Jump to content

Sinema ve Felsefe


schizophrana

Önerilen Mesajlar

Sanat ve Sinema

 

Sinemanın "sanat mıdır, değil midir" tartışmaları hala devam eden ancak gerçekte anlamsız, daha doğrusu faydasız bir tartışma yaratmaktadır. Bununla beraber şu da bir gerçektir ki; sanat kelimesinin karşılığı oldukça geniş bir zemine yayılmıştır. Müzik, Resim, Heykel, Tiyatro, Edebiyat ya da edebiyat ile tiyatro yerine zaman zaman dans ve şiirin tanımlandığı, yahut mimariyi de içine alan oldukça geniş bir yelpazedir bu. Görüldüğü üzere sanat kavramının kategorileri bile sürekli değişebilmekte, farklı şekillerde yorumlanabilmektedir. Gene bundan daha karmaşık olarak diyebiliriz ki, "her resim, her müzik sanat mıdır"? Buna da çok kolaydır hayır demek ancak peki o halde sanat kabul edilen müzik eserleri, resimler neye göre belirlenir sorusunun da net bir cevabı yoktur.

 

 

Bu karmaşa hiç bir zaman tam anlamıyla çözülemeyecek olsa da sanatın ne olmadığı konusunda yapılacak tanımlar sanırım sanatın ne olduğu anlatımından daha başarılı olabileceklerdir. Bir sanat eserinin gerçekte en önemli özelliği, benzerlerinden ayrılabiliyor olmasıdır. Sanatın en belirleyici özelliği şüphesiz farklı olmasıdır. Dolayısıyla taklit eserler doğrudan bu sınıftan çıkarılırlar. Pek tabii ki bir eseri taklit etmek suretiyle farklı bir eser çıkarmak bu kısma dahil değildir.

 

 

Sanat eseri bilgi ve gözleme dayanır. Bilgi bakımından değersiz eserler sanat ürünü değildirler. Örneğin, "resim üzerinde belli bir amacı olmadan yapılan homojen ışıklandırma, ışık kaynağı bilgisizliğinden kaynaklanır", gibi... Sanat eseri, sebep sonuç ilişkilerine dayanmalıdır. Her hareketin, her fırça darbesinin sebebi olmak durumundadır, tıpkı her notanın bir amacı olduğu gibi... Sebepsiz, rasgele yapılan hareketler, eserin sanatsal sınıflandırmaya girmesine mani olur vs. vs. vs.

 

 

Yukarıdaki örnekler çoğaltılabilir tabii Sinema, 7. sanat sıfatıyla daha en baştan sanattan dışlanmaktadır aslında. Kaldı ki bu, gayet mantıklı bir yaklaşım olur. Zira sanat kişiseldir; yeteneği, bilgisi ve ilgisi olan herkesin yapabileceği bir uğraştır. Fakat sinema, sinemanın tek kişi tarafından yapılmasına olanak tanımaz. Daha da önemlisi sinema sanat olmadan önce bir endüstridir. Burada şunu diyebiliriz: Müzik de bir endüstridir. Bunun bir kısmı sanat olarak kabul görür, bir kısmı görmez, aynı şey sinema için de geçerli değil midir? Değildir. Sinemanın tamamı endüstriyeldir. Tabii çok nadir örnekler verebiliriz konuyla ilgili. Örneğin Tarkovsky filmleri dağıtım firmalarının boyunduruğu altına girmek durumunda değildir. Ancak bağımsız sinema da dahil olmak üzere çok büyük yüzdeyle filmler; gişe filmleri veya sanat filmleri, hepsi endüstriyeldir. Tüketime dönüktürler ki, sanat ne olmamalıdır konusuna verilebilecek bir örnek de gene sanatın endüstriyel amaçlı olmamasıdır. Ancak sinemanın ekip çalışması gereği ve finansman ihtiyacı, olmazsa olmazlarıdır. Sinema sanat olma talebindeki mücadelesine 2-0 geride başlar. Ancak gelişimi boyunca dezavantajları, avantaja dönüştürmeye başlayacaktır. Zira besinini tüm sanat dallarından almak ve gene bu sanat dallarının besinlerini de kullanmak suretiyle...

 

Kısa Tarihçe 1

 

 

Sinema demek teknoloji demektir ister istemez. Ancak diğer sanat dalları da ister istemez icatlara bağlıdır. Resim yapmak için tuval, boya ve fırçalara, müzik için en azından kalem, kağıda ihtiyaç vardır. Sinema için de kameraya Kameranın kendisinden kısa süre önce icat edilen fotoğraf makinesinden farkı, istenilen aralıklarda, arka arkaya fotoğraf çekebilmesidir. Ancak bu özellik Sinemanın teknik bir detayı olmaktan öteye geçmez. Sinemayı sinema yapan ve aslında sinemanın sanat olarak anılmaya teşebbüs etmesine vesile olan özelliği montajdır. Bu sözcük Fransızcadır. Zira sinemayla özdeşleşmiş Lumiere Kardeşler ve Georges Melies gibi ilk yönetmenler Fransızdır. Lumiere, daha çok yaşamdan kayıtlar sunarken, Melies tiyatroyu sinemaya adapte etmeye başlar. O sıralarda aslında sinemanın kudreti haliyle bilinmiyordu ve Lumiere, Melies, onlardan sonra gelen Griffith ve Eisensteinın yaptıkları deneme niteliğindeki filmler, sinemanın sanılandan çok daha geniş bir yelpazeyi kapsayacağını göstermişti. Sessiz sinema kendi başına bir sanattı ve sinemaya sesin girişi teknolojik imkanlar dahilinde olduğu halde çok uzun yıllar bekledi. Çünkü sinemanın özelliği sessiz olmasıydı. Bu bir görsel sanattı. The Jazz Singer isimli film sesli sinema açısından bir devrimdir. Ancak her devrim gibi, kendisinden önceki iktidar tarafından kötülenmiştir. Sessiz sinema uzun süre direniş gösterdi, ses gelirse filmin büyüsünün bozulacağı, yapılanın artık bir sinema eseri sayılamayacağı tartışıldı durdu. Ancak bu direniş fazla uzun süremedi. Sinema genişliyordu, hem de bu gelişim çok hızlı gerçekleşiyordu.

 

 

Griffith öncesi dönemde ortalama film süresi 5-15 dakika iken, Griffith Sinema Tarihinin ilk uzun metraj denemelerini, 3 saati aşan süreleriyle The Birth of a Nation ve Intolerence filmleriyle sundu. Bu filmlerde kullanılan teknikler aynı zamanda bugün kullandığımız hemen tüm montaj teknikleridir. Sinemayla sadece seyirci olarak ilgilenenlerin bilmedikleri, sinemanın gizemli büyüsü ise işte bu tekniklerin ardında gizlidir. Zira sinemanın yarattığı drama ne görsel anlamda tiyatroya ne müziksel anlamda sese, ne edebiyata ne de fotoğrafa bağlanabilir. Eğer ki edebiyat; yazı-dil, resim; mizansen, müzik; nota ise sinema da montajdır. Bunu Rus yönetmen Eisenstein çok net biçimde belirtmiştir:

Sinema montajdır!Montaj, işi diğer sanat dallarından bir adım öteye götürür. Drama mizansen değildir, nota da değildir, yazı, ifade, fikir, bunların hiç birinde değildir. Sadece ve sadece montajda gizlidir. Bir yüzü 32 kare gösterirsiniz ve seyirciyi hüzünlendirirsiniz, 48 gösterip neşelendirirsiniz. Önüne bir plan koyarsınız kahkaha atar, ardına koyarsınız düşünür. İleride montaj konusuna değineceğiz, özellikle de felsefeyle ilişkilendirme konusunda.

 

Sesli Sinema, endüstri de sorunlar yarattı. Sessiz Sinema filmleri saniyede 17 kare akar. Aslında bugün bize teknik bir özürmüş gibi görünen saniyede 17 kare akıtma olayı bizim gözümüzün algılayabildiği en uygun hızdır. Dikkat ederseniz bu filmlerde sanki her şey hızlı oluyormuş gibidir. Tabii gerçekte bugün izlediğimiz filmler olması gerekenden yavaştırlar. Ses dalgalarının hızı, resimle uyuşamadığı için, görüntüyü sese adapte etmek gerekti. Dolayısıyla filmin dönme hızı saniyede 24 kare olarak belirlendi. Tabii bu radikal bir değişimdir.

 

 

Kısaca değinmek gerekir, Avrupa Sinemasının hükmü II. Dünya Savaşına kadar sürmüştür. Bozulan ekonomilerde kaynakların ilk kesileceği alanlar eğlence ve sanat alanlarıdır. Sinema ise para yeme makinesidir. Dolayısıyla Avrupa savaş sonrasında kendini onarırken, Yenidünyada ABD, Avrupanın sinema ihtiyacını karşılar hale geldi. Bir ülkenin kendi topraklarında savaşı görmemesinin faydası, ABD için sinemayla somutlaşıyordu. Avrupa kendisini sinema ve siyaset konusunda bekleyen gelecekten habersiz Amerikan filmlerini izlemeye başlamıştı bile. Zira emperyalizm karşıtlığı, 68 hareketi ve bu dönemdeki Fransızların Nouvel Vague (Yeni Dalga) girişimi, bu tespite karşı önlem alma niteliğindeydi. Ancak şimdilik, savaşın henüz ardından, Amerikan Sineması öyle kuvvetli bir giriş yaptı ki Avrupaya, bu saldırı sadece Sinema ile sınırlı kalmadı. Çar II. Nikolai, Ekim Devriminden yıllar önce şöyle demiştir: İSinema bizim en büyük silahımızdır! Çar Nikolai haklı çıktı, çünkü sinema sanatın ötesinde aynı zamanda, göze, kulağa, tüm duygulara hitap eden, seyircisini hipnotize eden, din-dil-ırk kavramlarının önüne geçen ve kendi dünyasını dikte eden bir propaganda aracıydı da aynı zamanda Ve ABD Sineması yavaş yavaş tüm dünyaya nüfuz etti.

 

Kısa Tarihçe 2

 

 

İkinci Dünya Savaşı'nın öncesinde sinema çeşitliliği ülkelere göre ayrılırdı. Fransız Sineması'nın kendine has karakteri, Almanların empresyonizmi, Ruslar'ın devrim sineması bu farklılıkların izlerini taşımaktaydı. Sinemanın önceki dönemlerini farklı ülkelerin kendilerine has sinemalarıyla tanımlamak mümkündür.

 

 

Bu arada Amerika Birleşik Devletleri'nin sinemadan çok daha önemli meseleleri vardı. Amerika Birleşik Devletleri koloniler topluluğuydu. Fransızlar, İspanyollar, İrlandalılar, İtalyanlar, kısaca hemen her milletten insanın buluştuğu, kolonileştiği topraklardı. İngiltere'ye karşı verilen savaşta bu koloniler birlikte hareket ettiler ve ulus olmak gerektiğinin farkına vardılar. Ancak farklı kültürleşme, üstelik üzerinde yaşadıkları topraklardan gelmeyen bu insanların bir ulus oluşturmasına maniydi. Amerikan eyalet devletleri kısa sürede iki ana grup altında birleşmek zorunda kalacaktı. Kuzeydeki sanayiciler ile güneydeki derebeyleri. Bu milletler savaşı enteresandır, zira milliyetçiliğin Avrupa'da fırtına gibi estiği yıllarda ABD'de hangi milletin hangi milletle savaştığı belli olmuyordu. Üstelik de kölelik mevzusu mevcuttu. Nitekim her ne görüşte olursa olsun sinemanın dâhilerinden diye tanımlamaktan çekinmeyeceğim Griffith'in Birth of a Nation-1915 (Bir Milletin Doğuşu) filmi işte bu Kuzey ile Güney arasındaki çatışmadan doğan birlikteliği anlatmaktaydı. Amerika Birleşik Devletleri yapay, zorlama kurulan, muhtemelen fazla ömür biçilmeyen bir devletti. Belki Avrupaİda kazara böyle bir devlet kurulmuş olsa 3 sene bile sürmezdi ömrü, ancak ABD'nin Eski Dünya'ya uzaklığı ülkenin parçalanmaması yönünde önemli bir şanstır. Kolonilerin tamamı Kızılderililere karşıydı ve ortalıkta tabii bir otorite boşluğu mevcuttu. İşte bu boşluk daha sonra western olarak izleyeceğimiz sinema türünü de yaratmış oldu. Western şu demektir: Kendine has topraklarda, kendine has insanların yaşadığı, kahramanların kendilerine has yöntemler kullanıldıkları dramatik yapıdır. Buna göre, Amerika kendine has topraklara sahip bir yer, kendine has insanların yaşadığı; örneğin kovboyların, haydutların, şeriflerin olduğu ve bu kendine has coğrafyaya özgü insanların kendi yöntemlerini belirledikleri, uyguladıkları bir tanımlama sunulur. Örneklerle açıklayalım; Vahşi Batı Amerika'nındır, başka yerde örneği yoktur. Buradaki haydutlar ve kovboylar Amerika'ya özgüdür, başka yerde benzerleri yoktur, kahramanlar yalnızdır, İngilizce tabiriyle bunlara frontier, yani tehlikeyle burun buruna yaşayan, korkusuz, gözü pek olan, uçta yaşayan kişi denir. Frontier'in özellikleri önemlidir. Eşi benzeri başka yerde yoktur. İyidir ancak kendine göre iyidir. Ahlak kanunları yaşadığı coğrafyaya göre düzenlenmiştir. Yer yer kötüler kadar acımasız olabilir. Ama arkası dönük adama ateş etmez, ancak dönerse vurur, vs.

 

 

İşte bu Western filmleri Amerika'nın oluşumunun önemli bir parçasıydı, zira ABD kendini, kendi halkına bile olduğundan daha da farklı olduğu yönünde tanıtıyordu. Zaten dünyada onları böyle tanımaya başladı. Bu dönemde Kızılderililer barbar, katil, kalleş, kovboylar ise masum, onurlu ve kendilerini müdafaa etme meşruiyetine sahip kimselerdir. Hatta öyledir ki gerçekte zannedersiniz ki toprakların asıl sahibi kovboylardır da Kızılderililer onların topraklarına göz dikmişlerdir. Onları da durduracak olan, milli kahraman askeri güç olarak tabii vazgeçilmez .Yankeeler'dir. Yankee frontier değildir. O, yasadır, hukuktur. Yankee, Amerika Birleşik Devletleriİdir. İşte Amerika Birleşik Devletleri, Kuzey ve Güney'in birleştiği, köleliğin kalktığı bu adil toplum, içindeki fırtınaları görmezden gelerek, tabuları yok sayarak yolunda ilerlerken, kendine has özelliklerinin batıdan gelen yeniliklerle harmanlanmasına tabii engel olmazdı. Nitekim ileride Amerikan Sineması'nı durdurmaya yönelik her hamle, gene Amerikan Sineması'nın daha büyük zaferlerle çıkmasına olanak tanıyacaktı, tıpkı Nouvel Vague'ın zafer kazandık derken, Amerikan Sinemasının bu zaferi sahiplenmesi gibi. Nouvel Vague, Amerikan Sinemasıİna karşı bir tepkiydi, kendine has bir sinemadan çok, ama Hollywood Nouvel Vague'ı aldı, kendi sinemasının içine kattı ve sanat sineması kendini bir anda Hollywood'un devasa endüstri dişlilerinin arasında bulduğunda artık çok geçti. Fransız Avant-Garde sineması, İtalyan sineması, aklınıza gelebilecek ne varsa, Hollywood bunların üzerine ilave yaparak daha etkileyicisini sunmaya başladı.

 

 

1940lı yıllar Amerikan Sinemasında devrim niteliği taşıyabilecek filmlere sahne olmuştur: Ten Commandments, Ben-Hur, Gone with the Wind Dünya sadece Amerika'nın sinemasını değil, kültürünü bile satın almaya başlamıştı artık.

 

Kısa Tarihçe 3

 

1940lar ve 50ler, Amerikan sinemasının teknolojik harikalarını yaratmaya başladıkları dönemdi. 1941de Orson Welles Citizen Kane filmiyle sinemada ilk defa uygulanan deep focus photography dediğimiz tekniği kullandı. 1939 gene büyük ve önemli bir epik film uygulamasıyla Gone With the Wind ile önemliydi. Ancak renkli sinemanın gelişi ve özel efektlerin etkisi daha çok Ten Commandments (1956) ve Ben-Hur (1959) gibi filmlerde görüldü. Bu filmlerin bir diğer önemli başarısı da gişe rekorlarını altüst etmeleriydi. II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupaİnın film ihtiyacını ABD karşılamaya başladı.

 

Erken dönem Amerikan Sineması vergilerle boğuşmak durumundaydı. Vergiden kaçanlar güney eyaletlere akın etmeye başladılar, bir maliye baskınında Meksika'ya kaçıp yakayı kurtarabilmek için... İşte bu nedenle ABD'nin California Eyaleti'ne bağlı Los Angeles şehri en uygun yerdi. Kısa aralıklarla film yapımcıları Los Angeles'da stüdyolar oluşturmaya başladırlar ve buraya Hollywood dendi. II. Dünya Savaşı yılları, Amerika'nın içinde zaten sıradaki savaşını vereceği ülkeyi belirlemişti. Savaşta SSCB ile müttefik olmaları nedeniyle ses çıkmıyordu ancak McCarthy dönemi adıyla Hollywood'un üzerine düşen gölgenin tek beklediği savaşın bitmesiydi. 1940'lar büyük filmlerin geldiği yıllardı, Howard Hughes, Charlie Chaplin, Orson Welles dönemleriydi. Orson Welles ve Charles Chaplin gibi sinema tarihinin en önemli isimleri bile McCarthy döneminin kara listelerine girmişlerdi. Komünist Rusya'ya ajanlık yapmak, ABD'yi çökertmeye çalışmak, devlete ihanet, filmlerle insanların beynini yıkamak gibi suçlamalarla yüzlerce, binlerce insan takibe, sorgulanmaya, suçlarını itiraf etmeye ve komünistlerin isimlerini vermeye zorlandılar. Bu dönem ABD'nin hala üzerinden atmayı beceremediği bir kara lekeyi; Hollywood 10 vakasını getirdi.

 

Hollywood'dan 10 yazar-yönetmen-oyuncu-stüdyo sahibi takımı, yaptıklarının suç olduğunu inkar etti ve hapse gönderildiler. Bu adamlar hapisten çıkınca da iş bulamadılar. İsimlerini sadece tarih hatırladı. Hatta gene enteresandır bizdeki Sol da Elia Kazan'a isyan eder, isim verdi diye Kara listelerde çok tanıdık isimler görmek mümkündür. Uzun süre, daha doğrusu soğuk savaş boyunca Amerikan Sineması komünizmle savaştı durdu.

Alıntı.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...