Jump to content

Şüpheli kişilik yapısında psikolojik profilleme


Dolunay

Önerilen Mesajlar

ALINTIDIR

 

Dr. Gül Çörüş – Klinik Psikolog – [email protected]

 

 

 

“Davranış kişiliği yansıtır.”

 

J.E.Douglas & M.Olshaker,

 

The Anatomy of Motive, 1999

 

 

 

İnsanoğlunun temel uğraşı sahası kendisidir. Kendisine ulaşabilmenin yolu ise diğerini, geniş anlamda, parçası olduğu tabiatı anlamaktan geçer. Bu noktada, bilimsel sınıflama sistemimiz, iki belirgin tarif çıkarır ortaya: normal ve anormal. Normalin sınırlarının saptanabilmesi için anormalin nerede başladığının bilinebilmesi gerekir. Yüzyıllar boyu bu başlangıç noktası, bilimsel bilginin gelişimine göre değişkenlik göstermiştir. Ortaçağın karanlık zamanlarında nedeni bilinmeyen her olay, durum ya da davranış, insanın kendi varlığına bir tehdit olarak algılandığından korku verici olmuş ve gözlemlenebilen sebep-sonuç ilişkileri dahilinde mantıklı bir açıklama getirilemeyen bu hallerin tümünden şeytanlar, cadılar, kötü ruhlar ve acımasız tanrılar sorumlu tutulmuştur. Fiziki evrende gök gürlemesi, güneş tutulması, fırtına gibi doğa olayları bu sıfatlardan pay alırken, ruhsal evrende alışılagelenin dışında kalan tüm davranışlar bu bağlamda değerlendirilmiştir.

 

 

 

Normal dışı davranışları profillendirme konusundaki en eski kaynak, iki keşişin kaleme aldığı Malleus Maleficarum’dur (Cadı Hammer) (1487, içinde Çörüş, 1995 ve McGrath, 2000). Cadı olarak nitelenen kişilerin tespit ve ceza yöntemlerini ele alan bu kaynağın yarattığı dehşet, 1450-1700 yılları arasında Kıta Avrupası’nda 100.000’e yakın kişinin cadılık suçu ile itham edilerek yakılmasına destek oluşturmuştur. Oysa, yakılarak idam edilen bu kişilere dair veriler günümüzde incelendiğinde, grubun bir kısmının masum insanlardan, önemli bir çoğunluğunun ise cezai ehliyet taşıyamayacak kadar rahatsızlık gösteren akıl hastalarından oluştuğu anlaşılmaktadır. İşte, normal ve anormal olanın ayrımına dair izlenen bu zorlu keşif yolunda bir başka grup davranış daha vardır ki, akıl hastalıklarının anlaşılması süreci ile adeta iç içe geçen bir seyir göstermiştir: suç davranışları.

 

 

 

Suç davranışları ile anormal olan arasında kurulan köprü, anormal tutumların tarifine yakından bağlıdır. Çünkü suç davranışları, tıpkı anormal olan gibi, istatistiki bakımdan toplumun az sayıdaki ferdini temsil etmekte ve aynı zamanda, sosyo-kültürel, hukuki ve klinik değerlerin normal dışı olarak nitelediği alanda yer almaktadır. Temelde, her iki grup davranış da, bireyin ya bozuk işlevli toplumsal uyumu ya da tümden uyumsuzluğu ile karakterizedir. Bunun da gerisinde, insan hayatını idame ettiren düşünce, duygu ve davranış (3D) örüntüsünde pek çok tutarsızlık, aşırılık, uygunsuzluk ve yetersizlik söz konusudur (Öztürk, 1994). Kişisel yetersizliklerin artması ise, yazık ki, akıl hastalığının şiddetinde ve/veya suç davranışlarının frekansında artış görülebileceğinin erken dönem işaretidir.

 

 

 

Etiyolojik bakımdan incelendiğinde, resmin tüm parçaları saptanamasa da, her iki davranış grubu arasında benzerlikler bulunduğu bilinmektedir: Biyolojik tabiata bağlı değişkenler (beyin enzimlerindeki düzensizlikler ya da genetik bozulmalar), düşük sosyo-kültürel yapı, geleneksel yapıdan doğabilecek tetikleyici unsurlar (örn. töre cinayetleri), bozuk aile ilişkileri, aile geçmişinde ve/veya yakın çevrede benzeri suç davranışları ya da akıl hastalığı öyküsüne sahip modellerin varlığı, alkol-madde bağımlılığı, fiziksel-cinsel-duygusal istismar ya da ihmal tabloları ile şekillenen erken dönem yaşantıları gibi hazırlayıcı etmenler söz konusu davranış biçimlerinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır.

 

 

 

Suç davranışlarının psikoloji sahasındaki tarihçesi incelenecek olursa, öykü, tüm kutsal metinlerin benzer şekilde ele aldığı üzere ilk insanın yaratıcısının emirlerine karşı çıkarak yasak meyvaya uzanması ve bu yüzden de cennetten çıkarılma cezası alması kadar eskidir (Ehrenwald, 1991). Ancak, aynı zamanda, 1960’lı yıllar boyunca psikiyatrist James Brussel’ın bir çok kritik bombalama, cinayet ve kundaklama olayının çözümlenmesinde New York Şehir Polisi Departmanına etkin yardımda bulunmasından yola çıkan Federal Araştırma Bürosu’nun (Federal Bureau of Investigation – FBI) 1978 yılında kriminal profillendirme amaçlı kurduğu Davranış Bilimleri Ünitesi (Behavioral Science Unit - BSU) kadar da yenidir (McGrath, 2000).

 

 

 

Yukarıda sözü edilen sürecin psikoloji tarihi bakımından ilk mihenk taşı Descartes ile belirlenir. Descartes ile birlikte zihin-beden ikilemi (dualizm) üzerinde temellendirilmeye çalışılan insan davranışlarını anlama çabası, erken XIX. yüzyılın en tartışmalı bilim simalarından biri olan Franz Joseph Gall’in frenoloji yaklaşımı ile gündelik yaşamın içine kadar nüfuz etmiştir (Fancher, 1996 ve Schultz & Schultz, 1992). Kafatası yapısı ile kişilik özellikleri arasında ilişkiler kurma bilimi olduğunu varsayan frenoloji, kullandığı yöntemlerin geçerli ve güvenilir olmamasından ötürü, akademik camiadan red almış, ancak, Gall’in alternatif bir yol olarak şehir meydanlarında yaptığı teatral sunumlar ile halkın ilgisini çekmeyi başardığı gibi dönemin en popüler yaklaşımlarından biri haline gelmiştir. Gözlemlediği kimi tesadüfi ilişkileri sistematik bir sorgulama içinde çözmek yerine, keyfe keder açıklamalar ile ele alan Gall, bu ilmi zafiyetine rağmen, değişmez nitelikteki bazı anatomik keşiflerin yanı sıra suç biliminin de ilk söz sahipleri arasındadır. Frenoloji yaklaşımının yöntemsel hatalarını anlatabilmek için basit bir örnek vermek gerekirse, Gall, ahbaplık kurduğu bir hırsızlık çetesinin üyesi olan çocukların bir ikisinde rastladığı (kulaklarının hemen üzerinden öne doğru uzanan) kimi ufak tefek kafatası çıkıntılarını apar topar suç davranışının ipuçları olarak yorumlamış ve halka açık sunumlarında bu sağlıksız verileri mutlak bir bilgi kaynağı gibi aktarmakta vakit kaybetmemiştir. Ancak, bilimin Gall’e cevabı enteresandır: Descartes’ın kafatası ile fizik dehası Laplace’ın beyni olarak takdim edilen (gerçekte ise zihinsel engelli bir insana ait olan) yapıları incelemeleri istenen frenologlar, kendilerine verilen saptırıcı bilgi doğrultusunda, inceleme malzemelerinden ilkinin zihinsel yetisi düşük, ikincisinin ise deha vasıflı kişilere ait olabileceğini belirtmişlerdir. Daha da ötesinde, ölümünden sonra Paris’te bir müzede korunan Gall’in kafatası, yine kimlik bilgisi saklanarak frenologlara sunulduğunda, normalden iki kat daha fazla kalın kafatası olan birine ait olduğu yorumunda bulunmuşlardır.

 

 

 

İnsanlık tarihi, bilinmeyene duyulan korkuların uzun vadede bilimsel yöntemlerle çözümlenebilmesi yerine, kısa vadede sihirsel olanla halledilmesi tercihi etrafında gelişen öyküler ile doludur. Ölüm ya da yok olma dehşeti karşısında, akıbetini bilememe, bir başka ifadeyle, kontrol edememe zayıflığına bağlı gelişen bu öyküler, gündelik yaşamda büyücü, falcı, medyum mitlerine zemin hazırladığı gibi, akademik alanda da, frenoloji, öjenik, sosyal Darwinizm, fizyognomi (fiziksel özellikleri temel alarak karakter tahlili yapma) gibi deneysel alandan çok siyasi bilimlere ilham veren soyutlamalara ivme katmış ve katmaktadır. Nitekim, XIX ila XX. yüzyılları etkileyen Lavater, Sheldon ve Kretschmer gibi araştırmacıların beden yapısı (morfoloji) ile kişilik özellikleri arasında kurmaya çalıştıkları ilginin frenolojinin gittiği yoldan daha sağlıklı bir bilimsel tabiata sahip olduğunu söylemek veya II. Dünya Savaşı gibi insanlığın karanlık dramlarından birinin yazıldığı bir süreçte izlenen ari ırk politikalarının bu çizgiden muaf tutulabileceğini varsaymak pek de olası çözümlemeler değildir. Bir dönemin nobel ödüllü araştırmacısı Lorenz’in (1973, içinde Arık, 1996) savaş yıllarında nasyonel sosyalizme heyecan katan, yumurtadan yeni çıkan ördek yavrularında gözlemlediği, hareket halindeki canlı ya da cansız gördükleri ilk objeyi kodlayarak sürekli onun peşinden gitme, başka bir ifadeyle, biyolojik bir programa istinaden hareketli nesneyi kendilerine mal ederek damgalama (imprinting) davranışlarını raporlayan çalışmaları, siyasi alanda insan kitlelerinin liderlerini kayıtsız şartsız nasıl izleyebilecekleri sorusuna kısmi yanıtlar oluşturmuştur. O yanıtların beraberinde İngiltere’nin ünlü araştırmacılarından Galton’a ait öjenik prensibi (yüksek vasıflı bireyler yüksek vasıflı grupların ürünüdür / ari ırk yaklaşımı) ve Spencer’a ait sosyal Darwinizm görüşü (sadece en iyi uyumu gösteren kurumlar ayakta kalır, çöküşe geçenler akıbetlerine terk edilmelidir) ele alındığında, ortaçağın ürkütücü duruşunu çağrıştıran tehlikeli sac ayağı tamamlanır (Schultz & Schultz, 1992). 1800’lerin ilk yarısında (içinde Fancher, 1996), Charles Darwin’in daha genç bir öğrenciyken araştırma amaçlı seyahat ettiği kraliyet gemisinden “burun şekli bir denizciye uygun görülmediği” için kaptan tarafından atılmak istenmesi ya da İtalyan kriminolojist Cesare Lombrosso’nun (1832, içinde Gould, 1981) bakışlarından ayak parmaklarının şekline dek haklarında pek çok mit ürettiği hükümlülerden yola çıkarak “suçlu” kimliğinin doğuştan geldiğini, diğer bir ifadeyle, sonradan biçimlenmediğini öne süren döneminin en etkili “suçlu tipi” kuramını üretmesi ve bu çarpıtılmış datadan hareketle suç antropolojisi sahasını kurmaya çalışması yukarıda kısaca anılan yaklaşımların erken dönem nüveleridir.

 

 

 

Adi suçları anlamanın yanı sıra siyasi alanda olup bitenlere etkili müdahale yöntemleri geliştirebilmek için yapılan psikolojik profillemeler de kriminal alanın gelişimine önemli katkılar sağlamıştır. Mesela, 1930’larda Freud tarafından kaleme alınan Amerikan Başkanı Woodrow Wilson’a dair psikolojik profillendirme alanın ilklerinden biridir. Aynı şekilde, II. Dünya Savaşı esnasında Stratejik Hizmetler Ofisi (Office of Strategic Services – OSS) tarafından psikiyatrist Walter Lang’den istenen Adolf Hitler profillemesi, Hitler’in erk sahibi olma isteğinin ardındaki psikodinamik süreçleri ortaya koyduğu gibi, savaş sonunda intihar edebileceğinin de ön habercisi olmuştur (McGrath, 2000).

 

 

 

Suç davranışı karşısında hissedilen çaresizlik, yaşanan dehşet ve tehditkarlık zaman içinde o kadar artmıştır ki, bir dönem, bu davranışları engelleyebilmenin en etkin yolu lobotomi (beynin muhtelif kısımlarından kesitler çıkarılması ya da kimi bölgelerin tahrip edilmesi) olarak düşünülmüştür. Özellikle, II. Dünya Savaşı’nın temel politikalarına uygun şekilde, 1939-1951 yılları arasında Amerika’da 18.000 lobotomi vak’asının kaydedildiği bilinmektedir. Ancak, vak’alarda geri dönüşsüz hasarların ortaya çıkması 1940’larda Sovyetler Birliği’nde ve 1970’lerde ise Amerika’da lobotominin terkine yol açmıştır. Buna rağmen, Japonya, Avusturalya, İsveç ve Hindistan gibi ülkelerde, vahşi suç davranışları karşısında hali hazırdaki en etkili yöntem olarak varlığını sürdürmektedir (Sabbatini, 1997).

http://gulcorus.blogcu.com/1334880/

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Katatonik senden benden başka merak eden yok konuyu.Kesin ben de bişey var zaten merak ettiklerimi benden başka pek merak eden olmuyo en iyisi kendime saklamam

 

aman dolunay, kendine saklama, zamanı gelince okuyor ilgisi olanlar, makale için teşekkürler:)

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

sunu merak ederım hep yazarlar profil tasvırlerınde bır seye dayanarak mı yazarlar tabı suc ve suçlu konusunda bıraz fazla ön yargılı bır tutum ama ne bılıyım yok buyuk dudaklı ınsanlar zevke duskun olur yok uzun ınce parmaklı olanlarda derın bır bılgelık vardır gıbı cok yazıya rastladım :confused:

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...