Jump to content

Yokoluşa Doğru


umuayy

Önerilen Mesajlar

Herşey bir boşlukla başladı... Hiçbirşeyin olmadığı ama tüm varoluşu özünde bulunduran bir boşlukta başlangıç vardı...

 

Öyle bir boşluk düşünün ki; renksiz, ışıksız ve bilinçsiz olsun...

 

Ve o boşluğun içinde sadece ve sadece tek bir zerre, tek bir molekül ya da, tek bir canlı hücre bulunsun...

 

Ve o tek kara lekede; katlar, spatyomlar, araflar, cennet ve cehennemler, evrenler, galaksiler, yıldız sistemleri, kara delikler, güneşler, gezegenler ve tüm varolacak yaşamlar bulunsun...

 

Sonra bir an; zamansızlığın içinde tek bir an; Ve o; O tek anda; Varlığın olmasını düşündü; Ve herşey orada ve o anda başladı...

 

Bunun adı varoluştur, “Büyük Patlama”dır, ya da “Ol” dediği için oluşan “Yaradılış”tır.

 

Peki acaba öyle miydi gerçekten ?

 

Yoksa herşey, her formda her an zamansızlık içinde sonsuz olarak; başlangıçsız ve sonsuz daima varmıydı ? Bilmiyor gibiyiz alemlerin var edilişini ama sır içimizde, özümüzde saklı; Öz bilincimizin derinliklerinde ilk andaki haliyle duruyor.

 

Bu dönemde, 15 ya da 20 milyar yıl evvel evrenin varolduğunu sanıyoruz. Bu sayı; o kadar uzak ki bizlere; anlam dahi taşımıyor, Asıl bizleri, daha doğrusu bazılarımızı meraklandıran ve arayışlara götüren kim olduğumuz, nasıl ortaya çıktığımız, geçmişimizde nelerin olduğu ve gelecekte nelerin olacağı...

 

Yani nereden gelip, nereye gittiğimizi merak ediyoruz...

 

Zaman bizim en büyük sorunumuz ve sıkıntımız... Bu mavi-yeşil kürenin üzerinde, kısacık bir an yer alıyor ve sonra adını ölüm koyduğumuz bir dönüşümü yaşamanın zorunluluğu ile yaşamdan, sevgiden uzaklaşıyor, anlaşılamaz korku dolu bir hale geçiyoruz.

 

Geçmişle, gelecek arasında sıkışıp kalmış kısacık zamanda, kozmik zamanı merak edip, anlamaya çalışmak gerçekten çok güç...

 

Kozmik takvimle, insan takvimini bütünleştirip aradaki bağlantıyı bulmak, ancak tanrısallıkla veya kapsamını henüz tam olarak anlayamadığımız evrensellikle ilgili...

 

Ama kozmosla aramızda tek bir bağ var; atomlar... Yani makroevrenle, mikroevrenin tam ortasındaki nokta;

 

İnsan tek bir atomla başlayıp; bedeninin dışındaki atomlarla beslenerek büyüyor. Yani gıdasını özümlüyor. Dıştaki veya içteki atomlar temelde farklı değildir; doğadaki herşeyde, dağ, ova, toprak, ağaç ve suda, her eşyada bulunan atomlar birbirinin aynıdır; ve her atom diğerleriyle alışveriş veya iletişim halindedir...

 

Ama tek bir farkla;

 

İnsan bedenini oluşturan atomların yeteneği, diğerlerinden bir noktada üstünlüğü ile ayrılır; İnsan atomları dışardan aldıkları etkileri veya iletişimin sonuçlarını, duygularımız yoluyla zihnimize, düşüncelerimize taşırlar. Bu atomlar ve onların parçacıkları, şuurlarımıza doğrudan etki yaparlar ve onu yani şuuru oluştururlar ve bir anlamda da tek yetkilidirler.

 

Yani, bize özgün bir dili olan atomlarımız vardır; öyleyse; kozmosun diğer tüm atomları bizlere ancak ve ancak bizim atomlarımız aracılığı ile ulaşabilirler veya iletişim kurabilirler. Daha açık olmaya çalışalım; bu; bizim veya bizim gibi canlıların atomik, ya da kuantsal özel yapısallığını gösterir. Bu özelliğimiz; işte bizleri şuurlu canlı yapar ve bu şekilde dünyamız üzerinde bildiğimiz insandışı diğer canlı türlerinden ayrılız.

 

Dikkatli olursak, anlarız ki, bedendışı herşeyle olan ilişkimizi ancak özel çevirmenlerimiz olan atomlarımızla kurabiliriz. Maddi bedenimizle kozmosla başka bir ilişki yolu kurmamız mümkün değildir. Bir başka tanımla; bedenimiz kuant enerjisiyle çalışan bir enerji perdesiyle veya barajıyla çevrelenmiştir. Bu enerjinin türü, frekansı veya titreşim sayısı dış enerji türlerinden farklı ve özeldir...

Burada en önemli soruyu sorabiliriz...

 

Acaba, kendine insan adını takan bizler, bu şuursal engel yüzünden kozmosla ilişki kurmamaya mahkum muyuz ve bu atomik hücrenin dışına çıkmanın bir yolunu bulamazmıyız ?

 

Hızlı ve tartışmasız bir cevap verelim...

 

Hayır ama materyalist dünya düşüncesi ve bedensel düşünce biçimiyle hayır, diyebiliriz. Çünkü genelde daima özel enerji alanımızın yani şuurumuzun etkisinde kalarak düşünürüz. O zaman da, cevap hayırdır.

 

Oysa, hergece bizler; bu amansız enerji perdesini mükemmelen aşar ve bir başka frekansa geçer ve de adına uyku dediğimiz o anlarda, gündüzleri yaşadığımız şuur halinin dışına çıkabiliriz. Rüya ise, uykudaki şuurun daha da doğrusu; bize her an kozmostan çeviri yapan atomların çeviri yapmadıkları anlardır. Yani orjinal metinlerdir diyebiliriz...

 

Demek ki rüyaları anlamamız için; kozmik dili bilmek gerekir. Üstelik, her insanın; atomik titreşim sayısı farklıdır, yani biri diğerine uymaz. İşte bu yüzden de, rüyaların dili her insan için farklıdır. Genel rüya yorumu bu nedenle yapılamaz.

 

Kozmik dili konuşabilmenin veya özgün enerji perdemizi aşıp, kozmosla doğrudan ilişki kurabilmenin yolları vardır. Ama bu yollar, asla birbirlerine benzemezler ve çok az olarak aynı yerlere ulaşabilirler...

 

Çünkü kozmos ve kozmik düşünce türleri sonsuz olduğu için, ulaşılacak sonuçlar veya ilişkiler de sonsuzdur. Önce bunu kavramak gerekir. Bunu idrak etmek öncelikle ve öncelikle bize kozmik insan olmanın yolunu gösterir. Ama bu bir istekdir, arzudur, daha da ötelerde amaç olabilir. Böyle bir arzusu olmamak veya bu tür amaca yönlenmemek ayıp veya eksiklik değildir. Fakat, aynı şekilde yönlenmek ve kozmik şuurlanmayı amaç edinmek de ayıp olmadığı gibi, anormallik de değildir.

 

Yaşayan hiçbir insan, bir diğerini bu nedenlerle suçlayamaz ve yargılayamaz. Çünkü geçmişte ruh dediğimiz, şimdilerde ise çağdaş terminoloji gereği şuurlu enerji dediğimiz ölümsüz varlığı ancak ve ancak onu yaratan yargılayabilir...

 

Bu kesindir... İşte bu nedenle hiçbirimiz O’nun adına karar veremez, yargılayamaz ve mahkum edemeyiz, ne Papa, ne bir Guru, ne de şu veya bu Hoca ya da Molla bu yetkiye sahip değildir...

 

Öyleyse burada anlarız ki, düşünce yargılanamaz ve asla mahkum edilemez. Bilebildiğimiz veya idrak edebildiğimiz kadarıyla, kozmosda yaradılıştan zarar verici ve yıkıcı hiçbir güç veya varlık yoktur. Gezegenler, galaksiler ve kara delikler birbirlerine kasıtlı olarak zarar vermezler. Herşey kendi varoluşu ve yasaları içinde varolur.

 

Bugün burada bulunuşumuzun amacı ve hedefi, doğrudan doğruya kozmik şuurlanmanın mümkün olup olmadığının ortaya konması ve gerekliliğidir. Bu noktadan yola çıkarak bugün; kapısını açmak üzere olduğumuz “Yeni Çağ”ın veya 2000 yılı insanı olmanın koşullarını düşüneceğiz. Buraya kadar herşey; isteklere, inançlara ve inançsızlıklara kalmıştır ama 2000’lerin getirdikleri evetlerin ve hayırların dışında, kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımıza gelmek üzeredir.

 

Plato, binlerce yıl öncesinde yaşadı, o birbirini izleyen kozmik çağların olduğuna inanıyordu. Evrensel ruhun ölümsüz olduğunu belirtiyor ve insan yaşamın dönem dönem burada varolup, yokolduğunu söylüyordu. Platon´ya göre her 36.000 yılda bir insanlık yokulup, yeniden sıfırdan başlıyordu. Çinli Bilge Lu-Chuan 29.000 yıllık, Rodoslu Astronom Lindos 90.000 yıllık, Ptoloeme 28.800 yıllık çağlardan söz ederler. Orta Çağ´da 26.000 yıl çağ süresi olarak kabul gördü, ünlü astronom ve astrolog Tycho-Brahe kozmik takvimi 24.120 yıl olarak belirtirken. Modern astronomi aynı süreyi 25.411 yıl olarak kesinleştirmiş durumda...

 

Bilimsel olarak belirlenen bu süre, Zodyak denen burçlar kuşağında Güneş Sistemi´nin dönüş süresidir. Yani dünya kendi dönüşü dışında Güneş Sistemi´nin galaktik dönüşü ile beraber dönmektedir. Buna göre; Güneş Sistemi kendi galaksisi yani Samanyolu Galaksisi çevresinde dönerken, yaklaşık 2.100 yılda bir burç

değiştirmektedir. Bu hesaba göre dünya veya Güneş Sistemi şu anda; geleneksel olarak Kova Burcu geçişinde ya da, çağında bulunuyoruz. İsa´nın doğumu ile Balık Burcu çağı başlamıştı, yani 2.000 yıl öncesinde.. Hıristiyanlığın kutsal sembolü “Ictheos” yani balıktı, bunun Grekçe´deki karşılığı “Christos” olarak bilinmekte .

 

Gerçekte, Kova Çağı´nın başlangıcı kesin olarak belli değildir.Ama genelde, 19.Yy´ın ortasında başlayıp, 21.Yy´ın bitiminde sona ereceği kabul edilmektedir.

 

Hind, Buda öncesi Çin, Meksika, Roma, İbrani, Hawaii, İzlanda, İslam, Maya, Kuzey Borneo, Konfüçyüs Çini ve İskandinav mitlerinde dünyanın daha önceki uygarlık dönemlerinden söz edilir...

 

Örneğin; önemli bir Skandinav miti olan Volpuspa´da dünyanın kaderinin tanrılar tarafından çizilmiş olduğundan bahsedilir ama bu kader daha önceki insanların yaptıkları yüzünden böyle belirlenmiştir. Çünkü insanlık daima uygarlaşmış ve sonunda yanlışa yönelerek gerçekte kendi kendisini yok etmiştir. Son yaklaştığında daima benzer şeyler olmaktadır; moral, güven ve sevgi sıfıra inmekte, kardeşler birbirini öldürmekte, dostluklar yerlerini saygısızlık ve istismara bırakmakda, cinayet, savaş ve kan dökmeler her an yaşanmakta ve daha da önemlisi savaşlar mazeretlerle haklı gösterilmektedir. Bu duyulmamış kuzey efsanesi, sanki bugün için yazılmış gibidir. İnsanlığın şu anki durumuna tıpatıp uymakta üstelik eksik bile kalmaktadır.

 

Bunları yazarken içimden isyan etmek geliyor çünkü ben de bir insanım ve cevap alamayacağımı bile bile soruyorum?

 

Hiç mi başaramadık ? Bir kez olsun bu amansız çemberi kıramadık mı? Ya başarınca ne oluyor ? Bunu da bilemiyorum ama hissediyorum. Belki ruhsal öğretiler daha rafine olur, belki bu bilgileri getirenler ve savunanlar daha sevecen, daha hümanist ve daha bir bütünlük içinde olurlarsa ve ruhsal düşünceler daha etkili, daha çözümcü ve daha ayağı yere basar olursa belki ama küçücük bir belki; bu defa acaba başarılı olur muyuz ?

 

Kısacası tüm bu kaynaklara göre, bizler kozmik bir dramız...

 

İlahi bir dram...

 

Dünyanın veya insanlığın şu andaki en büyük eksiği ya da yoksunluğu “anlayış”tır. Bu tek kelime inanılmaz biçimde önemli ve gereklidir. Yükselen güçlü ve parlak uygarlık, devletleri ve inançları yönetenlerin ve yöneteceklerin anlayışsızlığı nedeniyle yararsız olmaktadır...

 

Ulusların büyük bir kısmının ümitsizliği ve gelişmiş ulusların umursamazlığı ve de kendi hükümranlıkları veya çıkarları uğruna sadece kötüyü düşünmeleri birçok mitte ve birçok mitsel anıda yer almaktadır...

 

Şimdiki gibi...

 

Ebedi ve sonsuz varoluş ve doğuş yasasının gereği olarak Atlantis ve Tufan mitleri örnek olarak anımsanmakta ve bir tür uyarı niteliği taşımaktadır. Uyarı bizleredir yani günümüz uygarlığına, çünkü bizler dönem sonu insanlarıyız. Anlatılanlar, geçmişle olmuş olaylar değil, gelecekte olacak olan olaylardır.

 

Eğer bir katastrof, günümüz uygarlığını yokedecek olursa, öncelikle tüm kitaplar, bilgisayar kayıtları tümüyle yokolacaktır. Çünkü, bunlar en dayanıksız materyallerden yapılmaktadır. Bir cd, soğuk, sıcak, nem veya en azından güneş ışığı tarafından dahi bozulmakta, kitaplar ise kağıttan, yani en dayanıksız maddeden yapılmaktadır. Taş tabletleri bize ulaştırabilen Sümerler kadar dahi şanslı olmadığımız görülüyor. Ama öte yandan, acaba bilgilerimizin saklanabilmesi gerekli midir ?

 

Yani, evrimsel kurallar, karmalar ve enkarnasyonlar sonucunda, yine aynı noktalara, bilgilere ulaşılacaktır. Öyleyse, önemli olan bu tür buluş ve bilgiler değil, belki de önemli olan ve bence kesin olan ruhsal gelişimin sonucunda farklı formlarda veya katlarda olabilmektir. Ama nasıl ?

 

Cevap yoktur? Ya da herkes, kendi inancı doğrultusunda zanlarla cevabı bulduğu kanısındadır... Daha da kısası, yol bilinmekte ama nasıl gidileceği bilinmemektedir...

 

Geçmişle geleceğin aynı olabileceğini bir kez daha düşünmeliyiz...

 

Sahi, biz nereden geldik acaba buralara...?

 

Dört ayrı kuramımız var, bilimin ortak görüşüne göre...

 

Birincisi, biz doğal yasaların uzay ve zaman içindeki doğal bir sonucuyuz. Yani türümüz yokolsa dahi, doğal evrende yine oluşacak ve üreyeceğiz, virüsler gibi...

 

İkincisi, jeolojik oluşum yaşam için nerede olursa olsun uygundur, yani mikro organizma daima varolacağı için yaşamın olması gerekli ve kaçınılamazdır...

 

Üçüncüsünde yaşam, izlenemez bir prosese sahiptir. Yapısında doğmak, evrimleşmek, ölmek, yokolmak ve yeniden doğmak vardır. Bu yüzden yaşam varolacak, muhakkak yokolacak ve sonra yeniden başlayacaktır...

 

Sonuncu katastrofik kuram ise; dünyanın daima şu anda olduğu gibi olduğudur. Yani yaradılıştan beri doğal farklılıklar dışında aynıdır...Gezegenin zamanı yörüngesel ve galaktik olarak programlıdır. Bu değiştirilemez süre bittiğinde ve koşullar tümüyle değiştiğinde, yaşam da biter. Sonra bir yenisi başlar...

 

Bir başka dünyadışı uygarlığın uzantısı, dölleme, tohumlama veya sürgün, hangisi olursa olsun, artık fantazya boyutundan dışarılara taşmaktadır. Ama hala, bilim-kurgu sayılabilir. Bilim değişiyor ve bu çok önemli bir gelişimdir; zira o zaman tutuculuk, kalıpçılık ve inat bili adına ortadan kalkıyor demektir.

 

Artık mental dünya ve mental transformasyon zihniyetinden çıkıyor, imajinasyon dünyasına geçiyoruz. Yavaş yavaş da olsa evrenin düşüncelerimizde varolduğunu

öğrenmeye başladık. Bu düzeyde, evreni artık idrak edebilir, sonsuz boyutları güncelleştirebiliriz.

 

Bu yeni anlayış; doğu din ve inançlarının, batı mistisizmi ile buluşmasından doğmuştur. Newton´dan bu yana, bilim ampirizmi bırakmaya başlamış, yani kesin bilinen şey orada bırakılmamakta, sayısız deneylere ve geliştirici istatistik sonuçlara devam edilmektedir. Ve artık birçok uygar kesimde objektivizm ana ilke olarak kabul edilmiştir. Daha da doğrusu, inançlar dahil, her kabullenilmiş olgu reforme edilebilir ve yerine daha iyisi konulabilinir olarak düşünülmektedir.

 

Astroloji´nin esoterik ve akademik alanında, büyük adımlar atılmaktadır. Kitle ve alan astrolojisi gittikçe daha yaygın ve geçerli olmakta, istatistik ile buluşarak doyurucu ve etkin sonuçlara ulaşmaktadır.

 

Gelecek düşündürücü ama korkutucudur. Astrolojik tahminlerin dışında da böyledir. Şimdi görüyoruz ki, son 80 yılda insanlık freni patlamış bir araç gibi yokuş aşağı gittikçe hızlanmaktadır. Bir yere çarpmak her an mümkün olduğu, gibi bize çarpılması da olasıdır. Hızla yayılan ruhsal, hümanist ve evrensel yardımlara veya düşüncelere rağmen hız kesilmemekte, en büyük kötülükler göz göre göre yaşanmakta ve ne yazık ki, tepkisiz kalınmaktadır. İşte kıyametin provası budur.

 

Söylenecek o kadar çok şey var ki...

 

Bütün bunlar ve benzerleri, spiritüalizma´nın son elli yıl içindeki karakteristik yapısının, çoktan değişim sürecine girmiş olduğunu ve dervişan bir spiritüalist anlayışın hiç bir işe yaramadığını göstermiş ve göstermektedir. Bu, yanlız bizde böyle değildir. Batıda da böyledir. Ama elbette ki, gelişen medya ve teknolojinin yayılımı ve duyuruyu etkilediği de unutulmamalıdır.

 

2000’lerde, spiritüalist anlayış elbette farklı olacaktı, tüm inançlarda, ideolojilerde ve anlayışlarda olduğu gibi... Ama ruhçu yaşam ideolojisi gezegeni ve uygarlığı kurtarmaya ve şu an yaşadığımız ve yaşayacağımız tehlikeleri yok etmeye henüz yeterli değildir...

 

Spiritüalizm; bir yaşam biçimidir ve özünde öte dünya ile ille de ilişki kurma gereği değil; insanlığın ölüm öncesi ve ötesinde, varoluşundan geleceğe kadar reenkarnasyonlar zinciriyle tek bir şuurlu varlık olduğunu ya da olması gerektiğini ima etmekte ve anlatmaktadır. Ve bu varlığın kozmosla düzeysel bir ilişkisi olduğunun idrak edilmesi istenmektedir.

 

21.Yüzyıl insanı, artık varolma amacını sürdürebilmek için, enformasyon insanı olmak zorundadır. Artık, belli bir inanç ve felsefenin bağrına sığınıp, küçücük mahallerde küçücük tatminlerle yetinmek yeterli değildir. Örnek olunmak isteniyorsa, görülmek ve dinlenmek şarttır...

 

Ruhsal tebliğlerin içinde olanlar iyi bilirler...

 

Beyti Dost´un "... dünyaya buradan açılacaksınız..." sözcüğü...

 

Sadıklar planı´nındaki, "... bilgilerinizi, yaşadıklarınıza uygulayınız..." önerisi...

 

Turhan Olgaç´ın "Şuurlu İnanç"ındaki, "... bilgilerimizin doğruluğu, bildirilenlerin tatbiki sonucunda alınacak sonuçlardan belli olur..." içerikli bölümü...

 

Silver Birch´ün "... birazcık ışık özlemi çeken milyonlarca insan var, ruhsal zenginlikleri sunmak zorunda olduğunuz çok kişi var.." cümlesi...

 

Ve daha birçokları...

 

Dinsel fanatizm tüm dünyada ve özellikle orta doğu´da ve hüzün verici ama öncelikle yurdumuzda, şiddet ve hırsla gelişme çabasındadır. Atlantis Miti’nin son döneminde olduğu gibi. Bir yanda manevi fanatizm, öte yanda seks ve paraya dayanan maddi fanatizm nedeniyle, tutunacak bir dal yoktur. Karizmatik liderler dahil, hiçbir lider dünyada kalıcı olamamaktadır artık, Mao, Lenin, Churchill, Tito, Mandela, Kennedy, Lincoln ve ne acı ki Mustafa Kemal ATATÜRK...

 

Oysa, şu anda gezegen üzerinde gerçek ve gerekli lider yoktur. Yerine daha iyisi ve daha üstünü konulmadıkça, yaptıkları tartışılmaz bir dahinin ortadan kaldırılması yanlıştır. Onun için Türk Milleti’nin, Mustafa Kemal´in manevi varlığına ve ideolojisine ihtiyacı çok daha uzun bir zaman için gereklidir...

 

Daha fazla söze gerek yok...

 

İki şey için mücadele edelim...

 

Silahlara ve tüm silahlananlara karşı...

 

Ve aydınlık, dinamik, özgür ve uygar bir Türkiye’yi istemeyenlere karşı...

 

 

Ata Nirun

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...