

 

MEHMET MUHSİN

 

2-

Altı bin yıl efendilik yaptın,

"Kahraman Türk" idi cihanda adın.

Bir ateşten siperdin İslam'a

Sönmeyen bir güneş gibi yaşadın.

Ey büyük ünlü milletim ileri!

Hasmına çiğnetme koş bu şanlı yeri!

Düşmanın bir cihansa dostun

Hak Hakkın elbette müstakil yaşamak

Atıl, ez, vur, senindir istiklâl

Ebedî parlasın şu al bayrak...

Ey benim şanlı milletim ileri;

Ele çiğnetme koş bu ülkeleri!

M.*

*Bursa Milletvekili Muhittin Baha Bey Yarışmaya (M) rumuzu ile katıldı. Müzakereler esnasında şiirini geri çekti.

3-

Ey Müslüman, ey Türk oğlu

Açıldı istiklâl yolu

Benim bu son günlerimdir,

Diyor bize Anadolu.

Çek sancağı Türk ordusu

Olmaz Türk'ün can korkusu

Esarete dayanır mı

Türk vatanı, Türk namusu?

Bu son savaş bize farzdır,

Fırsatımız gayet azdır,

Muzaffer ol da ey millet

Altın ile tarih yazdır.

Birleşelim özümüzden,

Dönmeyelim sözümüzden,

Hem silelim bu lekeyi,

Tarihdeki yüzümüzden.

İSKENDER HÂKİ

 

4-

Göz yaşına veda et

Ey güzel Anadolu!

Hakkını korur elbet

Türk'ün bükülmez kolu

Cenk ederiz genç, koca

Bugün değil, yarın da

Yadımız ağladıkça

İzmir ezanlarında.

Hak yolunda kan olur,

Dünyalara taşarız;

Ya şerefle vurulur,

Ya efendi yaşarız.

Her gün yeni bir hile

Arkasından satıldık;

Her gün yeni bir dille

Yurdumuzdan atıldık

Yeter, ey Ka'be'mizi

Elimizden alanlar

Alıkoyamaz bizi

Yolumuzdan yalanlar.

Hangi alçak el alır,

El zinciri boynuna?

Kim Yunan'ı bırakır

Türk kızının koynuna?

KEMALEDDIN KAMI

 

5-

Millet aşkı, din aşkı, vatan aşkı uyansın

Yurdumuza göz dikenler al kanlara boyansın

Ya ben ya onlar diyen silâhına dayansın

Türk oğludur bu millet

Türk'ündür bu memleket

Türk oğludur bu millet

Türk'ündür bu memleket

Düşman gözü tutamaz yanar dağlar başını

Bağrımızda saklarız vatanın her taşını

Yurdumuza yan bakan döker gözün yaşını

Türk oğludur bu millet

Türk'ündür bu memleket

Türk oğludur bu millet

Türk'ündür bu memleket

Can veririz her zaman hürriyet yoluna

‘Ya gazi, ya şehid’lik ne devlettir kuluna

Ata emanet etmiş namusunu oğluna

Bize Türk oğlu derler

Hep bizimdir bu yerler

A.S.

6-

 

Türk'ün evvelce büyük bir pederi

Çekti sancağı hilâl-i sehari

Kanımızla boyadık bahr ü berri

Böyle aldık bu güzel ülkeleri

İleri, arş ileri, arş ileri

Geri kalsın vatanın kahpeleri

Seni ihya için ey nâmı büyük

Vatanın uğruna öldük öldük

Ne büyük kaldı bu yolda ne küçük

Siper oldu sana dağlar gibi Türk

Yürü ey milletin efradı yürü

Ak süt emmiş vatan evlâdı yürü

Vatan evlâdını kurban edeli

Milletin hür yaşamaktır emeli

Veremez kimseye bir Çamlıbeli

Bağlanır mı acaba Türk'ün eli

İleri, arş ileri, arş ileri

Çiğnenir çünkü kalan yolda geri.

HÜSEYİN SUAD

 

Taceddin Dergâhı

 

http://www.mehmetakifersoy.com/2006/wwwroot/img/taceddinderg.jpg

 

Taceddin Dergâhı, İstiklâl Marşı'nın yazıldığı mekandır. Akif, Milli Mücadeleye katılmak için Ankara' ya geldiğinde ev bulmanın çok zor olduğundan dolayı Dergâhın şeyhi tarafından ikâmet etmesi için Mehmed Akif e tahsis edilmişti.

Burası Akif in dostlarını ağırladığı, ülke sorunlarının, sanatın ve Milli Mücadele ile ilgili konuların konuşulduğu, tartışıldığı ve bağımsızlık mücadelesinin odak noktalarından biridir. Bu açıdan da Taceddin Dergâh' ı önemli ve hatırlanması, korunması gereken bir mekandır.

Ancak Dergâh çok uzun yıllardır kendi kaderine terkedilmiş, bakımsız ve içinde sarhoşların barındığı bir yer olarak kaldı. İlk olarak 1968 yılında, Ankara Eski Valisi ve senatör Ömer Naci Bozkurt tarafından fark edilerek tamir ve tadilatı yapıldı.

Daha sonra, bazı sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte Mehmed Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı' nın çabalarıyla Akif i anma günlerinin yapıldığı bir merkeze dönüştü.

Ancak bizzat Hacettepe Üniversitesi sit alanı olan bu bölgede kaçak yapılarla Dergâh' ın etrafını kuşattı. Mahkemede yıkım kararı alınmasına rağmen bu binalar yıkılamıyor.

Dergâh "Mehmed Akif Ersoy Evi" olarak hizmet veriyor.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

iibfli aradığım ve merak ettiğim, Mehmet Akif in haricinde dier yarışmaya giren şiirleride bulmuşsun, çok teşekkürler çok önemli ve mutlaka olması gereken bi konuydu ve bu konuya herhangi bi yorum yazılmaması beni çok şaşıttı, eline,emeğine sağlık:clapping::clapping:

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

ZULMÜ ALKIŞLAYAMAM

 

Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;

Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.

Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım!...

-Boğamazsın ki!

-Hiç olmazsa yanımdan kovarım.

Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;

Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.

Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale;

Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale!

Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum

Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!

Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,

Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!

Adam aldırmada geç git, diyemem aldırırım.

Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!

Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...

İrticanın şu sizin lehçede ma'nası bu mu?

 

Mehmet Akif Ersoy

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Ordunun Duası

 

Yılmam ölümden, yaradan, askerim

Orduma 'Gazi' dedi Peygamber'im

Bir dileğim var ölürüm isterim

Yurduma tek düşman ayak basmasın

 

Amin desin hep birden yiğitler

Allahu ekber gökten şehitler

Amin! Amin! Allahu ekber

 

Türk eriyiz silsilemiz kahraman

Müslümanız Hakk'a tapan müslüman

Putları Allah tanıyanlar, aman

Mescidimin boynuna çan asmasın

 

Amin desin hep birden yiğitler

Allahu ekber gökten şehitler

Amin! Amin! Allahu ekber

 

Millet için etti mi ordum sefer

Kükremiş arslan kesilir her nefer

Döktüğü kandan göğe vursun zafer

Toprağa bir damlası boşa akmasın

 

Amin desin hep birden yiğitler

Allahu ekber gökten şehitler

Amin! Amin! Allahu ekber

 

Ey ulu Peygamberimiz nerdesin

Dinle minaremde öten gür sesin

Gel! Bana yar ol ki cihan titresin

Kimse dönüp süngüme yan bakmasın

 

Amin desin hep birden yiğitler

Allahu ekber gökten şehitler

Amin! Amin! Allahu ekber

 

http://www.youtube.com/watch?v=oU4sXo1dLBU

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Asım

 

-Vay hocam! Vay gözümün nûru efendim, buyurun!

 

Hangi rüzgârdır atan sizleri .. Lûtfen oturun.

 

Mütehassirdik efendim, ne inâyet! Ne kerem!

 

Öpmedik affediniz...

 

-Çok yaşa... Lâkin... Veremem.

 

-Bütün İstanbul´un ağzında gezen elleriniz,

 

Bize nâz etmese olmaz mı efendim Veriniz.

 

-Döktüğün dillere bittim, seni çok sözlü seni!

 

Ayda, âlemde bir olsun aramazsın Köse´ni.

 

Bu herif öldü mü, sağ kaldı mı, derler de, ayol,

 

Baba dostuysam eğer kalkıp ararlar bir yol.

 

Yoksa yaşlanmıya görsün, adamın hâli yaman...

 

Ne fenâ günlere kaldık, aman Allah´ım aman!

 

"Nesl-i hâzır" denilen şey pek acâib birşey:

 

Hoca rahmetliye bak, oğluna bak hey gidi hey!..

 

Amma tekdîr ediyorsun, canım ilkin adamı...

 

Bir selâm ver bakalım, böyle selamsızdan mı

 

-Selamûn aleyküm.

 

Aleyküm selâm...

 

Barıştık, yüzün gülsün artık imam.

 

-Hele dur, öfkemin tekmilliyeyim...

 

-Tekmille!

 

Zâten eksik bir o kalmıştı: Hudâyî sille...

 

-Sanki dövsem ne yaparsın Hocayız biz, döveriz...

 

Gül biter aşk ile vurduk mu...

 

-Pek cılız çıktı bu "câiz" demek imânın yok

 

-Dayak "âmentü "ye girdiyse, benim kamım tok.

 

Gül değil, kıl bile bitmez sopa altında!

 

-Hele!

 

-Öyle olsaydı, şu karşındaki yalçın kelle,

 

Fark olunmazdı Kızanlık´taki güllüklerden!

 

Bu dayak faslı da aç karnına bilmem nerden

 

Dur ki çay demleyelim, nargile gelsin, kerem et.

 

-Söyle gelsin, hadi zahmetse de...

 

-Haşa, rahmet.

 

-Enfiyen var ya

 

-Tabi i.

 

-Çekilir boydan mı

 

-Burun aldatmaya kâfi:

 

-Bu nedir Cerman mı

 

-Karışık

 

-Neyse, zarûrette pek a´lâ gidecek.

 

Hocazâdem, bakalım, bir de bizimkinden çek.

 

-Yerli mahsûlüne benzer mi desem

 

-Kendisidir.

 

-Sen de tiryâki değilsin ya, pek a´lâ yetişir.

 

-Baban olsaydı da görseydi, işin vardı.

 

-Neyi

 

-Çektiğin murdan.

 

-Sevmezdi, evet, böyle şeyi.

 

-Neydi rahmetlide, lâkin, o temizlik vay vay!

 

Azıcık benzemiş olsaydı ya mahdûmu da...

 

Ay

 

Şu babamdan nerem eksik hadi, göster bakayım

 

Ama hiddetleneceksen ne suyun var, ne sayım

 

Yok eğer mum gibi dosdoğru cevâb istersen:

 

Babanın kestiği tırnak bile olmazsın sen.

 

-Ne nezâketli beyan! Hey gibi mum, tıpkı odun!

 

-Böyle hiddetlenecektin, neye râzî oldun

 

-Oldum amma bu kadar doğrunun olmaz ki tadı...

 

"Selâmun aleyküm behey kör kaldı!"

 

Seni çok sözlü dedin, yetmedi; tekdîr ettin,

 

Yine az geldi...

 

-Hayır, söylemedim, söylettin.

 

-Başladın şimdi de tahkîre... Kızılmaz mı Hoca

 

-Zübbelik yok!

 

-O ne Ben zübbe miyim

 

-Oldukça,

 

-Vâkıâ çok severim, her ne desen aldırmam:

 

Bu, fakat hazmolunur parça değil... Pir ol İmam!

 

-Sen de pîr ol.

 

Ama kızdım.

 

-Ne tuhaf şeysin be:

 

Bir sözümden kızıyorsun.

 

-Kime derler zübbe

 

-Sana derler.

 

-Niye

 

-Hem benzemedin merhûma;

 

Hem neden benzemedin, dersen, efendim, sorma,

 

O ne hiddet, o ne,şiddet! Çalışıp benzesene!

 

İlme vakfettiği dirsek babanın: Elli sene.

 

-Biz de az çok pala sürttük...

 

-Sana câhil demedik

 

Yalınız zübbe dedik... Bak yine baktın dik dik.

 

Hoca rahmetli yetişmişti, düşün hem, nereden

 

Kimin oğluydu baban Kimdi unuttun mu deden

 

İpek´in köylüsü, ümmî, yan vahşî bir adam...

 

-Bâri yamyam de! Ne mâni´ ki, evet, ak yamyam!

 

-Dinle oğlum...

 

-Ne nezâhet bu, Hocam Hayrânım!

 

-Lâfı ağzımda bıraktın be kuzum, dur be canım...

 

-Cümle bitseydi, emînim ki, dedem gitmişti...

 

Dar yetiştim!

 

-Ne o, sırtlan da mı olduk şimdi

 

-Neyse bahsinde devam et bakalım..

 

-İşte baban,

 

Bir şey öğrenmedi elbette o ümmî babadan.

 

Ne kazanmışsa, bütün, kendi kazanmış, kendi.

 

Zât-ı devletleri, lâkin azıcık çöplendi.

 

Sen dua et babadan topladığın mirâsa,

 

Hep onun himmetidir üç satır ilmin varsa.

 

-Üç satır hem de, İlâhî, ne tükenmez irfan!

 

-Hadi üç yüz satır olsun mütehammilse kafan!

 

Hoca´nın kâ´bına yükselmen için dağlar var.

 

-Tırmanırsam

 

-Hadi tırman, bakalım, işte duvar.

 

-Bu bacaklarla mı

 

-Hay hay!

 

-Belli!

 

Yaşınız kaçtı paşam, elli mi

 

-Yoktur elli.

 

Aştınız kırkı ya

 

-Kırk altıyı bulduk.

 

-A´lâ...

 

Yüzü bulsan, yine "hâlâ mı bu mektûb, hâlâ!"

 

Arzı olmazsa hayâtın ne çıkar tûlünden

 

Hani kırk altı yılın eldeki mahsûlünden

 

Hangi bir fende teâlî edebildin, evlât

 

Hangi san´atte rüsûhun göze çarpar Anlat!

 

Ulemâdan mı sayıldın Fukahâdan mı

 

-Hayır.

 

-Ya siyâsî mi nesin Kendine bir meslek ayır.

 

-Şâirim.

 

-Olmaz olaydın: O ne yüzler karası!

 

Bence dünyâdaki işsizlerin en maskarası.

 

Af edersin onu!

 

-İmkânı yok etmem, ne demek!

 

Şi´re meslek diye, oğlum, verilir miydi emek

 

Ah, vaktiyle gelip bir danışaydın Köse´ne,

 

Senin olmuştu bugün belki o kırk altı sene.

 

Ama pek hırpaladın şi´ri...

 

-Evet, hırpaladım:

 

Çünkü merkep değilim, ben de mürekkep yaladım,

 

Ben de târîh okudum; âlemi az çok bilirim.

 

"Ş´uarâ" dendi mi, birdenbire oynar sinirim.

 

İyi gün dostu herifler, o ne yardakçı gürûh,

 

O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekruh.

 

Dalkavukluktaki idmanları sermâyeleri...

 

Onlar azdırdı, evet, başlıca pespâyeleri

 

Bu sıkılmazlara "medh et!" diye, mangır sunarak,

 

Ne erâzil adam olmuş, oku târîhi de bak!

 

Edebiyyâta edebsizliği onlar soktu,

 

Yoksa, din perdesi altında bu isyan yoktu:

 

Sürdüler Türk´e "tasavvuf" diye olgun şırayı;

 

Muttasılşimdi "hakîkat" kusuyor Sıdkı Dayı!

 

Bu cihan boş, yalınız bir rakı hak bir de şarab;

 

Kıble: Tezgâh başı, meyhâneci oğlan: Mihrab.

 

Git o "dîvan "mı, ne karın ağrısıdır, aç da onu,

 

Kokla bir kerre, kokar mis gibi "Sandıkburnu!"

 

Beni söyletme, neler var daha!

 

-Tekmilleyiver...

 

Sâde pek sövme ki, Peygamberimiz şi´ri sever.

 

-Vâkıâ "inne mine´ş-şi´ri... " büyük bir ni´met;

 

Dikkat etsen: Yine sevdikleri, lâkin, hikmet.

 

Ben ki Attâr ile Sa´dî´yi okur, hem severim;

 

Başka vâdîleri tutmuşlara ancak söverim.

 

Hem senin şi´re müdâfi´ çıkışın ma´nâsız:

 

Sana şâir diyen, oğlum, seni gördüm yalnız.´

 

Kimi mevlidci diyor...

 

Âh olabilsem, nerde!

 

Yetişilmez ki: Süleyman Dede yükseklerde.

 

-Kimi bid´atçi diyor... Duyduğum en çok bunlar.

 

-Daha var mıydı, İmam

 

-Var ya, unuttum: Baytar.

 

-Keşke baytarlık edeydim...

 

-Yine et mümkünse.

 

-Belki yapardın be...

 

-Unuttum, be Köse!

 

-Keşke zihninde kalaymış, ne kadar lâzımmış;

 

Beni dinler misin evlâd Yine kim bilse çalış:

 

Çünkü bir tecrübe etsen senin aklın da yatar,

 

Bize insan hekiminden daha lâzım baytar.

 

-Hele bir çek bakalım!

 

-Sen de bizimkinden çek.

 

-Hani çay gelmedi yâhu

 

Ay, unuttuk, gerçek.

 

-Gitme, seslen yalınız, nerde Emin, yok mu

 

-Emin!

 

Nerdesin Baksana, çay demliyeceklerdi demin...

 

-Demlemişler, baba.

 

-Sen gelsene, oğlum, buraya...

 

El öperlerdi, unuttun mu

 

-Hayır

 

-Oldu mu ya

 

-Demin öptüm, baba...

 

-Öptün mü, git öyleyse hadi.

 

Hele yâ Rabbi şükür, çay da nihâyet geldi.

 

Şeker istersen eğer bulduralım

 

-Dört yüz mü

 

-Aldığım yok, yaşasın İzmir´in a´lâ üzümü;

 

Hem ucuz, hem daha lezzetli.

 

-Buyurun.

 

-Başla canım, var mı merâsim bizde

 

-Hocam, evvelce üzüm çiğnenecek, üstüne çay...

 

İçelim aşkına rindân-ı Hudâ´nın!

 

-Hay hay!

 

-Hoca, keşfet bakayım, şimdi bu harbin sonunu

 

-Onu Allah bilir amma, acabâ var mı sonu

 

-Ne demek! Nâ-mütenâhi mi bu Elbette biter;

 

Tarafeynin biri ancak deyiversin ki: Yeter!

 

Aklım ermezse de evlâd, bu işin bitmesine,

 

İki şeyden biri lâzım...

 

- O nedir

 

- Dinlesene:

 

İngiliz yok mu, o hâin, ya doyup patlamalı;

 

Yâhud aç kalmalıdır... Yoksa bizim fal kapalı.

 

Açma sen şimdi o yaprakları, oğlum, beni sor:

 

Başımın derdi büyük çâresi yok... Olsa da zor.

 

-Çâresiz derd olmaz, söyle Hocam, dinliyorum

 

-Bir değil...

 

-Tut ki bin olmuş, ne demek, mecbûrum.

 

Sana hizmet, babamın rûhuna rahmettir, ayol.

 

-Hocazâdem, bilirim hepsini, berhurdâr ol.

 

Oğlanın hâlini evvelce mi açsam Lâkin,

 

Komşunun derdi dururken bunu açmak çirkin.

 

-Oğlanın hâli nedir, söyle Merâk etmedeyim...

 

-Hele dursun da o, ilkin şunu bir nakledeyim:

 

 

 

Mütekâid pa alardan biri, üç beş sene var,

 

Düştü bilmem ne taraftansa bizim semte kadar.

 

Kimde az çok getirir bir satılık, mal varsa,

 

Kapatıp yaptı beleşten sekiz ev, dört arsa.

 

Herifın hâli bidâyette zararsızcaydı;

 

Son zamanlarda, ne olduysa, namazdan caydı.

 

Ne cemâ´atte, ne mescidde, bugün komşu paşa.

 

-Olağan şey, sofuluk çıkmadı, besbelli başa.

 

-Derken incelmeye, gencelmeye kalkıştı...

 

 

 

-Ne aman dinledi, gittikçe, hovardam, ne zaman.

 

Saç sakal tuttu ne hikmetse acâib bir renk;

 

Kalafatlandı bıyıklar, iki batman, bir denk!

 

Çehre allıklı sabunlarla mücellâ hergün:

 

Fes yıkık, kelle açık, kaş yılışık, göz süzgün;

 

İğne, boncuk yakalık, tasma, yular... Hepsi tamam;

 

Koçyiğit sanki bunak!

 

-Sen de mi şâirdin İmam

 

-Kuşkulandım paşadan, gizlice gittim hanıma;

 

Dedim: Örtün de kızım, gel bakalım, gel yanıma.

 

Zevcinin tavrı acâibleşiyor zannederim,

 

Sen ne dersin buna bilmem, bana sor, bak ne derim:

 

İşçiniz, sofracınız var mı

 

-Evet

 

-Kim

 

-eleni.

 

-Şimdi sav.

 

-Hiç mi sebepsiz

 

A kızım, dinle beni:

 

Böyle şeylerde sebep, hikmet aranmaz... Çabucak

 

Savabilmektedir iş... Yoksa rezâlet çıkacak:

 

Paşa azmış!

 

Acabâ üstüme gül koklar mı

 

-Onu bilmem, gülü koklar mı kocan, yoklar mı

 

Beni söyletme kızım, giti de hemen sav karıyı.

 

 

 

Çok zaman geçmedi, gördüm ki bizim soytanyı,

 

Geliyor "ilmühaber yaz" diye, neymiş bakalım

 

-Bir izinnâme.

 

-İzinnâme mi Hay hay, lâzım...

 

Evlenen hangisi Beyler mi, kerîmen mi, paşa

 

-Onların vakti değil.

 

-Kim ya

 

-Benim.

 

-Sen mi Yaşa!

 

Tam da vaktin, hani gün geçmeye gelmez, davran!

 

-Hoca, eğlenme hemen yazmana bak işte paran!

 

Ay o murdar kâğıdın pek mi büyük hâtırı ki,

 

Beni ürker diye tutmuş sayıyorsun bir... iki ..

 

Kaç paran varsa büküp katla da indir cebine,

 

Yazamam nâfıle.

 

-Elbet yazacaksın, sana ne

 

-Hiç adam hâline bakmaz mı be İnsâf azıcık!

 

-Çok, şükür hâlime... Nem var Yüzüm ak alnım açık...

 

İyi bak sen bana bir kerre!

 

-Hayır, kendin bak;

 

Bence bir kellen açık, bir de sakal diplerin ak.

 

Ama sen halt ediyorsun! Sakalımdan sana ne

 

-Ne mi Ondan beleş eğlence mi var seyredene

 

Gülüyor kahvede el, çarşıda bakkal, çakkal;

 

Olma beyhûde, ağızlarındaki bir parmak bal;

 

Çatlasan sofracı Rumdan kan olmaz adama.

 

-Kim haber verdi bileydim ..

 

-Ne bunak şeysin ama!

 

Kim haber verdi, nedir Sormaya var mıydı lüzum

 

Yediğin herzeyi kör gördü, sağır duydu kuzum.

 

Söyletir çarçabuk insan, meğer olsun pek alık

 

Boşboğazşey, o senin yosma sakal, hasba kılık!

 

Artık elverdi İmam, kellemi kızdırma da yaz.

 

-Bana bak: Hiçbir imam böyle rezâlet yazamaz.

 

Ay, rezâlet de diyor sünnete!

 

-Sünnet mi

 

-Ya ne

 

-Öyle şey yok...

 

-Ne demek

 

-Dinle, be hey dîvâne:

 

Öyle sünnet denemez her zaman, evlenmek için:

 

Vakt olur, sünneti geç, vâcîb olur erkek için;

 

Vakt olur, sünnet olur.

 

-Söylediğim çıktı, tamam!

 

-Vakt olur, bir de bakarsın ki, olur böyle: Haram.

 

-Kimseden dinlememiştim bu senin fetvâyı...

 

Ne tuhaf.

 

-Sende tuhaflık, kısa kes da´vâyı.

 

Çoluğun var, çocuğun var, haremin nâmuslu;

 

Yaşın altmış beşi bulmış, otur artık uslu.

 

Neren eksik be adam, böyle ne var çıldıracak

 

Kan derdiyle yıkılmaz bu kadar yıllık ocak.

 

-O nasıl söz Ben ocak yıkmaya evlenmiyorum.

 

-Hiç o seksen kapı gezmiş, o kaşarlanmış Rum,

 

Sofracıyken seni koymuş da bu cânım kılığa,

 

Hanımım derse, dökülmez mi ki fındıkçılığa

 

Kan kıvrak paşa hazretleri, şallak mallak;

 

Biri hakkıyle edepsiz, biri şartınca salak;

 

Evvel Allah döneceksin çabucak maskaraya;

 

Vuracaksın iki üç dalgada baştan karaya!

 

Artık evler gidiyor cilveyi kırdıkça madam...

 

Oynasın kumda çocuklar

 

-Ne vazîfen be adam

 

Avukattan da beter, ay ne kadar herze-vekil!

 

-Defol ordan!

 

-Hadi yaz kâğıdımı!

 

-Yazmam be, çekil!

 

-Yazacaksın.

 

-Yıkıl ordan, sana yok ilmühaber

 

Meğer emretmeli rü´yâma girip Peygamber.

 

-Yazma sittin sene, pampin, yap elinden geleni;

 

Yedi gün sonra duyarsın: Hanım olmuş Eleni!

 

***

 

-Hocazâdem; sözü çıksın da nihayet herifın,

 

Bana kah kah diye gülsün mü Nasılmış keyfin!

 

Akdi kim yaptı

 

Açıkgöz mü ararsın ki Dolu...

 

Yalınız gösteren olsun: Paranın nerde yolu.

 

O değil, şimdi asıl çattı belânın büyüğü:

 

Haber aldım, kan kandırmış o sersem hödüğü,

 

Alıyormuş bütün emlâkini.

 

-Gerçek mi

 

-Evet.

 

Buna bir çâre düşün, gitmesin evler, kerem et.

 

O çocuklar ne olur sonra

 

-Perîşan. Ya hanım

 

-O da rahmetli anamdan daha safınıç be canım!

 

Söyledim söyledim aldınnadı "vurdum duymaz!"

 

Sonra mel´un kan kunıaz mı, hakîkat kurnaz;

 

Herif eşşek mi dedin, eşhedü-bi´llâh eşŞek;

 

Ağzı kanıındaki uçkur düğümünden gevşek!

 

Bir kıntsın, iki dil döksün o fettan kahbe!

 

Çare yok, salyası sarkıp diyecek: ´Ierdim be!

 

 

 

Hanım akşam, bize gelmişti namazdan sonra...

 

Yolda bîçâre şaşırmış, hadi girmiş çamura.

 

Ne kıyâfet, ne hazin manzara, görsen yavrum!

 

Kendi ağlar, kızı ağlar... Ne deyim, bilmiyorum.

 

Ciğerim sızladı baktım da, fakat fâide ne

 

Kaderin cilvesi, kurbân olayım halledene!

 

Gamsız insanlara eğlence gelirmiş yaşamak;

 

Yüreğin hisli mi, işkencedesin, tâli´e bak!

 

Şimdi, oğlum, herifın hacrine bir çâre!

 

-Kolay.

 

-Süfehâdan sayabilsek

 

-Sayacaksın, hay hay.

 

Bir adam mâlini isrâf ile etmişse heder,

 

Ona hükkâm-ı şerîat "süfehâdan"dır der.

 

Sâde-dil, ebleh olup, kârederim, vehmiyle,

 

Ahz ü i´tâya çıkıp aldanan eşhâsa bile,

 

"Süfehâ" nâmını vermekte, evet, şer´-i şerif.

 

Gelelim mes´elenin hallline: Mâdem bu herif,

 

Kendi infâkına muhtâc olan evlâdlarının

 

Cümlesinden geçerek, derdine bir pis karının,

 

Heder etmekte bütün mâlini... Elbet ya bunak;

 

Yâhud aldanmaya gâyetle müsâid avanak.

 

İki sûrette de hâkim bunu hacretse, eder.

 

Şimdi lâzım gelen ancak size bir ilmühaber.

 

İhtiyar hey´eti, muhtar, hepiniz toplanınız;

 

Yazınız çarçabuk... Etraflıca olsun yalınız;

 

Sonra, hiç beklemeden göndeririz mahkemeye.

 

-İş mühim... Korkarım etraflı yazılmazsa diye,

 

Şunu sen yazsana oğlum

 

-Bakarız dur da biraz...

 

Daha a´lâsı mı: Ben söyliyeyim, kendin yaz...

 

İmam üslûbuna uydurnıası artık senden!

 

Hadi bir Besmele çek başlıyalım istersen.

 

Hele ilkin takıver gözlüğü.

 

-Hay hay takayım;

 

Yalınız, sen bana bir parça kâğıt ver bakayım.

 

-Hokka ister mi

 

-Divit varya.

 

-Peki, işte kâğat.

 

Evvelâ ortaya bir "Hu"mu atarlar Hadi, at

 

Başla: "Bâdî-i"

 

-Evet, "İlmühaber oldur ki"

 

-"Mahallemizde" çabuk yaz!

 

-Şaşırmayım, dur ki!

 

- "Filân sokakta"

 

-Yavaş söyle, oldu.

 

-"Kâin olan

 

Filânca hânede... sâkin... filânca oğlu... f ilân... "

 

Düşünme! "Her ne kadar"

 

-Oldu, söyle sen...

 

- Ma tuh

 

-Peki.

 

- Değilse de

 

-Lâkin, kalem kırıldı be, tûh!

 

-Öbür kalemle yaz artık, ne makta var, ne çakı.

 

"İâşesiyle" bitirdin mi

 

-Söyle

 

"- İnfâkı

 

Tamâmen üstüne âid ve. "Haydi! "Efrâdı

 

Kesîr. . . "

 

-Evet, azıcık dur...

 

-"İyâl ü evlâdı"

 

-Peki.

 

- "Bulunduğu... "

 

-Dur dur!

 

-Yoruldun anlaşılan

 

-Yorulmadım hadi sen...

 

-"Halde uhdesinde olan"

 

Yazıldı, bitti mi "Bilcümle mâl ü mülkü"

 

-Evet!

 

-"Ahîren aldığı... " Yazdın mı ... Durma şimdi.

 

-Fakat...

 

-Ne var ki

 

-´Âldığı" kâfi mi İstemez mi nikâh

 

-O halde şöyle yazarsın: Ahîren istinkâh

 

-Bu oldu.

 

- "Ettiği "... Kız neydi

 

-Söyledik ya kuzum,

 

İşitmedin mi demin

 

-Haklısın, devâm et: "Rum

 

Cemâ´atinden" efendim filânenin yazıver.

 

-Yazıldı.

 

-"Üstüne etmek"

 

 

 

 

 

Ve böyle mâlini beyhûde yolda imhâya

 

Kıyâm eder"

 

-Yavaş ol! Koş diyen de olmadı ya!

 

- "Ver arz edildiği vech üzre emr-i infâkı"

 

Ne i´tinâ bu! Yesârî misin, nesin

 

-Tıpkı!

 

-Yazındı: "Kendine mahsus ve münhasır bulunan"

 

Adam, cızıktırıver, bakma hüsn-i hatta, filân.

 

"Küçük, büyük bütün evlâdlarıyle zevcesini"

 

Yazıldı bitti ya

 

-Sabret, düzelteyim şu sini...

 

 

 

"Her cihetce pek mahrûm

 

 

 

-Evet, oğlum, yazıldı, bekliyorum.

 

-"İçinde ölmeye mahkûm"

 

-Fenâ mı yoksa

 

-Hayır;

 

Fena olur mu ya

 

- "Mumâileyhin"

 

-İşte bu çok!

 

-Ne çâre! "Şer´-i Şerîf cânibinden" oldu mu

 

- Yok...

 

-Biraz yavaşça.

 

-Peki... Haydi, şimdi bağlayıver:

 

"Lüzûm-i hacrine dâir" yaz... İşbu ilmühaber ;

 

"Mahallemizce" mi dersin Dedinse "bi´t-tanzîm

 

Huzûr-i hâkim-i şer´îye" sec´i bas: "Takdîm

 

Kılındı. "

 

Âferin, oğlum, imam da böyle yazar:

 

-Onu bilmem, şu bitirdik ya nihâyet zor zar:

 

Acabâ hacri muvâfık görecekler mi ki

 

-Ey...

 

Hâkimin re´yine, vicdânına kalmış bir şey

 

Sen de gör kendini bir kerre.

 

-Peki, evlâdım,

 

Göreyim... Başka ne yapsam ki, şaşırdım kaldım.

 

Bittim artık bilemezsin ne kadar bittiğimi;

 

Âh görsem şu cihandan yıkılıp gittiğimi!

 

Ne gebermez, ne kütük bünye ki, hiç kağşamamıç!

 

Bunu Rabbim, bana sağlık diye nerden yamamış

 

İstemem, kendinin olsun!

 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Asım

 

-Vay hocam! Vay gözümün nûru efendim, buyurun!

 

Hangi rüzgârdır atan sizleri .. Lûtfen oturun.

 

Mütehassirdik efendim, ne inâyet! Ne kerem!

 

Öpmedik affediniz...

 

-Çok yaşa... Lâkin... Veremem.

 

-Bütün İstanbul´un ağzında gezen elleriniz,

 

Bize nâz etmese olmaz mı efendim Veriniz.

 

-Döktüğün dillere bittim, seni çok sözlü seni!

 

Ayda, âlemde bir olsun aramazsın Köse´ni.

 

Bu herif öldü mü, sağ kaldı mı, derler de, ayol,

 

Baba dostuysam eğer kalkıp ararlar bir yol.

 

Yoksa yaşlanmıya görsün, adamın hâli yaman...

 

Ne fenâ günlere kaldık, aman Allah´ım aman!

 

"Nesl-i hâzır" denilen şey pek acâib birşey:

 

Hoca rahmetliye bak, oğluna bak hey gidi hey!..

 

Amma tekdîr ediyorsun, canım ilkin adamı...

 

Bir selâm ver bakalım, böyle selamsızdan mı

 

-Selamûn aleyküm.

 

Aleyküm selâm...

 

Barıştık, yüzün gülsün artık imam.

 

-Hele dur, öfkemin tekmilliyeyim...

 

-Tekmille!

 

Zâten eksik bir o kalmıştı: Hudâyî sille...

 

-Sanki dövsem ne yaparsın Hocayız biz, döveriz...

 

Gül biter aşk ile vurduk mu...

 

-Pek cılız çıktı bu "câiz" demek imânın yok

 

-Dayak "âmentü "ye girdiyse, benim kamım tok.

 

Gül değil, kıl bile bitmez sopa altında!

 

-Hele!

 

-Öyle olsaydı, şu karşındaki yalçın kelle,

 

Fark olunmazdı Kızanlık´taki güllüklerden!

 

Bu dayak faslı da aç karnına bilmem nerden

 

Dur ki çay demleyelim, nargile gelsin, kerem et.

 

-Söyle gelsin, hadi zahmetse de...

 

-Haşa, rahmet.

 

-Enfiyen var ya

 

-Tabi i.

 

-Çekilir boydan mı

 

-Burun aldatmaya kâfi:

 

-Bu nedir Cerman mı

 

-Karışık

 

-Neyse, zarûrette pek a´lâ gidecek.

 

Hocazâdem, bakalım, bir de bizimkinden çek.

 

-Yerli mahsûlüne benzer mi desem

 

-Kendisidir.

 

-Sen de tiryâki değilsin ya, pek a´lâ yetişir.

 

-Baban olsaydı da görseydi, işin vardı.

 

-Neyi

 

-Çektiğin murdan.

 

-Sevmezdi, evet, böyle şeyi.

 

-Neydi rahmetlide, lâkin, o temizlik vay vay!

 

Azıcık benzemiş olsaydı ya mahdûmu da...

 

Ay

 

Şu babamdan nerem eksik hadi, göster bakayım

 

Ama hiddetleneceksen ne suyun var, ne sayım

 

Yok eğer mum gibi dosdoğru cevâb istersen:

 

Babanın kestiği tırnak bile olmazsın sen.

 

-Ne nezâketli beyan! Hey gibi mum, tıpkı odun!

 

-Böyle hiddetlenecektin, neye râzî oldun

 

-Oldum amma bu kadar doğrunun olmaz ki tadı...

 

"Selâmun aleyküm behey kör kaldı!"

 

Seni çok sözlü dedin, yetmedi; tekdîr ettin,

 

Yine az geldi...

 

-Hayır, söylemedim, söylettin.

 

-Başladın şimdi de tahkîre... Kızılmaz mı Hoca

 

-Zübbelik yok!

 

-O ne Ben zübbe miyim

 

-Oldukça,

 

-Vâkıâ çok severim, her ne desen aldırmam:

 

Bu, fakat hazmolunur parça değil... Pir ol İmam!

 

-Sen de pîr ol.

 

Ama kızdım.

 

-Ne tuhaf şeysin be:

 

Bir sözümden kızıyorsun.

 

-Kime derler zübbe

 

-Sana derler.

 

-Niye

 

-Hem benzemedin merhûma;

 

Hem neden benzemedin, dersen, efendim, sorma,

 

O ne hiddet, o ne,şiddet! Çalışıp benzesene!

 

İlme vakfettiği dirsek babanın: Elli sene.

 

-Biz de az çok pala sürttük...

 

-Sana câhil demedik

 

Yalınız zübbe dedik... Bak yine baktın dik dik.

 

Hoca rahmetli yetişmişti, düşün hem, nereden

 

Kimin oğluydu baban Kimdi unuttun mu deden

 

İpek´in köylüsü, ümmî, yan vahşî bir adam...

 

-Bâri yamyam de! Ne mâni´ ki, evet, ak yamyam!

 

-Dinle oğlum...

 

-Ne nezâhet bu, Hocam Hayrânım!

 

-Lâfı ağzımda bıraktın be kuzum, dur be canım...

 

-Cümle bitseydi, emînim ki, dedem gitmişti...

 

Dar yetiştim!

 

-Ne o, sırtlan da mı olduk şimdi

 

-Neyse bahsinde devam et bakalım..

 

-İşte baban,

 

Bir şey öğrenmedi elbette o ümmî babadan.

 

Ne kazanmışsa, bütün, kendi kazanmış, kendi.

 

Zât-ı devletleri, lâkin azıcık çöplendi.

 

Sen dua et babadan topladığın mirâsa,

 

Hep onun himmetidir üç satır ilmin varsa.

 

-Üç satır hem de, İlâhî, ne tükenmez irfan!

 

-Hadi üç yüz satır olsun mütehammilse kafan!

 

Hoca´nın kâ´bına yükselmen için dağlar var.

 

-Tırmanırsam

 

-Hadi tırman, bakalım, işte duvar.

 

-Bu bacaklarla mı

 

-Hay hay!

 

-Belli!

 

Yaşınız kaçtı paşam, elli mi

 

-Yoktur elli.

 

Aştınız kırkı ya

 

-Kırk altıyı bulduk.

 

-A´lâ...

 

Yüzü bulsan, yine "hâlâ mı bu mektûb, hâlâ!"

 

Arzı olmazsa hayâtın ne çıkar tûlünden

 

Hani kırk altı yılın eldeki mahsûlünden

 

Hangi bir fende teâlî edebildin, evlât

 

Hangi san´atte rüsûhun göze çarpar Anlat!

 

Ulemâdan mı sayıldın Fukahâdan mı

 

-Hayır.

 

-Ya siyâsî mi nesin Kendine bir meslek ayır.

 

-Şâirim.

 

-Olmaz olaydın: O ne yüzler karası!

 

Bence dünyâdaki işsizlerin en maskarası.

 

Af edersin onu!

 

-İmkânı yok etmem, ne demek!

 

Şi´re meslek diye, oğlum, verilir miydi emek

 

Ah, vaktiyle gelip bir danışaydın Köse´ne,

 

Senin olmuştu bugün belki o kırk altı sene.

 

Ama pek hırpaladın şi´ri...

 

-Evet, hırpaladım:

 

Çünkü merkep değilim, ben de mürekkep yaladım,

 

Ben de târîh okudum; âlemi az çok bilirim.

 

"Ş´uarâ" dendi mi, birdenbire oynar sinirim.

 

İyi gün dostu herifler, o ne yardakçı gürûh,

 

O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekruh.

 

Dalkavukluktaki idmanları sermâyeleri...

 

Onlar azdırdı, evet, başlıca pespâyeleri

 

Bu sıkılmazlara "medh et!" diye, mangır sunarak,

 

Ne erâzil adam olmuş, oku târîhi de bak!

 

Edebiyyâta edebsizliği onlar soktu,

 

Yoksa, din perdesi altında bu isyan yoktu:

 

Sürdüler Türk´e "tasavvuf" diye olgun şırayı;

 

Muttasılşimdi "hakîkat" kusuyor Sıdkı Dayı!

 

Bu cihan boş, yalınız bir rakı hak bir de şarab;

 

Kıble: Tezgâh başı, meyhâneci oğlan: Mihrab.

 

Git o "dîvan "mı, ne karın ağrısıdır, aç da onu,

 

Kokla bir kerre, kokar mis gibi "Sandıkburnu!"

 

Beni söyletme, neler var daha!

 

-Tekmilleyiver...

 

Sâde pek sövme ki, Peygamberimiz şi´ri sever.

 

-Vâkıâ "inne mine´ş-şi´ri... " büyük bir ni´met;

 

Dikkat etsen: Yine sevdikleri, lâkin, hikmet.

 

Ben ki Attâr ile Sa´dî´yi okur, hem severim;

 

Başka vâdîleri tutmuşlara ancak söverim.

 

Hem senin şi´re müdâfi´ çıkışın ma´nâsız:

 

Sana şâir diyen, oğlum, seni gördüm yalnız.´

 

Kimi mevlidci diyor...

 

Âh olabilsem, nerde!

 

Yetişilmez ki: Süleyman Dede yükseklerde.

 

-Kimi bid´atçi diyor... Duyduğum en çok bunlar.

 

-Daha var mıydı, İmam

 

-Var ya, unuttum: Baytar.

 

-Keşke baytarlık edeydim...

 

-Yine et mümkünse.

 

-Belki yapardın be...

 

-Unuttum, be Köse!

 

-Keşke zihninde kalaymış, ne kadar lâzımmış;

 

Beni dinler misin evlâd Yine kim bilse çalış:

 

Çünkü bir tecrübe etsen senin aklın da yatar,

 

Bize insan hekiminden daha lâzım baytar.

 

-Hele bir çek bakalım!

 

-Sen de bizimkinden çek.

 

-Hani çay gelmedi yâhu

 

Ay, unuttuk, gerçek.

 

-Gitme, seslen yalınız, nerde Emin, yok mu

 

-Emin!

 

Nerdesin Baksana, çay demliyeceklerdi demin...

 

-Demlemişler, baba.

 

-Sen gelsene, oğlum, buraya...

 

El öperlerdi, unuttun mu

 

-Hayır

 

-Oldu mu ya

 

-Demin öptüm, baba...

 

-Öptün mü, git öyleyse hadi.

 

Hele yâ Rabbi şükür, çay da nihâyet geldi.

 

Şeker istersen eğer bulduralım

 

-Dört yüz mü

 

-Aldığım yok, yaşasın İzmir´in a´lâ üzümü;

 

Hem ucuz, hem daha lezzetli.

 

-Buyurun.

 

-Başla canım, var mı merâsim bizde

 

-Hocam, evvelce üzüm çiğnenecek, üstüne çay...

 

İçelim aşkına rindân-ı Hudâ´nın!

 

-Hay hay!

 

-Hoca, keşfet bakayım, şimdi bu harbin sonunu

 

-Onu Allah bilir amma, acabâ var mı sonu

 

-Ne demek! Nâ-mütenâhi mi bu Elbette biter;

 

Tarafeynin biri ancak deyiversin ki: Yeter!

 

Aklım ermezse de evlâd, bu işin bitmesine,

 

İki şeyden biri lâzım...

 

- O nedir

 

- Dinlesene:

 

İngiliz yok mu, o hâin, ya doyup patlamalı;

 

Yâhud aç kalmalıdır... Yoksa bizim fal kapalı.

 

Açma sen şimdi o yaprakları, oğlum, beni sor:

 

Başımın derdi büyük çâresi yok... Olsa da zor.

 

-Çâresiz derd olmaz, söyle Hocam, dinliyorum

 

-Bir değil...

 

-Tut ki bin olmuş, ne demek, mecbûrum.

 

Sana hizmet, babamın rûhuna rahmettir, ayol.

 

-Hocazâdem, bilirim hepsini, berhurdâr ol.

 

Oğlanın hâlini evvelce mi açsam Lâkin,

 

Komşunun derdi dururken bunu açmak çirkin.

 

-Oğlanın hâli nedir, söyle Merâk etmedeyim...

 

-Hele dursun da o, ilkin şunu bir nakledeyim:

 

 

 

Mütekâid pa alardan biri, üç beş sene var,

 

Düştü bilmem ne taraftansa bizim semte kadar.

 

Kimde az çok getirir bir satılık, mal varsa,

 

Kapatıp yaptı beleşten sekiz ev, dört arsa.

 

Herifın hâli bidâyette zararsızcaydı;

 

Son zamanlarda, ne olduysa, namazdan caydı.

 

Ne cemâ´atte, ne mescidde, bugün komşu paşa.

 

-Olağan şey, sofuluk çıkmadı, besbelli başa.

 

-Derken incelmeye, gencelmeye kalkıştı...

 

 

 

-Ne aman dinledi, gittikçe, hovardam, ne zaman.

 

Saç sakal tuttu ne hikmetse acâib bir renk;

 

Kalafatlandı bıyıklar, iki batman, bir denk!

 

Çehre allıklı sabunlarla mücellâ hergün:

 

Fes yıkık, kelle açık, kaş yılışık, göz süzgün;

 

İğne, boncuk yakalık, tasma, yular... Hepsi tamam;

 

Koçyiğit sanki bunak!

 

-Sen de mi şâirdin İmam

 

-Kuşkulandım paşadan, gizlice gittim hanıma;

 

Dedim: Örtün de kızım, gel bakalım, gel yanıma.

 

Zevcinin tavrı acâibleşiyor zannederim,

 

Sen ne dersin buna bilmem, bana sor, bak ne derim:

 

İşçiniz, sofracınız var mı

 

-Evet

 

-Kim

 

-eleni.

 

-Şimdi sav.

 

-Hiç mi sebepsiz

 

A kızım, dinle beni:

 

Böyle şeylerde sebep, hikmet aranmaz... Çabucak

 

Savabilmektedir iş... Yoksa rezâlet çıkacak:

 

Paşa azmış!

 

Acabâ üstüme gül koklar mı

 

-Onu bilmem, gülü koklar mı kocan, yoklar mı

 

Beni söyletme kızım, giti de hemen sav karıyı.

 

 

 

Çok zaman geçmedi, gördüm ki bizim soytanyı,

 

Geliyor "ilmühaber yaz" diye, neymiş bakalım

 

-Bir izinnâme.

 

-İzinnâme mi Hay hay, lâzım...

 

Evlenen hangisi Beyler mi, kerîmen mi, paşa

 

-Onların vakti değil.

 

-Kim ya

 

-Benim.

 

-Sen mi Yaşa!

 

Tam da vaktin, hani gün geçmeye gelmez, davran!

 

-Hoca, eğlenme hemen yazmana bak işte paran!

 

Ay o murdar kâğıdın pek mi büyük hâtırı ki,

 

Beni ürker diye tutmuş sayıyorsun bir... iki ..

 

Kaç paran varsa büküp katla da indir cebine,

 

Yazamam nâfıle.

 

-Elbet yazacaksın, sana ne

 

-Hiç adam hâline bakmaz mı be İnsâf azıcık!

 

-Çok, şükür hâlime... Nem var Yüzüm ak alnım açık...

 

İyi bak sen bana bir kerre!

 

-Hayır, kendin bak;

 

Bence bir kellen açık, bir de sakal diplerin ak.

 

Ama sen halt ediyorsun! Sakalımdan sana ne

 

-Ne mi Ondan beleş eğlence mi var seyredene

 

Gülüyor kahvede el, çarşıda bakkal, çakkal;

 

Olma beyhûde, ağızlarındaki bir parmak bal;

 

Çatlasan sofracı Rumdan kan olmaz adama.

 

-Kim haber verdi bileydim ..

 

-Ne bunak şeysin ama!

 

Kim haber verdi, nedir Sormaya var mıydı lüzum

 

Yediğin herzeyi kör gördü, sağır duydu kuzum.

 

Söyletir çarçabuk insan, meğer olsun pek alık

 

Boşboğazşey, o senin yosma sakal, hasba kılık!

 

Artık elverdi İmam, kellemi kızdırma da yaz.

 

-Bana bak: Hiçbir imam böyle rezâlet yazamaz.

 

Ay, rezâlet de diyor sünnete!

 

-Sünnet mi

 

-Ya ne

 

-Öyle şey yok...

 

-Ne demek

 

-Dinle, be hey dîvâne:

 

Öyle sünnet denemez her zaman, evlenmek için:

 

Vakt olur, sünneti geç, vâcîb olur erkek için;

 

Vakt olur, sünnet olur.

 

-Söylediğim çıktı, tamam!

 

-Vakt olur, bir de bakarsın ki, olur böyle: Haram.

 

-Kimseden dinlememiştim bu senin fetvâyı...

 

Ne tuhaf.

 

-Sende tuhaflık, kısa kes da´vâyı.

 

Çoluğun var, çocuğun var, haremin nâmuslu;

 

Yaşın altmış beşi bulmış, otur artık uslu.

 

Neren eksik be adam, böyle ne var çıldıracak

 

Kan derdiyle yıkılmaz bu kadar yıllık ocak.

 

-O nasıl söz Ben ocak yıkmaya evlenmiyorum.

 

-Hiç o seksen kapı gezmiş, o kaşarlanmış Rum,

 

Sofracıyken seni koymuş da bu cânım kılığa,

 

Hanımım derse, dökülmez mi ki fındıkçılığa

 

Kan kıvrak paşa hazretleri, şallak mallak;

 

Biri hakkıyle edepsiz, biri şartınca salak;

 

Evvel Allah döneceksin çabucak maskaraya;

 

Vuracaksın iki üç dalgada baştan karaya!

 

Artık evler gidiyor cilveyi kırdıkça madam...

 

Oynasın kumda çocuklar

 

-Ne vazîfen be adam

 

Avukattan da beter, ay ne kadar herze-vekil!

 

-Defol ordan!

 

-Hadi yaz kâğıdımı!

 

-Yazmam be, çekil!

 

-Yazacaksın.

 

-Yıkıl ordan, sana yok ilmühaber

 

Meğer emretmeli rü´yâma girip Peygamber.

 

-Yazma sittin sene, pampin, yap elinden geleni;

 

Yedi gün sonra duyarsın: Hanım olmuş Eleni!

 

***

 

-Hocazâdem; sözü çıksın da nihayet herifın,

 

Bana kah kah diye gülsün mü Nasılmış keyfin!

 

Akdi kim yaptı

 

Açıkgöz mü ararsın ki Dolu...

 

Yalınız gösteren olsun: Paranın nerde yolu.

 

O değil, şimdi asıl çattı belânın büyüğü:

 

Haber aldım, kan kandırmış o sersem hödüğü,

 

Alıyormuş bütün emlâkini.

 

-Gerçek mi

 

-Evet.

 

Buna bir çâre düşün, gitmesin evler, kerem et.

 

O çocuklar ne olur sonra

 

-Perîşan. Ya hanım

 

-O da rahmetli anamdan daha safınıç be canım!

 

Söyledim söyledim aldınnadı "vurdum duymaz!"

 

Sonra mel´un kan kunıaz mı, hakîkat kurnaz;

 

Herif eşşek mi dedin, eşhedü-bi´llâh eşŞek;

 

Ağzı kanıındaki uçkur düğümünden gevşek!

 

Bir kıntsın, iki dil döksün o fettan kahbe!

 

Çare yok, salyası sarkıp diyecek: ´Ierdim be!

 

 

 

Hanım akşam, bize gelmişti namazdan sonra...

 

Yolda bîçâre şaşırmış, hadi girmiş çamura.

 

Ne kıyâfet, ne hazin manzara, görsen yavrum!

 

Kendi ağlar, kızı ağlar... Ne deyim, bilmiyorum.

 

Ciğerim sızladı baktım da, fakat fâide ne

 

Kaderin cilvesi, kurbân olayım halledene!

 

Gamsız insanlara eğlence gelirmiş yaşamak;

 

Yüreğin hisli mi, işkencedesin, tâli´e bak!

 

Şimdi, oğlum, herifın hacrine bir çâre!

 

-Kolay.

 

-Süfehâdan sayabilsek

 

-Sayacaksın, hay hay.

 

Bir adam mâlini isrâf ile etmişse heder,

 

Ona hükkâm-ı şerîat "süfehâdan"dır der.

 

Sâde-dil, ebleh olup, kârederim, vehmiyle,

 

Ahz ü i´tâya çıkıp aldanan eşhâsa bile,

 

"Süfehâ" nâmını vermekte, evet, şer´-i şerif.

 

Gelelim mes´elenin hallline: Mâdem bu herif,

 

Kendi infâkına muhtâc olan evlâdlarının

 

Cümlesinden geçerek, derdine bir pis karının,

 

Heder etmekte bütün mâlini... Elbet ya bunak;

 

Yâhud aldanmaya gâyetle müsâid avanak.

 

İki sûrette de hâkim bunu hacretse, eder.

 

Şimdi lâzım gelen ancak size bir ilmühaber.

 

İhtiyar hey´eti, muhtar, hepiniz toplanınız;

 

Yazınız çarçabuk... Etraflıca olsun yalınız;

 

Sonra, hiç beklemeden göndeririz mahkemeye.

 

-İş mühim... Korkarım etraflı yazılmazsa diye,

 

Şunu sen yazsana oğlum

 

-Bakarız dur da biraz...

 

Daha a´lâsı mı: Ben söyliyeyim, kendin yaz...

 

İmam üslûbuna uydurnıası artık senden!

 

Hadi bir Besmele çek başlıyalım istersen.

 

Hele ilkin takıver gözlüğü.

 

-Hay hay takayım;

 

Yalınız, sen bana bir parça kâğıt ver bakayım.

 

-Hokka ister mi

 

-Divit varya.

 

-Peki, işte kâğat.

 

Evvelâ ortaya bir "Hu"mu atarlar Hadi, at

 

Başla: "Bâdî-i"

 

-Evet, "İlmühaber oldur ki"

 

-"Mahallemizde" çabuk yaz!

 

-Şaşırmayım, dur ki!

 

- "Filân sokakta"

 

-Yavaş söyle, oldu.

 

-"Kâin olan

 

Filânca hânede... sâkin... filânca oğlu... f ilân... "

 

Düşünme! "Her ne kadar"

 

-Oldu, söyle sen...

 

- Ma tuh

 

-Peki.

 

- Değilse de

 

-Lâkin, kalem kırıldı be, tûh!

 

-Öbür kalemle yaz artık, ne makta var, ne çakı.

 

"İâşesiyle" bitirdin mi

 

-Söyle

 

"- İnfâkı

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Tamâmen üstüne âid ve. "Haydi! "Efrâdı

 

Kesîr. . . "

 

-Evet, azıcık dur...

 

-"İyâl ü evlâdı"

 

-Peki.

 

- "Bulunduğu... "

 

-Dur dur!

 

-Yoruldun anlaşılan

 

-Yorulmadım hadi sen...

 

-"Halde uhdesinde olan"

 

Yazıldı, bitti mi "Bilcümle mâl ü mülkü"

 

-Evet!

 

-"Ahîren aldığı... " Yazdın mı ... Durma şimdi.

 

-Fakat...

 

-Ne var ki

 

-´Âldığı" kâfi mi İstemez mi nikâh

 

-O halde şöyle yazarsın: Ahîren istinkâh

 

-Bu oldu.

 

- "Ettiği "... Kız neydi

 

-Söyledik ya kuzum,

 

İşitmedin mi demin

 

-Haklısın, devâm et: "Rum

 

Cemâ´atinden" efendim filânenin yazıver.

 

-Yazıldı.

 

-"Üstüne etmek"

 

 

 

 

 

Ve böyle mâlini beyhûde yolda imhâya

 

Kıyâm eder"

 

-Yavaş ol! Koş diyen de olmadı ya!

 

- "Ver arz edildiği vech üzre emr-i infâkı"

 

Ne i´tinâ bu! Yesârî misin, nesin

 

-Tıpkı!

 

-Yazındı: "Kendine mahsus ve münhasır bulunan"

 

Adam, cızıktırıver, bakma hüsn-i hatta, filân.

 

"Küçük, büyük bütün evlâdlarıyle zevcesini"

 

Yazıldı bitti ya

 

-Sabret, düzelteyim şu sini...

 

 

 

"Her cihetce pek mahrûm

 

 

 

-Evet, oğlum, yazıldı, bekliyorum.

 

-"İçinde ölmeye mahkûm"

 

-Fenâ mı yoksa

 

-Hayır;

 

Fena olur mu ya

 

- "Mumâileyhin"

 

-İşte bu çok!

 

-Ne çâre! "Şer´-i Şerîf cânibinden" oldu mu

 

- Yok...

 

-Biraz yavaşça.

 

-Peki... Haydi, şimdi bağlayıver:

 

"Lüzûm-i hacrine dâir" yaz... İşbu ilmühaber ;

 

"Mahallemizce" mi dersin Dedinse "bi´t-tanzîm

 

Huzûr-i hâkim-i şer´îye" sec´i bas: "Takdîm

 

Kılındı. "

 

Âferin, oğlum, imam da böyle yazar:

 

-Onu bilmem, şu bitirdik ya nihâyet zor zar:

 

Acabâ hacri muvâfık görecekler mi ki

 

-Ey...

 

Hâkimin re´yine, vicdânına kalmış bir şey

 

Sen de gör kendini bir kerre.

 

-Peki, evlâdım,

 

Göreyim... Başka ne yapsam ki, şaşırdım kaldım.

 

Bittim artık bilemezsin ne kadar bittiğimi;

 

Âh görsem şu cihandan yıkılıp gittiğimi!

 

Ne gebermez, ne kütük bünye ki, hiç kağşamamıç!

 

Bunu Rabbim, bana sağlık diye nerden yamamış

 

İstemem, kendinin olsun!

 

 

Değişen bir yeri yok dinleyemem kim ne dese.

 

Yine bir kıl keçe altında kapanmış ense;

 

Yine yıllarca hamamsız ki boyun musmurdar;

 

Yine parmak gibi, âfâka batan, tırnaklar;

 

Yine merdâne geçirıniş gibi yatkın bir yüz,

 

Ki hayâ nâmına tek ârıza bilmez, dümdüz!

 

Yine bir tatsız alın, yassı burun, basma çene...

 

Hep o, hiç başka değil, gördüğüm evvelki sene.

 

- Kimdi, anlat şunu

 

- Kuzguncuk´a geçtim bir gün,

 

Molla´nın köşküne yaklaşmadan etmez mi sökün,

 

Belki kırk elli köpek havlıyarak nerdense...

 

- Ama hiç saklama: Korkup da oturdun mu Köse

 

- Köse dünyâda senin söylediğin haltı yemez;

 

Parçalar, belki, fakat üstüme itler siyemez.

 

- Hadi öyleyse, Hocam, sell-i asâ et de yanaş!

 

- Saldıran yoktu ki... Derken kocaman bir karabaş,

 

Karşıdan başladı ses venneye...

 

- Lâkin bu yaman.

 

Konağın bekçisi besbelli...

 

- Değilmiş, dur aman!

 

O içerden, bu yiğitler de dışardan ürüdü;

 

Bir ağız kavgasıdır aldı, tabî´î, yürüdü.

 

Karabaş sustu neden sonra, köpekler yattı;

 

Şimdi âfâkı gümüş kahkahalar çınlattı.

 

Kapıdan bir göreyim şöyle, dedim, vay canına:

 

Adam olmuş karabaş, geçti beyin ta yanına.

 

Ben şaşırmış bakıyordum ki sadâlar dindi;

 

Karabaş salta dururken dönerek silkindi,

 

Oldu bir zilli köçek, oynadı hop hop göbeği;

 

Hani varmış gibi karnında beş aylık bebeği!

 

Karabaş sonra Zuhûrî ye de çıksın mı sana

 

Hem nasıl, taş çıkarır, belki, Burunsuz Hasan´a.

 

Ne Arap kaldı, ne Lâz kaldı, ne Çerkes, ne Pomak

 

Öyle bir kesti ki taklidleri, bittim...

 

 

 

Çok köpek oğluymuş

 

Evet, pek de utanmaz şeydi...

 

- Parsa çok muydu

 

- Bırak toplasın, oğlum, değdi...

 

Kaçıranlar bile olmuş, o kadar gülmüştük.

 

İşte yavrum, bu omuzlarda gezen dilli düdük,

 

Havlayan, zil takınan, sonra Zuhûrî ye dalan,

 

O bizim soytarının kendi değil miydi

 

 

 

- Karabaş gel! diyecektim...

 

- Dememiştin ya, sakın

 

- Ne dedim, bilmiyorum, ta öteden bir çapkın,

 

Gâlibâ sezdi ki, yekten dedi: "Halt etme sofu!

 

Gördüğün fesli: Senin milletinin feylesofu.

 

Bu ve emsâli dehâlar tutuyor memleketi.

 

Sen bu şenlikleri gördünse kimin ma´rifeti "

 

Dedim: "Ezberliyelim, saysana, oğlum, bir bir,

 

Şu dehâlar dediğin kaç kişidir, kimlerdir "

 

"İctimâî biri, dehşetli siyâsi öbürü;

 

Hele mâliyyecimiz yok mu, bu ilmin pîri. "

 

Sayı dolmuştu, fakat bende tükenmişti sıfir;

 

Dön işin yoksa finldak gibi artık fir fir.

 

Böyle bir korku geçinniş değilim ömrümde;

 

Benzedim gitti o gün neşvesi kaçmış Kürd´e.

 

- Yine bir fikra mı yerleştireceksin araya

 

 

 

- Hani vâiz geçinen maskara şeyler var ya,

 

Der ki bir tânesi peş tahtayı yumruklıyarak.

 

Dinle dünya nenin üstünde durur, hey avanak!

 

Yerin altında öküz var, onun altında balık;

 

Onun altında da bir zorlu deniz var kayalık.

 

Öteden Kürd atılır.

 

- Doğru mu dersin be hoca

 

- Ne demek doğru mu dersin Gidi câhil amca!

 

Sözlerim basma değil, yazma kitaptan tekmil;

 

Kim inanmazsa kızıl kâfir olur böylece bil.

 

- Rahatım yok benim öyleyse bugünden sonra;

 

Gömülüp kurtulayım bâri hemen bir çukura.

 

- Ne zorun var be adam

 

- Anlatayım dur ki hocam:

 

Ben bu dünyâyı görürdüm de sanırdım sağlam.

 

Ne çürükmüş o meğer sen şu benim bahtıma bak.

 

Tutalım şimdi öküz durdu, balık durmıyacak;

 

Diyelim haydi balık durdu biraz buldu da yem.

 

Ya deniz .. Hiç dibi yokmuş bu işin... Ört ki ölem!

 

***

 

Ne dedin fikrama

 

-Gayretle fena.

 

- Vay

 

- Dinle:

 

Memleket mahvoluyor, baksana, bedbinlikle.

 

Ben ki ecdâda söven maskaralardan değilim,

 

Anarım hepsini rahmetle... Fakat münfa´ilim.

 

- Niye

 

- Zerk etmediler kalbime bir damla ümîd.

 

Hoca dünyâda yaşanmaz, yaşamaktan nevmîd.

 

Daha mektepte çocuktuk bizi yıldırdı hayat;

 

Oysa hiç korku nedir bilmiyecektik heyhat!

 

Neslim ürkekmiş, evet, yoktu ki ürkütmiyeni;

 

"Yürü oğlum!" diye teşcî´ edecek yerde beni,

 

Diktiler karşıma bir kapkara müstakbel ki,

 

Öyle korkunç olamaz hortlasa devler belki!

 

Bana dünyâya çıkarken "batacaksın!" dediler...

 

Çıkmadan batmayı öğren, ne kadar saçma hüner!

 

Ye´si ezber bilirim, azmi yüzünden tanımam;

 

Okutan böyle okutmuştu, beğendin mi İmam

 

- Çattı, lâkin, o yalan bellediğin istikbâl.

 

- Hadi çatmış diyelim, kimlere âid ki vebâl

 

Bir ışık gösteren olsaydı eğer, tek bir ışık

 

Biz o zulmetleri bin parça edip çıkmıştık.

 

İki üç yüz senedir serpemiyor bizde şebâb;

 

Çünkü bîçârenin âtîsine îmânı harâb.

 

Hissi yok fıkri bozuk azmini dersen: Meflûc...

 

Hani ıûhunda o haksızlığa isyan, o hurûc

 

Karşıdan zinde görürsün, sokulursun ki: Yanm...

 

Yandık ecdâdımızın nârına, hâlâ yanarım!

 

Ye´si tekfir eden îmânıma olsun ki yemin,

 

Bize telkîn-i ümîd etmediler, yoksa bu din,

 

Yine dünyâlara yaymıştı yeşil gölgesini;

 

Yine hakkın sesi boğmuştu dalâlin sesini.

 

Müslümanlık bu değil, biz yolumuzdan saptık

 

Tapacak bir putumuzyoktu, özendik yaptık!

 

Göreyim gel de büyük bildiğin Allâh´ı kayır...

 

Hani, tevfik-i İlâhîye kanan var mı Hayır.

 

Ya senin âlem-i İslâm´ın inanmış ye´se;

 

Dîn-i resmîsi odur, vazgeçemez kim ne dese!

 

Önce dört kıt´ayı alt üst eden îmân-ı metîn;

 

Sonra, dört yüz bu kadar milyon adam, hepsi cebîn!

 

Şarka in, mağribe yüksel, göremezsin galeyan...

 

Nasıl olmuş da uyuşmuş bütün ümmetteki kan

 

Niye tutmuş da bu şevket, bu şehâmet dîni,

 

Benden imsâk ediyor ceddime bezl ettiğini

 

Yaşamak hakk-ı sarîhim mi Evet. Bir mantık

 

Bunu inkâr edemez, çünkü bedîhî artık.

 

Bir bedâhet de bu öyleyse: "Çalışmak borcum. "

 

Yok irâdem ki, fakat, dipdiri bir meflûcum!

 

- Ya kabâhat yine mâzîde mi ..

 

- Bilmem, kimde...

 

Bir çıfıt sillesi kaç yıldır öter beynimde:

 

Dedi: "Farz et senin Asya´n yedi yüz milyonmuş;

 

Ne çıkar davranamaz hiç ki, serâpâ donmuş.

 

Vâkıâ biz bir avuç unsuruz amma boğarız,

 

Kimi dünyâda görürsek hareketsiz, cansız. "

 

Ah o din nerde, o azmin, o sebâtın dîni;

 

O yerin gökten inen dîni, hayâtın dîni

 

 

 

Bu nasıl dar, ne kadar basmakalıp bir görenek

 

Müslümanlık mı dedin Tövbeler olsun, ne demek!

 

Hani Kur´an´daki rûhun şu heyûlâda izi,

 

Nasıl İslâm ile birleştiririz kendimizi,

 

Ye´si tedrîc ile zerk etmiş edenler dîne...

 

O ne mel´un aşı, hiç benzemiyor, hiç birine!

 

Dikkat et: 1000 senesinden beri, a´sâbı harâb,

 

Yatıyor koskoca bir âlem-i îman, bîtâb.

 

Pıhtı halinde yürekler, cevelânsız kanlar;

 

Çevirip yastığı tekrar uyuyor kalkanlar!

 

Gözünün gördüğü yok beynine çarpan güneşi!..

 

 

 

- İyi amma nasıl îkâz edeceksin bu leşi

 

- Leş değil.

 

- Leş mi değil

 

- Dipdiri... Dalgın, yalnız...

 

Şimdi kurtarmak için azmedelim, kurtarırız:

 

Verelim gel de şunun kalbine bir canlı ümîd.

 

- Ne kolay! Sa´y-i medîd ister ayol, sa´y-i medîd!

 

- Eklerim ben de mesâîyi tutar birbirine,

 

Al kuzum, istediğin sa´y-i medîd oldu yine.

 

Var mı bir başka sözün söyliyecek

 

- Elbet var.

 

Hani, tevfiki hesâb etmedin, onsuz ne çıkar

 

-Ama kul neyle mükellefti ki, tevfik ile mi

 

Hiç değil, sa´y ile; tevfik, o: Hudâ´nın keremi.

 

Sarıl esbâba da çık işte tarîk işte ref ik;

 

Ne vazîfen senin olmazmış, olunmuş tevfik

 

Oturup dil dökecek yerde gidip döksene ter!

 

Bin çalış gâyen için, bir kazan ömründe yeter.

 

Mütebâki o dokuz yüz emeğin yok mu, Hocam

 

- Daha doksan dokuz ister, ne demek etsene zam!

 

- Hadi ettik... Biri olmaz, biri hattâ, zâyi ;

 

Ya onun gâyede tek hissesi var, hem şâyi´.

 

 

 

Dinle üç beş sene evvel geçen oldukça mühim,

 

Bir ufak hâdiseden bahsedeyim...

 

- Dinliyelim.

 

- Hüseyin Kâzım´ı elbette bilirsin

 

 

 

- Kadri Bey zâde canım

 

- Hâ! Şu bizim Kâzım Bey.

 

- O, zirâ´atle çok uğraştı, bilir çiftçiliği...

 

- Gördüm: Âsân da var köylü için... Hem pek iyi.

 

- Bir zamanlar, hani, tenvîr edelim halkı diye,

 

Toplanırdık ya...

 

Evet, "Hey´et-i İrşâdiyye ".

 

- O senin söylediğin canlı eserler, sanırım,

 

Yeni bitmişti ki, gösterdi de bir gün Kâzım,

 

Dedi: "Meclisce münâsibse basılsın da hemen

 

Okusun taşralılargönderelim meccânen."

 

Biz bu teklîfi beğendik aramızdan sâde,

 

İ´tirâz etti Şu sûretle Recaîzâde:

 

"Güze1 yazılmış eserler ve şüphesiz ki müfid;

 

Fakat, basılsa okurlar mı Bence azdır ümîd.

 

Evet, beş on kişi ancak okur tenevvür eder;

 

Bizim mesârif i tab´iyye olmayaydı heder. "

 

Dedik: "Cevabını versin müellifin kendi. "

 

Kabûl edildi bu teklîfimiz, pek iyi, dendi.

 

- Ne söylemiş, bakalım, çünkü pek güzel söyler

 

- Söz aldı, başladı Kâzım:

 

- "Efendiler, beyler,

 

Şu bahsi geçmiş eserler nedir Zirâîdir.

 

Müdâfa´âtımı öyleyse pek tabî´îdir,

 

Alıp da nakledivermek bütün tabîatten,

 

Bütün tabîate hâkim şu´ûn-i kudretten.

 

Bilirsiniz ki: Hudâyî biten en ince nebat,

 

Döker de her sene milyonla canlı tohm-ı hayat,

 

Göçerse öyle göçer hilkatin bahârından.

 

Yabâni hardala mümkün mü olmamak hayran

 

Ya bir papatyaya kâbil mi etmemek hürmet

 

Ne vergi vermedelerdir. Çiçek başından, evet,

 

Zemînin aldığı tohmun yekûnu: Milyarlar!

 

Demelş tabîati icbâr eden avâmil var,

 

Bu ihtişâma, bu vâsi ; bu müdhiş isrâfa;

 

O, iktisâdı btrakmazdı yoksa bir tarafa.

 

İşin hakîkati: Hilkat ne kâr arar, ne zarar;

 

Bekâ-yı nesle bakar hep, bekâ-yı nesli sorar.

 

Neden mi Çünkü hayâtın yegâne gâyesidir;

 

O gâye olmasa dünyâ bir âhiret kesilir. .

 

Saçıp savurmada fitrat bütün hazâinini,

 

Merâmı gâyesinin böylelikle te´mîni.

 

Ya önceden biliyor, binde kim bilir ne kadar

 

Ziyâna uğrıyacak sonradan bu milyarlar

 

Kolay değil, kimi, intâş için zemin bulamaz;

 

Zemin bulur kimi, lâkin nedense doğrulamaz.

 

Bu çiğnenir, onu kurt yer, öbür zavallıyı kuş;

 

Bakarsınız: Çoğu bitmiş sonunda, mahvolmuş,

 

Sebât edip de, fakat kurtulan tohum pek azı.

 

Demek saçarken eteklerle saçmadan garazı,

 

Şu çimlenen bir avuç tohmu devşirip, ancak

 

Bekâ-yı nesle varan gâyesinde kullanmak.

 

Demek tabîat edermiş zaman zaman isrâf...

 

Hayır, tabîate müsrif demek bilâ-insâf,

 

Hatâ değil de nedir Çünkü hayr için veriyor.

 

 

 

Efendiler, bize fıtrat nümûne gösteriyor,

 

Diyor ki: Gâyeniz uğrunda bezledin emeği;

 

Düşünmeyin hele hiçbir zaman esirgemeyi.

 

Efendiler, bu eserler de şimdi bastırılır,

 

Biner biner saçılır yurda, çünkü lâzımdır.

 

Buyurdular ki: Fakat bastınp dağıttık mı,

 

Ziyân olup gidecek hem büyükçe bir kısmı.

 

Efendiler bilirim ben de çok bu işte ziyan;

 

Şu var ki: Savrulan efkârı toplayıp okuyan,

 

Velev pek az kişi olsun zuhûr eder mutlak.

 

Bizim de gâyemiz ancak o nesli kurtarmak. "

 

 

 

- Hakîkaten diyecek yok be!Âferin Kâzım!

 

- Zavallı Ekrem o gün "hakka ser fürû lâzım"

 

Deyip rücû´ edivermişti.

 

-Âferin, Ekrem!

 

Şimdi, oğlum, sana bir vak´a da ben söylersem

 

- Dinlerim, söyle Hocam.

 

-Âferin evlâd sana da!

 

- Hele bir âferin olsun diyebildin bana da!

 

- Kadri Bey sağdı, Trabzon´da henüz vâliydi.

 

Yine bir dolduran olmuştu ki Abdühamid´i,

 

Karakoldan dediler: "Şimdi, İmam, Erzurum´a!"

 

Bir de kış, bir de kıyâmetti ki artık sorma!

 

Tıktılar, çalyaka, bir tekneye; sırtım gevşek

 

Abam arkamda değil, sonra ne yorgan, ne döşek

 

Titredim beş gece, dört gün...

 

- Ne de çok! Beş gece mi

 

- Hocazâdem, hele bin türlü meşakkatle gemi,

 

Bizi bir sâhile aktardı "Trabzon" diyerek.

 

Henüz inmiş bakınırken: "Bunu Vâlî görecek,

 

Götürün şimdi öbür Lâz´la beraber konağa;

 

Durmayın!" emrini vermez mi bir oldukça ağa

 

Yeniden doğmuşa döndüm. Aradan geçti biraz,

 

Söktü Mandal Hoca´dır gürleyerek...

 

- Ay, o mu Lâz

 

- Yeni Câmi´deki, vâiz, bileceksin belki

 

- Bileceksin ne demek, Mandal´ı kim bilmez ki "

 

Tacı yok tahtı da yok kendine mâlik sultan.

 

Gâlibâ öldü ki hiç gördüğümüz yok

 

- Çoktan!

 

Ne güzel söyledin, oğlum, Hoca sultandı evet.

 

Yoktu dünyâda esîr olduğu hiçbir kuvvet.

 

Hele sen yoldaşımın hâlini görseydin o gün,

 

Eskisinden de perişandı...

 

- Tabî´î, sürgün.

 

- Başta bir dalgalı fes, ta tepesinden o ibik

 

Cuk oturmuş bakıyor; mâvi beş on kat iplik.

 

Sapı yok püskülü tutmuş da, dışından ibiğe,

 

Bağlamış sımsıkı Artık bu da kopmaz ya! diye.

 

Önü çökmüş sanğın arka taraf vermiş bel;

 

Çağlıyor püsküle baktım, üzerinden tel tel.

 

Saçak altında o gözler uzanan kaşlardan;

 

İki şimşek dolu gök sanki, yanarsın baksan!

 

Sonra, hendekler açılmış gibi kat kat bir alın;

 

Hani, bin parça olur düşmeye görsün, nazarın!

 

İri burnundan inip savruluyor çifte duman,

 

El ayak bağlı, solurken bu kıyılmaz arslan.

 

Karayel indiredursun tipi,yağmur, kar, kış;

 

Hoca çıplak yalınız çok senelerden kalmış,

 

Yanı yırtmaçlı bir entârisi var sırsıklam,

 

Akıyor dört eteğinden hani bîçâre âdam.

 

Lâkin aldırdığı yok: Hem sövüyor, hem yürüyor;

 

Göğsünün kılları donmuş, o ateş püskürüyor!

 

Oflu "hainlere lâ´net!" dağıtırken bol bol,

 

Kime benzetti ki, bilmem, beni "berhurdâr ol"

 

Diyerek okşadı; artık ne kadar hoşlandım,

 

Bilemezsin... Sıcacık bir aba giydim sandım.

 

- Bakalım şimdi makâmında görün Kadri Bey´i;

 

Zorlu vâliydi herif...

 

- İlme de vardır emeği.

 

Evet, oğlum, Hoca Mandal´la tutunduk el ele,

 

Evvelâ Kâzım´ı gördük; bizi hürmetlerle,

 

Alarak durmadı vâlîye haber gönderdi;

 

Geliniz, emrini vâlî de serîan verdi.

 

Kuzum önden, hadi bizler de peşinden daldık.

 

- Vay İmam, sen yine düştün mü bu kışlarda Yazık!

 

Ya Hocam, sen niye ta Yıldız´a çıktın bu sefer

 

Otur anlat, bakalım, çünkü fenâ söylediler.

 

- Kim fenâ söyledi

 

- İstanbul´a sormuştuk da...

 

 

 

Oflu tedrîc ile bağdaş kurarak koltukta,

 

Dedi:

 

Çoktan beridir vardı benim bir derdim:

 

Gideyim, zâlimi îkâz edeyim, isterdim.

 

O, bizim câmi uzaktır, gelemez, mâni´ ne

 

Giderim ben, diyerek, vardım onun câmi´ine.

 

Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamid,

 

Koca Şevketli! Hakîkat bunu etmezdim ümid.

 

Belki kırk elli bin askerle sarılmış Yıldız;

 

O silâhşöhrler; o al fesli herifler sayısız.

 

Neye mâl olmada seyret, herifın bir namazı:

 

Sâde altmış bin adam kaldı namazsız en azı!

 

Hele tebzîri aşan masrafı, dersen, sonra.

 

Gördüğüm maskaralık gitti de artık zoruma,

 

Dedim ki: "Bunca zamandır nedir bu gizlenmek

 

Biraz da meydana çıksan da hisbihâl etsek.

 

Adam mı, cin mi nesin Yok ne bir gören, ne eden;

 

Ya çünkü saklanıyorsun bucak bucak bizden.

 

Değil mi saklanıyorsun, demek ki: Korkudasın;

 

Ya çünkü korkan adamlar gerek ki saklansın.

 

Değil mi korkudasın var kabâhatin mutlak!.. "

 

 

 

Bir de baktım, canavarlar pusulardan çıkarak

 

Koştular, tekmeye kuvvet kimi, dipcikle kimi,

 

Serdiler her tarafından delinen pöstekimi.

 

- Sonra ..

 

- Ben hissimi kaybetmişim artık...

 

- Vah! Vah!

 

- Sanki bir korkulu rü´yâ idi... Ferdâsı sabah,

 

Deniz üstü de bulup kendimi şaştım bu işe,

 

Dedim ki: Anlatırım ben, Hamid öbür gelişe.

 

Adam aldıkça Lâzistan kıyısından takalar,

 

Kurtuluş yok, seni Mandal yine birgün yakalar!

 

 

 

Kadri Bey hem beni, hem vâizi tatyîb etti;

 

Aba giydirdi ki bizlerce birer hil´atti.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sonra birçok paralar verdi...

 

- Cebinden mi

 

-Evet.

 

Oflu reddetti,ben aldım...

 

- İyi olmuş...

 

-Elbet

 

- İşte gördün ya, Hocam, millet için lâzım olan,

 

Hoca Mandal´daki îman gibi sağlam îman.

 

Titretirsin yine dünyâyı, emîn ol, tir tir;

 

Hele sen Şark´a o îmanda be on sîne getir.

 

Zübbe vâlîye çatan hangi müderrisse, ona,

 

Sorarım ben ki: Açık gördüğü bir hak yoluna,

 

Kellesinden geçecek molla yetiştirmiş mi

 

Oturup sâdece, mektepleri tenkîd iş mi

 

Kuru lâftan ne çıkar Tıngır elek, tıngır saç...

 

Mektebin açsa eğer, medresen ondan daha aç!

 

Bu da muhtâc, o da yıllarca mugaddî yemeğe.

 

"Neye boynun bu kadar eğri değmişler, deveye,

 

A kuzum, hangi yerim doğru, demiş. " Söz de budur.

 

Sen işin yoksa, filân mesleğe ver pâyeyi, dur.

 

O filân meslelş evet, bizde filândan yüksek;

 

Bir bıçak sırtı kadar farkı, fakat ölçersek...

 

Ben gördün ya, şu ben kaç paralık şâirsem,

 

Senin ilmin de odur, nâfile uğraşma, Köse´m.

 

 

 

"Bekçi hırsız yakalar bağda, koşar der ki beye,

 

Bağladım haydudu, zor zar, ayağından direğe.

 

- Ayağından mı dedin Kolları meydanda demek!

 

Ulan, aptal mı nesin Şimdi çözer...

 

- Kim çözecek

 

- Hele bak Kendi çözer elleri boştaysa...

 

Hiç telâş etme!

 

- Neden!

 

- Çünkü bizim köylü adam...

 

- Ne çıkar Gitti gider...

 

- Gitmesinin var mı yolu

 

Tut ki, ben bilmemişim bağlanacakmış da kolu;

 

Ayağından ipi gevşetmeyi akletmez o da. "

 

 

 

Biz de bir köylüleriz, yanlamışız bir yurda.

 

Öyle hiç kendini aldatmaya kalkışmamalı,

 

Hangimiz, başka metâız Hepimiz Tırhallı!

 

Medresen var mı senin Bence o çoktan yürüdü.

 

Hadi göster bakayım şimdi de İbnü´r-Rüşd´ü

 

İbn-i Sînâ niye yok Nerde Gazâlî görelim

 

Hani Seyyid gibi, Râzî gibi üç beş âlim

 

En büyük fâzılınız: Bunların âsârından,

 

Belki on şerhe bakıp, bir kuru ma´nâ çıkaran,

 

Yedi yüz yıllık eserlerle bu dînin hâlâ,

 

İhtiyâcâtını kâbil mi telâfı Aslâ.

 

Doğrudan doğruya Kur´an´dan alıp ilhâmı,

 

Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm´ı.

 

Kuru da´vâ ile olmaz bu, fakat ilm ister;

 

Ben o kudrette adam görmüyorum, sen göster

 

Koca ilmiyyeyi aktar da, bul üç tâne fakîh:

 

Zevk-ı fıkhîsi bütün, fıkri açık rûhu nezîh

 

Sayısız hâdise var ortada tatbîk edecek;

 

Hani bir tane "usûl" âlimi, yâhu, bir tek

 

Böyle âvâre düşünceyle yaşanmaz, heyhât,

 

"Mülteka" fıkhınızın nâmı, usûlün "Mir´ât".

 

Yaşanır, zannediyorsan, Baba Câfer´liksin,

 

Nefes ettir, çabucak kendine, olsun bitsin!

 

Ölüler dîni değil, sen de bilirsin ki bu din,

 

Diri doğmuş, duracak dipdiri, durdukça zemin.

 

Niye isrâf edelim bir sürü iknâiyyât

 

Hoca, mâdem ki bu din: Dîn-i beşer, dîn-i hayât,

 

Beşerin hakka refik olmak için vicdânı,

 

Beşerriyyetle berâber yürümektir şânı.

 

Yürümez dersen eğer, rûhu gider İslâm´ın;

 

O yürür, sen yürümezsen, ne olur encâmın

 

Oflu´nun ilmi de olsaydı o îmâna göre,

 

Şimdi baştanbaşa tevhîd ile dolmuştu küre.

 

O nasıl kalb, o nasıl azm, o nasıl itmînân ..

 

İşte tevfık-ı İlâhîye yürekten inanan;

 

İşte "lâ havfe aleyhim" diye Kur´ân-ı Hakîm,

 

Bu veli zümreyi etmektedir ancak tekrîm.

 

Hâlik´ın nâ-mütenâhî adı var, en başı: Hak.

 

Ne büyük şey kul için hakkın elinden tutmak!

 

Hani, Ashâb-ı Kirâm, ayrılalım, derlerken,

 

Mutlakâ "Sûre-i ve´l Asr"ı okurmuş, bu neden

 

Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh;

 

Başta îmân-ı hakîkî geliyor, sonra salâh,

 

Sonra hak sonra sebat. İşte kuzum insanlık.

 

Dördü birleşti mi yoktur sana hüsrân artık.

 

Müslüman hakka zahîr olmaya her an mecbûr,

 

Sarsılır varlığı, göstermeye ba larsa fütûr,

 

Sarsılır varlığı, göstermeye ba larsa fütûr.

 

Hele zulmün galeyânında bu mecbûriyyet,

 

Daha şiddetli olur başkalarından elbet.

 

Çünkü hak öyle zamanlarda kalır tehlikede,

 

Çâresizdir onu kurtarmaya bakmak sâde.

 

Bir adam dursa da bir zâlim imâmın yüzüne,

 

Adli emretse, bu zâlim de onun hak sözüne,

 

İnkıyâd eyliyecek yerde tutup kıysa ona,

 

O mücâhid yazılır ta şühedânın başına.

 

Hamza´da sonra gelen şanlı şehîd ancak odur.

 

Hak için can verenin pâyesi elbet bu olur.

 

Hakkı bir zâlime ihtâr, o ne şâhâne cihâd!

 

"En büyüktür" dedi Peygamber-i pâkîze-nihâd.

 

Hak zelîl oldu mu millet de, hükûmet de zelîl.

 

"Hangi ümmette ki müşkildir edilmek tahsîl,

 

Âcizin hakkı kavîlerden... O, kuvvetlenemez... "

 

- Ne güzel söz bu! Şümûlüyle beraber mûcez.

 

- Ömer´in hutbesi aklında mı bilmem

 

- Bilmem...

 

- "Eyyühe´n-nâs, ederim taptığım Allâh´a kasem,

 

Yoktur aslâ şu cemâ´atte ki hiçbir âciz,

 

Benim indimde sizin olmaya en kâdiriniz,

 

Bir kavînizde olan hakkını kurtarmam için.

 

Bir kavî kimse de yoktur ki bu ümmette, bilin!

 

En zaîf olmaya nezdimde, tutup kendinden,

 

Âcizin hakkını ısrâr ile isterken ben... "

 

 

 

Ömer´in işte, Hocam, çizdiği meslek buydu.

 

- Lâkin akvâline ef´âli bihakkın uydu.

 

- Sallanan çünkü kılıçlardı; ne kuyruk ne kavuk!

 

Öyle bir devr-i şehâmette kolaydır ululuk.

 

Senin etrâfını alsın ki yığınlarca sefil,

 

Kimi idmanlı edebsiz, kimi ta´limli rezîl.

 

Kiminin fıtratı âzâde hayâ kaydından;

 

Kiminin iffeti ikbâline etten kalkan.

 

O kumarbaz, bu harâmî, şunu dersen, ayyâş.

 

Sonra mecmû u müzevvir, mütebasbıs, kallâş...

 

Bu muhîtin bakalım şimdi içinden çıkabil;

 

Ne yaparsın Ömer olsan, yine hâlin müşkil.

 

Uğramaz doğru adam semtine, lâkin, heyhat,

 

Gece gündüz seni ıdlâle müvekkel haşerat!

 

Kulağın hak söze artık ebediyyen hasret;

 

Kustuğun herze: Ya hikmet, ya büyük bir ni´met!

 

Yutan olmazsa dedin, öyle mi Beyhûde merak;

 

Dalkavuklar onu hazmetmeye candan müştak!

 

Geyirirsin herifin burnuna, oh, der, ne nefcs!

 

Aksınrsın, vay efendim, bu ne âheng-i selîs!

 

Tükürürsün o mülevves yüze "hak tû!" diyerek;

 

Sıntır: "Sorma, samîmiyyetimiz pek yüksek. "

 

İçiyorsan, sofu, sarhoş sana herkes sâkî...

 

"İşretin hurmeti hâlâ mı O sizler bâkî!"

 

Irza düşmansan eğer, âileler hep mahrem...

 

"Ne büyük vahşet esâsen bu selâmlıkla harem!"

 

Bir muhâlif hava yok dinlediğin aynı sadâ:

 

"Zât-ı sâmînize millet de, hükûmet de fedâ. "

 

Menfa´attir seni tehdîd edecek tek mevcûd,

 

Çünkü çıksan da nebîyim diye, hasmın ma´bûd!

 

 

 

Sofusun farz edelim, şimdi de boy boy tesbîh...

 

Dalkavuklar bütün insan kesilir, lâ-teşbîh!

 

Taylâsan, cübbe, kavuk, hırka, hep esbâb-ı riyâ,

 

Dış yüzünden Ömer´in devri muhîtin gûyâ.

 

Kimi sâim, kimi kâim, o tavanlar, yerler,

 

"Kul hüvallâhu ehad" zemzemesinden inler.

 

Sen bu coşkunluğa istersen inan, hepsi yalan,

 

"Hüve"nin merci´i artık ne "ehad"dir, ne fılân.

 

Çünkü mâdem yürüyen sâde senin saltanatın,

 

Şimdilik heykeli sensin tapılan menfa´atın,

 

Kanma, hey kukla kıyâfetli adam, hey sersem,

 

Herifin ağzı "samed´; mi´desi yüzlerce "sanem!"

 

Sen de bir tekmede buldun mu, nihâyet, yerini,

 

Ne kılıktaysa gelen, hepsi hüviyyetlerini,

 

Aynı mâhiyette aktarma ederler çabucak.

 

Sana her gün sekiz on kerre söverler mutlak.

 

Hani dillerde gezen nâmın, o hiçten şerefin

 

Ne de sağlammış, evet, anlasın aptal halefin:

 

 

 

"Âh efendim, o ne hayvan, o nasıl merkepti"

 

En hayır-hâhı idik, bizleri hattâ tepti.

 

Bu hayâ der, bu edeb der, verir evhâma vücud;

 

Bilmez aptal ki değil hiçbiri zâten mevcud.

 

Din, vatan, âile, millet, ebediyyet, vicdan,

 

Sonra haysiyyet-i zâtiyye, şeref, şöhret, şan,

 

Daha bir hayli hurâfâta herîf olmu esîr.

 

Sarmısak beynine etmez ki hakâik te´sîr.

 

Böyle ankâ gibi medlûlü yok esmâya kanar;

 

Adamın sabn tükenmek değil, esmâsı yanar.

 

Kız, kadın hepsi haremlerde bütün gün mahbûs,

 

Şu telâkkîye bakın, en kötü vahşet: Nâmûs!

 

Herifin sofrada şampanyası hâlâ: Ayran,

 

Bâri yirnıinci asırdan sıkıl artık hayvan!

 

İçelim sıhhat-i sâmînize... Hay hay içeriz!

 

Biz, efendim, senin uğrunda bu candan geçeriz,

 

İçelim... Durmıyalım... Âfiyet olsun... Şerefe!.. "

 

Sonra nevbetle, uzun boylu, söverler selefe.

 

 

 

Halefin farz edelim şimdi öbür mektepten.

 

Dalkavuklar yeni bir maske takarlar da hemen,

 

Kuşatırlar yine etrâfını:

 

"Sübhânallâh!

 

Bu ne fıtrat, bu ne vicdân-ı meâlî-âgâh!

 

Zât-ı ulyâları, Hakk ın bize in âmısınız,

 

Kimsiniz, söyleyiniz, Hazret-i Mûsâ mısınız

 

Hele Fir´avn´ın elinden yakamız kurtuldu;

 

Hele mahvolmadan evvel sizi millet buldu.

 

Âh efendim, o herif yok mu, kızıl kâfırdi:

 

Çünkü bir şey tanımaz, her ne desen münkirdi.

 

Ne edeb der, ne hayâ der, ne fâzîlet, ne vakar;

 

Geyirir leş gibi, mu´tâdı değil istiğfar:

 

Aksınr sonra, fütûr etmiyerek burnumuza...

 

Yutarız, çare ne, mümkün mü ilişmek domuza

 

Savurur balgamı ta alnımızın ortasına,

 

Tüküıünnüş gibi taşlıktaki tükrük tasına!

 

Hezeyan, sorsanız, Allah; hezeyan, Peygamber;

 

Din, vatan, âile, millet gibi yüksek hisler,

 

Ahmak aldatmak için söylenilir şeylermiş...

 

Bu hurâfâtı hakîkat diye kim dinlermiş

 

Âkil oymuş ki: Hayâtın bütün ezvâkından,

 

Durmayıp hırsını tatmîne edenniş îman.

 

Âhiret fıkri yularmış,yakışırmış eşşeğe;

 

Hiç kanar mıymış adam böyle beyinsizce şeye

 

Hele ahlâka sanlmak ne demekmiş hâlâ

 

Çekilir miymiş, efendim, gece gündüz bu belâ

 

Zevki hakmış adamın, başkası hep bâtılmış...

 

Çok tuhafmış bunu insanlar için anlamayış!..

 

Ah, efendim, daha söylenmiyeek işler var...

 

Çünkü nâmûsa musallattı o azgın canavar.

 

- İyi amma niye sarmıştınız etrâfını hep

 

- Hakk-ı devletleri var, arz edelim neydi sebep:

 

Tepeden tırnağa her gün donanıp sırsıklam,

 

Hani, yuttuksa o tükrükleri, faslam faslam,

 

Vatan uğrunda efendim, vatan uğrunda bütün.

 

Biz o zilletlere katlanmamış olsaydık dün,

 

Memleket yoktu bugün yoktu. İyâzen-billâh...

 

Öyle üç balgam için millete kıymak da günah.

 

Herif ancak bizi bir parçacık olsun saydı;

 

Başıboş kalmaya gelmezdi, eğer kalsaydı,

 

Mülkü satmıştı ya düşmanlara, ondan da geçin,

 

Yıkmadık âile koymazdı Hudâ hakkı için.

 

Bulunur pek çok adam cenge koşup can verecek

 

Harbin en müşkili haysiyyeti kurbân etmek...

 

Bu fedâiliği bir biz göze aldınnıştık.

 

Ama Hâlik biliyor, bilmesin isterse balık.

 

Ey veliyyü´n-niam, artık size bizler köleyiz;

 

Yalınız emrediniz siz, yalınız emrediniz. "

 

 

 

- Şimdi, oğlum, kızacaksın ya, fakat boş ne desen;

 

Bu rezâlet beni me´yûs ediyor âtîden.

 

Hâle baktıkça adam kahroluyor elde değil;

 

Bizi kim kurtaracak var mı ki bir başka nesil

 

- Âsım´ın nesli, Hocam,

 

- Nerde!

 

- Hayır, haksızsın!

 

Gâlibâ oğlana pek fazla bugünler hırsın

 

- Âsım´ın nesli... diyorsun. Ne uzun boylu hayâl!

 

-Âsım´ın nesline münkâd olacak istikbâl.

 

Sana vicdânımı açtım okudum, dinlesene;

 

Söyleten başkasıdır, bakma, Hocam, söyleyene.

 

- Ne kehânet bu

 

- Bilirsin ki değil mu´tâdım.

 

- Güzel amma, ne fazîletleri var evlâdım

 

- Ne fazîlet mi Çocuklar koşuyor, aç çıplak

 

Cebheden cebheye arslan gibi hiç durmıyarak.

 

Yine vardır bir ölüm korkusu arslanda bile;

 

Yüzgöz olmuş bu çocuklar ölümün şahsıyle!

 

Cebhenin her biri bir kıt´ada, etrâfı deniz;

 

Kara dersen daha dehşetli: Ne yol var, ne de iz.

 

Harekâtın görüyorsun ya, Hocam, en kolayı,

 

Yalın ayak Kafkas´ı tutmak, baş açık Sînâ´yı!

 

Yapılır zannediyorsan, bakalım, sen de soyun...

 

Kıt´a kapmak, köşe kapmak değil artık bu oyun.

 

Şu Boğaz harbi nedir Var mı ki dünyâda eşi

 

En kesîf ordulann yükleniyor dördü beşi,

 

- Tepeden yol bularak geçmek için Marmara ya -

 

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

 

Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!

 

Nerde -gösterdiği vahşetle "bu: birAvrupalı"

 

Dedirir - yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,

 

Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

 

Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,

 

Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.

 

Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,

 

Ostralya´yla berâber bakıyorsun: Kanada!

 

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;

 

Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.

 

Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...

 

Hani, tâ´ûna da züldür bu rezîl istîlâ!

 

Ah o yirminci asır yok mu o mahlûk-i asîl,

 

Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyle sefil,

 

Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;

 

Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.

 

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...

 

Medeniyyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz.

 

Sonra mel´undeki tahrîbe müvekkel esbâb,

 

Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

 

 

 

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;

 

Beriden zelzeleler kaldırıyor a´mâkı;

 

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;

 

Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.

 

Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam.

 

Atılan her lâğamın yaktığı; Yüzlerce adam.

 

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;

 

O ne müdhiş tipidiı:ş Savnılur enkâz-ı beşer...

 

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak el, ayak

 

Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.

 

Saçıyor zırha bürünmüş de o namerd eller,

 

Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.

 

Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,

 

Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyare.

 

Top tüfekten daha sık gülle yağan mermîleı:..

 

Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

 

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;

 

Alınır kal´a mı göğsündeki kat kat imân

 

Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm

 

Çünkü o te´sîs-i İlahî o metîn istihkâm

 

 

 

Sarılır, indirilir mevki´i müstahkemler,

 

Beşerin azmini tevkîf edemez sun´-i beşer;

 

Bu göğüslere Hudâ´nın ebedî serhaddî;

 

"O benim sun´-i bedi im, onu çiğnetme" dedi.

 

Âsım´ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:

 

İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmiyecek.

 

Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...

 

O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,

 

Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor,

 

Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

 

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!

 

Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

 

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd´i...

 

Bedr´in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

 

Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın

 

"Gömelim gel seni târîhe" desem, sığmazsın.

 

Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...

 

Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.

 

"Bu, taşındır" diyerek Kâ´be´yi diksem başına;

 

Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

 

Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,

 

Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;

 

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,

 

Yedi kandilli Süreyyâ´yı uzatsam oradan;

 

Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,

 

Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,

 

Türbedânn gibi tâ fecre kadar bekletsem;

 

Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem;

 

Tüllenen mağribi, akşamlan sarsam yarana...

 

Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.

 

 

 

Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,

 

Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn´i,

 

Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...

 

Sen ki, İslâm´ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

 

O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;

 

Sen ki, rûhunla berâber gezer ecrâmı adın;

 

Sen ki, a´sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât,

 

Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...

 

Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,

 

Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.

 

- Bırak Allâh´ı seversen, yine berbâd oldum!

 

O yanık defteri artık kapa, zîrâ doldum...

 

Tıkanıp dunnadayım, baksana, nevbet nevbet...

 

Zâten a´sâbıma hâkim değilim, merhamet et.

 

- Bakayım şimdi, senin neydi o müşkil derdin,

 

Ki sabahtan beızdir söylemedin, söylemedin

 

- Âsım´ın hâli fenâ: Pek mütehevvir, ama, pek!

 

Ne nasîhatten alırşey, ne azar dinleyecek.

 

- Atak oğlandır esâsen... Demek azdırdı işi...

 

- Bilmem azdırdı mı, lâkin hoşa gitmez gidişi.

 

- Ramazan vak´ası varmış, o nedir

 

- Anlatayım...

 

O zamandan beri zâten ne suyum var, ne sayım!

 

- Ne demek

 

- Çıkmıyorum, sanki, berâber dışarı.

 

Bu, zıpır; âlemin evlâdını dersen, haşarı;

 

Görecek hayli mürüvvet daha var! Ben yapamam...

 

- Ramaz vak´ası, yâhu! Şunu anlat, be adam!

 

- Üsküdar´dan geliyorduk, ikimiz: Âsım, ben.

 

Saat on bir sularındaydı... Vapur beklerken,

 

Yolcular Bafra´yı tellendirivennez mi sana

 

Kaçıver, belli ki çıngar çıkacak durmasana!

 

Hayır oğlum, nasıl olduysa, apıştım kaldım.

 

Çocuğun tavrı değişmişti. Dedim: "Bak, Âsım,

 

Dalaşırsan bu heriflerle üzersin babanı. "

 

İçlerinden biri, hem şüphesiz, en kaltabanı,

 

Üç nefes püfliyerek burnuma: "Sen söyle, Hoca!

 

Niye bağlanmalı hayvan gibi hâlâ oruca "

 

Deyivermez mi, tabî´î senin oğlan tokadı,

 

Herifin yırtılacak ağzına kalkıp yamadı.

 

Gâlibâ pek canı yokmuş ki yuvarlandı leşi...

 

Asıl itler gerideymiş, koşarak dördü, beşi,

 

Ansızın serdiler evlâdımı karşımda yere.

 

Ben şaşırmış, "aman oğlum!" demişim bir kere.

 

Hele yâ Rabbi şükür, toplanıp oğlan birden,

 

Kömür almış deve kalkar gibi doğruldu hemen.

 

O nasıl cehd idi kurtulmak için anlamalı:

 

Silkinip attı belinden asılan dört çuvalı!

 

Dedim: Artık sizi haklar bu zıpır şimdi durun,

 

Ne ağız kaldı yiğitlerde, hakîkat, ne burun;

 

Kime indiyse, nüzûl inmişe benzetti onu!

 

Bu sevimsiz şakanın hayli firaklıydı sonu:

 

Hani, selhhâne civârında durup seyre bakan,

 

Karabaşlar görülür.Yüzleri kan, gözleri kan;

 

Bu çomarlar da o vaz´iyyete gelmişlerdi.

 

Hepsinin hakkını Allah için oğlan verdi!

 

Hele bir tânesinin beyni dağılmıştı, eğer,

 

İşi sulh etmemiş olsaydı gelen dört asker.

 

-Anlasaydık şu neden sonrakının fazla payı

 

- Ya tabancayla hücûm etti uzaktan bu dayı.

 

Bereket versin o askerlere da´vâ bitti;

 

Sedyeler geldi, polislerle herifler gitti.

 

- Sizi haksız çıkaran yoktu ya

 

- Olsun mu Tuhaf!

 

Af edersin, Hocazâdem, ne kadar saçma bu laf!

 

Haklı, haksız diye taksîmi kim etmiş ki kabûl

 

Bu cihan, baksana, baştan başa: Akil, me´kûl

 

Kuvvetin sırtını kimmiş, göreyim, okşamıyan

 

Ne zaman altta kalırsan, o zaman derdine yan

 

"Beşerin adli masal, hak zıpırındır yalınız;

 

Dövülen mahkemelerden kovulur, çünkü: Cılız!"

 

Bizim oğlan bunu virdetmiş, okur her yerde...

 

- Doğru söz, sonra, tabî´î, efelik var serde!

 

- Efelik çok güzel amma, sonu çıkmaz bu yolun;

 

Etme oğlum, şuna bir parça nasîhatte bulun.

 

Çünkü ben korkuyorum, söylemiş olsam tekrar,

 

Yüzgöz olduk, edecek mes´ele isyanda karar

 

- Ne demek! Hiç sana isyan mı edermiş Âsım

 

- Bence her mümkünü vaktiyle düşünmek lâzım.

 

- Hocam, evlâdına benzer bulamazsın arasan,

 

Görmedim ben bu kadar dörtbaşı ma´mûr insan.

 

Ne büyük hilkat o Âsım, ne muazzam heykel!

 

Onu, bir şi´r-i hamâset gibi, ilhâm-ı ezel,

 

Sana sunduysa, açıp rûhunu teşrîhe çalış...

 

Gâlibâ oğlanı yanlış görüyorsun, yanlış!

 

Yalınız göğsünün eb´âdı mı sandın yüksek

 

İn de a´mâkına bir bak, ne derinmiş o yürek!

 

Dalgalandıkça içinden taşan îman denizi,

 

Dökülen hisleri gör: İncilerin en temizi,

 

Gövde yalçın kayadan âbide, lâkayd-i ecel;

 

Sanki hiç duygusu yok... Bir de fakat rûhuna gel;

 

O ne ifrât ile rikkat! Hani, etsen ta´mîk,

 

Bir kadın rûhu değildir o kadar belki rakîk.

 

Sonra, irfânı için söyliyecek söz bulamam;

 

Oğlanın bildiği, öğrendiği herşey sağlam.

 

Boynu dehşetli, evet, beyni de lâkin zinde;

 

Kafa enseyle beraber gidiyor seyrinde.

 

Çölde ben hayli görüştüm bu sefer Âsım´la;

 

Hoca, te´mîn ederek söylerim îmanımla:

 

İğtinâm etmeye baktım çocuğun sohbetini;

 

Pek yakından tanıdım çünkü husûsiyyetini.

 

Ne güreştirmediğim kaldı, ne koşturmadığım;

 

Ne de "her şeyde sıfırsın!" diye coşturmadığım.

 

Çölün âsûde muhîtinde geçen günlerimiz,

 

Bana gösterdi tamâmıyle ki: Oğlun eşsiz;

 

Bî tenahî safahâtıyla ayrı cihan

 

Bî-tenâhî safahatında da, lâkin, insan..

 

 

 

Hiç unutmam, büyücek bir zafer olmuş da nasib

 

Asker etmişti güreşlerle yazışlar tertib.

 

"Hadi Âsım!" dedik, "olmaz" dedi, biz dinlemedik;

 

Bularak bir de kalın, pırpıta benzer dizlik

 

Yaralıymış demedik, üç kişi tuttuk soyduk

 

Çıktı meydanda gezen hasmına bîçâre çocuk.

 

Neydi oğlandaki endâmın o âhengi fakat!

 

Belli her uzvu için ayrı çalışmış hilkat.

 

Ya kemikler ne salâbetli, ya etler ne katı:

 

Tepeden tırnağa, gûyâ, dolamışlar halatı,

 

İki üç katlı büküp bir çınarın gövdesine.

 

Hele taşmış dökülürken o muazzam sîne,

 

Öyle bâriz adelâtın ebedî dalgalan,

 

Ki yorar ârızalar seyrine dalmış nazan.

 

Çok geniş dersen omuzlar, boy o nisbette uzun,

 

O ne mevzun kafadır, sonra, ne sağlam o boyun!

 

Ufarak bir kapı sırtın kabaran eb´âdı,

 

Çarpışıp durmada nâçâr iki müdhiş kanadı.

 

Enseden ta bele sarkan o derin hat, o yarık,

 

Arzı umkunda nihan tûl-i mücerred artık!

 

Bel nisâbında, omuzlar gibi taşkın çatılar,

 

Adalî baldırının kutru hemen boynu kadar.

 

İki çam bölmesi kol, kim tutacak kim bükecek

 

O bileklerle o ellerse demirden daha pek.

 

Yaralar başkaca endâmına heybet veriyor,

 

Bir şehâmetli temâşâ ki vücud ürperiyor.

 

Vakıâ hasmı da gürbüz delikanlıydı ama,

 

Âsım´ın savleti kuvvet mi sorar hiç adama

 

Silkiyor dut gibi bîçâreyi sağdan, soldan.

 

Ne o Çapraz mı Hemen gir ki senindir meydan.

 

Ay! Herif sıyrılıyor, hem ne kolaylıkla, bakın!

 

Aman Asım, bu güreş olmasın uydurma sakın

 

Hele anlat şu işin neyse hakîkî rengi

 

" Yenemezmiş onu: Bir kerre değilmiş dengi,

 

Bir de bîçâre adam pek mute´azzım şeymiş,

 

Kahrolurmuş kederinden tutarak yenseymiş,

 

Sonra, lâyık mı imiş yerlere sermek şimdi,

 

Böyle düşmanla bütün gün dövüşen bir yiğidi "

 

***

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

- Anladık, hepsi de a´lâ, diyecek yok... Lâkin,

 

Şu benim derdime bir çâre bulaydık ilkin.

 

Ramazan vak´ası her gün, Hocazâdem, hergün,

 

Hele günler bereketliyse hemen üç beş öğün!

 

Âdetâ çılgına dönmüş... Bu cünûnun da başı:

 

Yanarak gömdüğü binlerce şehîd arkadaşı.

 

Sanırım son yarasından da biraz huylanıyor...

 

Sonra, ahvâle tahammül mü dedin, gâyet zor,

 

Ne dolaplar dönüyor, beynini sarsar duysan!

 

Bence beyhûdedir, oğlum, bu nehirler gibi kan.

 

O, demin "harb-i umûmî"dediğin maskaralık,

 

Karagöz´den de beter, kıymeti yok beş paralık.

 

Perde sıyrıldı, işin kalmadı hiçbir hüneri,

 

Her bakan sezdi karanlıkta sinen çehreleri.

 

Yutulur herze mi pîr aşkına mahrûmiyyet

 

Çekti yıllarca, fakat, çekmiyor artık millet.

 

Hele sen gel de "hamiyyet!" diye aptal kandır;

 

Canı yanmış dedenin son sözü "illâllah "tır.

 

Ben sefâletten ölürken seni sıkmazsa refah,

 

Hak erenler buna ummam ki desin: Eyvallah!

 

Şöyle bir bak: Ne harâb ortalığın manzarası...

 

Ama hiç deşme sakın, çünkü yürekler yarası.

 

Hani, insan sesi çağlardı şu vâdîlerde...

 

Sor ki âfâka, o âlemler, o demler nerde

 

Yemyeşil yurda çöken kapkara toprak rengi;

 

Dindi binlerce hayâtın ezelî âhengi.

 

Yok civânmda bugün aç yatanın pâyânı;

 

Her perişan yuva bir âile kabristânı!

 

Beni öldürmede, oğlum, bu harâb ıssızlık!

 

Hangi vîrâneyi eşsen kopuyor bin çığlık!

 

Hasta binlerle, bakan yok; diriler çırçıplak;

 

Ölüler kaskatı olmuş, hani kim kaldıracak

 

Bir taraftan bu fecâyi´ kemirirken yurdu,

 

Bir taraftan da elin bir sürü doymaz kurdu,

 

Dişliyor na´şını sırtlan gibi bîçârelerin;

 

Yolu ummam ki bu olsun koşulan son zaferin!

 

Girdiniz harbe heriflerle "zarûrî!" diyerek;

 

Bu rezâlet de zarûrî mi, kuzum, bir bilsek

 

- Ama sen pek uzun ettin, Hocam, artık sadede!

 

Bahsimiz nerde senin söylediğin şey nerede

 

- İşte, oğlum, çocuğun rûhunu sarsan esbâb;

 

Muttasıl kıvranıyor, kalbi yıkılış beyni harâb.

 

Hangi bîçârenin âlâmını etsin ta´dîl;

 

Kimin imdâdına koşsun O kadar çok ki sefil!..

 

Hangi mâtemli evin derdine çıksın ortak

 

Bir yığın kül kesilen, baksana, binlerle ocak!

 

Hangi yardım dilenen aczi tutup kaldırsın

 

Hangi mel´un çetenin boynunu ilkin kırsın

 

Bizim ev mahkeme; hâkim, bereket versin, acar;

 

Geceden hükmü verir, gündüzün icrâya koşar!

 

- Neme lâzım, herifin pek amelî şey bileği!

 

- Ama hiç sorma bizim çektiğimiz gâileyi:

 

Akşam olmaz mı, kızın benzi uçuktur mutlak...

 

Ağabeyim gelmedi hâlâ... diye korkak korkak,

 

Dikilir karşıma... Lâhavle derim, sabrederim;

 

Beni kim tesliye etsin ki, ben ondan beterim!

 

Çullanır beynime yüzlerce mehîb endîşe;

 

Bütün a´sâbımı sarsar, bakamam hiçbir işe.

 

Sa´at artık bilemem altı mı, yâhud yedi mi;

 

Heyecan, geldi mi oğlan; helecan, gelmedi mi.

 

Çileden çıkmışım akşam, dedim.

 

"Âsım, bana bak!

 

Yol yakınken geri dön, nâfile çıkmaz bu sokak.

 

Koşuyorsun, be çocuk çarpacak alnın duvara;

 

Dağılır sonra kafan, etme, çekil bir kenara.

 

Ne demir leblebi meslek bu, Ebû Zer-vâri

 

Ömer´in zâbıta me´mûru geleydin bâri!

 

Sen o meyhâneyi basmakla mükellef miydin

 

Ya kumarbazları ma´nâsı nedir tehdîdin

 

Toplanıp cünbüş ederken elin evlâdı, gece,

 

Hangi bir hakla gidip hepsini dövdün delice

 

Na´ra atmış diye sarhoşları, tut sen, kovala...

 

Bâri git bekçi yazıl, aylık alırsın budala!

 

Niye cebren ayırırsın kocasından kadını

 

Komşular, baksana, "kel kâhya"komuşlar adını!

 

Balık almış, ne olur Sonra yedirmiş, ne çıkar

 

Sanki hiç beslememiş kendisi vaktiyle zağar.

 

Sana bir şey dememiş, kısmuş otumuş dilini;

 

Niçin, oğlum, seriyorsun herifin pestilini .. "

 

 

 

Söyliyen ben değilim şimdi, bizim Âsım Bey:

 

"Harekâtım sizi bîzâr ediyormuş... Çok şey!

 

Babacığım, öyle değil, dinlemeyin rast geleni;

 

Dinleyin suçlu muyum, haklı mıyım, bir de beni.

 

Herkes aç bekleşiyor kaldırımın sırtında...

 

Siz gidin, perdelerin hepsini kaldırtın da,

 

Alenî işret edin âleme göstermek için!

 

Be adamlar! Azıcık saygı sayın: Gizli için.

 

Meze tûfanına dalmış, kulaç atmaktasınız;

 

Yutkunan halka bakın, pencerelerden, sayısız.

 

Paranız yok ya, şu ben var diyeyim, bol keseden;

 

Hakkınız nerde sefih olmaya, dünyâ açken

 

Hadi yâhû, yetişir... Çok bile içtikleriniz;

 

Durmak olmaz, dağılın, belki uzaktır yeriniz...

 

Hani aldırmasalar bâri, "defol git!" dediler...

 

Dedim: Artık kime âidse defolmak o gider.

 

Kollarından tutarak hepsini attım bir bir;

 

Söyleyin varsa kabâhat, acabâ bende midir

 

 

 

Gelelim şimdi kumarbazları tehdîde. Evet,

 

Bütün evlerde ışıksız bunalırken millet,

 

O kulüpten sırıtan şenliğe insan duramaz:

 

Yanıyormuş, dediler, haftada bir sandık gaz!

 

Ben bu isrâfı tabî´î çekemezdim artık;

 

Taşıdım söylenilen petrolü sandık sandık.

 

Bir ufak ölçü, dedim... Buldu nihâyet bakkal;

 

Aldı herkes gazı, gülyağı gibi, miskal miskal!

 

Ne donanmıştı sokak, doğrusu şehrâyindi!

 

Sormayın parçalanan zulmeti: Üç gün sindi!

 

Babacığım, işte kumarbazlara zulmüm bu kadar;

 

Bir de öksüzler için bin lira aldım zor zar.

 

 

 

Gelelim cünbüşe insâf ediniz vakti midir

 

Yâhud insan gibi eğlense herifler ne denir

 

Muhtekir kâfılesiymiş, ne edeb var, ne hayâ.

 

Aç, sefil inliyerek can veredursun dünyâ,

 

Yine siz dinlemeyin, anlamayın mâtemini,

 

Sürün artık serilen yurdunuzun son demini!

 

Sağda yüzlerce ölen, solda hesapsız sürünen,

 

Karşıdan bunlara gülmek ne demektir alenen

 

Durmayın, derdime ortak görünün kalkın da,

 

Demiş olsam, bilirim, vüs´unüzün fevkında.

 

Ağlamak çok kişinin zevki değilmiş, lâkin,

 

Gülmemek herkes için, zannederim, pek mümkin.

 

Komşulardan sıkılın, pesten atın na´raları;

 

Büsbütün sustururum sonra, çıkarsam yukarı!

 

Son sözümdür size... Beyûde fakat, nerde duyan

 

Taştı kusmuk gibi her pencereden bin hezeyan.

 

Pek tabî´î durulmazdı... "

 

- Dur oğlum, yetişir!

 

- Lûtfedin,bitmedi...

 

- Bir dinle de, olmazsa, bitir.

 

Bana anlat bakayım şimdi: Şu bîçâre ocak,

 

Zorbalar saltanatından ne zaman kurtulacak

 

Hiç bu mantıkla, a dîvâne, hükûmet mi yürür

 

Bir cemâ´at ki erenler işi yumrukla görür,

 

Kafa bitmiş demek artık çekiver kuyruğunu!

 

Kuvvetin hakkı mıdır enselemek bulduğunu

 

Bize, Âsım, ne şunun yumruğu lâzım, ne bunun;

 

Birinin pençesi ister yalınız: Kânûnun.

 

Ver bütün kudreti kânûna ki vahdet yürüsün...

 

Yoksa millet değil ancak dağınık bir sürüsün...

 

Memleket zâten ayol, baksana: Allak bullak

 

Sen de hissinle yürürsen batırırsın mutlak.

 

Ya kuzum, zabtiye rûhuyle hükûmet sürenin,

 

Yeri altındadır, üstünde değildir kürenin!

 

- Babacığım öyle değil..

 

- Dinlemem artık hadi git!

 

 

 

Hocâzadem, sen asıl derdi bizim kızdan işit:

 

Senin aptal daha bir hayli de çılgın bularak

 

Bâbıâlî´yi...

 

-Aman ..

 

- Basmayı kurmuş...

 

- Hele bak!

 

Acabâ kim ki ayartan .. Ama zannetmem pek..

 

- Deme, oğlum, bana tekmîlini anlattı Melek.

 

Kız biraz azmine engel herifin, yoksa fenâ...

 

Hem basar, hem de asar, çok deli şey, âmennâ!

 

- Söyle, pek kanlı oyundur, yanılıp oynamasın.

 

- Beni hiç saydığı yok nâfile... Bir sen varsın,

 

Bir de hemşîresi var zabtedecek şimdi onu.

 

Aman oğlum, bana terk etmeyiniz mecnûnu!

 

- Yok canım, vazgeçer elbette, bu gerçek mi deli

 

- Bilemem, korkuyorum kız beni îkâz edeli.

 

İş o evvelki vakâyi´ gibi olsaydı, evet,

 

Belki bir parça tesellîye bulurdum cür´et.

 

Lâkin, oğlum, görüyorsun: Kurulan perde yaman;

 

Hani, baştan başa kan, dış yüzü kan, iç yüzü kan!

 

Bir damar patlamasın sel götürür memleketi;

 

Yoksa göstermeye Rabbim o elîm âkıbeti.

 

- Yine ifrâta kapıldın sanırım...

 

- Hiç de değil,

 

Şen şu vaz´iyyete bir baksana: Cidden müşkil.

 

- Hadi müşkil diyelim, çâresi hiç yok mu ki

 

- Var.

 

- Nedir öyleyse telâşın, heyecânın bu kadar

 

- Heyecan yok, yalınız, mes´elenin ihmâli,

 

Bence pek doğru değildir. Evet, insan hâli,

 

Ya nihâyet kızı saymaz da bu ma´tûh oğlan,

 

Yeniden kâmete kalkarsa, ne olmaz o zaman

 

Kopacak fitneyi, oğlum, hele bir kerre düşün;

 

Sanırım ayn-ı hatâdır beni müfrit görüşün.

 

Hayır ifrâtıma hükmetmene râzı değilim;

 

Ben de oldukça metînim, hele pek mu´tedilim.

 

Ne yakın der, ne uzak der, ne soğuk der, ne sıcak

 

Bu çocuk harbe gider, kaç senedir, zıplıyarak.

 

Ne zaman "gitme!" dedim "Koş!" diyerek gönderdim;

 

Gönderirken de "gider, bir daha gelmez" derdim;

 

Unutulmuş gibi artık bırakırdım peşini,

 

Avuturdum, oturur, evde kalan kardeşini.

 

Hânümanlar çöküyor, zelzele yalnız bana mı

 

Ortalık can çekişirken açamam ben yaramı.

 

Anlamam oğlum için çekmeyi zâten helecan;

 

Elin evlâdı nedir Hepsi civan, hepsi de can.

 

" Parçalanmış senin Âsım" dediler bi´d-defeât,

 

Babayım, elbet içim parçalanırken, heyhât,

 

Her zaman sîneye çektim, biliyorsun ya

 

- Evet.

 

- Çünkü gâyetle tabî´îdir o müşkil gayret:

 

Kaplamış yurdumun âfâkını, mâdem, şühedâ...

 

Varsın olsun kalanın uğruna Âsım da fedâ.

 

"Hem gazâ, hem de şehâdet, ne sa´âdet bu!" derim;

 

Ciğerim yansa da söndürmek için cehd ederim.

 

Ama "kâtil" deseler oğlumu, yâhud "maktûl"

 

 

 

 

O zaman işte benim âkıbetim pek meçhûl.

 

Var mı bir çâre ki dünyâda, gidip baş vurayım

 

Hangi hüsrânımı "sen dur!" diyerek susturayım

 

Kendi vicdânım olur önce gelir da´vâcı...

 

Görüyorsun ya: Tecellüdle savulmaz bir acı!

 

Babanın cânı için merhamet et, evlâdım,

 

Pek harâbım, bana bir parçacık olsun yardım.

 

Yalınız sensin elimden tutacak yaş yetmiş...

 

Ah o vaktiyle ölenler ne de tâli´li imiş!

 

Rabbimin cilvesi bunlar ya, fakat hayrânım...

 

Geberip gitmediğim, başka nedir isyânım

 

Aman oğlum, "hadi tahsîlini ikmâl ediver"

 

De de, mecnûnu zaman geçmeden evvel gönder.

 

Çünkü...

 

- Dur dur!.. Ne haber Yoksa misâfır mi, Emin

 

-Âsım ağabeyimi getirdim...

 

- İyi ettin, gelsin.

 

- Bize gitmek düşüyor şimdi.

 

- Selâmetle, Hocam...

 

Hiç merâk etme... Bu akşam kalabilsen

 

- Seni çok beridir, gördüğümüz yok Âsım,

 

Nerdesin Yerde misin Gökte misin Gel, bakalım!

 

Yalınızsın

 

- Yalınız geldim, efendim, bu sefer.

 

- Getireydin, a canım, şunları...

 

- Bilseydim eğer...

 

- Âferin, doğrusu, cevherli çocuklar, belli!

 

İftihâr etmeli gördükçe bu gürbüz nesli.

 

- Ben de şükrânımı an etmeliyim şimdi size,

 

Böyle en sevgili yârânımı takdîrinize.

 

Amca Bey, gördünüz, Allâh için insan şeyler...

 

Ama bir türlü ısınmaz, ne sebeptense peder.

 

-Aklı ermez babanın, sen nene lâzım, bana bak!

 

- Yeni yazdıklarınız nerde, efendim, okusak

 

Aradım kimsede yok...

 

-Varsa da üç dört eserim,

 

Zât-ı sâmînizi, hoşnûd edemez zannederim:

 

Demevî zevkiniz elbet demevî şi´r ister!

 

- Asabî olsa da râzîyız, efendim, bizler...

 

Bir mizâc istemiyorsak o da: Lenfâilik;

 

Çünkü milletler için, doğrusu, gâyet mühlik.

 

- Edebiyyâtımız Allâh´a emânet desene!

 

Babanın oğlusun, Âsım, ne kadar olsa yine.

 

- Pek tarafdârı değildir pederim...

 

- Sorma, fenâ!

 

Üdebâ nâmına kim varsa, bilâ-istisnâ,

 

Hepsinin rûhunu şâd etti bugün...

 

 

 

 

- Etmeyiniz!

 

- Dedim: Artık bu kadar sövmeye lâyık değiliz.

 

Sen de kimsin deyivermez mi, ne oldum, bilsen

 

Bense şâir geçinirdim, hele bir bak şuna sen!

 

Komşunun hâline gülmek ne fenâ şey!

 

- Elbet:

 

Yok ki dünyâda cezâsız kalacak bir hareket.

 

- Evet, oğlum, yalınız ibret alanlar nerde

 

 

 

Edebî sohbet olurmuş büyücek bir yerde.

 

Neden âsârımızın hepsi çelimsiz derler;

 

Bu zemîn üstüne herkes iki üç söz söyler.

 

Bulunur, neyse, nihâyet balığın belkemiği:

 

Şark´ın üç bin senedir, gün sayarak beklediği,

 

O muazzam, o yaman şâir-i dâhîyi zaman,

 

Çıkarıp vermemiş âgûşuna yurdun el´an.

 

Rûh-i millîmizi tatmîn edemezmiş bir edîb,

 

Gelmeden sahne-i eyyâma o dâhî-i mehîb.

 

Geceler hâmile, mâdem, çocuk er geç doğacak.

 

Ama sen şimdi işin girdiği son safhaya bak:

 

Hangi saz şâiri, bilmem, bunu almış da haber;

 

"Neciyim ben " diye, günlerce tepinmiş ter ter!

 

Sonra durmuşsa da, hâlâ, dediler, gayzı yaman;

 

Dut yemiş bülbüle dönmüş, giderek kahrından.

 

 

 

Buna gülmüştüm, evet, gülmiyecektim oğlum,

 

Çarçabuk adli İlâhî dedi: "Dur şimdi kulum,

 

Senki, vah vah diyecek yerde, gülersin kah kah;

 

İşte fi´l, işte cezâ, çek bakalım!" Eyvallah.

 

Babanın yok mu davuldan beter îkâzı, hanı,

 

Tıpkı rü yâdan ayılmışlara benzetti beni!

 

- Yok efendim, bu kadar şiddeti etmem ya ümîd.

 

Ma´amâfıh pederin hakkı değildir tenkîd.

 

 

 

- Şimdi Âsım, edebiyyâtı bırak, bir tarafa;

 

Daha ciddî işimiz var, geçelim başka lâfa.

 

Gâlibâ söylediğim yoktu Evet, hiç yoktu:

 

Mısr´ın en muhteşem üstâdı Muhammed Abdu,

 

Konuşurken neye dâirse Cemâleddin´le;

 

Derki tilmîzine Afgan´lı:

 

"Muhammed, dinle!

 

İnkılâb istiyorum, başka değil, hem çabucak.

 

Öne bizler düşüp İslâm´ı da kaldırmazsak,

 

Nazariyyât ile bir şeyler olur zannetme...

 

O berâhîni de artık yetişir dinletme!

 

Çünkü muhtâc-ı tezâhür değil isti´dâdın... "

 

- "Şüphe yok, hakk-ı semûhîleri var Üstâdın...

 

Gidelim bir yere, hattâ şu bizim Sûdân´a;

 

Yeni bir medrese te´sîs edelim urbâna.

 

Daha üç beş de fazîletli mücâhid bulalım,

 

Nesli tehzîb ile, i´lâ ile meşgûl olalım.

 

Çıkarıp gönderelim, hâsılı, Şeyhim, yer yer,

 

Oradan âlem-i İslâm´a Cemâleddin´ler... "

 

- "Bu, fakat, yirmi yıl ister ki kolay görmüyorum...

 

Yirmi günlük işe bak sen!"

 

- "Kulunuz ma´zûrum. "

 

 

 

Kıssadan hisse çıkarsak mı, ne dersin Âsım!

 

Anlıyorsun ya, zarar yok daha iyi anlaşalım:

 

İnkılâb istiyorum ben de, fakat, Abdu gibi...

 

Yoksa, ellerde kör âlet efeler tertîbi,

 

Bâbıâlî´leri basmak, adam asmakla değil.

 

Çek bu işten bütün ihvânını, kendin de çekil.

 

Gezmeyin ortada, oğlum, sokulun bir sapaya,

 

Varsa imkânı, yarın avdet edin Avrupa´ya.

 

- Amca Bey!

 

- Nâfile Âsım, seni hiç dinlemeyiz...´

 

Çünkü sen bir kişisin, biz bakalım öyle miyiz

 

Ben... baban... sonra Melek... Tutturamazsın ne desen...

 

Hadi tahsîlini ikmâle tez elden, hadi sen!

 

Çünkü milletlerin ikbâli için, evlâdım,

 

Ma´rifet, bir de fazîlet... İki kudret lâzım.

 

Ma´rifet, ilkin, ahâlîye sa´âdet verecek

 

Bütün esbâbı taçır; sonra fazîlet gelerek

 

O birikmiş duran esbâbı alır, memleketin

 

Hayr-ı i´lâsına tahsîs ile sarf etmek için.

 

Ma´rifet kudreti olmazsa bir ümmette eğer,

 

Tek fazîletle teâli edemez, za fa düşer.

 

İbtidâîliğe mahsûs olan âvâre sükûn,

 

Çöker a´sâbına. Artık o da bundan memnûn!

 

Ma´rifet, farz edelim, var da, fazûlet mefkûd...

 

Bir felâket ki cemâ´atler için, nâ-mahdûd.

 

Beşerin rûhunu tesmîm edecek karha budur;

 

Ne musîbettir o: Tâunlara rahmet okutur!

 

Bizler, edvâr-ı fazîletleri cidden parlak

 

Bir büyük milletin evlâdıyız, oğlum, ancak

 

O fazîlet son üç asrın yürüyen ilmiyle,

 

Birleşip gitmedi; battıkça da ümmet cehle,

 

Bünyevî kudreti günden güne meflûc olarak,

 

Bir düşüş düştü ki: Davransa da, sarsak sarsak.

 

Garb´ın emriyle yatıp kalkmaya artık mahkûm;

 

Çünkü hâkim yaşatan Şevket-i fenden mahrûm.

 

Biz, evet, hasmımızın kudret-i irfânından,

 

Bînasîbiz de o yüzden bu şerefsiz hüsran.

 

Sonra, a´sâra süren haybeti çekmekle, bugün,

 

O fazîlet bile hissiz, hareketsiz, ölgün.

 

Şimdi, Âsım, bana müfrit de, ne istersen de,

 

Ma´rifetten de cüdâ, Şark o fazîletten de.

 

Lâkin ister misin, oğlum, mütesellî olmak:

 

İctimâî bütün âmillere, kudretlere bak.

 

Bunların herbirinin kuvveti, mâzîye inen,

 

Kökü mikdârı olur; çünkü bu âmillerden,

 

En derin köklüsü en sağlamı, en hâkimidir.

 

Şimdi, sen bizdeki kudretleri eşsen bir bir,

 

Göreceksin ki: Bu millette fazîlet en uzun,

 

En derin köklere yaslanmada; hem sonra onun,

 

Bir mübârek suyu var, hiç kurumaz: Dîn-i mübîn.

 

Hâdisât etmesin oğlum, seni aslâ bedbîn....

 

İki üç balta ayırmaz bizi mâzîmizden.

 

Ağacın kökleri mâdem ki derindir cidden,

 

Dalı kopmuş, ne olur Gövdesi gitmiş ne zarar

 

O, bakarsın, yine üstündeki edvârı yarar,

 

Yükselir, fışkırıp, âfâk-ı perîşânımıza;

 

Yine bin vâha serer kavrulan îmânımıza.

 

Vâkıâ ortada yüzlerce mesâvî yüzüyor;

 

Sen bu kâbûsu bütün şerre değil, hayra da yor.

 

Çünkü yoktur birinin kalb-i cemâ´atte yeri;

 

Arasan: Hepsi beş on maskara ferdin hüneri!

 

Bu cihetten, hani, hiç yılmasın, oğlum, gözünüz;

 

Sâde Garb´ın, yalınız ilmine dönsün yüzünüz.

 

O çocuklarla beraber, gece gündüz, didinin;

 

Giden üç yüz senelik ilmi sık elden edinin.

 

Fen diyârında sızan nâ-mütenâhî pınarı,

 

Hem için, hem getirin yurda o nâfi´suları.

 

Aynı menba´ları ihyâ için artık burada,

 

Kafanız işlesin, oğlum, kanal olsun arada.

 

 

 

Sen geçenlerde demiştin ki:

 

" Yazık hâlâ biz,

 

Dünkü ilmin bile bîgânesiyiz, câhiliyiz.

 

İşte fıkdânı bu ihmâl edilen ma´rifetin

 

Nesli bir acze düşünmüş ki, bugün, memleketin,

 

Bir yığın kuvveti var, hem ne tabî´î de, henüz,

 

Biz o kuvvetlere eller gibi hâkim değiliz!

 

Yarının ilmi nedir, halbuki Gâyet müdhiş:

 

"Maddenin kudret-i zerriyyesi" uğraştı iş.

 

O yaman kudrete hâkim olabilsem diyerek

 

Sarf edip durmada birçok kafa binlerce emek.

 

Onu bir buldu mu, artık bu zemin: Başka zemin.

 

Çünkü bir damla kömürden edecekler te´min,

 

Öyle milyonla değil, nâ-mütenâhî kudret!.. "

 

 

 

İbret al kendi sözünden, aman oğlum, gayret!

 

Bir yılın var daha zannımca

 

- Evet.

 

- Bak ne kolay!

 

-Lakin ihvan-ı kiramın

- Çoğunun altışar ay.

 

- Hep giderler ya, berâberce

 

- Hepsinin mesleği sağlam mı

 

- Evet, müsbet ulûm.

 

- İnkılâbın yolu mâdem ki bu yoldur yalınız,

 

"Nerdesin hey gidi Berlin " diyerek yollanınız.

 

Altı ay, bir sene gayret size eğlence demek...

 

Siz ki yıllarca neler çekmediniz, hem gülerek!

 

Hani, bir ömre bedeldir şu geçen her gününüz;

 

Bir gün evvel gidiniz, bir saat evvel dönünüz.

 

Şark´ın âgûşu açıktır o zaman işte size;

 

O zaman varmanın imkânı olur gâyenize;

 

O zaman dinlerim artık seni, Asım, bol bol...

 

- Yarın akşam gideriz.

 

- Öyle mi Berhurdâr ol.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Küfe

Beş on gün oldu ki, mu'tâda inkıyâd ile ben

Sabahleyin çıkıvermiştim evden erkenden.

Bizim mahalle de İstanbul'un kenârı demek:

Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmiyerek!

Adım başında derin bir buhayre dalgalanır,

Sular karardı mı, artık gelen gelir dayanır.

Bir elde olmalı kandil, bir elde iskandil,

Selâmetin yolu insan için bu, başka değil!

Elimde bir koca değnek, onunla yoklayarak,

Önüm adaysa basıp, yok, denizse atlayarak,

Ayakta durmaya elbirliğiyle gayret eden,

Lisân-ı hâl ile amma rükûa niyyet eden-

O sâlhurde, harâb evlerin saçaklarına,

Sığınmış öyle giderken, hemen ayaklarına

Delîlimin koca bir şey takıldı... Baktım ki:

Genişçe bir küfe yatmakta, hem epey eski.

Bu bir hamal küfesiymiş... Aceb kimin? Derken;

On üç yaşında kadar bir çocuk gelip öteden,

Gerildi, tekmeyi indirdi öyle bir küfeye:

Tekermeker küfe bîtâb düştü tâ öteye.

-Benim babam senin altında öldü, sen hâlâ

Kurumla yat sokağın ortasında böyle daha!

O anda karşıki evden bir orta yaşlı kadın

Göründü:

-Oh benim oğlum, gel etme kırma sakın!

Ne istedin küfeden yavrum?Ağzı yok, dili yok,

Baban sekiz sene kullandı... Hem de derdi ki: "Çok

Uğurlu bir küfedir, kalmadım hemen yüksüz... "

Baban gidince demek kaldı âdetâ öksüz!

Onunla besliyeceksin ananla kardeşini.

Bebek misin daha öğrenmedin mi sen işini?"

Dedim ki ben de:

Ayol dinle annenin sözünü...

Fakat çocuk bana haykırdı ekşitip yüzünü:

-Sakallı, yok mu işin? Git, cehennem ol Şuradan!

Ne dırlanıp duruyorsun sabahleyin oradan?

Benim içim yanıyor: Dağ kadar babam gitti...

-Baban yerinde adamdan ne istedin şimdi?

Adamcağız sana, bak hâl dilince söylerken...

-Bırak hanım, o çocuktur, kusûra bakmam ben...

Adın nedir senin, oğlum?

-Hasan.

-Hasan, dinle.

Zararlı sen çıkacaksın bütün bu hiddetle.

Benim de yandı içim anlayınca derdinizi...

Fakat, baban sana ısmarlayıp da gitti sizi.

O, bunca yıl çalışıp alnının teriyle seni

Nasıl büyüttü? Bugün, sen de kendi kardeşini,

Yetim bırakmıyarak besleyip büyütmelisin.

-Küfeyle öyle mi?

-Hay hay! Neden bu söz lâkin?

Kuzum, ayıp mı çalışmak, günah mı yük taşımak?

Ayıp: Dilencilik, işlerken el, yürürken ayak.

-Ne doğru söyledi! Öp oğlum amcanın elini...

-Unuttun öyle mi? Bayramda komşunun gelini:

"Hasan, dayım yatı mekteplerinde zâbittir;

Senin de zihnin açık... Söylemiş olaydık bir...

Koyardı mektebe... Dur söyleyim" demişti hani?

Okutma sen de hamal yap bu yaşta şimdi beni!

 

Söz anladım uzun, hem de pek uzun sürecek;

Benimse vardı o gün birçok işlerim görecek;

Bıraktım onları, saptım yokuşlu bir yoldan,

Ne oldu şimdi aceb, kim bilir, zavallı Hasan?

 

Bizim çocuk yaramaz, evde dinlenip durmaz;

Geçende Fâtih'e çıktık ikindi üstü biraz.

Kömürcüler kapısından girince biz, develer

Kızın merâkını celbetti, dâima da eder:

O yamrı yumru beden, upuzun boyun, o bacak,

O arkasındaki püskül ki kuyruğu olacak!

Hakîkaten görecek şey değil mi ya? Derken,

Dönünce arkama, baktım: Beş on adım geriden,

Belinde enlice bir şal, başında âbâni,

Bir orta boylu, güler yüzlü pîr-i nûrânî;

Yanında koskocaman bir küfeyle bir çocucak,

Yavaş yavaş geliyorlar. Fakat tesâdüfe bak:

Çocuk, benim o sabah gördüğüm zavallı yetim...

Şu var ki, yavrucağın hâli eskisinden elim:

Cılız bacaklarının dizden altı çırçıplak...

Bir ince mintanın altında titriyor, donacak!

Ayakta kundura yok, başta var mı fes? Ne gezer!

Düğümlü alnının üstünde sâde bir çember.

Nefes değil o soluklar, kesik kesik feryad;

Nazar değil o bakışlar, dümû-i istimdad.

Bu bir ayaklı sefalet ki yalnayak, baş açık;

On üç yaşında buruşmuş cebin-i safi, yazık!

O anda mekteb-i rüşdiyyeden taburla çıkan

Bir elliden mütecaviz çocuk ki, muntazaman

Geçerken eylediler ihtiyarı vakfe-güzin...

Hasan'la karşılaşırken bu sahne oldu hazin;

Evet, bu yavruların hepsi, pür südud-i şebab,

Eder dururdu birer aşiyan-ı nura şitab.

Birazdan oynıyacak hepsi bunların, ne iyi!

Fakat Hasan, babasından kalan o pis küfeyi,

-Ki ezmek istedi görmekle reh-güzarında-

İlel'ebed çekecek dûş-i ıztırarında!

O, yük değil, kaderin bir cezası ma'sûma...

Yazık, günahı nedir, bilmeyen şu mahkuma!

 

 

Mehmet Akif ERSOY

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Müslümanlık nerde bizden geçmiş insanlık bile

Alem aldatmaksa maksat aldanan yok nafile

Kaç hakiki müslüman gördümse hep makberdedir

Müslümanlık bilmem ama galiba göklerdedir

 

Varsa şayet söyleyin bir parçık insafınız

Böyle kansızmıydı haşa kahraman eslafınız

Böyle düşmüşmüydü herkes ayrılık sevdasına

Benzeyip şirasesiz bir mushafın eczasına

Hiç görülmüşmüydü olsun kayd ı vahdet tarumar

Böyle olmuşmuydu millet can evinden rahnedar

Böyle açlıktan bogazlarmıydı kardeş kardeşi

Böyle adetmiydi bi perva yemek insan leşi

 

Irzımızdır çiğnenen evladımızdır doğranan

Hey sıkılmaz ağlamassan bari gülmekten utan

 

Kurt uzaklardan bakar dalgın görürmüş merkebi

Saldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok gibi

Lakin aşk olsunki aldırmazda otllarmış eşşek

Sanki tavşanmış gelen yahud kılıksız köstebek

Kar sayarmış bir tutam fazla olsun yutmayı

Hasmı derken çullanırmış yutmadsan son lokmayı

 

Bir hakikattır bu bildiğin usluba sok

Halimiz merkeple kurdun aynı asla farkı yok

Burnumuzdan tuttu düşman biz boğaz kaynındayız

Bir bakın halamı hala ihriras ardındayız

Saygısızlık elverir bir parça olsun arlanın

Vakti çoktan geldi hem geçmektedir arlanmanın

Davranın haykırmadan nakus-u izmihlaliniz

Öyle bir buhrana sapmıştırki zira haliniz

Zevke dalmak şöyle dursun vaktiniz yok mateme

Davranın zira gülünç olduk aleme

Bekleşirken gökte yüzbinlerce ervah intikam

Yerde kalmış naşa benzer kavm için durmak haram

Kahraman ecdadınızdan sizde bir kan yokmudur

Yoksa istikbalinizden korkulur pek korkulur

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Enfes

 

Oğlum, Bu Temenni Neye Benzer, Bana Bak:

 

Oğlum, bu temenni neye benzer, bana bak:

Eşeklerin canı yükten yanar, aman derler,

Nedir bu çektiğimiz derd, çifte çifte semer!

Biriyle uğraşırken gelip çatar öbürü;

Gelir ki taş gibi hain, hem eskisinden iri.

Semerci usta geberseydi... değmeyin keyfe!

Evet, gebermelidir inkisar edin herife.

Zavallı usta göçer bir gün akibet, ancak,

Makamı öyle uzun boylu nerede boş kalacak?

Çırak mı, kalfa mı, kim varsa yaslanır köşeye;

Takım biçer durur artık gelen giden eşeğe.

Adam meğer acemiymiş, semerse hayli hüner;

Sırayla baytarı boylar zavallı merkepler.

Bütün o beller, omuzlar çürür çürür oyulur;

Sonunda her birinin sırtı yemyeşil et olur.

'Giden semerciyi, derler, bulur muyuz şimdi?

Ya böyle kalfa değil, basbayağı muallimdi.

Nasıl da kadrini vaktıyla bilemedik, tuhaf iş:

Semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş!'

Nasihatım sana:'herzeyle iştigali bırak!

Adamlığın yolu neredeyse, bul da girmeye bak!

Adam mısın: ebediyyen cihanda hürsün gez;

Yular takıp seni bir kimsecik sürükleyemez.

Adam değil misin, oğlum, gönüllüsün semere

Küfür savurma boyun kestiğin semercilere.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...