Jump to content

Cahit Koytak Hayatı ve Şiirleri


semuel

Önerilen Mesajlar

1949 yılında Erzurum'da doğan şairimiz, ilk ve orta öğrenimini de bu kentte yaptı. İstanbul Teknik Üniversitesi Kimya Fakültesi'nden 1973 yılında mezun olmasından sonra, kısa bir süre mühendislik yaptı ve ardından serbest ticarete başladı. Çeyrek yüzyılı aşkın bir süredir, görünürde ticaretle uğraştı.

 

Yazı hayatı, yirmi iki yaşında Sezai Karakoç'un Diriliş Dergisi'nde yayınlanan ilk şiirleriyle başladı. Sonraları ürünlerini 1977'den başlayarak Kriter, Yönelişler; Kelime ve Yedi İklim gibi dergilerde yayınladı. Cahit Koytak'ın kendisi; "İlk Atlas'tan sonra çeşitli dergilerde (Dergah, Defter, Kayıtlar, Kaşgar v.b) yayınladığı, 2-3 kitap olabilecek hacimdeki şiirlerinin, yeni bir atlas olarak kitaplaşması için, bazı haritalara, bazı zayice planlarına ait kayıp parçaların ortaya çıkmasını beklediğini" ifade etmektedir. Daha ilk şiirlerinden başlayarak bir özgünlük ve yoğunluk sundu okurlarına. İlk şiirlerinin yayınlandığı adres olan Diriliş bile tek başına bize O'nun şiirinin kalite düzeyi hakkında bilgi verebilir. Otuz yıla yakın bir süredir şiir yazan / yayınlayan bir şair olan Koytak, tek şiir kitabı olan İlk Atlas' ı 1990 yılında, Ahmet Kot'un yönettiği Yazı Yayıncılık' tan çıkardı.

 

Şairliğinin yanı sıra, Koytak aynı zamanda usta bir çevirmen olarak karşımıza çıkıyor. İngilizce ve Fransızca'dan önemli çevirileri bulunan Koytak, 1988'de Türkiye Yazarlar Birliği tarafından "yılın mütercimi" seçildi. Frantz Fanon'un "Siyah Deri Beyaz Maskesi" burada anmadan geçemeyeceğimiz değerli bir yapıtıdır. Fanon çevirisinden daha önemli bir çalışması ise Ahmet Ertürk ile birlikte hazırladığı Muhammed Esed'in The Message Of The Qur'ân'ıdır. Kuşkusuz bu yapıt ile Türkçe Kur'an çevirilerinde yeni bir döneme girilmiştir. Esed'in İngilizce'ye çevirirken gösterdiği titizliği onlar da dilimize aktarırken gösterdiler. On yıla yakın bir süre üzerinde çalışıldığını belirtirsek ne kadar titiz olduklarının anlaşılmasında kolaylık sağlamış oluruz.

 

 

 

'Orada Ağaçlar Nice Ve Çiçekler Nasıl?'

 

Cahit Zarifoğlu'na

 

Ormanın yüreğinde bir pınarsın

Bülbüllerin hüzünle

Tanrıyı övdüğü yerde

İççeken borazanların. Udların

Ve pars diyorsun - uyuyakalmış parsın

Nergisin

Ermiş erimiş timsahın

 

Rüzgâr münzevi ıslığını getiriyor sadece

Münzevi titrek derin

Adsız bir şüphe gibi hayata karşı

Müptedi imanını sınayan

Yârenlerin

 

Sen uyku tutmayan yolcusu güvertelerin

Çatıkatlarının ve steplerin

Nâsıra'dan geceyarısı geçiyor

Ve uğramıyor dünyaya

Senin trenin

 

Issız bir istasyon vadide

İpince yağmur

İstim fener ve çıngırak

Herşey hazır

Bekliyor bedeviler seni

Galileli çobanlar

Kurtlar rengeyikleri

Boynunda iki hayatın süsleri

Ganimetleri

Sen yüreklere inmede mâhir

Sen seslerin sözlerin prensi.

 

 

Bir Prens Olduğun Belliydi İki Kanadını Verdin Üç Arkadaşa

 

Cahit Zarifoğlu'na

 

Kırk yıl

Ve yedi yıl

Seni kuğular çağırdı yolu bitirdin

Sen güvey müthiş kanatlı

Çocuklara âhenk

Ve sancı dağıtan

Ormanı gezmeye çıkan ağaç

Büyük kardeş

 

Koş artık uykular tutamaz seni

Menziller tutamaz

Ne güzel sözlerin cinleri

Ne Strasburg ne Baden

Ne beşyıldızlı moteller çarmıhlar

İmza günleri

 

Kırk yıl

Ve yedi yıl

Kimse senin kadar yakıştıramadı

Gurup rengi bir fular gibi

Boynuna ölümü

 

Sen uçurtmasıyla cenge katılan

Göğsünde âhenkler akrepler

Yıkıldın - korkma !

Yine göklerde uçurtman

 

Kırk yıl

Ve yedi yıl

Tanrı denedi

Ve içlerine 'kartal sürüleri' saldığın

Küçük oğlanlara bıraktı seni

Güvercin sekişli küçük kızlara

 

Sen avcı leopar yürekli

Tüfeğinden tüyler üveyikler fışkıran

Valsler borazan çiçekleri

Gittin ve birlikte götürdün sırrını

Yürüyüp ormandan içeri

 

 

 

Poesie Demoniac

 

Bir insan boyu yukardan geçiyorum toprağı,

Dünyanın ışığı arkamda kalıyor hep:

Yanlışlar ve doğrularla boyanmış dünyanın.

 

Şeylerin titreyen örtüsü üzerinde

Dayanmak ve durmak bilmeyen

'Düşünce'yim ben.

 

Çıplak kuru bir kemik,

Üzerine söz yazılmış deri,

İnsan beyniyle beslenen ejderim.

 

Saf olmayan,

Ama saflığa çağıran sanat,

Acı veren tutkuyum,

Maskeler çizen sözlerle.

Yüzlerin ve maskelerin birliğiyim.

 

Kusursuz bir cinayet tasarlar gibi

Ölçerek atıyorum adımlarımı.

Dokunduğum şeylerde,

Bozduğum sûretlerde

Yok ederek parmak izlerini

Küçük, sıradan hayatımın.

 

Varım, çünkü yoğaltıyorum dünyayı.

Kader yetişemiyor bana:

Çünkü tırmandığım yolları,

Çıktığım her zirvede zekayı

O örümcek ağırdan merdiveni

Dönüp yukarı çekiyorum hemen.

 

Ve arkamdan üst üste koyarak

Güzel ve çirkin demeden milyonlarca hayatı

Tırmanıyor kader,

Hatır gönül dinlemeyen avcı,

Almak için boynumu kıran ipten

Ta burçlara astığım

Bu cansız silueti.

 

 

Yalnızlık Kayzer'den Daha Güçlüdür

 

Yalnızlık Kayzer'den daha güçlüdür

Ve Roma'dan daha uğultulu

 

Yastığa gömebilir misin onu?

Duvara asabilir misin?

Bir âyin elbisesi

Ya da bir geyik postu gibi?

 

Ruhundan sızarak senin

ve belkemiğinden

Odanı dolduracak

belki de dünyanı

Ve üstüne çıkaracak

tekneni, dalgaların

 

Yalnızlık...

Bitişik yataktaki hasta:

Başının altında elleri

Ve gözleri tavanda - sabaha kadar

Alçak sesle

Tanrı'yla konuşuyor

Ve bazen de seninle.

 

 

Hepimiz Hrant’ız’ bence ne demektir?

 

 

Sevgili eşine yazdığı o, yürekleri dağlayan mektubuyla bu şiire esin veren Rakel Dink Hanımefendi’ye…

 

seni tanımıyordum, Hrant,

yeterince tanımıyordum, evet,

fakat gördükten sonra o gün

küskün bir çocuk gibi orada,

kaldırımda,

yüzükoyun uzanmış, öyle büyük,

destansı,

öylesine tıpatıp kendine, özgürlüğe,

hak edilmiş onura benzeyen bir

erinçle

uyurkenki resmini,

 

 

 

hani, yalnız kendine değil, hayır,

ölecekse, ölümü, iyi, güzel ve doğru

bir şeyler uğruna olsun isteyecek

herkese,

yani her ölümlüye benzeyen

güzellikte…

ve kuşkusuz, en çok da, mahallenin

bıçkınlarıyla, efeleriyle

baş edemediği için

hırsından gizli gizli ağlayan,

kendi yüreğini kemiren,

gün günden budandığını,

yontulduğunu

ve lokma lokma yutulduğunu

hisseden

mahallenin sessiz çocuklarına

güç veren dirilikte uyurkenki resmini

gördükten sonra o gün,

 

artık diyorum ki, kendime:

vursalardı beni de, Hrant gibi,

ben şahsen, zaptiyenin

örtbas muşambasıyla değil, hayır,

Agos gazetesiyle

örtsünler isterdim cesedimi;

 

Agos gazetesiyle örtsünler, ne fark

eder,

yalnızca, senin gibi, perçemim,

potinlerim,

bir de - biraz iş çıksın diye

yoksul şairciklere,

çömez muhabirlere -

benim de potinlerimdeki

iki romanesk delik

görünecek biçimde…

 

ki, böylece, resmin geri kalan kısmını

güvercinler doldursun!

senin o, İsa Peygamber’inkini andıran

yakışıklı alnını

kanatıncaya kadar duvara vura vura

sonunda kalbimizde açmayı

başardığın

mucizevi gedikten

gökyüzüne saçılan güvercinler...

 

hani şu, sen susunca, senin o

koskocaman,

o, Tanrının eliyle okşanmışçasına

sıcak

olduğu anlaşılan yüreğinin sesini,

‘sessizliğin sesi’ni, sonsuzluğun sesini

açıkça işitilir kılan,

daha gür, daha beyaz,

daha cesur kanat vuruşlarıyla

gökleri çatırdatan

‘tedirgin güvercinler’...

 

seni tanımıyordum, fazlaca

tanımıyordum, fakat

vursalardı beni de, Hrant Dink,

senin gibi,

her şeyi göze alıp, cenaze namazımı

Tanrı’nın ‘Meryem Ana’ evinde

o evin avlusunda

kılsınlar isterdim, ‘bizimkiler’!

kılsınlar, ne fark eder?

kılsınlar ki, böylece, Tanrı’yı

bir mülk gibi

çitlerle çevirmeye kalkışan ferisiler

bütün mülklerin, mabetlerin

O’na ait olduğunu bilsinler!

 

seni tanımıyordum evet,

tanımıyordum, fakat

seni, öyle haksız, öyle mızıkçılıkla

oyundan çıkarılmış bir çocuk

gibi gördükten sonra, dostum,

büyük kalkış gününde

aynı oyuna çağırılan iki kafadar gibi

kalkıp da koşabilmek için

sana komşu mezardan,

belki daha cesur, daha kanatlı şeyler,

delice mizansenler hayal etmeli

ve diyebilmeliyim ki,

 

vursalardı beni de, senin gibi,

bu yaşlı şakağımdan,

benim de, o güvey uykusunun

tadından,

o gençlik, güzellik uykusunun

tadından

adını, kimliğini unutan cesedimi

bir ‘karambol’ eseri

Balıklı Mezarlığı’na defnetsinler

isterdim;

üstümü de, meselâ, Lavtacı

Nazaret’in,

Hamparsum’un, Nikolaki Ağa’nın

iyi cins bir vatan toprağı gibi demli

ve bir rast semai gibi ağır, kederli

‘ermeni’ toprağıyla örtsünler!

evet, evet örtsünler, ne fark eder?

 

örtsünler ki, böylece, efeliğin şanını,

kanın ve kanla karılmış gücün

verdiği sarhoşluğu burada

kurtlara, çakallara, şahinlere bırakıp

büyük göç katarına katılmasını bilen,

yani senin gibi, Hrant Dink,

şakaklarında ve potinlerinde delik,

ama boyunlarında

ne haç, ne ay yıldız,

ne süleymanın mührü,

simurgunu arayan bütün kanatlıların,

bütün ‘tedirgin’ sakaların,

bülbüllerin, çayırkuşlarının

ve güvercinlerin

orada, ‘eskilerin’ sözüyle,

‘sınıfsız ve devletsiz’,

çitsiz ve çepersiz çayırlarında,

ebediyetin,

kendi soylarına soplarına boş verip,

sabah akşam yalnızca

Tanrının adını yücelttiklerini

öğrensin zeolotlar!

 

ve simurgun gökçe diriliğini,

gökçe doğurganlığını,

ölülere yaşama, taşlara kanatlanma

tadını veren bir neşide olarak

eklediklerini

sabah akşam ötüşlerine…

 

CAHİT KOYTAK, 26 Ocak 2007

“YOKSULLARIN VE ŞAİRLERİN KİTABI’

 

 

Agos

Hrant'ın Ardından Sayi:567-09 Şubat 2007

 

 

 

Örtücü Entelijensiya

 

bir gazeteyle her şeyi örtebilirsiniz,

ağaçları, çiçekleri, çimenleri örtebilirsiniz;

boydan boya bütün bir manzarayı,

baştan sona bütün baharı,

bir uçtan ötekine tüm memleketi,

hatta efsane tadına ulaşıncaya kadar

gerilere doğru tekmil tarihi

bir gazete kâğıdıyla örtebilirsiniz,

sahipsiz bir cesedi örter gibi,

gün ortasında

kalabalık bir kaldırımda…

 

ama kuş seslerini örtemezsiniz,

ezan seslerini, çan seslerini örtemezsiniz,

rüzgârın uğultusunu, göğün gürültüsünü,

rahmetin çatılarda, kaldırımlarda,

taşların ve kalplerin üzerinde şakırdayışını,

örtemezsiniz, beyler,

örtemezsiniz gazete kâğıdıyla!

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Neyi Ki Çok İstersen

 

Neyi ki çok istersen

Verir sınamak için

Neyi ki çok istersen

 

Nice dertlerden sonra

Yurduna dönenlerin - yıkık

Omuzları gibi

Şu alçalan tepeleri

 

Ve onları akşamın kırbacıyla

Yaralayan - şu umursuz

Göğü bile

 

Koyar sınamak için

Küçülte küçülte

Bir çiğ damlası gibi

İstersen avucuna

 

Olanca ağırlığıyla onu

Kaldırabilirsen eğer

Şiirin ince parmaklarıyla

Ya da sabrıyla - Ömür boyu

Tutulmuş bir çığlığın

 

Ve koyabilirsen eğer

Bir seher vakti onu

Tanrı aşkıyla ürperten

Bir gülün dudağına

 

Cahit Koytak

Korkuyorum

 

Upuzun soluk günler

Artık ne gencim

Ne yeterince yoksul

Ne de yollara düşecek kadar budala

Ne olacağım Yarab!

O hercaî bulut tepemde hâlâ

Otuz yedi yaşındayım:

korkuyorum.

 

Cahit Koytak

 

Sisle Örtülü Yollar

 

Gecenin Sahibi

Ağustos böceğinin yüreğine

İndiriyor sırrını

Ve ağustos böceği

Sesine ardıç ağacının

Bilgeliğini katıp

Ateşten cümlelerle

Tanrı'nın sözlerini öğretiyor

Öteki böceklere

 

Sessiz ve uzun hıçkırıklar

Sessiz ve uzun

Yıldızların kristal hıçkırıkları

Böceklerin mahzun

 

Ağustos böceği, sesine yıldızların

Parıltısını katıp

Tanrı'nın yollarını gösteriyor

Yolunu kaybedenlere

 

Sisle örtülü yolları O'nun

Yanından geçip giden

Dipsiz uçurumların

 

Sisle örtülü yollar

Sisle örtülü her şey

Sisle örtülü ruhum.

 

Cahit Koytak

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...