Jump to content

Bir Adam Yaratmak-Necip Fazıl Kısakürek


semuel

Önerilen Mesajlar

Bir Adam Yaratmak - Necip Fazıl Kısakürek (Sanat ötesi !!..)

"Bu piyes, bir "Crise-Intelectuelle", "bir fikir buhranı"nı çerçevelemek gayretinde... Apaçık ve yapayalnız hiç bir tezi yok... Fakat içiçe bir çok tezleri ve başlı başına bir kaç ana tezi var...

 

Evvelâ san'atkâr nedir? Bütün imkânların erişilmez müntehası, gayelerin gayesi, kemâllerin kemâli, mâverâların mâverâsı olan Allah'a doğru, sonsuz bir tekâmül yolunda giden insanoğluna mahsus ibdâ nevileri içinde en zengin ve en güzel hissenin üzerine oturmuş mahluk... San'atkâr bir mahluktur, fakat yaratmak cehdinde bir mahluk!.. Onun bir eseri, bir de kendisi vardır. İşte san'atkâr, çok defa, yaratmaya kalkıştığı tipin, yaratılmış olan tâ kendisidir.

 

Bu piyeste san'atkâr, bir yemişin, gizlice olurken ve bir maddenin toprak altında pişerken geçirdiği göze görünmez vücuda geliş safhaları gibi mahrem hayatı ve iç planı içinde, resmedilmek istenmiştir. Buna mukâbil, o her insan gibi sadece bir insandır. Bir hayat ve kadere sahiptir. Bu eserde san'atkâr yaratmak istediği tipe öz eliyle çizdiği kaderin kuyusuna düşmüş, o tip tarafından istilâ edilmiş, eserine, yalnız hayatiyle de iştirak etmiş gösteriliyor.

 

Piyesteki sanatkar tipine sorarsanız Allah sonsuzluktur. Ve kendisi, her ne olursa olsun, nihayet bir mahduttur, bir adettir. Adetler sonsuzlukla yarış edemez. O farkına varmadan sonsuzklula yarışa kalkmış, hududunu zorlamış, kendisinin dışına çıkmak isterken, nagihan kendisine, hem de o zaman kadar hiç tanımadığı asıl kendisine rast gelmiştir. Onca insan kaderi, arşın ta üstünde, bize, onu kendimiz idare ediyormuşuz gibi, namütenahi bir rahatlık ve serbestlik hissi verecek kadar ince bir sanatla idare ediliyor.

 

İnsan, mesut körlük içinde hayatını doldurup gidiyor.

 

Piyesteki sanatkar bu mesut körlüğü zedelemiş, yaratma cehdi içinde şaşkınlıkla yasak mıntıkaya girmiş, peçesine el sürülmez sırları ürkütmüş ve itikadınca birdenbire Allah’ın hükümranlığı ve emriyle karşılaşmıştır.

 

Bu emir şudur;*Yazdığı eseri yaşasın, yaratmak dilediği adam kendi olsun!*

 

Hülasa:Biz sade yaratmak istediğimiz tipin yaratılmış olan kendisi değil, bazen aynı hayat ve kadere sürüklenen meczubuyuz da. Çok defa yazdıgımızı yaşarız. Bu fikir mihveri etrafında halkalanmış ve birbirine geçmiş olan tezleri şöylece toplayalım ve gözlere, dikkat edilmesi icab eden noktaları karalayalım.

 

1- Eser ve eseri karşısında insan...

2- Allah ve Allah karşısında insan...

3- Ölüm ve ölüm karşısında insan...

4- Cemiyet karşısında insan...

5- Kadın karşısında insan...

6- Bâzı dost ve aile münasebetlerimizde, gözlerimizden sanki bir perde kaldıran bir buhran gözlüğünden seyrettiğimiz gizli dünya, cinnet dünyası ve bunun doğruluk derecesi.

7- Cemiyette bazı faaliyet nevilerini temsil eden cüce tipler, rolleri, ruh hâletleri, kıskançlık ve gayızları, hareket noktaları ve tarzları."

 

Hülasanın hülasası, birçok mücerret ve müşahhas mefhumlar ve hadiseler karşısında, aksiyonları, tali ve fikirleri ile sanatkar, yani mütekamil insan.

 

Bu eserimi bugüne kadar vücuda getirdiğim eserler içinden bağlı oldugum eserler biliyor ve öylece bildirmek istiyorum…

Ona olan zaafım, üstünde fazla konuşmamı yasak ediyor. zaten hadiselerin sırrını, kaba saba formüller içinde harcamağa, ulu orta dogmalar yapmağa düşmanım.

 

İyi ve kötü, söyleyemediğimi, iyi veya kötü eserim söylesin!

 

Necip Fazıl Kısakürek

Türk Tiyatrosu Dergisi

1937, Sayı:83

 

NECİP FAZIL KISAKÜREK/ 1977

 

Kitaptan bazı cümleler/bölümler:

 

- Bir adam yaratmaya kalkıştım. O’na bir surat ve kader bulmak… Nerede bulayım? Kendimi buldum.

 

- Kağıt yanar, bir kül yaprağı olur. Değişmiştir. Artık geçmiş ola. Bir daha eski haline dönmez. Ben de bir kere değiştim. Artık geçmiş ola!

 

- Ölüme ilaç ölümdür.

 

- Allah’ım, ben yok olamam! Her şey olurum yok olamam. Parça parça doğranabilirim. Nokta nokta lekelere dönebilirim. Tütün gibi kurutulabilir, ince ince kıyılır, bir çubuğa doldurulur, içilir, havaya savrulabilirim. Fakat yok olamam…

 

- Yaşamıyoruz. Resimlerimiz, fotoğraflarımız kadar yaşamıyoruz.

 

- Sen o kadın tipindesin ki, yüzüne manevi bir kapı kapatıldığı zaman onu görmez, kendisine mal etmez. İçeriye girmemesi için maddi bir kapıdan ve zorla itilmek ister.

 

- Kimse bana kendim kadar düşman değil!

 

- Ben bir başıma, kendi kendime, kendi gözümde büyük bir adam olabilir miyim?

 

- Bir bıçağın deştiği yerden kan akmaz olur mu? Benim de beynimden, kan akıyor. Ben düşünmüyorum beynim kaynıyor. Görüyorum, gözlerimi yumunca görüyorum. Beynimin etten yuvarlağı içinde her düşünce bir damla siyah kan gibi yuvarlanıyor. Ben istemiyorum fakat hiç bıçağın deştiği yerden kan akmaz olur mu?

 

- Bir sigara kağıdını şu masaya koy, üstüne bir taş bırak, kapıları kapa ve git! Üç yüz sene sonra gel, yerinde bulursun. Belki sararmış, belki buruşmuş, fakat yine o. Bir sigara kağıdı kadar yaşayamıyoruz. Kefenimizden evvel çürüyoruz. Duyuyorum! Toprak altında milyonlarca kurdun, çıtır çıtır dut yapraklarını yiyen milyonlarca ipek böceği gibi, milyonlarca ölüyü yediğini duyuyorum.

Ölüler! Korkunç bir saklambaçın korkunç oyuncuları. Kurtarın beni ebedilikten! Öldüm sizi araya araya.. Kurtarın beni düşünmekten!

 

Türk Tiyatrosu,

Necip Fazıl ve Bir Adam Yaratmak Piyesi*

Prof. Dr. Muhammed HARB**

Çeviren: Osman AKYILDIZ

 

Eserleri 1950’li yılların başında Arapça’ya tercüme edilen Nazım Hikmet (1903-1963), Arap dünyasında tanınan çağdaş Türk edebiyatının iki önemli şahsiyetinden biridir. Onun hakkında Iraklı şair Abdulvahhab’ın “Nazım Hikmet’e Mektup” (Beyrut, 1956) adlı bir eser ve Dr. Ekmelüddin İhsan’ın Nazım Hikmet’ten çevirdiği “Ferhat ile Şirin” (Kahire, 1969) isimli bir piyes yayınlanmıştır.

Necip Fazıl (1905-1983) ise; 1968 yılında Ayn Şems Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde verdiğim dersler, “Çağdaş ve Yeni Türk Edebiyatı” (Kahire, 1975) adlı kitabım, Arapça dergilerde hakkında yazdığım makaleler, tercüme ettiğim Doğu edebiyatına has bir havası olan “Hasene Bacı” (Mecelletü’l-Arabi, Kuveyt, Nisan 1986) adlı öyküsüyle tanınan diğer bir şahsiyettir.

 

Necip Fazıl

Türk edebiyatının gerçek bir üstadı olan fikir adamı, tiyatro yazarı, şair, gazeteci ve romancı Necip Fazıl’a Mayıs 1980’de “Şairlerin Sultanı” unvanı verilmiştir. Arapça kaynaklarda Zülkadir olarak geçen, tarihteyse Dulkadiriyye ismiyle bilinen köklü bir aileye mensup olarak 25 Mayıs 1905’te İstanbul’da dünyaya geldi Necip Fazıl.

Çocukluğunu, Sultan Abdulhamid devrinde İstinaf ve Cinayet Mahkemesi reisliği yapan dedesinin köşkünde geçiren Necip Fazıl; Amerikan Koleji ve Heybeliada Deniz Lisesi gibi çeşitli okullarda okuduktan sonra 1921 yılında İstanbul Üniversitesi’ne girdi. Sorbonna’ya felsefe tahsili için gönderildiği Fransa’da kendi deyimiyle tam bir “bohem hayatı” yaşadı. Fakat eğitimini tamamlamadan ülkesine döndü. Birkaç bankada memur olarak çalıştıktan sonra, 1938-1941 yılları arasında Fransız mektebinde, Ankara Devlet Konservatuarı’nda, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde, Robert Koleji’nde, Ankara Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak bulundu.

Şiirlerini 1922 yılında yayınlamaya başlayan Necip Fazıl, 1925’de “Örümcek Ağı”nı, 1928’de ise şairler arasında “Kaldırımlar Şairi” lakabıyla iyice tanınmasına neden olan “Kaldırımlar”ı yayınladı. Dergilerdeki hikaye yazıları 1933 yılında “Birkaç Hikaye Birkaç Tahlil” kitabıyla ortaya çıktı. “Tohum” 1935’de yazdığı ilk piyesidir. Necip Fazıl 1942 yılından itibaren yazarlığı bir yaşam tarzı edinmiştir.

Türkiye’de şu ana kadar en uzun yayın hayatına sahip olan aksiyoner, fikrî, edebî ve siyasi bir dergi olan “Büyük Doğu”yu Mayıs 1943’de çıkardı. Bu dergi basın ve yayın kanununa muhalefetten dolayı birçok defa kapatılmıştır.

1934 yılında Şeyh Abdulhakim Arvâsî’ye bağlanmasıyla hayata bakış açışı değişmiş ve yeni bir anlayış devrine girmiştir. Bu değişiklik fikir ve siyaset hayatına da yansımıştır. Kendini ahlâkî çöküşün, kargaşanın ve katı taklitçiliğin hakim olduğu bir sınıfta bulan Necip Fazıl, karşısında zamanın pozitivist seçkin kalemlerini ve idareciler sınıfını gördü. Türkiye’nin resmi hedefi batılılaşmaktı. Necip Fazıl ortaya çıkardığı tarihi hakikatlerle bazı mihraklar tarafından kötülenen Sultan Abdulhamid ve Vahidüddin gibi tarihi şahsiyetlerin itibarını sağlamıştır. Necip Fazıl, her yönüyle Tanzimat devrini eleştirmiştir. Necip Fazıl’ın en önemli çalışmalarından olan “İdeolocya Örgüsü” Doğu aleminin uyanışını sağlayacak fikirleri ihtiva eden bir eser olup, şimdiye kadar benzeri yazılmamıştır.

Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) ve Türk Edebiyatı Vakfı, 1975 yılında Necip Fazıl’ın fikir ve edebiyat hayatının 50. yılı münasebetiyle büyük bir kutlama toplantısı düzenlemişti. Mayıs 1980 yılında katıldığım doğumunun 75. yıldönümü münasebetiyle yapılan törende, Ahmet Kabaklı başkanlığındaki Türk Edebiyatı Vakfı tarafından Üstad’a “Şairlerin Sultanı” unvanı verildi.

Necip Fazıl 1983 yılında vefat etti.

 

Necip Fazıl’ın Eserleri

Velûd bir kalemi olan Necip Fazıl’ın senaryo, anı, dinî, tarihî, edebî, fikrî eserleriyle makaleler, konferanslar ve mahkeme önünde kendini savunmak için yazdığı müdafaalar vardır. Burada fikrî ve edebî eserlerini takdimle yetiniyorum.

 

Şiirleri

Örümcek Ağı (1925), Kaldırımlar (1926), Ben ve Ötesi (1932), Sonsuzluk Kervanı (1955), Çile (1962), Esselam (1973).

 

Tiyatroları

Tohum (1935), Bir Adam Yaratmak (1938), Künye (1940), Sabır Taşı (1940), Para (1942), Parmaksız Salih (1949), Ahşap Konak (1965), Reis Bey (1946), Siyah Pelerinli Adam (1961), Yunus Emre (1969), Kanlı Sarık (1970), Sultan Abdulhamid (1969), İbrahim Edhem (1978), Mukaddes Emanet (1975). Sır (1946) ve Kumandan (1971) Büyük Doğu’da tefrika edildi, tamamlanmadı.

 

Hikayeleri

Birkaç Hikaye Birkaç Tahlil (1933), Ruh Burkuntularından Hikayeler (1965), Hikayelerim (1970).

 

Romanları

Aynadaki Yalan (1980), Kafa Kağıdı (1984).

 

Fikrî Eserleri

Çerçeve (1940), İdeolocya Örgüsü (1959), Türkiye’nin Manzarası (1968), 1001 Çerçeve (1968-1969), Sosyalizm Komünizm ve İnsanlık (1969).

Necip Fazıl 1924-1983 arası on beş gazetede on yedi müstear isim kullanarak yazı yazmıştır.

 

Necip Fazıl’ın Tiyatrosu

Necip Fazıl, birçok sanat ve edebiyat dalında faaliyet göstermesine rağmen, sanatçıların kendi öz varlıklarının sırrına erdikleri yerin tiyatro olduğunu görerek tiyatroya büyük önem vermiştir. Tiyatrosunu cemiyet ve insan meselelerinden uzak tutmamıştır.

Necip Fazıl’ın tiyatrosunu mevzusu açısından başlıca beş bölüme ayırabiliriz:

1. Tarihi olaylar (Tohum, Künye, Kanlı Sarık)

2. Tarihi şahsiyetler (Sultan Abdulhamid, Yunus Emre)

3. Felsefî ve fikrî (Bir Adam Yaratmak, Reis Bey, Siyah Pelerinli Adam)

4. Günlük sosyal olaylar (Para, Ahşap Konak, Parmaksız Salih, Mukaddes Emanet)

5. Anonim (Sabır Taşı)

 

“Tohum” piyesinde; İstiklal savaşında Avrupalılara karşı kazanılan zafer ve Maraş müdafaasından bahsedilir. “Künye”de ise; Osmanlı Devleti’nin 1904-1922 arası sosyal ve siyasi duraklamasıyla bir yüzbaşının ordudaki gençleri yönlendirmesi anlatılır. “Kanlı Sarık”ta Kars ahalisinin Ruslara karşı direnmesi, “Sultan Abdulhamid”de Sultan’ın hayatı ve fikirleri, “Yunus Emre” piyesinde meşhur Türk halk şairi Yunus tablolaştırılır.

“Bir Adam Yaratmak” piyesindeki olay, kendi telif ettiği piyeste yaşayan bir tiyatro yazarı çerçevesinde geçer. Ölüm fikri kahramanın içine öylesine yerleşir ki, bir varlık ve yokluk mücadelesine dönüşür, etrafında kendisine ulaşmaya çalışanlara rağmen delirmek üzeredir.

“Reis Bey” piyesinde katı kalpli bir hâkimin yaşamını ortaya koyar. Bir olay sonrası değişen hâkim, kendisini insanlara iyilik yapmaya adar.

“Siyah Pelerinli Adam”, iyilik ve kötülük arasındaki mücadelenin piyesidir. Genç şair maddî heveslere karşı mücadele verir.

“Para” piyesine gelince, burada paraya hırsı olanların ahlaksızlıkları, toplum ve fert bünyesinde ortaya çıkan kötü durumlara maddî hırsın neden olduğu, saadet, güven ve tatminin maddî değil, mânevî şeylerle elde edileceği anlatılır.

“Parmaksız Salih”de bir babanın oğlu için katlandığı fedakarlıklar işlenmiştir.

“Mukaddes Emanet”teyse cemiyet yapısındaki bozuklukları, bozulmaya sebep olan yabancı düşünceleri ve maddî inançları buluruz.

“Sabır Taşı” piyesi, konusunu, kötülüğün yenilgisinden ve genç bir kızın arzu ettiği şey uğruna sabretmesiyle iyiliğin zaferinden alır.

 

Necip Fazıl’ın Tiyatrosunda Şahsiyetler

Necip Fazıl’ın tiyatrosunda şahsiyetler üçe ayrılır:

1. “Bir Adam Yaratmak” piyesindeki Hüsrev gibi fikir ve işleriyle imanlı şahsiyetler.

2. “Bir Adam Yaratmak” piyesinin baş karakteri Hüsrev’e fikir ve anlayış açısından yakın şahsiyetler; Mansur ve Selma gibi.

3. Akrabaları, tanıdıkları, dostları dahi olsa onlardan çıkar sağlamayı yaşam felsefesi edinmiş, “Bir Adam Yaratmak”taki Dr. Nevzat ve gazete sahibi Şeref gibi faydacı, kötü ve maddeci şahıslar.

 

Necip Fazıl’ın Tiyatrosunda Fikir

Necip Fazıl’ın tiyatrosunda fikir hakkında söylenebilecek en önemli şey, yine onun çeşitli piyeslerinden çıkarılıp tercüme edilen şu cümlelerdir: “Muhakkak ki Allah mutlak hakikattir. İnsan idrakinin öz meselesi Allah’tır. İnsan ile hayvan arasındaki fark; maneviyata sarılmaktır. Hayat rüya gibidir ve sınırlıdır. Her problemin çözümü sabırla mümkün olur. İnsanı yüceliğe ve olgunluğa sevgi ulaştırır. İnsanın kadere meydan okumaya gücü yetmez. Kaderin anlamı hareketten geri kalmak değil, mümkün olan her şeyi yapmak ve işi Allah’a havale etmektir. Cemiyetin kanunlara, akla ve mantığa olduğu kadar vicdan, kalp ve duygulara da ihtiyacı vardır. Maddeye önem veren cemiyetlerin hayatı uzun sürmez. Veraset insan hayatında önemli bir rol oynar. Mazluma müşfik olduğumuz kadar zalime de şefkat göstermeliyiz. Çünkü rahmetten yoksundur ve bu hareketimiz duyguları ve şuuru uyandırır. Tarih yol göstericidir.

 

Bir Adam Yaratmak

İlk baskısı 1938 yılında çıkan “Bir Adam Yaratmak” Necip Fazıl’ın en önemli ve en meşhur piyeslerinden biridir. Aynı sene meşhur tiyatrocu Muhsin Ertuğrul tarafından sahneye konulmuş ve iki sezon oynanmıştır. Eser, gerek seyredenler ve gerekse sanat ve edebiyat münekkidlerince büyük bir kabul görmüş, “Büyük bir sanat olayı” olarak nitelendirilmiştir. 1977 yılında Yücel Çakmaklı tarafından Türk televizyonuna uyarlanmıştır. Şimdiye kadar beş baskısı çıkmıştır.(1)

“Bir Adam Yaratmak” gazeteci Turgut’un piyesin kahramanı Hüsrev’le yaptığı mülakatla başlar. Piyes yazarı Hüsrev’in “Ölüm Korkusu” adlı oyunu yeni sahnelenmiştir. Gazetecinin üzerinde durduğu konu, oyunun yazarı Hüsrev’in piyesindeki olayı hayatından mı aldığıdır.

Turgut konuşmaya şöyle başlar: “Derler ki, bazı sanatçılar eserlerindeki birçok mevzuyu şahsî hayatlarından veya en azından gördükleri olaylardan çıkarırlar.”

Gazetecinin büyük oyun yazarı Hüsrev’e yönelttiği bu soru boşuna değildir. Çünkü sahneye konulan bu oyuna büyük önem vermektedir insanlar. “Ölüm Korkusu”nun kahramanı annesiyle birlikte, bahçesinde incir ağacı bulunan bir köşkte yaşamaktadır. Oyunun yazarı Hüsrev bir kaza neticesinde annesini öldürür. Kaza ispat edildiği için serbest bırakılıyor, fakat vicdan azabı günden güne beyninde derinleşiyor. Birden bire o zamana kadar hiç dikkat etmediği bir şey ilgisini çeker, babasının ölüm olayı. Babası kendisini incir ağacına asmıştır. Aklî dengesi gittikçe bozulur. Annesinin acısı onda mücerret bir ölüm korkusuna dönüşür.

Hüsrev’in piyesi baştan sona ölüm korkusuyla doludur. Bu korku onda öylesine sürükleyici oluyor ki, kendini tıpkı babası gibi köşkün bahçesindeki ağaca asıyor.

“Bir Adam Yaratmak”ın hikayesi bir iki ayrıntı dışında “Ölüm Korkusu”ndaki gibi.

Oyun yazarı Hüsrev annesiyle birlikte bahçesinde bir incir ağacı olan köşkte yaşamaktadır. Halasının kızı Selma onu çok sevmektedir. Bir kaza ile Selma’yı öldürür. Piyesteki olaylar, gelişmeler, sonuçtaki farklılık hariç, hep aynıdır. Hüsrev yazdığı oyundaki gibi kendini incir ağacına asamaz. Çünkü kendini asacağı ağaç annesi tarafından kestirilmiştir.

Oyunun son sahnesinde Hüsrev tedavi edilmek için akıl hastanesine götürülürken, annesi “evladım! Gitme, gitme” diye seslenir. Hüsrev şöyle karşılık verir: “Ne yapayım anne? Kestiniz incir ağacını!” Necip Fazıl’ın “Bir Adam Yaratmak” piyesi böyle biter. Görüldüğü gibi piyeste, oyun içinde oyun vardır. Ama aynı oyun, gazeteci Turgut’un üzerinde durduğu; kendi hayatını yazma iddiasının hiç de yabana atılamayacak bir oyun olduğunu doğrulayan bir eser “Bir Adam Yaratmak”. Fakat Hüsrev bu iddiayı kabul etmez.

“Bir Adam Yaratmak” piyesi verasetin rolünü ele alırken, fikrî yoksunluğu, kuru akılcılığı ve pozitivizmi reddetmektedir. Gücü ancak bilinen belirli şeylere yetebilen insanın aciz olduğu ve akla güvenmesinin mümkün olamayacağı, gerçek hakikat ve kudretin Allah’ta olduğu, insanın sanat, edebiyat faaliyeti ve icatlarıyla kendini ifadeye çalışsa da Allah’ın aciz, ölümlü bir yaratığı olduğu, Allah’ın bâki olduğu bizimse O’na döndürüleceğimiz anlatılmaktadır.

“Bir Adam Yaratmak” piyesi sanat ve edebiyat dünyasında büyük olay meydana getirmiştir. “Büyük bir sanat olayı” olarak nitelendirilmiş ve münekkidlerce yaratıcı gücünün üstünlüğü alkışlanmıştır.

Bir münekkid “Bir Adam Yaratmak” piyesi insanın ve aklın güçsüzlüğü fikrini tiyatroya, edebiyat ve sanata yerleştirmiştir” der.

 

Dipnotlar

* Necip Fazıl Kısakürek, Halk-u İnsan, Çeviren: Muhammed Harb, Kahire: Dârü'l-Hilâl [t.y.] 122 s. Kitaptaki önsöz yazısı.

** Prof. Dr. Muhammed Harb: Kahire Aynüşşems Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Osmanlı ve Türk Tarihi Anabilim Dalı Başkanı ve Mısır Osmanlı Araştırma Merkezi Başkanı’dır. 1980 yılında İstanbul Üniversitesi ta¬rih bölümünden mezun oldu. Arap ülkelerinde çıkan bazı gazete ve dergilerde yazıları yayınlan¬maktadır. Osmanlı tarihi, Orta Asya ve Balkanlar hakkında kitapları yayınladı. Halen Bahreyn Üniversitesi Türk Tarihi Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışmalarına devam etmektedir. Eserleriyle Arap ülkelerinde dış güçlerce yerleştirilmiş Osmanlı aleyhtarlığını bertaraf etme konusunda büyük bir mesafe kat etmiştir.

 

Eserleri:

1. el-Bosna ve'l-Hersek Mine'l-Feth İle'l-Karise, Kahire: El-Merkezü'l-Mısri Li'd-Dirasa, 1993, 210 s.

2. el-Edebü't-Türkiyyi'l-Hadis ve'l-Muasır, Kahire: el-Hey'etü'l-Mısriyyetü'l-Amme li’l-Kitâb, 1975, 166 s.

3. I. Selim'in Suriye ve Mısır Seferi Hakkında İbn İyas'da Mevcut Haberlerin Selimnamelerle Mukayesesi (XVI. Asır Osmanlı-Memluklu Kaynakları Hakkında Bir Tetkik), 1980. XIV+167s., Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü

4. el-İslâm fî Asya'l-Vüsta ve'l-Balkan, 2. baskı, Beyrut: Dârü'l-Beşairi'l-İslâmiyye, 1995, 229 s.

5. el-Müslimun fî Asya'l-Vüsta ve'l-Balkan, Kahire: Buhusü'l-Alemi't-Türki, 1983, 399 s.

6. el-Osmaniyyun fi't-Tarih ve'l-Hadare, Dımaşk: Dârü'l-Kalem, 1989. 456 s.

7. es-Salname ve Kütübü’l-Futuhi’l-Osmaniyye Ve Eseruha fî Kitâbe Tarihi’l-Halic ve’l-Cezireti’l-Arabiyye Medhal li-Dirase Tarihi’l-Bahreyn ve’l-Halici’l-Arabi, Mename: Câmiatü’l-Bahreyn, 2004. 104 s

8. Sultan Abdülhamid es-Sani, Dımaşk: Dârü'l-Kalem, 1990, 315 s.

 

Türkçe’ye Çevrilmiş Eserleri:

1. Tarihte ve medeniyette Osmanlılar, çev. Mustafa Özcan, İstanbul: Ark Kitapları, 2006. 367 s.

2. Yavuz Sultan Selim'in Suriye ve Mısır Seferi, İstanbul : Yeni Asya Yayınları, 1986, 127 s.

 

 

 

1) Bu makale 1986’lı tarihlerde yazıldığı için o zamanki baskı adedini söylemektedir müellif; kitap şu anda 22. baskıya ulaşmıştır. (Ç)

 

(AYLIK, Eylül 2007, Sayı: 36)

pithc tarafından düzenlendi
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Oyunun Özeti

 

Tiyatro yazarı Hüsrev, son yazdığı “Ölüm Korkusu” isimli eseriyle büyük üne kavuşmuştur. Oyunda; babası incir ağacına asılarak intihar etmiş olan kahraman, kaza ile annesini de tabancayla öldürünce akli dengesi bozulur ve babasının asıldığı ağaca kendisini asar.

 

Oyunun ilk perdesinde Hüsrev gazeteci Turgut ile oyun hakkında röportaj yapmaktadır. Turgut konunun Hüsrev’in yaşamından alındığını tahmin eder. Gerçekten de Hüsrev’in babası kendini yalının bahçesindeki incir ağacına asmıştır.

 

Daha sonra yakın dostlarıyla “Ölüm Korkusu” üzerine konuşurlar. Kahramanın kaza ile annesini öldürmesini inandırıcı bulmayan misafirlere, o anı canlandırarak anlatmak isteyen Hüsrev, boş sandığı bir tabanca ile ateş ederken, halasının kızını öldürür.

 

İkinci perde, sağlığını kaybetmiş, sinirli bir Hüsrev ile annesi arasında babasının intiharı üzerine geçen bir konuşmayla başlar. O gün dostlarından olan Şeref’in gazetesinde ölen halasının kızı Selma’nın Hüsrev’i sevdiği şeklinde bir haber çıkmış, ruh doktoru Nevzat da, yeni açtığı kliniğin tanıtımı için Hüsrev’i yatırmaya ikna etmeye çalışmıştır.

 

Bu arada Şeref’in karısı, Hüsrev’in eski sevgilisi eve gelmiş ve ilişkilerini devam ettirmek arzusunda olduğunu söylemiştir. Şeref’in eve gelmesiyle karısı bir perde arkasına gizlenir. Şeref’le Hüsrev gazetede yanılana haber üzerine tartışırlar. Hüsrev, haberciliği ahlaki değerlerden üstün tutan Şeref’e perdeyi açarak karısını gösterir ve bu olayı da yazmasını söyler. Nevzat’ın Hüsrev’in kliniğe yatırılması için annesine olan baskıları da bu arada sürmektedir.

 

Üçüncü perde, Hüsrev’in, kendisine çok benzeyen babasının tablosu karşısında ezilmiş bir hal ile konuşmasıyla açlırı. Uşağı Osman ile kader ve ölüm üzerine konuşur.

 

Bir ara yalının rıhtımına giden Hüsrev, bahçedeki incir ağacının kesildiğini görünce büsbütün yıkılır.

 

Son sahnede Hüsrev, Nevzat’ın ve Şeref’in oyunlarını bozmak için, hükümet doktoru, gardiyan ve sivil memurlar arasında tımarhaneye yollanır.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

BİR ADAM YARATMAK

Kendisini yakından tanıyanlar takdir edecektir ki Üstad Necip Fazıl, tek yönü olan bir şahsiyet değildir. O’nun Sanatkârlık, fikir adamlığı, aksiyonerlik gibi yönlerine ek olarak, hayatının belli dönemlerinde ve özellikle de son kısmında öne çıkan, gönül adamlığı gibi, tanıyanına malum bir yanı da mevcuttur. Tek başına pekçok alanda yetkin olmayı başaran, tek başına birkaç insan olan Üstad’ın, neredeyse tamamı haricî olan çeşitli sebeplerden dolayı sadece sanatkârlık yönü öne çıkarılmakta, bu yönünü de, yine muhtelif sebeplerle, şairliği temsil etmektedir. Biz bu çalışmamızda, onun sanatkar mizacının farklı bir cephesini temsil eden bir başucu eserinden bahsedeceğiz: “Bir Adam Yaratmak” isimli tiyatro eserinden…

Batılı mânâdaki tiyatro anlayışının ortaya çıkışı iki yüzyılı bulmayan ülkemizde, tiyatro, çok daha köklü bir edebiyat dalı olan şiirden kalitece ve kendisine gösterilen temayül yönüyle geride kalmış, fakat bu geride kalış, kaliteli gibi görünen, yahut zamanın şartları sebebiyle ilgi uyandıran tiyatro eserlerinin varlığıyla (Vatan Yahut Silistre gibi) zaman zaman ortadan kalkmıştır. Birinci grup tiyatro eserlerinin, yani kalitesiyle sivrildiği izlenimini veren tiyatro yapıtlarının birçoğu malesef sanat ve fikir değeri yönüyle vasatı aşamamış, yalnızca basın-yayın kanalıyla yapılan ve çoğu samimiyetsiz yahut amaçlı olan övgüler sayesinde belli bir ilgi toplayabilmiş, neticede de silinip gitmiştir. Yine bu grup eserler içerisinde, hakikaten kaliteli olduğunu hissettirenler ise, yabancı örneklerle karşılaştırıldığında mağlup olmaya mahkum olduğu kanaatini, tiyatro izleyicileri ve okurlarında uyandırmaktadır. Fakat bu eserlerden herşeyiyle sıyrılarak zirve noktasını mesken tutan bir tanesi vardır ki, o, ilk sahnelendiği dönemde izlenme rekorları kıran, sahibine “Türk Shakespeare” denilmesinde belki de bir numaralı etken olan ve gerek diyaloglarıyla, gerek işlediği konuyla, gerekse içerisinde vukubulan olayların çarpıcılığıyla okuyucusunu, izleyicisini büyüleyen, Bir Adam Yaratmak’tır.

Kıymet hükmümüzü başta kaydettikten sonra, şimdi eserin oluşturuluşunu, içeriğini anlatalım, kısa bir tahlilini yapalım ve eser hakkındaki bazı görüşleri inceleyelim:

Bir Adam Yaratmak, Üstad’ın “mistik şair” olarak anıldığı döneme ait bir eserdir ve 1937 yılının 8 temmuzunda tamamlanmıştır. Buram buram buhran kokan bu eserin yazıldığı bu dönemde, Üstad’ın içerisinde bulunduğu halet-i ruhiyeye baktığımızda, piyesin sahip olduğu müthiş derinliği, müellifinin fildişi kulesinden dışarıya bir lav kütlesi gibi fışkırmaya başlayan korkunç akışına bağlamak mümkün olacaktır. Zira üstad bu devirde, öz ağzından kafatasını kusacak raddeden çıkmakta olmanın verdiği bir hisle içindekileri dökerek rahatlama çığırındadır ve onun çıldırtıcı nefs muhasebesini, bitmek tükenmek bilmez hafakanlarını ve çıkış yoluna dair gördüğü ışığı anlattığı, en büyük değeri atfettiği eseri olan Çile’nin kaleme alınması fikri de, Bir Adam Yaratmak’ın yazılmaya başlanmasından hemen önce doğmuştur (Çile, Bir Adam Yaratmak’ın tamamlanmasından 2 yıl sonra bitecektir.) Üstad Allah’ı arama çığırındadır ve onun erdiricisi Esseyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin tesiri günbegün onu zaptetmektedir. Sürekli arayan ve kendinden kaçmak için bohemliğe sarılan bir bünyenin, sınırsız arayışı sebebiyle çektiği acıyı dindirerek, bu savruluşu yalnızca girdiği yoldan kaynağını alan ve zaman zaman artan, zaman zaman durulan hataratlarla sınırlayan bir çığır açılacaktır bu devirden sonra Üstad’ın önünde. Kendi teşbihlerini kullanalım: Üstad, soru işaretinin zavallı kararsızlığı ve karmaşasından, ünlem işaretinin taşıdığı vakarın hakkını verme noktasına geçiş yapmaktadır. Onun arayışı, Allah yolunun yolcularını takipte karar kılmakta, Üstad ebedî kurtuluşun müjdesini sezmeye başlamaktadır. Belirttiğimiz gibi, onun bu devirde içerisinde bulunduğu hali, Çile şiiri tüm netliğiyle açıklamaktadır. Bir Adam Yaratmak’ın sahip olduğu derinliğine fikri, zihinleri yoran ve insanı şaşkına çeviren buluşları; ancak cins kafaların etrafında şekillenebilecek, masivaullahı terkte neticelenen harika kurgusunu, üstadın içerisinde bulunduğu ruh haliyle izah etmek mecburiyeti sözkonusudur. Bir Adam Yaratmak, ürkütücü bir çilenin neticesinde beliren aydınlığın görüldüğü anda kaleme alınmış olmanın getirdiği his ve fikir yoğunluğuna fazlasıyla sahip bir şaheserdir.

Bu, hadisenin aslını yansıtan ve mücerret şeraiti belirten tespitten sonra, Bir Adam Yaratmak’ın yazılmasına vesile olan müşahhas hadiseleri kısaca zikretmek gerekir:

Hayatının ilk 40 yılında verdiği eserleriyle edebiyat çevrelerinin büyük ilgisini toplayan, fakat sanatını Allah’a adamasının ve O’nun yolunda kullanmaya başlamasının tamamen hissedilişini mütakiben, İslam düşmanı, yahut en azından İslam’a kayıtsız olan sistem uşaklarının hakkındaki övgüleri bir anda sekteye uğrayan Üstad Necip Fazıl, o güne kadar eser vermede çekingen davrandığı tiyatro sahasına girmeye, “muhteşem bir aktör” olarak sıfatlandırdığı ve sanatkarlığına büyük bir saygı beslediği Muhsin Ertuğrul’un teşviğiyle ikna olmuş ve 1935 yılında, münekkidlerin beğenisini kazanan, fakat izleyici teveccühü görmeyen ilk tiyatro eserini, Tohum’u kaleme almıştır. Bu eser, Üstad’a eseri bizzat oynayacağına dair söz veren Muhsin Ertuğrul tarafından sahneye aktarılmış, henüz oynanmadan “7 Gün” dergisinde bir kısmı tefrika edilmiş ve büyük bir alaka uyandırmış, fakat ilk birkaç temsilin ardından boş koltuklar önünde oynanır hale gelmiş, kısa zamanda da gösterimden kalkmıştır. Bu eserin, bir tiyatro eseri olarak başarısızlığı üzerine, Üstad, bir izleyici olduğu takdirde neler söyleyeceğini şu şekilde belirtmektedir: “Bu piyes dinamik hayat akışına ters, küçük hareket bahaneleri etrafında, hep mücerret fikirlerle örülü (diyalog) manzumelerinden ibarettir ve tiyatro eseri değildir. İçindeki fikirlere gelince, onlar makalelik şeylerdir ve kıymetleri ayrı bir mevzu…”

Üstad, bu hadiseden sonra, iki belirgin sebepten dolayı yeni bir piyes yazmaya karar vermiştir. Bunlardan birincisi, Abdülhakim Arvasî hazretlerinin teşviğiyle kırmak istediği fildişi kulesini dağıtabilmek, halkın her tabakasını telkini altına alan, fikir ve kurguda kusursuz bir şaheser ile insanları metafizik ürpertilere ve Allah arayışına yöneltip ulvî dava yolunda ilk temelleri atmak ve sanatı, hakkını vererek bir silah gibi kullanabilmenin misalini teşkil etmektir. İkincisi ise, sanatına saygı duyduğu Muhsin Ertuğrul’un itibarını kurtarma düşüncesidir ki, Tohum ilk yayınlandığında onu evinde Babıali seçkinlerine okutan ve eser hakkında “şaheser” ifadesini kullanan dönemin münekkidlerinden Selami İzzet’in, Tohum’un son temsillerinden birisinde Üstad’ın kulağına eğilerek, “Yaktın adamı, yazık oldu Muhsin’e!” demesi, onun Bir Adam Yaratmak’ı yazmaya karar vermesinde ikinci müşahhas sebep olmuştur. Bu düşünceyi Üstad’ın kendisi de taşımaktadır, fakat sanatına saygı beslediği, kendisini tiyatroya teşvik eden Muhsin Ertuğrul’un küçük düştüğünün farklı bir kişi tarafından böylesine bir ifadeyle dile getirilmesi, ziyadesiyle müteessir kılmıştır onu. Bu şartlar, onu hem kendi, hem de Muhsin’in sanatını geniş halk tabakaları nezdinde kurtarabilmek ve daha evvel bahsettiğimiz mücerret sebepleri neticelendirmek için çalışmaya itmiştir.

Üstad, Bir Adam Yaratmak’ı yazmaya, o dönemlerde çalışmakta olduğu İş Bankası tarafından Zonguldak’taki 63. ocak idaresinin teftişi için görevlendirildiğinde başlamış, teftiş heyeti reisinin onu hayli konforlu, tabiatla iç içe bir köşkte eserini yazması için teşvik etmesi ve izinli sayması üzerine de, bu teftiş onun için büyük bir fırsata dönüşmüştür. Yaşadığı buhranlardan kaynağını alan bu eseri kaleme aldığı esnada Üstad, yine çeşitli buhranlar yaşamış, ayrıca geçirdiği at kazasının neticesinde ölümün eşiğinden dönmüştür. Maddî ve manevi şartların uygun oluşu, onu, kendisini piyesine vermesi hususunda hayli rahatlatmış ve Zonguldak’ta yazılmaya başlayan piyes, yine Zonguldak’ta, 8 temmuz 1937 Perşembe gecesi tamamlanmıştır.

Eser tamamlandıktan sonra, Üstad, eseri daha önceden kendisini şahsına ve sanat kabiliyetine karşı mahçup hissettiği Muhsin Ertuğrul’a okumuş ve o da, gözyaşları içerisinde eseri oynamayı kabul etmiştir. Bu eser 1937-1938 kışında oynanmaya başlanmış ve 10 ay gibi uzun bir süre kapalı gişe olarak gösterilmeye devam etmiştir. Öyle ki, paradiler dahi kapasitelerinin üzerinde seyirciyle dolmuş, tiyatro kültürünün pek de aşinası olmayan ülkemizde Harbiyeli öğrenciler okuldan kaçarak piyese akın etmiştir. Matbuatta eseri kuşatıcı yorumlara rastlamak pek mümkün olmasa da, üstad, eseri yazarken amaçladığı halkın her kesimine ulaşıp onları kucaklayabilme idealinde ve Muhsin Ertuğrul ve kendi sanatının iade-i itibarını temin etme fikirlerinde ziyadesiyle muvaffak olmuştur. Eser, baş aktörün beğenisini o raddede kazanmıştır ki, Muhsin Ertuğrul, 38 derece ateşe sahip olduğu bir akşam yine sahneye çıkmış ve piyesi tamamladıktan sonra hiçbir hastalığı olmadığını, eserin buna sebep olduğunu üstada bizzat kuliste söylemiştir. Ayrıca o günlerde, o günden sonra yalnızca Üstad’ın ve Shakespeare’in oyunlarını temsil etmek için aktörlüğünü muhafaza edeceğine dair açıklamalar yapmıştır büyük aktör. Eserin gerek kendisi, gerekse oynanışı sebebiyle İstanbul’daki gösterilerde ruhi bunalım geçirerek tiyatroyu terk edenler olmuş, bu eserin üzerinde bıraktığı tesirin şiddetine dayanamayan Falih Rıfkı Atay’ın ikinci eşi Mehruba hanım, Ankara’daki gösterimlerden birinde baygınlık geçirmiştir. Eser oynanırken, Üstad’ın mürşidi ve erdiricisi olan Esseyyid Abdülhakim Arvasî hazretleri de, Muhip ve Şakir isimli iki yakınını temaşaya göndermiş, Üstad’ı ziyadesiyle sevindirmiştir. Yaklaşık 10 ay kadar büyük bir ilgi görerek sahnelenen bu eser, Muhsin Ertuğrul tarafından, tam olarak bilinmeyen bir sebeple perdeden kaldırılmış ve bu piyes, Muhsin Ertuğrul tarafından bir daha oynanmamıştır. Bu sebep, Üstad’ın da Bab-ı Ali’sinde kaydettiği üzere, ilginç bir mizaca sahip olan Muhsin Ertuğrul’un Tohum’u oynarken yaşadığı başarısızlığa gönderme yapmak istemesi olabilir. Fakat net olarak bilinmemektedir.

Eserin yazılışı ve sahnelenişi hakkında kısa bir bilgi verdikten sonra, şimdi de bu şaheseri daha yakından ele almaya çalışalım:

Bir Adam Yaratmak, Ölüm Korkusu isimli bir piyes yazan ve piyesinin baş karakterini kendi hayatında vukuubulan hadiselerin çerçevesinde oluşturan muharrir Hüsrev’in etrafında şekillenmiştir. Ölüm Korkusu isimli piyesi büyük bir beğeni toplayan Hüsrev’in hayatında, yazdığı oyunda meydana gelen hadiselerin önemli bir bölümü yaşanmıştır. Zira orijinal bir karakter yaratmak, insan muhayyilesinin kudret hududu haricinde bir iştir ve güzel beşerî eserler, insanın en ziyade vâkıfı olduğu hakiki bir hayatın izlerini taşımaktadır çoğu zaman. Eser ile Hüsrev’in hayatı arasındaki paralellikler aslında ilk etapta Hüsrev’in dikkatini çekmiş, onu tesiri altına almış değildir. Fakat bu hal bir gazeteci tarafından Hüsrev’e hissettirildiği andan itibaren, piyesinde yer alan ve kendini evinin bahçesindeki incir ağacına asan kahramanın yaşadıkları, ki Hüsrev’in ve Ölüm Korkusu’ndaki kahramanın babası bu akibetle hayattan ayrılmıştır, Hüsrev’in hayat ve fikirlerini tesiri altına alır. Hüsrev, yazdığı piyesi oynamaya başlar tabir yerindeyse. Değişmez ulvi hakikat olan kader de bu oyunu oynaması için Hüsrev’e her türlü desteği sağlamaktadır. Hüsrev, Ölüm Korkusu piyesinde yarattığı karakterin annesini sehven öldürmesine nazire yaparcasına, platonik sevdalısı Selma’nın bir kaza kurşunuyla hayatına son verir. Piyesindeki kahramanın bunalımlarını yaşamaya başlar ve bu esnada zor durumlara düşer, perdeler arkasındaki hakikati aramak için zihninde dönüşü olmayan yolculuklara çıkar muharrir. Bu sırada, onun şöhretini kendi şöhretlerini arttırmak için kullanmak isteyen dost bildikleri, Hüsrev’i rahat bırakmamakta ve onu arkadan vurmaktadır. Ünlü bir psikolog olan arkadaşı Nevzat, Hüsrev’i hususi muayenehanesinde akıl sağlığını kaybettiği şayiasına istinaden yatırarak halk nezdinde reklam yapmak istemekte, gazete patronu olan Şeref ismindeki bir diğer dostu ise onunla ilgili sansasyonel haberler yaparak ünlü muharririn ruh muvazenesini yitirdiğini ilan etmektedir. Hüsrev, tüm bu olanları acı içerisinde izlemekte, çevresinde vukuu bulan her hadisenin kendisini daha da yalnızlaştırdığının farkına varmakta, neticede de buhranlarına sarılmakta, kahramanıyla özdeşleşmekte olduğunu görmekte ve Allah’ın üstün kaderine müdahale ettiği düşüncesiyle kahrolmaktadır. Nefsinin muhasebesini öyle bir raddeye vardırmış, buhranlarının öyle bir esiri olmuş ve aramak, çırpınmak kendisine öyle yapışmıştır ki, ona çok fazla düşünmemesi gerektiğini söyleyen ihtiyar uşağı Osman’a, çaresizliğini şu şekilde ifade edecek hale gelmiştir: “Osman, hiç bıçağın deştiği yerden kan akmaz olur mu? Benim de beynimden kan akıyor. Ben düşünmüyorum, beynim kaynıyor. Görüyorum, gözlerimi yumunca görüyorum. Beynimin etten yuvarlağı üstünde her düşünce bir damla siyah kan gibi yuvarlanıyor. Ben istemiyorum Osman! Fakat hiç bıçağın deştiği yerden kan akmaz olur mu?”…

Hüsrev, hafakanlarının ayyuka çıktığı ve çevresindekilerin ona delirmiş gözüyle bakmaya başladığı bir anda, yazdığı Ölüm Korkusu piyesinin final sahnesini oynamak üzere kendisini incir ağacına asmak niyetiyle köşkün bahçesine çıkacak, fakat incir ağacının yerinde durmadığını görünce kahrolacaktır. Onun, yazdığı piyesi oynamaya başladığını farkeden annesi, evin yaşlı hizmetkarına ağacın kesilmesini emretmiş, neticede de oyun bozulmuştur. Ruh doktoru olan arkadaşı Nevzat’ın, onun çevresine zarar verme ihtimali bulunan bir deli olduğu ihbarına istinaden eve gelen polislerle beraber tımarhaneye gitmeyi kabul eden Hüsrev’in, kirlenmiş olan ve insanı zehirli oklarıyla yaralayan cemiyetten tecrit edilmiş bir mekanda, ölümünden sonra kendisine karşı beslediği aşkı keşfettiği platonik sevgilisi Selma ve annesinin mücerret bir alemdeki kollarında yaşamak üzere tımarhaneye kaçışı eserin son sahnesinde anlatılmaktadır. Bu çilekeş kahramanın piyesi kapatan sözleri, onun tımarhaneye gitmesi halinde yaşayamayacağını söyleyerek oğluna “Gitme!” diye yalvaran ihtiyar annesine mukabildir: “Ne yapayım anne! Kestiniz incir ağacını!”…

Anlattığımızdan çok daha detaylı hadiselere sahip olan ve bu detaylarında da başlı başına farklı düşünce harikaları bulunan bu piyesin olaylarından daha fazla bahsetmeyi, eserin insanı teşvik etmesi gereken gizemine yapılmış bir haksızlık olarak telakki ettiğimizden, hadise akışına dair daha fazla malumat vermeyi fuzuli görüyor ve bu noktadan itibaren piyesin geneli hakkındaki fikirlerimizi aktarmayı daha uygun buluyoruz.

Bir Adam Yaratmak, diyaloglarının oluşturuluşu yönüyle dünyanın gelmiş geçmiş en büyük tiyatro yazarı olan William Shakespeare’i hatırlatmaktadır. Bu hakikati farklı bir şekilde ifade eden ve Bir Adam Yaratmak’ı, “Creating a Man” ismiyle İngilizce’ye tercüme eden Pakistan’lı yazar ve tercüman Masud Akhtar Shaikh, İngiliz edebiyatı için Shakespeare neyse Türkiye için de Üstad’ın o olduğunu ve şahsen Üstad’ın eserlerinin Shakespeare’inkilerden üstün olduğunu düşündüğünü söylerken büyük bir hata yapmıyordu. Üstad’ın, farklı otoritelerce Türk Shakespeare’i olarak anılmasında en büyük paya bu eserin sahip olduğunu söylesek yanılmış olmayız, zira istisnasız bütün tiyatro eserleri Türkiye ortalamasının üzerinde olan ve bu eserlerinden önemli bir bölümü de dünya üzerindeki muadillerini aşabilecek kalitede olan Üstad’ın Bir Adam Yaratmak’ı, Shakespeare’in Hamlet’i Shakespeare’in o mükemmel eserleri arasında hangi mertebeye sahipse, Üstad’ın eserleri arasında o mertebeye sahiptir, bir zirve noktasıdır, zirvenin zirvesidir. Diyalogların örülüşü, insanı öyle bir hale sokmaktadır ki, eseri okurken yahut izlerken Hüsrev’in yaşadıklarını hissetmeye başlayanlar olmakta, daha önce perdenin arkasını kurcalamaya yanaşmamış, nefs muhasebesinin ne olduğunu öğrenememiş olanlar dahi bu eserde çok şey bulmaktadır. Önceki paragraflardan birisinde bahsettiğimiz, eserin oynanışı esnasında fenalık geçirenlerin yanısıra, şahsen tanıdığım ve İslam’ı hem bilme, hem yaşama hususunda gayet imrenilecek bir mertebede olduğu fikrini taşıdığım bir tarikat ehlinin de tekamülünün başlangıç noktası olarak Bir Adam Yaratmak’ı göstermesi, şaşılacak bir hal değildi şahsım için. Bir Adam Yaratmak, satır aralarındaki mesajlarıyla bir hayatı değiştirebilecek kudrete sahiptir ve bu yönüyle, sadece zevk alınacak ve hayranlık dolu bir çehreyle seyredilecek bir eser değil, insanı yüreğinin ve beyninin en hassas noktalarıyla yakalayan ve bu noktaları hakimiyetinde yönlendiren bir belagat harikasıdır.

Çevrenin, kahramanı mağlup etmesi temeli üzerinde yükselmesi yönüyle, bazı münekkitler bu eseri Ibsen tarzı tiyatrolara benzetmektedir, fakat Ibsen’in tiyatrolarındaki kaba natüralizmin aksine Bir Adam Yaratmak’ta kaderin asıl belirleyici rolü oynadığı bir hakikattir. Zira piyesin etrafında döndüğü karakter olan Hüsrev, eserinin temelini kendi hayatında bulunan izlerle oluşturmuş, fakat bir noktadan sonra eserinde yer alan ancak kendi hayatında henüz gerçekleşmemiş bulunan hadiseleri tevafuken oynamaya başlamıştır. Lakin eserin bir başka güzel noktası, Türk filmlerindeki tahmin edilebilir olma hatasına düşülmemesi ve Hüsrev’in, kendini asacağı sırada, beklenenin aksine, eserindeki kahramanın muvaffakiyetini yakalayamaması, incir ağacının kesilmiş olmasıdır. Bunun gibi hamleler eseri bütün olarak tahmin edilebilir bir akış tarzına hapsetmemiş, onun bayağılaşmasını iniş ve çıkışlarla engellemiştir.

Eserdeki yan karakterler üzerinde durulduğunda da, özel manada dönemin çürüklüğünü, genel manada ise insanların kendi çıkar ve kariyerleri için dostlarını arkadan nasıl hançerleyebildiklerini remzlendiren tiplere rastlıyoruz. Bunun dışında eserdeki yan karakterlere bakarak hakiki dostun, annelerin saflık ve halisiyetinin, ölümle ayrılıncaya dek fark edilemeyen trajik platonik aşkların da üzerinde müstakil yazılarla durmak mümkündür. Zira bu fikirleri sembolize eden şahıslar büyük bir başarıyla çizilmiştir ve üzerlerinde biraz durulduğunda, kendilerine biraz dikkat edildiğinde ne gibi derin tahlillere ulaşmanın mümkün olacağı gayet barizdir.

Bir Adam Yaratmak’taki ilginç sahnelerden birisinin, dönemin meşhur kalemşörlerinden birini ne hale düşürdüğünden bahsetmezsek, mühim bir noktayı atlamış oluruz. Piyesin üslubu hakkında bir parça fikir vermesi açısından, sebep olduğu ilginç hadiseyi daha sonra anlatacağımız bir parçayı aşağıya almakta fayda görüyoruz. Bu diyalog, gazete patronu olan Şeref’in Hüsrev’i elde etmek isteyen karısı Zeynep’in, Hüsrev’e karşı beslediği hislerini aşikar ettiği bir anda, Şeref’in olay mahalline gelmesi üzerine arkadaki odaya saklanmasını mütakip vukuu bulmaktadır ve piyesteki en can alıcı hadiselerden birisidir. Zamanenin elit tabakasının basit kadınını remzlendiren Zeynep’in kocası Şerif, bu hadiseden önce Hüsrev’in ruh sıhhatinin bozulduğuna dair bir haber yayınlamıştır ve gazete Hüsrev’in elindedir:

İKİNCİ PERDE – YEDİNCİ SAHNE (Şeref – Mansur[Hüsrev'in arkadaşı, muharrir/Trr] – Hüsrev)

(Mansur paravananın yanı başında durur. Oradan gözleriyle takip eder. Şeref hızla Hüsrev’e yaklaşır. Ellerini uzatıp bir şeyler anlatmak ister gibi durur. Hüsrev’in elindeki gazeteyi gorur. Hüsrev, gazeteyi elinden bırakır. Şeref, Hüsrev’in halinden ürkmüştür. Birşey söyleyemez.)

HÜSREV – Ne yüzle geliyorsunuz buraya Şeref Bey?

ŞEREF – Teessürünüzü söylediler. Geldim. Neden bu infial? İzah eder misiniz?

HÜSREV – Anlamıyor musunuz?

ŞEREF – Anlamıyorum. Gazetede bugün çıkan şeylerden müteessir olduğunuzu tahmin ediyorum. Fakat hakkınız var mı?

HÜSREV – Demek hakkım yok!

ŞEREF – Elbette yok. Sizin gibi, herkesin tanıdığı, herkesin sevdiği bir insan, ne kadar alâka çeker bilirsiniz. Biz de öğrendiğimizi yazdık.

HÜSREV – (Kendisine gelmeğe çalışarak) Ben hiç bir okuyucu tasavvur edemem ki, başkasının bu türlü mahremiyetine tecessüs duyacak kadar ruh iffetinden sıyrılmış olsun. İftira etmeyin müşterilerinize!

ŞEREF – Okuyucu budur.

HÜSREV – Hayır, okuyucu bu değildir. Siz busunuz. Bir kere okuyucuyu tanımıyorsunuz. Yüzünü, biçimini, isteklerini bilmiyorsunuz. Onun seciyesi üstündeki kıyasları, kendinizde arıyor ve buluyorsunuz.

ŞEREF – Farzedelim ki, böyle.

HÜSREV – Böyle olunca mesuliyeti üzerine alacak kadar benlik ve haysiyet sahibi olmanız lâzım.

ŞEREF – (İrkilerek) Hüsrev Bey, çok ileriye gidiyorsunuz. Sizi mazur görüyorum. Çünkü…

HÜSREV – Çünkü?

ŞEREF – Hastasınız.

HÜSREV – Güzel, belki hastayım. Yalnız şu anda beni hasta bilmeyin! Bu sözlerde hazmedilemiyecek bir şey buluyorsanız, onları sıhhatli bir adamdan, sıhhatli bir dakikasında çıkmış farzedin!

ŞEREF – Hüsrev Bey, rica ederim.

HÜSREV – Evet. Öyle farzedin! Mukabelenizi çok merak ediyorum. Hiç olmazsa mukabelenizde biraz şeref görmeğe muhtacım.

ŞEREF – (Bir adım geri çekilir. Mendiliyle terini siliyormuş gibi alnını uğuşturur) Hareketinize şimdi mukebele etmiyeceğim. Her şeyden evvel gösterin bana, suç bu hareketin neresinde?

HÜSREV – (Nefret dolu gözlerle, Şerefi uzun uzadıya tartar) Bir adam ki, içinin cehenneminde yanıyor; herkesin malik olduğu en basit müdafaa silâhlarını, maskelerini kaybetmiştir. Bu adamı, şunun bunun keyfini gıcıklamak için teşhir etmekte suç yok mu?

ŞEREF – Niçin olsun? Demek ki, herkes bu adamla alâkadar!

HÜSREV – Herkesin bu adamla alâkası, onda yalnız kendisine ait bir taraf, manevî bir fert hak ve mülkiyeti bırakmaz demek?

ŞEREF – Cemiyetin malı olan insanlar, şüphesiz ki biraz şahıs mülkiyetlerinden feda ederler.

HÜSREV – Bu fedakârlık belki herkesle müşterek, dış çizgilere aittir. Onların ferdiyetlerindeki en mahrem maktaları herkese göstermekten sizi alıkoyan hiçbir duygunuz yok mu?

ŞEREF – Yok!

HÜSREV – (Sol elinin parmaklarıyle yüzünü taraklar. Suratı çatlayacak gibi) Yalnız bu tarzınız beni çıldırtabilir. Ben demek kimseyle müşterek ölçüsü kalmamış bir zavallıyım. Demek ben bu toprağın üstünde yaşamıyorum. Demek ki benim beynim, kimsede olmayan bir takım vehim nebatları yetiştiren bir hastalık tarlası! Allah’ım! Ya ben bir deliyim, ya karşımdaki adam insanın bakamıyacağı kadar düşkün bir yaratılış!

ŞEREF – Hüsrev Bey, siz hakikaten delisiniz ve yavaş yavaş bana mazur bir insan olduğunuzu unutturacaksınız!

(Paravananın yanındaki Mansur, nefretle Şerefe bakar. Bir iki adım yaklaşır. Hüsrev omuzları hafifçe bükük Şerefe karşı.)

HÜSREV – Ah, keşke unutturabilsem! Kuzum, bana bir kere daha söyleyin! Duygu cevherinden bu kadar nasipsiz olmayı kavrıyamıyorum. Bir insan hayat ve hususiyetinde, yabancı gözlere göstermiyeceğiniz sizce hiçbir nokta yok mu? Bunu görmekten ve göstermekten sizi alıkoyan hiçbir ulvî sansür yok mu sizde?

ŞEREF – Yok, demiştim.

HÜSREV – Bir insan hakkında, ne olsa yazar mısınız gazetenizde?

ŞEREF – Yazarım.

HÜSREV – Bunu yaparken teşhir ettiğiniz insanla içinizde müşterek bir merkez, bir hassasiyet ve bir perdiyet merkezi, kanamaz mı?

ŞEREF – Hüsrev Bey! Ben edebiyattan anlamam. Ben gazeteciyim. Bir ticarethanenin sahibiyim. Ticarethanenin vazifesi budur, ben vazifemi yaptım.

HÜSREV – Demek bu duygu, sizce edebiyat!

ŞEREF – Ben ticarethanemin kanunlarına bağlıyım. Vazifeme engel olacak başka hiçbir şeyi tanımam.

HÜSREV – Başka hiçbir şeyi tanımaz mısınız? Yalvarıyorum, bir kez daha söyleyin.

ŞEREF – Tanımam.

HÜSREV – Gizlilik, örtünme ihtiyacı, kendi kendinize sahiplik gibi hiçbir manevî kıymet?

ŞEREF – Boyuna tanımam, diyorum.

HÜSREV – Ya deminki kıymetler şahsınıza bağlı olursa?

ŞEREF – İcabında onları da yazarım. Elverir ki doğru şeyler olsun.

HÜSREV – Doğru ha? Benim için yazdığınız şeylerin doğru olduğunu nereden biliyorsunuz?

ŞEREF – Selma’nın not defterinden. Onu karım bulmuş. Bana verdi, ben de neşrettim.

HÜSREV – Neşir fikrini de karınız mı verdi acaba?

ŞEREF – Evet, o verdi. Hatta ısrarla teklif etti.

HÜSREV – Yalnız beni herkese değil, karınızı da bana teşhir ediyorsunuz. Bu kadar mesuliyet hassasından mahrumsunuz.

ŞEREF – Veren karımsa, neşreden de benim!

HÜSREV – Ve daha ne olsa neşredersiniz. Sizi bundan alıkoyacak hiçbir duygunuz yok. Öyle mi?

ŞEREF – Cevap vermemeyi tercih ediyorum Hüsrev Bey.

HÜSREV – Hatta kendinize ait olsa da neşirde mahzur görmezsiniz.

ŞEREF – Fakat Hüsrev Bey!

HÜSREV – Söyleyin, bu kadarcık olsun söyleyin! Kendinize ait olsa da neşirde tereddüt etmez misiniz?

ŞEREF – Ne olursa olsun!

HÜSREV – Ya bir erkeğin bütün ağırlıklarını çeken mukaddes temeli berhava edecek kadar müthiş olursa?

ŞEREF – Bunlar… Kelimeler…

(Hüsrev yerinden fırlayıverir. İç odayı salondan ayıran perdenin önüne zıplar. Geçidin sağında iki taraftan da görünen kordonu yakalayıp bir hamlede çeker. Ânî olarak iç oda bütün eşyasıyla görünür. Perdenin tam açıldığı yerde ve ortada, elinde çantasıyla bir heykel gibi dimdik Zeynep durmaktadır. )

SEKİZİNCİ SAHNE (Zeynep – Evvelkiler)

(Şeref neye uğradığını şaşırmış, karısına bakmakta. Mansur utancından sağ eliyle gözlerini kapatmıştır.)

HÜSREV – (Sağ elinde kordon. Sol elini Şerefe uzatmış) Karınız metresimdir. Bunu da yazın!

(Odadakiler donmuş, yerli yerinde. Zeynep olduğu yerde kaskatı, gözleri Hüsrev’de. Hüsrev perdenin kenarında, yarı eğilmiş Şerefe doğru. Şeref karısına karşı bitkin ve şaşkın. Mansur elini yüzünden çeker ve heyecanla bakınır. Bir kaç saniye geçer Şerefte bir kımıldanış başlar.)

ŞEREF – (Hüsrev’e dönerek) Bu hareketinizi size çok pahalı ödeteceğim, Hüsrev Bey!

HÜSREV – Bugün ödettiğiniz gibi…

ŞEREF – Hayır! Bu defa sizi lâyık olduğunuz yere, tımarhaneye tıktıracağım.

HÜSREV – Ah, bunu sizden beklerim.

ŞEREF – Sade benden beklemeyin! Dostunuz akliyeci Nevzat’ın da fikri bu. Hattâ işlettiği hususî tımarhane için iyi bir reklâm olacağınıza da emin. Demin gördüm, şu dakikada annenize tımarhanesini gezdiriyor. îyi bir yer olduğunu kabul ettirmek için.

Piyesin en vurucu hadiselerinden birisini çerçeveleyen bu diyalog, eserin yazılışının ardından Babıali çevrelerinde bir aksülamel doğmasına ve ardından da kurcalamalara vesile olmuştur. Evvela “Piyesin bu kısmında, gazetecilere hakaret mi ediliyor?” şeklinde beliren soru, dönemin muharrirlerindeki nefs zâfiyetini ispatlarcasına zamanla “Acaba bu hadise kimin başından geçmiştir?” şekline dönmüştür. Evet, karısı Necip Fazıl’a metres olma arzusunu ifşa eden bir muharrir varsa o kimdir?.. Vaktin “önde gelen” kalemşörlerinin içerisinde bulunan meşhur bir kimseyle, Malatya suikastinin masum(!) kurbanı Ahmet Emin Yalman’la ilgili Üstad Bab-ı Ali’de şunları yazmaktadır:

“…Temsil esnasında bir gün Ahmed Emin Yalman İş Bankasına gelecek, Mistik Şair’e kartını gönderip kabul edilecek ve suratında vasıflandırılması çok zor bir tebessüm, Mistik Şair’e diyecektir ki:

- Herkes piyesinizdeki gazete patronunun beni hedef tuttuğunu, misal aldığını söylüyor. Karısı da benim karımmış… Doğru mu?

Mistik Şair nefretle dolacaktır:

- Ahmed Emin bey; böyle bir şüpheniz olsa bunu nasıl sorabilirsiniz?.. Türklük anane ve ahlâkında, karısına bu türlü dil uzatan bir adama karşı, ya anlamamazlıktan gelme, yahut o adamı çekip vurma vardır. Fakat böyle bir şey, sizi ve karınızı bir kere bile görmemiş bir adama nasıl sorulur ve hangi haya ve iffet duygusuna sığdırılabilir?.. Siz Babıâli’yi ne kadar da renklendiren bir insansınız!”

İşte matbuatı işgal eden mirasçılarına ışık tutan muharrir budur ve piyeste çizilen muharrir portresi, bu insanların yanında neredeyse zayıf kalmaktadır.

Kemmiyette hayli uzun olmasına rağmen Bir Adam Yaratmak gibi bir eserin yanında keyfiyet noktasında hayli aciz kalan bu incelememizi noktalarken, tekraren beyan etmekte hiçbir beis görmüyoruz ki Bir Adam Yaratmak bu topraklar üzerinde yazılmış en iyi tiyatro eseri olmalıdır ve kesinlikle dünya çapında bir belagat harikasıdır. Hem olay örgüsü, hem de mükemmel diyalogları yönüyle çok mühim bir yere sahip olan bu eser, sahip olduğu derinlik ve ele aldığı mevzusu yönüyle şimdiden adını klasikler arasına yazdırmayı garantilemiş gibidir. Üstad’ın siyasi görüşünü tasvip etmeyen ve bu sebeple ona her daim önyargıyla yaklaşan insanlarca bile takdir edilen bu eser, bugün olduğu gibi hak ettiği ilgiyi hala göremese ve devlet tiyatroları yönetmeni sıfatını taşıyan kişiler, marifetmiş gibi eseri metafizik yönünü budayarak sergilediğini söyleme cesaretini gösterebiliyorsa da, yine bugün olduğu gibi üstün bir seziş ile, şaşmaz bir bedahet hissiyle iyiyi seçebilen mizaçların takdirlerinde kıyamete kadar yaşayacaktır.

Not: Bu eser, 1977 yılında Yücel Çakmaklı tarafından filme aktarılmış ve Üstad’ın da beğenilerini kazanan bu yapım TRT’de yayınlanmıştır.

Yararlanılan Kaynaklar:

1. Necip Fazıl Kısakürek, Bir Adam Yaratmak

2. Necip Fazıl Kısakürek, Bab-ı Ali

3. Necip Fazıl Kısakürek, Türkiye ve Komünizm

4. Necip Fazıl Kısakürek, O ve Ben

5. A. Arif Bülendoğlu, Necip Fazıl Kısakürek: Şiiri – Sanatı – Aksiyonu

6. Orhan Okay, Portreler: Necip Fazıl Kısakürek

7. Mustafa Miyasoğlu, Ölümünün 18. Yılında Necip Fazıl’ın Şahsiyeti, Eserleri, Tesirleri

8. Ali Haydar Haksal, Necip Fazıl: Büyük Doğu Irmağı

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Necip Fazıl Kısakürek’le Onbeş Dakika

 

Günün yüksek şairi Necip Fazıl’ı hepimiz tanıyoruz. Fakat bir de piyes muharriri Necip Fazıl var. Hele ikinci piyesinden sonra onun bu hususiyeti o kadar ışıldayacaktır ki sanatkârı yalnız bu cephesinden tanımak ve konuşturmak çok faydalı olur diye düşündüm; Onu İş Bankası’ndaki odasında buldum. Karşılıklı oturduk. Sorgularım kafamda hazırdı. Başladım.

Şöhretini şiirde elde eden siz, nasıl bir vesileyle tiyatroya alaka duydunuz?

 

Bunu, galiba, ilk sahne eserim olan (Tohum) oynanırken izah etmiştim. 1935 yılında bir gün Ertuğrul Muhsin’i ziyaret ettim, Ağustos sonlarında idik. Ona dedim ki; “Ben bir piyes yazsam ve Eylül ortalarına doğru yetiştirsem başrolünü bizzat üzerine alır mısın?” Muhsin Türk muharrirlerinin piyes tecrübesine girişmediklerinden müteessirdi. Bu hususta birçok teşebbüsleri olmuştu. Derhal Polonezköy’üne çekildim. 17 günde de (Tohum)u bitirdim. Sözleştiğimiz günde Muhsin’i tiyatroda buldum, eseri teslim ettim.

 

Eğer Muhsin bana “artık sahneye çıkmaktan vazgeçtim, fakat sen eserini yaz, başkaları temsil eder”… gibi bir cevap verseydi (Tohum) yazılmazdı. Demek oluyor ki, içimde piyes yazmak gibi, yıllardan beri pişen, teşekkül ve taazzuv eden bir arzu, nihayet aktörünü bulmak sayesinde tatbik sahasına geçti.

Ertuğrul Muhsin olmasaydı, demek ki tiyatro alemi Necip Fazıl’ı kazanamayacaktı?

 

Böyle bir kaide konamaz. Piyese karşı cazibe, aktörden ziyade bizzat tiyatronun manasından gelir. Fakat aktörün hüviyeti bu mücerret cazibeyi müşahhas bir hale getirecek ve hemen iş görmeğe zorlayacak ayrı bir tesire maliktir.

 

Aktörünün şahsında ve sanatında muharrir, kıymetlerini aksiyon haline gelmiş billurlaşmış çizgilerini görür. Bu çizgilerin mükemmeliyeti muharrir ancak eser verdiği takdirde aldanmayacağı ve ihanete uğramayacağı hususunda bir şevk verir ki bu da, mesela bende olduğu gibi bir başlangıç vesilesi doğurabilir, yoksa insan, aktörü olmadan da istikbal için piyes yazabilir. Hiç oynamasa bile okunmak için yazar ve tiplerinin, göze ve kulağa hitap eden taraflarını okuyucunun muhayyilesine emanet eder. Fakat itiraf etmek lazımdır ki, aktör müşahhas bir örnek halinde çok defa sanat ile muharrir üzerinde gayet ameli mıknatısiyet kurar. Bu tıpkı bir medyumun medyumluk kabiliyeti ile manyetizmacıyı harekete getirmesine benzer.

Demek ki muharrir bir manyetizmacı ve aktör bir medyumdur?

 

Evet, aktör muharririn medyumudur. Her birinin sanatı kendi aleminde, müstakil birer sanattır ve asla birbirine tabi değildir. Birinin nasıl bir manyetizmacı, öbürünün de nasıl medyum olduğuna bakmak lazımdır. Kötü bir manyetizmacı karşısında iyi bir medyum ne kadar talihsiz ise, kötü bir medyum karşısında iyi bir manyetizmacı da o kadar bahtsızdır.

Sahne eserindeki maddi hareket bahsinde ne düşünüyorsunuz?

Ha, bakın bu çok mühim! Sahnede iki türlü hareket vardır. Maddi ve ruhi hareket. Seyircinin kültür ve anlayış seviyesi yükseldikçe meyli de, ruhi hareket cazibesine doğru gittikçe kayar. Fransa’da döner sahnesinin ilk tatbikinde, maddi hareketi çok zengin bir payesi halkın ıslıkla karşıladığını söylerler. Bence yüksek halk seviyesinin en asil tezahürü budur.

 

Maddi hareketin kaba ve kolayca temini kabil bir kıymet olduğunu şüphe etmemek lazım. İnsan dilerse sahnede bir sürü adamı öldürür, kavga çıkartır, fırtına, zelzele, yangın gösterir. Eşyanın her birini, birer vesileyle ayrı ayrı toplatır. Fakat olgun bir seyirci huzurunda bunların ne kıymeti olabilir? Sahnenin (Cowboy) filmlerinden ve cambazhane meydanından bir farkı olmak gerektir.

 

O farkı da ruhi harekettedir. Buna rağmen gayet şahsi ve yeni bir maddi hareketle ruhi hareket birbirini beslediği zaman, ideal sahne eseri doğmuş olur. Yoksa gaye sadece maddi hareketle olsaydı ve bu kadar kolay bir tarzda göz bağcılığın yapmaya her muharririn gururu ve telakkisi çabucak yatsaydı, her dakikası yeni bir hareket ve tablo çerçeveleyen eserleri, fırından ekmek çıkarırcasına çıkarmak iş bile olmazdı.

 

(Bir Adam Yaratmak) galiba (Tohum)dan çok daha uzun zamanda yazıldı.

Fasılalı çalışmalarla iki senede.

 

Eserinde el attığınız davalar var mı?

 

Var zahir.

 

Ne gibi, sorabilir miyim?

 

Allah, ölüm, sanat, sanatın çilesi, kadın, dost ve cinnet.

 

Fakat bunlar birçok meseleler.

Bütün bunların, kul mahsus yaratma hududunu zorlayan ve birden bire cinnetle burun buruna gelen bir sanatkârda nasıl bir vahdet arz ettiğini size eser söyleyecek.

 

İstikbal için yeni eserler düşünüyor musunuz?

 

İşim gücüm yalnız düşünmek.

 

Sevdiğiniz piyes muharrirleri kimlerdir?

 

Samimi olmak lazımsa, benim seven tarafım pek o kadar inkişaf etmiş değildir. Mesela birçoklarının bayıldığı (Pirandello)yu hiç sevmem. Talaştan çıkarılmış, Alman icadı ipekli kumaşlar gibi bence onun suni bir özü vardır. Fransız tiyatrosunda da beni kapmış ve sürüklemiş tek_tük eser hatırlıyorum. (Strindberg) ve (Ibsen) usanç verecek kadar bana tek cepheli ve tek sesli görünürler. Bunun için bin bir iptidailiğine rağmen (Shakespeare)e pes. Amerikalı (Oneyl) isminde modern bir muharriri pek beğeniyorum.

 

Ya Türk Tiyatroları muharrirlerinden?

Kimleri kast ediyorsunuz?

 

Umumiyetle soruyorum.

 

Böyle bir suale verilecek cevabım yoktur.

Türk Tiyatrosu hakkındaki fikriniz?

 

Bütün nispetler mahfuz olarak, yani memleketimizdeki birçok işlerin ve başka sanat şubelerinin kendi kendine nispeti önünde ileri müessese. Çalışan kendisini bir merkeze bağlayan ve vahdetle disiplini seven hamleler daima kazanacaktır.

 

Tiyatromuz devletleşmeli mi?

 

Bu yegâne çıkar yoludur. Fakat bir şartla. Devlet bu işe ismini ve himayesini vermek ve işi emin olduğu sanat ve fikir adamının iradesine bırakmak şartile… Başka türlü ne Türk aktörüne, ne de Türk tiyatro seyircisini ibda mümkün değildir.

 

 

Daha tasarladığım suallerden yarısını sormadan mümtaz şair ve edebin dostları geldi ve hasb-ı halimiz böylece kesildi.

 

S.SAN

Türk Tiyatrosu Dergisi

1938, Sayı: 85, Syf: 6-7

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Edebi Hayatımızda Bir Hadise

 

Necip Fazıl’ın “Bir Adam Yaratmak” piyesi çok muvaffakiyet kazandı

 

Şehir Tiyatrosu evvelki akşam Necip Fazıl Kısakürek’in (Bir Adam Yaratmak) adlı piyesini oynadı.

 

Daha piyes oynanmazdan evvel ortada alakalı ve münakaşalı bir hava vardı. Fikri bir hadisenin arifesinde olduğumuzu düşündürecek emareler eksik değildi.

Dedikodular şu şekilde idi : Piyes gazeteciler aleyhinde yazılmış, meslek küçük düşürülüyormuş.. Şehir Tiyatrosu’nun mecmuasında çıkan bir makale de bu dedikoduları haklı gösterince gazetelerden biri Necip Fazıl’a çattı. Diğer bir gazetenin de oyunun oynanmaması için teşebbüse geçtiği duyuldu.

 

Eğer dedikodu üzerine körü körüne böyle menfi yola gidilseydi çok yazık olacaktı. Çünkü (Bir Adam Yaratmak) piyesi, kıymetli bir sanat eseridir ve fikri hayatımız üzerinde durulacak bir hadisedir.

 

Necip Fazıl, büyük emeklerle eserini meydana çıkardıktan sonra işi tesadüfe bırakmamıştı. İlk oyunun seyircilerinden bir kısmını; edipler, sanatkarlar, psikoloji mütehassısları ve doktorlar, gazeteciler içinden birer birer seçmiş, localara yerleştirilmişti. Tenkit edecek, salahiyetteki seyircilerini böylece ilk akşam bir araya toplamıştı.

 

Diğer seyircilere gelince, bunlar da kendi kendilerine seçilmişti. Salondaki koltukların hepsini fikir gençliği doldurmuştu. Koltuklardaki vasati yaş otuzdan aşağı idi.

 

Gazetecilerden kendi meslekleri bakımından umumi bir alaka vardı. Adeta jüri halinde hükmedeceklerdi: Piyes mesleklerine dil uzatıyor mu, uzatmıyor mu?

 

Tenkitçiler, Necip Fazıl’ın bu piyesinde türlü türlü kusurlar bulabilirler. Fakat Necip Fazıl, en salahiyeti tenkitçi olan halkın imtihanını iyi geçirmiştir. İçtimai tahlillerle dolu bu kadar ağır bir mevzuun, seyircilerin hiç geçmez alakası içinde akıp gitmesini temin etmiş ve çok takdirli, sürekli alkışlar toplamıştır.

 

Seyirciye heyecan vermiş, düşündürmüş, başından sonuna kadar seyirciyi perde arkasında bağlı tutmaya muvaffak olmuştur. Tenkitçi zümre de, perde aralarında ve oyundan sonra bütün alaka ve münakaşalarını hep piyes üzerinde toplamıştır.

 

Necip Fazıl’ın mevzuu orjinaldir. Eser üzerinde çok çalışmıştır. Güzel ve sanatlı taraftarları çoktur.

 

Eser adeta Ertuğrul Muhsin için yazılmıştır. Piyesin bütün yükünü Ertuğrul Muhsin taşımış ve muvaffakiyetini temin etmiştir. Anne rolünde Neyyire Neyyir çok iyi idi. Cahide, Nevin Akkaya, İ. Galip, Talat, Mahmut gibi ikinci rolleri alanlar rollerini sevgi ile, muvaffakiyetle oynamışlardır.

 

Şehir tiyatrosu, dekorlarda vakitki gibi bu piyaste de çok muvaffak olmuştur.

 

Son söz şudur: Necip Fazıl ortaya yaşayacak bir eser koymuştur.

 

Eserin ilk telsilinden sonra yüz kadar üniversite talebesinin hazırladıkları bir çiçek buket Ertuğrul Muhsin’e verilmiştir:

 

_ Bu çelengi Türk tiyatrosunun temel taşı, eşsiz sanatkar Ertuğrul Muhsin’e üniversitelilerin yüreğinden kopan bir parça olarak takdim ediyoruz.

 

Üniversiteliler, bundan sonra, Necip Fazıl Kısakürek’e de bir buket vererek kendisini tebrik etmişlerdir.

 

25 Şubat 1938

TAN

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...