Jump to content

Kaybolan Cennetin Peşinde (bir makale)


mistik

Önerilen Mesajlar

G.Ü. Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi Cilt 22, Sayı 3 (2002) 183-197

 

Kaybolan Cennetin Peşinde

 

(Sümer ve Akad: Ütopya mı? Gerçek mi?)

 

Quest for the paradise lost

 

Doç.Dr. Cabbar IŞANKULU

 

Aktaran: V. Savaş YELOK

 

G.Ü. Gazi Eğitim Fakültesi Türk Dili Bölümü Ankara-TÜRKİYE

 

ÖZET

 

Özbek Türkçesinden aktarılan bu makalede Türk dili ile Sümer dili arasındaki ilişkiden

yola çıkılmıştır. Yazar sadece ortak kelimeleri değil Türk boylarının destanları ile

Sümer destanları arasından benzerlikleri esas alarak, Sümerler ile Türkler arasındaki

akrabalığı tespite farklı bir yönden yaklaşmıştır.

Anahtar Kelimeler: Türkçe, Sümerce, destan, mitler

 

ABSTRACT

In this article that was taken from Uzbek Turkish, the main incentive is the relation

between Turkish and Sumerians. The writer has not only studied the common

vocabularies between two languages but also aproached the question of the similarities

between the legends of the Turkish tribes and Sumerian tribes.

Key Words: Turkish, Sumerian, epope, myths

 

Yunanca Mezopotamya diye adlandırılan Dicle ve Fırat ırmakları arasındaki bölgede

milâttan önceki 5200 yıllarında ortaya çıkan ilk devletlerden biri de Sümer devletidir.

Dünya uygarlığının ve kültürünün beşiği, ilk defa bütün dil kanunlarına dayanan yazının

keşfedildiği ve devlet yönetimi; sulama, tarım, mimarlık, gemicilik sahasında

bugünkünden çok az fark gösteren usullerin keşfedildiği ve ilk sanat eserlerinin

184 G.Ü. Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi Cilt 22, Sayı 3 (2002) 183-197

yaratıldığı Sümer devleti hakkında düşünceler, münazaralar bir buçuk asırdan beri

devam ede gelmektedir.

Sümer ve Akadlar’ın yüksek uygarlığından haber veren ilk arkeolojik yadigârların

bulunmasının üzerinden bugüne kadar 150 yıl geçmiş olsa da âlimler, henüz Sümer ve

Akad devletini oluşturan halkın kimlikleri hakkında bir sonuca varamamışlardır. Çeşitli

görüşler taşıyan âlimler, sadece “Sümer devletini meydana getiren halkın yerli ahali

olmadığı” fikrinde aynı görüşteler. İşte bu halkın hangi kavme mensup olduğu

konusunda çeşitli fikirler açıklanmıştır. Bu fikirlere göre, Akad devletinin temelini

kurmuş olan Sümerler, doğudan veya kuzeyden gelmiş; beraberlerinde yazı, demircilik,

sulama usulleri ve devlet kurma geleneğini de alıp getirmişlerdir. Bu, bizi şu fikre

götürmektedir: “Sümer ve Akad'dan da önce olan kuzeydeki ya da doğudaki (Kuzey

denildiği zaman Kafkasya, İdil Boyu, Batı Sibirya; doğu denildiğinde de merkezî Asya,

Hindistan, Moğolistan, Altay, Çin göz önünde bulundurulmalıdır.) medeniyet, burada

terakki ederek devlet olmuştur.” 'Şümer' ya da 'Sümer' kelimelerinin etimolojisini, bir

tek batılı âlim dahi ilmî esaslara dayanarak veremedi. Bilinen anlamda bu kelimeleri

açıklayan Olcas Süleymanov “'Şümer' ya da 'Sümer' adını, 'su' ve 'yer' kelimelerine

dayandıran bir varsayım ileri sürer ( Süläymanov, 1975). Eski Türkler, Ural ile Altay

arasını "sulu yer", "su yeri" (Sibirya kelimesi de bundan gelmiştir.) diye adlandırırlardı.

Sümerler/Şümerler de iki nehir arasında yerleşmiştir. Bu yerlerin evvelâ "sulu yer"

olduğu düşünülmüş olabilir. Sibirya yerleri gibi buralar da önceden bataklıktan ibaretti.

Onlar, işte bu bataklığı kurutarak tarıma elverişli hâle getirmişlerdir. Sümerler, çivi

yazısında dağ, kır, yer adlarını “h”şeklinde yazmıştır. Eski Türk yazısında da yer “u”

şeklinde yazılmıştır. Bunlar, yer ve dağı anlatan hiyerogliflerdir. Şümer/Sümer, Subyer,

Sibir, “sub” kelimeleri, birbirine ses bakımından benzer. Bizce de Şümer/Sümer’in

“Subyer”den gelmesi hakikate daha yakındır. Çünkü, Sümer efsanelerinde “op-su”

(çuçuksub) hakkında efsane vardır. Bu efsaneye göre Op-Su, dünyayı ve insanı yaratan

tanrıdır (Uraz, 1991). Bu tanrının aynısına Altay ve Yakut mitlerinde de rastlanır. Eğer

tetkiklerde şu varsayıma dayanırsak -meselenin başka yönlerini görme, dil ve çivi

yazısını mukayese etme- Sümer ve Akad devletinin kökenini oluşturan halkın Türk

kavmi olduğu konusundaki fikrin hakikate daha yakın olduğunu görürüz. Bunu, bir tek

batılı âlim yapmak istemedi. Çünkü eğer Sümerler’in Türk kavmi olduğu ispatlanırsa, o

zaman Babil, İsrail, Yunanistan ve Roma’daki büyük uyanışları etkileyen, onların

oluşumuyla yükselişine büyük ölçüde tesir eden Sümer kültürü ve medeniyeti de Türk

halklarına mahsus olacaktır. Bu da ne kadar gerçek olursa olsun, Avrupalı âlimlerin

kıskançlığına sebep olur. Oysa ki biz yeni yeni delillere de rastlıyoruz. Bunun

sonucunda da Avrupalı âlimlerin garezleri, gittikçe azalacak ve faraziyeler daha çok

ilmî renk alacaktır.

Sümerlerin “Baş Tanrı”sı hakkındaki düşünceler, Olcas Süleyman'ın varsayımını

gerçeğe yaklaştırır. Baş tanrı Enlil “Tanrılar Tanrısı”, “gök ve yer padişahı”, “bütün

memleketlerin yaratıcısı” dır. Sümerlerin “Yaz ve Kış ” efsanesinde (çömlek yazısında)

Enlil tanrıların yardımcısı, “ürün, üretim tanrısı” özelliğiyle karşımıza çıkar. Bu mite

göre "kış", bütün ekip dikme, ürün, hayat, yeşillik, su, yağmur ve karın yaratıcısıdır.

Ürünün bol olması ona bağlıdır. Eğer Fırat ve Dicle nehirlerinin yer aldığı coğrafyayı

göz önünde bulundurursak, o yer tabiî duruma göre kışı tanrı derecesinde yücelten

memleket olamaz. Bunun tam tersine, buraya sıcak ve güneş hâkimdir. Kış, sadece

Sibirya’da değil uygun başka yerlerde de kendisinin uzun sürmesi, soğuk olması, her

şeyi yine hayat için güneşle birlikte kendine bağlamasıyla tanrı sıfatında tasavvur

edilmiş olabilir. Keza Yakut ve Tuva mitlerinde de kış, tanrı sıfatında tasavvur

edilmiştir. Daha sonraki yıllarda yapılmış olan birçok incelemede, bu mesele

açıklanmaya çalışılmıştır. Çünkü Altay, Orta Asya’daki Türk halklarının mitleri Orhun,

Yenisey Yazıtları, Uygur metinleri ve daha sonraki zamanlara yönelik değerlendirmeler

buna esas olmaktadır.

Milâttan önceki III. yüzyıla ait Çin el yazmalarında Qañlılar (Çince kargüy)da, Çin

yazısına ters tarzda (bilindiği gibi Çin hiyeroglifi dikine yazılır) yan yazıların yazıldığı

hakkında bilgilere rastlanır ( Süläymanov, 1975). Bu bilgiler, Türkologlarca öteden beri

bilinmektedir. Buna göre Türk yazısının milâttan önceki III. yüzyıla kadar Çin

tarafından bilindiği söylenebilir. O, bu devre kadar, birkaç basamaktan, yani yan tertip

ve sıra ile yazılma derecesine kadar ulaşan basamaklardan geçmiştir. Bundan şunu

anlıyoruz: “Türk yazısı milâttan önceki III. yüzyıldan daha da eskidir”. Bizim, ihtimal

olan bu eskiliğin kökünü Sümer çivi yazısıyla denk tutmamız yanlış değildir. Orhun,

Yenisey ve başka yazıtlardaki yazıların şekli birçok yönden Sümer yazılarına benzer.

Bu benzerlik, dil benzerliği ile birleşir. Bu noktada varsayımların ilme yaklaştığını

hissedersiniz. Çünkü Türk dilinin Sümer diline etkisi, Mançularla aslı Türk kavminden

olan Moğolların diline etkisi gibi yakın da değildir. Bunu dikkate aldığımızda “Sümer

dili, Türk dilinin tesiri altında kalan başka bir dildir.” demek için bu iki sınır ve halkı

birleştiren kaynağın olması gerekir. Bu zamana kadar böyle bir kaynağa

rastlanamamıştır. Biz, bu yakınlık hakkında düşünceler üretmek için kıyaslamalar

yapacağız. Aşağıdaki kelimelerin ses ve anlam bakımlarından karşılaştırılmasından da

anlaşılacağı gibi, Sümerce ile Türkçenin birbirine yakın olduğu açıktır.

 

SÜMERCE =>TÜRKÇE

1. ada, (ata) => ata, yaşlılara hürmet amacıyla söylenen söz

2. eme (anne) => ana

3. kür (dağ) => kır (dağ toprak)

4. şube, (sine) => çoban

5. yeş (ev) => eşik, kapı

6. uş (üç) => üç

7. gu (ses, avaz) => kü (ses, avaz)

8. emek (dil) => em-,ye- (dil)

9. me, ze, ene => ben, sen, o

10. geş (kuş) => kuş

11. ğiş, giç (ağaç) => ağaç, ığaç

12. kır (yer) => kır

13. tir (hayat) => tirig, diri

14. tu => tut-

15. sıg (vur-) => sok-

16. yed (od, ateş) => od

17. işi (az, kiçik) => kiçi

18. geştuke => işiten

19. yeren (er kişi, cenkçi) => eren

20. geg (ek-) => ek-

21. teg (değmek) => değ-

22. tum (nesil) => tohum,nesil

23. dingir, demer (gökyüzü) => tengri

24. yen (âli, yüksek, en) => en

25. ken (geniş) => keñ-gen-geniş

26. uzun => uzun, uzak

27. ud (ateş) => od

28. udun (ocak, yanıcı madde) => otun-odun

29. tuş, şuş => düşG.

 

Görüldüğü gibi Sümerce ve Türkçe kelimeler semantik ve morfolojik bakımdan

birbirlerine benziyor. Doğrusu, bazı sesler değişmiş, ama bu değişme asıl manaya zarar

vermemiştir. Bu benzerlik birçok bakımdan dilcilere bol malzeme verir. Dünyadaki

bütün diller, artzamanda belirli bir fark gösterir. Eski İngilizce, Almanca, Hintçe,

Avrupa dillerini tercümesiz anlamak mümkün değildir. Ama beş bin yıl önceki Sümerce

kelimeleri kendi kelimelerimiz gibi anlıyoruz.

Bu mukayeseye şunu da eklemek gerekir. Sümerce ile bugün kullanılan Türkçe

kelimeler arasında 4500-5000 yıllık fark var. Bunu anlamak için, bundan bin yıl önce

yazılan Kâşgarlı Mahmut’un, Edip A. Yüknekî’nin eserlerindeki kelimeler ile bugünkü

kelimeler arasındaki farkları ve bu kelimelerin diğer devrelere geçmesiyle ortaya çıkan

seslerin farklılıklarını kıyaslamak yeterlidir. Ama aradaki zaman ne kadar uzun olursa

olsun ses ve kelimelerin morfolojik durumları sayı, sıfat, zamirlerin benzerliği; kelime

birleşmelerinin belirli bir kurala uyması bu kelimelerin aynı dilden olduğunu gösterir.

Sümer dil etimolojisini tespit edebilmek için Türk dilinin (Türkçe’nin) bütün

lehçelerinden haberdar olmak gerekir. Buna göre, Türk dilcilerinin önünde büyük bir

vazife olduğu söylenebilir. Bu vazife Sümerce’nin tesirinde şekillenecektir. Babil,

Yahudî, Yunanlılar vasıtasıyla bütün dünyaya medeniyet veren halkın, Türk halkı

olduğu konusundaki faraziyeler ilmî esasa dayanır. Benzerlik sadece isim, sayı ve

sıfatlarda değil; fiillere ve ilâhî düşünceleri ifade eden kelimelere de aksediyor.

Bilinmektedir ki, çeşitli dillerde fiilin benzerliği, çok nadir rastlanan hâdisedir. Ünlü

âlim V. İ. Avdiyev'in vardığı sonuca göre Sümerce de Türkçe gibi eklemeli bir dildir.”

(Avdiyev, 1948a).

Sümer destanı Gılgameş'teki (Sümer varyantı Bılgames, Bılgamış) isimlerin Türk

halklarının destanlarındaki kahramanlara (Alpamış, Alpomis, Alpmanas) ses

bakımından benzer olması da, büyük ve ciddî bir inceleme konusu olmalıdır.

Gılgamış’a, Sümer varyantında, Bılga‘meş, Bılgames (Bılgamiş) şeklinde de rastlanır

ki, “Bilge” kelimesi eski Türkçe'de “bilgili”, “deha”; Sümerce’de ise “bege”,

“danışman, deha, baba” manalarına gelir. Türk destanlarında Bilgebek, Bilge Kağan,

Bilge Hakan, Bilgames (bilgili, kahraman, pehlivan) ismindeki kahramanlara çok

rastlanır. Bilge Kağan yazıtı “bilge” kelimesinin Türklerde önceden mevcut olduğunu

gösterir. Bilge Hakan, kahramandır, her şeyi bilen bir hakandır. Bu hakan, sadece

cismen değil, ruhen de güçlü bir şahıstır. O, hakanlık derecesine ulaşıncaya kadar

şamanlığın bütün makamlarını geçer. Kendisinde şamanlığın her özelliği bulunur.

Şaman, tanrı ile insanı bağlayıcı köprüdür. O, zalim ve kötü ruhlarla mücadale ederek

galip gelir. Bazen de, koruyucu ruh rolüyle kötü ruhların sultanlığı olan yer altı

dünyasına yolculuk eder. Orada kötü ruhların eli altındaki tutsakları azat eder. Altın

elma, altın kuş, ab-ı hayat ve başkalarını alıp döner. Altay ve Sibirya şamanları

hakkındaki tetkiklerde şamanın bu vazifesi detaylı olarak incelenmiştir. Bilgemiş de yer

altı dünyasına yolculuk eder, yurdunun kötü düşmanlarını öldürür, ebedî hayat suyu

aramak için “gidip de dönülmeyen” ülkesinin yolunu tutar.

Sümer mitolojisinde İştar; aşk, muhabbet, mahsul ve üretim yaratıcısı anlamında

kullanılır. Divanü Lûgati’t-Türk'te Kaşgârlı Mahmut “işler” إشلار kelimesinin “hatun,

hanım” manasına geldiğini ve adlandırılma tarihinin çok eskilere gittiğini söyler.1 Türk

halklarında "kadın yaratıcılar" mukaddes sayılmıştır. Onlar için kurbanlar adanmış ve

tütsüler çıkarılmıştır. Büyük ihtimalle “is” إش Türklerin geleneğinde çeşitli kokuların

mistik bir nesne olarak kullanılması yahut da hastalıklarda tedavi olarak kullanılması da

Sümerlerdeki bu tasavvurda çıkmış olsa gerektir. Bu anlamıyla ateş, alev ve tütsü

mukaddes sayılmıştır. Bunlar, ilk önce kadın mabudelerle sembolleştirilmiştir.

Sümer mitolojisindeki Enü, gökyüzü tanrısıdır. O, Uruk (Sümerce Unug, yani Uluğ

manasındandır.) şehrinin gökyüzündeki koruyucusu sayılır. Enü, Tükçedeki "ana"

(anne) kelimesine benzer. Eski yazılarda da Umay Ana ismi dile getirilir. Türk halkları

arasında ürün yaratıcısı sayılır. Kaşgârlı Mahmut onu “kahraman erlerin koruyucusu”

şeklinde tarif eder. Dummûzî (Tammuz), Sümer mitolojisinde “İştar'un sevgilisi; yer

altına, cehenneme mahkûm edilen” kişidir. Tammu-Tammuz kelimesi, Divanü Lûgati't-

Türk'te de “cehennem” manasında kullanılır (Kaşkarlı, 1960a). Alişir Nevaî bu

cehennem manasında bu kelimeyi kullanır (Kaşgarlı, 1960b). Görüldüğü gibi Sümer

mitolojisindeki esas kahramanların isimleri Türkçedir. Bunun dışında “Bılgamış”

destanıyla “Alpamış” destanının son bölümlerindeki olaylar birbirine benzer. Bu,

Bilgemiş (Gilgemiş) ve Alpamış'ın öteki dünyaya seferi, Bilgemiş-Enkidü, Alpamış-

Kultay münasebetlerinde görülür. Hatta bu iki destandaki rüya motifi de çok benzer.

“Alpamış” destanında Karacan, Alpamış'ı rüyasında görür. Onun arkadaşı ve yardımcısı

olur. “Alpamış, çobanların evinde yattığında bir rüya görür. Aradığı sevgilisi Barçın da

1Sümer ve Türk mitolojisinin mukayesesini sonraki makalemizde inceleme düşüncesinde

olduğumuz için burada geniş bir şekilde ele alınmamıştır.

G.Ü. Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi Cilt 22, Sayı 3 (2002) 183-197 189

bir rüya görür. Kaşal arasında doksan Kalımak'ın içinde Karaşan Alp da bir rüya

görür.”2

“Bilgemiş” destanında da Gılgamış Enkidü'yü rüyasında görür. Onun arkadaşı ve en

yakın yardımcısına dönüşür (Alpåmiş, 1998).

Mit, örf ve âdetlerin karşılaştırılması da Sümer meselesinde bize zengin bir bilgi verir.

Sümerlerin asıl vatanlarını tespit etmek için Türk kavimlerinin oluşmaları, çoğalmaları

ve büyük göçleri hakkındaki mitlerine müracaat etmek zorundayız. Şunu hatırlatmak

gerekir ki, Sümer devleti Yeni Neolit devrinde, Mezopotamya’da kurulmuştur.

Sümerler, evvelâ, üzerine kamış örtülü kulübelerde ve yer altı evlerinde yaşadılar. Bu

hayat tarzları ve muhafaza ettikleri gelenekler Sümerlerin dağlı halk olduğunu gösterir.

Sümerlerin aslının dağlı oldukları konusunda, âlimlerin aynı fikirde olmaları ilginçtir.

Sümerler göç ettikten sonra bakırdan eşya yapmaya başlarlar ki, bu zanaat medeniyet

tarihinde büyük bir inkılâp idi. Bakırcılık ve demircilik, Türklerin temel zanaatıdır.

Buna bağlı olarak Türk kavminin ilk mesleklerinden biri de “demircilik” olmuştur.

Demircilikle ilgili mitler başka milletlerde de vardır. Türklerde en yaygın olanı

“Ergenekon” destanındaki mitlerdir. Bu destandaki hikâyeye göre Türkler düşmanlarına

yenilir. Yapılan savaşta Elhan'ın oğlu Kıyan ve Noguz’un aile üyelerinin hepsi ölür.

Kıyan ve Noğuz mal ve mülklerini, ailelerini yanlarına alarak kaçarlar. Büyük zorluklar

çektikten sonra, Tanrının merhametiyle dağların arasındaki cennet gibi bir mekâna gelip

yerleşirler. Etrafı dağlarla kuşatılan bu yere bir tek kişinin ve düşmanın gelmesi hiç de

mümkün değildir. Bu yer cennet kadar güzeldir. Ergenekon yeri, suyu, havası ve bol

nimetleriyle şahane bir yerdir. Bu iki aile burada yaşamaya başlarlar. Bunlar, burada

ziraat, bağcılık, bostancılık ve demircilikle meşgul olurlar. Burasını mamur bir yurda

çevirirler. Onlar burada 400 yıl yaşarlar. Kavim cennet kadar güzel olan bu yurda

sığmayacak kadar çoğalırlar. O zaman kurultay yaparak kendi yurtlarını genişletmek

isterler. Etrafı aşılmaz sarp kayalarla çevrili olan Ergenekon'dan çıkmak hiç de kolay

değildir. İçlerinden bir demirci ustası bu kayaları büyük bir maharetle eritip geçit açar.

Yol açıp Ergenekon'dan yeni dünyaya çıktıkları güne atfen3 her yıl ilkbaharın ilk

2Age.

3 Bugüne Murat Uraz 9 Mart diyor. Anlaşılan o, ay ve güneş yıllarına göre hesaplama yaparken

yanılmıştır. Çoğuna göre bugün 19-21 Marta tekabül eder. Yani yeni gün önceden 21 Mart, yani

Nevruz günü sayıla gelmiştir.

 

gününde, Türk hakanları şölen yaparlardı. Onlar çekiçle örste demir döverek

Ergenekon'dan çıkışı sembolize ederlerdi. Sonra bu kutlamalarda büyük toy verilirdi.

Divanü Lûgati't-Türk'ün 1. cildinde şu bilgi vardır: Kırgız, Yabom, Kıpçak ve başka

kavimlerin halkı yemin veya anlaşma merasimlerinde demiri ululamak için kılıcı

çıkarıp, gözlerini kapatarak öne doğru yürür ve “Gök girsin, kızıl çıksın.” (Yani

sözümde durmazsam, kılıç kanıma bulansın, demir senden öç alsın.) derlerdi (Epos).

Çünkü onlar demiri kutsal sayarlardı.

Altay Türklerinin tanrısı Erlik Han’ın sarayının damı da kılıcı da kalkanı da

demirdendir. Demirle, Şaman kavramları buradan çıkmıştır. (Şaman, kavmin yol

göstericisi, ilâhîyatçısı, onlara yardım edicidir.) Anlaşıldığı gibi Altaylarda da demir

mukaddestir. Türkler kayayı eritip, yeni dünyalara yol açarlar ve çeşitli yerlere doğru

giderek, tıpkı Ergenekon gibi cennet yurtlar aramaya koyulurlar. “Demirci” lâkabı,

Türklere işte bu efsaneden kalmış olabilir. Kaynakların ve yadigârların gösterdiği

cennet gibi mekân Altay'da dağlar arasında bulunmuştur. Destanda bu ahali mert,

marifetli, hüner sahibi, varlıklı ve cesurdur. Yurtları ise müreffehtir. Destanda,

düşmandan gizlenerek tılsımlı yurda gidip, orada kalma konusundaki anlayışın kökleri

çok eskiye dayanmaktadır. Türklerin kozmogonik görüşlerine göre insanlar, Tanrılara

dağlar üstünde rastlamış ve onlara tapmışlardır. Tanrıya gökyüzüne, dağlara ve tepelerin

üstüne çıkılarak ulaşılır diye inanıyorlardı. Eski Yunan kaynaklarında da doğuda; mutlu,

güzel, müreffeh Giperlera halkının yaşadığı hakkında kayıtlara rastlanır (Kaşgarlı,

1991). Milâttan önce VII. yüzyılda doğuya seyahat eden Yunan Aristey'in hatıralarında

da bunun gibi bilgilere rastlanır (Änoxin). Aristey, bu seyahatini destan olarak

anlatmıştır. Bu destan, Türklerin yurdu hakkındaki en eski yazma kaynaklardan biridir.

Aristey, “Arimaspeya” destanındaki Arimasplar için "Onlar, sıradan insanlar değil, ilâhî

güç ve kuvvete sahip halktırlar." der. Destanda bu halk, demirciliği, büyücülüğü, aleve

hâkim olmayı bilir. Yurtları cennet gibidir ve insanları tek gözlüdür. Kaynaklarda tek

gözlüler hakkındaki mitlerin tarihî esasa dayandığı yazılmıştır (Sülåymånovä, 1991).

Özellikle Türk kavimleri, başlarına demirden miğfer giymişlerdir. Bunu yanlış

yorumlayan Yunanlılara Arimasplar, bir gözlü devler şeklinde tecessüm etmişti. Umumî

olarak Aristey'in doğu hakkındaki destanı, Yunan edebiyatına büyük bir ölçüde nüfuz

etmiştir. Orada Arimaspların sihirli güce sahip olduklarından bahseder. Cennet gibi yurt

hakkındaki bu kaynak, demirciliğin ve medeniyetin vatanının Orta Asya ve Altay

etrafındaki yerler olduğunu belgelemektedir. Kuzeyde bulunan "cennet gibi yurt"

hakkındaki rivayetlere Çin kaynaklarında da rastlanır. Eski Çin mitlerinde; "kuzeybatıda

çok zengin, müreffeh ve güçlü İmu memleketi vardır" denir. İmu, tıpkı Aristey'in tasvir

ettiği gibi tek gözlüler memleketidir. Bunun dışında Hint mitlerinde de kuzeydeki tek

gözlü insanlar hakkında bilgiler vardır. Demek ki tek gözlü insanların memleketi

gerçektir. Buradaki halk demirden miğfer giydikleri için böyle tasvir edilmişlerdir.

Bahsedilen bu halk Baktriya ve Hindistan'ın kuzeyinde, Çin'in kuzeybatısında,

Yunanistan'da ve Uzakdoğu'da yaşamıştır. Haritaya bakarsak bunun Orta Asya, Sibirya

ve Altay ülkeleri olduklarını görürüz. "Cennet gibi yurdun" aynen bu sınırda olduğuna

Yunan, Çin ve Hint kaynakları şahitlik eder. Bunun dışında, dağ arasındaki tılsımlı yurt

anlayışı Özbek sözlü edebiyatında da muhafaza edilmiştir. Özellikle, Malike-i Ayar

(Ayar, “kurmay” demektir.) destanı tılsımlı ve güçlü Türkistan hakkındadır. Avaz,

Malike-i Ayar'ı (kurmayı) bu memleketten kaçırarak gelir.4 Türkistan'da destan

kahramanları altından, metalden arslan yaparlar. Bu bölüm, Türklerin demircilikle

eskiden beri uğraştığını teyit eder. Sibirya Türklerinin etnografisini araştıran V.

Radlof’un yazdığına göre, Altay ve Sayan dağları altın ve bakır yönünden zengindir.

Buna göre söyleyebiliriz ki; bu yerin eski ahalisi bakır ve altın gibi çeşitli metalleri

kendileri kazarak çıkarmış, bunlardan çeşitli eşyalar yapmışlardır (Pyankov, 1978).

Radloff, Altayların 180 türde bronz eşyanın yanında, küpe, yüzük, boncuk yaptıklarını

da söyler. Keza Altayların eski mezarlarında da metal, altın, bakır, gümüş, bronz

eşyaları bulunmuştur. Milâttan önce 3000 yılının başıyla ilgili kazıda Malike Şubad’ın

mezarında çok ince ve sanatkârane işlenen mücevherler ve metal eşyalar bulunmuştur

(Arxialogiçeskix, 1961). Altaylar ve Sümerlerin gümüş bir masa üstünde, mezara demir

eşyalar koyma âdetleri aynıdır. Bazı âlimler bu benzerliğe dayanarak, eskiden bu

halkların dininin aynı olduğu fikrindedirler. Rus âlimi I. Ragozine, çok içtenlikle

elindeki Sümer ve Türk kaynaklarına dayanarak şöyle der: Bunlar topraktan

yararlanmayı, madenciliği, demiri işlemeyi bu yere getirdiler. Ayrıca onlar bataklık

yerleri kurutup kanallar kazarak buraları verimli hâle getirdiler. Taşlardan ve tuğladan

evler yaptılar. Bu tip evleri ilk yapanlar Sümerlerdir. Akad yani “dağ”, “kaya”

kelimeleri bile bu halkın dağlı yurtlardan geldiğini belirtmektedir. Asıl vatanları olan

Dicle ve Fırat ırmaklarının kuzeydoğusunda yerleşerek, kendilerini Elâm diye

adlandırmalarına rağmen onların esasen eski Türk kavmine mensup oldukları gerçeğe

daha yakındır.

4 Age., s. 16.

Sibirya'daki Altay (dolayısıyla Ural) sıradağlarının eskiden demir madeni/ocağı olduğu

bilinir. Bu ülkede Turan kavimlerinin yaşadığı, sonra güneye ve kuzeye doğru

dağıldıkları, ayrıca onların bir kısmının orada da göçebe hayat sürdürdükleri dikkate

alınırsa, Sümer ve Akadların ilk önce bu ülkede yaşadıklarını anlamak da kolay olur.

Ural-Altay halklarının sözlü kaynakları ve yadigârları da bunu teyit eder.

Castren, inceleme ve araştırma sonuçlarına göre, onların (Sümerlerin) dünya

yaratıldığından ve büyük felâketlerden beri, (yeryüzünü suların basması kastediliyor.)

bu güne kadar dedeleri, babaları Altay'ın derya ve ırmaklarından su içerdi. Onların

tılsımlı vadide (cennet gibi yurt) yaşadıklarını göstermek için güzel efsaneyi örnek

olarak verir. Efsaneye göre bu vadi, dört taraftan geçilemez kayalarla çevrilidir. Onların

ecdatları nice yüzyıllar bu vadide yaşadılar. Neticede vadiden çıkıp gitme, onu

genişletme yolunu aramışlar, ama bulamamışlardır. O zaman kavmin nalcılarından biri

kayayı inceler bakar, onun baştan sona demir olduğunu tespit eder. Onun teklifiyle

büyük bir ateş yakarlar, çekiçlerle kayayı eritirler. Böylece aşılmaz kayadan kendilerine

yol açarlar. Bu efsane, demiri işlemenin sarı kavmin temel uğraşı, işi olduğu hakkındaki

görüşleri tasdik eder. Sümer ve Akadlar da bu konuda mahirdirler. Keza, bu onların

mezarlarında bulunan altın ve sanatkârane bir şekilde demirden yapılmış eşyalarda da

görülür (Ayår, 1998).

E. Ragozina'nın örnek olarak verdiği efsane daha önce bahsedilen efsanenin aynısıdır.

Aslında demirciliğin keşfedilmesi ve işlenmesi medeniyetin başlangıcıdır. Altay ve Ural

sıra dağları arasında yaşayan Türk kavimlerinin kendilerine yurt arayarak, dağ sıralarını

aşıp Kafkasya’yla Mezopotamya'ya gelmesi ve oradan da dünya uygarlığını başlatması

hakikattir. Altay ve Ural dağları arasında yapılan arkeolojik keşifler de eskiden

buralarda uygarlığın ilk unsurlarının mevcut olduğunu göstermektedir. Asıl Altaylı

kavimlerin Ural'la Kafkasya'ya, oradan Ağrı dağından başlayan Dicle ve Fırat deryaları

boyunca uzanan düz, ekin ekmeye elverişli yerlere kadar gitmeleri gerçeklere uzak

değildir. Çünkü Türklerin büyük göçleri hakkında çeşitli efsaneler, masal ve destanlar

mevcuttur. Yazılı kaynaklar, “Alpamış” destanında da bunun gibi göçten bahseder.

Gerçi destanın yazıya geçirilmesi IX.-X. yüzyılda olsa da göç olayı muhtemelen çok

eskiden vuku bulmuştur.

Avrupa'ya göç eden Hunların, Bulgaristan’a ve Macaristan'a yerleşen Bulgarlarla

Macarların ve Anadolu Türklerinin göçmen kavimler olduğu bugün için sır değildir.

Bunların sulak yer aradıklarını (su-yer, Sümer) ve Mezopotamya'ya doğru gittiklerini

tasavvur etmek için büyük bir deha olmaya gerek yoktur. Çünkü nehirlerin doğduğu

yerler ve uzunlukları Sibirya ırmaklarını hatırlatmaktadır. Onların bu yerlerde

kendilerinin ata yurtlarının tabiatına has manzaraya rastlayabilmeleri tabiî idi. E.

Rogozina, Castren incelemesinde dünyanın yaradılışından, yahut da umumî bir afetten

bahseder. Burada anlatılan su baskını, onların ecdatlarının Altay civarında yaşadığı yer

hakkındaki efsane için kıymetli sayılır. Bu, Sümerlerin “Gılgamış”ı daha doğrusu

“Bılgames”idir. Esasında bu, Akadlarca yaratılmışlar, baş kahramanı da Gılgamış

(Ölmeyen Adam/Herkesi Gören Adam) olmuştur. Destanda da umumî afet olan su

baskını hakkında rivayetler vardır. Ötnapistum'un Gılgamış'a söylediği su tufanı

hakkındaki kaynak, eski bir yazmadır. Gılgameş'e göre bu tufanla ilgili Nuh

Aleyhisselâm hakkındaki rivayet, Yahudîlere “Tevrat”la malûm olmuştur. Su tufanı

hakkında “Tevrat”tan daha eski kaynak olarak 1960'lı yıllara kadar bu destan kabul

edilmiştir. Babildeki Anişurbinapli kütüphanesinin bir kısmı bulununca, en eski

kaynağın Gılgamiş destanı olduğu kesinleşti. Burada dikkati çeken şey, E.

Ragozino'nun da muhtemelen buna dayanarak Sümerleri Türk kavmi olarak kabul

etmesidir. Su tufanı hakkındaki efsaneleri mukayese edildiğinde, bunlardaki benzerlik

artık tesadüfî bir benzerlik olmaktan çıkar. İlk önce su tufanıyla ilgili Altayların

efsanelerini ele alalım:

Tufan olacağını ilk önce demir şoklu, mavi tüylü bir teke haber vermiştir. Mavi teke

yeryüzünü yedi gün dolaşarak bağırır. (Demir şoklu, mavi teke bize göre totemlerdeki

tanrılardan biri olmalıdır.) Sonra da müthiş bir soğuk başlar. Yedi aziz kardeş vardır.

Onlara tufan olacağı haber verilir. Erlik, Ölgen'de (tufandan sonra tanrı huzuruna

geçerler.) olan ağabeyiyle bir gemi yapar. Her tür hayvandan bir çift alıp gemiye

koyarlar. Tufan bittikten sonra Ölgen, bir horoz gönderir. Horoz soğuktan ölür, sonra

da bir kaz gönderir. Kaz da gemiye dönmez. Üçüncü defa bir şahin (kuzgun) gönderir.

O da gemiye dönmez. Çünkü o, bir leş bulup yemeye başlamıştır. Kaz karanın

görüldüğünü fark eder. Bu yedi kardeş gemiden çıkarlar.

Bir başka Altay efsanesinde tufan şöyle tasvir edilir: “Ölüler dünyasındaki Namo adlı

adama tufan olacağı söylenir. Ondan bir gemi yapması istenir. Namo'nun Boliksa,

Sorul, Saozunul adlı üç oğlu vardır. Hepsi bir araya gelerek bir dağın tepesinde gemi

yapar. Onlar, gemiye insanlardan ve diğer canlılardan birer çift alırlar. Daha sonra tufan

başlar. Namo'nun gözleri iyi görmemektedir. Gemidekilere “Bir şey görüyor musunuz?”

diye sorar. Efsanedeki söylenişe göre Namo'nun gemisi tufana dayanır. Nihayet su

azalınca gemi, Jumalay (Gimalay) ve Tulutti dağlarına oturur. Namo da birinci efsanede

olduğu gibi karayı bulmak için ilk önce şahini (kuzgunu), sonra kargayı, daha sonra da

saksağanı gönderir. Dördüncü defa da bir güvercin uçurur. O da karayı gördüğünün

müjdesiyle döner. Tufandan sonra Namo, tanrıların yanında yerini alır (Radloff ve İz

Sibiri, 1989).

Tufan hakkında diğer Türk boylarının da efsaneleri vardır. Ama burada Sümerlerin su

tufanıyla ilgili efsaneleriyle karşılaştırılmak üzere Altayların efsaneleri esas alındı.

Sümerlilerin su tufanı hakkındaki efsanesiyle Altay efsanelerinde sadece sanat

manzaraları, kahramanları ve hareketlerinin netliğiyle dikkat çeker. Bu da şuna bağlıdır;

Gılgamış hakkındaki destan Sümer Ra'ları tarafından tekrar tekrar söylenmiştir. Sonuçta

da yazılı hâle getirildiği zaman icracıların güzel ifadeleri karışmıştır.

Milâttan önceki 2100 yılından daha da önce bir çömleğe yazılmış olan ve Pensilvanya

Üniversitesi profesörü Gilpreht tarafından tetkik edilen Sümerce su tufanı efsanesi,

Gılgamış'ın ya da başka bir eserin bir kısmı olabilir. Belki de bu, Gılgamış hakkında

bulunan beş koşuğun devamıdır. Bu konuda hâlâ ortak bir görüşe varılamamıştır. Ana

efsane, Sümerce yazılması yönüyle de kıymetlidir. Efsaneye göre Zingiddu veya

Zinzuddu tanrılarının huzurundaki itaati, ibadetinden dolayı tufan olacağını haber alır ve

büyük bir gemi yapar. Tufandan da bu sayede kurtulur. Çömleğe yazılmış olan efsane

şöyledir: “Tipi ve tufan, yeryüzünde yedi gece yedi gündüz sel şeklinde devam eder.

Gemi ise azgın dalgalara çarparak yüzmeye devam eder. Sonra Tanrı-Güneş görülür.

Bu, aleve ve güneşe sığınan, onları tanrı bilen ecdatlarımızı hatırlatır. Sonra Zinzuddu

güneş tanrısına, koyun ve öküzü kurban eder. Zinzuddu, tanrıların ebedî yaşama

mükâfatına nail olur (Avdiyev, 1948b).

Akadların “Ölmeyen Adam” destanında da bu Sümer destanıyla benzerlikler görülür.

Ab-ı hayat içerek, ebedî hayata erişen Ötnapiştum'un ebedî hayatı arayışı, Gılgamış'taki

su tufanını andırır. Biz, burada efsaneyi tam vermek yerine onun kısa bir özetini

veriyoruz: Tanrılara itaat ve ibadet eden Ötnapiştum, tanrıların yardımıyla bir gemi

yapar ve ona bütün canlılardan birer çift yerleştirir. Tufan başlar. Gemi yedinci gün bir

dağın yanında durur. Ötnapiştum karanın görünüp görünmediğini öğrenmek için önce

bir güvercin, sonra kırlangıç, daha sonra da bir karga uçurur. Karga, karanın

gözüktüğünü haber verir. Dağda Ötnapiştum, tanrılar adıyla kurban keser. Tanrılar da

ona, ebedî hayatı bağışlarlar.

Bu efsanenin metni Babil kütüphanesinde muhafaza edilmektedir. Gılgamış hakkındaki

Sümer ve Akad destanlarının Küçük Asya'daki mitlerin tamamında, dolayısıyla

Yahudî, Yunan mitlerinin meydana gelmesinde de, tesiri vardır. Bunları göz önünde

bulundurarak Ötnapiştum efsanesiyle “İncil”deki Nuh (Noy) peygamber hakkında

anlatılanları karşılaştırırsak, bu iki efsane arasında hiç bir fark olmadığını görürüz. Hatta

şunu da söyleyebiliriz: “İncil”deki Nuh (Noy) peygamber hakkındaki bölüm, “Ölmeyen

Adam” destanının kelimesi kelimesine tekrar edilen nüshasıdır. Kur'an'da geçen bazı

ayetlerde ve Muhammed Aleyhisselâmın hadislerinde, Musa peygambere indirilen

mukaddes kitabın sonradan bozulduğu ve değiştirildiği geçmektedir. “İncil”in su

tufanıyla ilgili bölümünü okuduğumuzda, hem Sümerlerin maddî ve manevî

başarılarına, hem de bunun yazılı kaynaklarının varisleri olan Babillilerin tesirinde

şekillenen Yahudî mitolojisinin ifadesi olduğuna şahit oluruz. C. Frezer ise bu

benzerliği doğrudan doğruya “aynen tekrarı” diye değerlendirir (Ragozina, 1903).

Sümer ve Akad efsanelerini örnek almamızdaki gaye; aslı Sami dilleri grubuna mensup

olan Akadlar’ın M.Ö. 5000 yılından 2000 yılına kadar geçmişteki binlerce yıl içinde

Sümerler’in tesirinde şekillenerek, devletlerinin adını da Sümerce adlandırarak Sümer

tanrılarını ve mitolojisini kendilerininki gibi benimsemeleridir. Bundan dolayı Akad

kaynakları, Sami dilindeki halkların mitolojisi olarak değil, Sümerler mitolojisi

niteliğinde değerlendirilmelidir. Altay ve Sümerlerin su tufanı hakkındaki efsanelerinin

umumî benzerliklerinin dışında hareket, olay, hatta bazı ayrıntıları bile aynen tekrarlanır

ki, buna da "tesadüftür." demek çok zordur. Kuşun uçuruluşu, uçurulan kuşların

birbirine benzer olması, her iki efsanede de geminin dağa ulaşarak durması ve neticede

her iki efsanede de ebedî hayata/tanrılığa ulaşılması -ebedî hayatın sadece tanrılara has

özellik olduğunu da dikkate alırsak, Namo, Ölgen, Erlik’in tanrı olmasıyla Zinzuddu ve

Ötnapiştum’un ebedî hayata ulaşmaları arasında fark olmadığını, belki de aynı şey

olduğunu anlarız- iki efsanenin kaynaklarının aynı olduğunu gösterir. Bunun dışında her

iki efsane Türklerde Nuh peygamber hakkındaki rivayetin “İncil”e kadar da malûm

olduğunu gösterir. Binlerce yıl boyunca sözlü gelenekte ağızdan ağıza dolaştığı için

isimlerin değişmiş olması tabiîdir. Her iki efsaneyi de birleştiren bir başka kaynak da

“Kısasü’l-Razguzî”dir. Bu eserde Türk kavminin kökünün Nuh peygambere

bağlanması, bu meselenin açıklığa kavuşturulmasında bize yardımcı olur. “Kısasü’l-

Razguzî, Şecere-i Terakime, Oğuzname” ve benzeri birçok eserde Türklerin atasının

Nuh'un oğlu Yafes olduğu geçer. Su tufanından sonra Nuh, en küçük ve çok sevdiği

196 G.Ü. Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi Cilt 22, Sayı 3 (2002) 183-197

oğlu Yafes'e, Turan yerini verir. Orada Yafes’in evlâtları dünyaya gelir. Türk

şeceresinde bütün asırlarda işte bu soy ağacı örnek alınır. Eğer Türk, Yafes’in oğlu ise

Nuh peygamber hakkındaki efsanenin Türklerde ağızdan ağıza dolaşarak günümüze

ulaşması doğaldır. İşte bu dönemlerde isimlerin değişmesi de tabiîdir.Tufan hakkındaki

efsanelerin benzerliği, bize mitolojik tasavvur ve düşünceleri mukayese etmeye imkân

sağlar.

Olcas Süleymanov, Sümerlerin mezarından bulunan eşyaları, Altayların mezarlarından

bulunan eşyalarla karşılaştırarak, bunların birbirine çok benzediğini tespit etmiştir.

Özellikle, Sümerlerin hayat veren tanrıçası İştar hakkındaki tasavvurlar Türk

boylarınınkine çok yakındır. Moğolistan’dan Macaristan'a kadar kadın tanrıçaların

heykelleri bulunmuştur. Onların mitolojik vazifeleri İştar'un vazifesiyle aynıdır.

Türklerin bereket/üretim tanrıçası Umay'ın, hem hanedanın hem de çocukların tanrıçası

sayılmasını da buna ekleyebiliriz. Çocuk görme, ölümden kurtarma, Umay’ın

vazifelerindendir. O, hayat veren İştar’u hatırlatır. Altay mitlerinde Ölgen, gök ; Erlik

Han yeryüzü tanrısıdır. Sümer mitlerinde Enlil, gök tanrısı; Enki ise yeraltı tanrısıdır.

Türkler eskiden dünya üç âlemden ibarettir diye tasavvur etmişlerdir: gökyüzü, yeryüzü

ve yeraltı... Sümerlerde de aynı şey söz konusudur. Türkler güneşi mukaddes sayarlar,

ona tanrı derler. Sümerlerde de güneşe tanrı denir. Hatta Ötnapiştum’la ilgili efsanede

Güneş-Tanrı’ya kurban kesildiğini bile okumuştuk. Türkler yeraltı dünyasına “Gidilse

Dönülmez Ülkesi” demişlerdir. Aynı adlandırma Sümerlerde de vardır. Sümerce ve

Türkçe arasındaki benzerlikler, efsaneleri, kozmogonik bakışları, dünya hakkındaki

düşünceleri, örf-âdetleri mukayese edildikçe çok daha açık bir şekilde ortaya

çıkmaktadır. Dolayısıyla, Türk âlimleri “Sümer-Türk Devleti”, “Sümerce-Türkçe”

konusundaki görüşleri çoktan kabul etmişlerdir. Murat Uraz, Sümer efsaneleri eski Türk

efsaneleriyle karşılaştırdığında söz konusu efsanelerin kaynaklarının bu olduğu

kanaatine varmıştır. O, Türk boylarının efsanelerindeki mağara, dağ, Tanrı benzerlikleri

ve kötü ruhlar, yeraltı dünyası, gökyüzü (felek), dünyanın yaratılışı, tabiatla olan

münasebetlerindeki benzerlikleri ortaya koymuştur. Biz, Türklerin ve Sümerlerin âlem

hakkındaki düşünce ve tasavvurlarını, onların mitolojisi hakkında ayrı bir makale

yazacağımız için bu yazımızı mitlerdeki genel benzerliklerle sınırlıyoruz. Çünkü

elimizdeki belgeler, Sümerlerin Türk kavmi olduğu konusundaki faraziyenin hakikate

yakın olduğuna dair esas belgelerdir.

 

KAYNAKLAR

Süläymanov, U., 1975, Azi Ya, Alma-Ata.

Uraz, M., 1991, Türk Äsåtirläri, Sirli Åläm Curnäli, s. 1-17.

Ävdiyev, V. İ., 1948a, İstoria Drevnogo Vostoka, OGİL, Gospolitizdat, s. 41.

Kâşgarlı Mahmut, 1960a, Divanü Lugati’t-Türk, c. I, s. 40.

Kâşgarlı Mahmut, 1960b, Divanü Lugati’t-Türk, c. III, s. 252.

Alpåmiş Dåstånı, 1998, Tåşkent, s. 97.

Epos O Gılgameşe, s. 12.

Kâşgarlı Mahmut, 1991, Divanü Lugati’t-Türk, c. I.

Änoxin Ä. V., Materialı Po fiamanstvu Altaytsev, Sb. MAE., c. IV.

Sülåymånovä F., 1991, fiarq va ⁄arb, Fan., Tåşkent, s. 11.

Pyankov İ. V., 1978, Antiçnost İ Antiçnie Tarditsii V Kulture İ İskustve Narodov Sov.

Vostoka M., s. 184.

Arxialogiçeskix S. L., 1961.

Ayyår, M., 1988, Özbek Xalk İcådi, T.

Radloff V. V., İz Sibiri, M., 1989, s. 421.

Ävdiyev, V. İ., 1948b, İstoria Drevnogo Vostoka, OGİL, Gospolitizdat, s. 23.

Ragozina, Z., 1903, İstoriya Xaldei, Spb., s. 160-170.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...