Jump to content

Dünyanın Bilinmeyen Tarihinin Senaryosu


dogon

Önerilen Mesajlar

Dünyanın Bilinmeyen Tarihinin Senaryosu

 

Günümüzden milyonlarca yıl önce Dünya, toz ve gaz bulutu halinden yavaş yavaş katı hale geçiyordu. Sıcaklık 400 c derecenin üzerinde, basınç ise 99 atmosferdi. Hiçbir hayat belirtisi yoktu. Gezegen, kıpkırmızı bir görünüşe sahipti ve metan gazı soluyordu. Bir atmosfere sahip olmadığından da, üzerine günde binlerce gök taşı çarpıyordu. Gezegene çarpan meteorlar anında eriyor ve su açığa çıkıyordu. (Labaratuar koşullarında yapılan deneylerde meteorların 400 c dereceye maruz bırakıldıklarında su açığa çıkardıkları görülmüştü.) Bu sular da, su buharı haline gelerek, zamanla atmosferi meydana getirdiler. Böylece su döngüsü başlamış oldu. İlk başta oldukca yağmur yağdı ve günlerce aylarca sürdü, gök taşlarının açmış oldukları kraterleri doldurdu. İlk canlılarda bu kraterlerde meydana gelmeye başladılar. Protein kılıfı ve aminoasitler birleşerek tek hücreli canlıları meydana getirdiler. Bu canlılar metan gazı ve suyun tepkimesinden açığa çıkan karbondioksit gazını kullanarak oksijen gazı üretmeye başladılar. Bu süreç içersinde de sıcaklık azalmış, basınç büyük oranda düşmüştü. Oksijenin açığa çıkmasıyla Dünya, diğer varlıkların da yaşayabilmeleri için elverişli hale geldi.

Dünya gezegeninin yaşanır bir yer haline geliyor olması, diğer takım yıldızlarında yaşayan varlıkların dikkatinden kaçmamıştı. Orion ve Pleiades takım yıldızındaki sürüngenimsi ve memelimsi canlılar harekete geçerek, dünya gezegenini kendi kolonileri haline getirmek için birbirleriyle savaşmaya başladılar. Milyonlarca yıl süren savaşların ardından, Oriondan gelen sürüngenimsi varlıklar emellerine ulaşarak, Dünya'yı kendi kolonileri haline getirdiler. Ana gemilerini de Jupiter ve Mars gezegenlerinin arasında bir yere konuşlandırdılar.

 

Pleiadesliler, Siriuslulardan yardım istediler. Siriuslular savaşmaktan yana değillerdi. Ancak bu iki varlık türü, Saturn gezegeninde bir meclis kurmaya karar verdiler. Adına da; 'yüce meclis' dendi. 24 delegeden oluşan bu konseyde, Dünya gezegeninin Orion istilasından, onların sömürgesinden nasıl kurtarılacağı tartışıldı. Sonunda bir yol buldular; Vega takım yıldızına bağlı Marduk adındaki gezegen yörüngesinden çıkartılacak, Jupiter ve Mars arasından geçecek şekilde yeni bir yörüngeye ayarlanacaktı. Yavaş ama emin adımlarla bu planı gerçekleştirdiler. Orionlular böyle bir saldırı beklemediklerinden, büyük zaiyat verdiler. Marduğun Tiamat adlı uydusu, Orionluların ana gemisine çarpmış, hem Tiamat hem de gemi yok olmuştu. 65 milyon yıl önce meydana gelen bu olay, Dünyadaki sürüngenimsi varlıkların bir çoğunun ölümüne neden olmuştu. Çarpışma sonucunda, dünyaya irili ufaklı binlerce astroid düşmeye başladı. Kükürt oranı yüksek olan bölgeye düşen büyük sayılabilecek bir göktaşı, oradaki canlıları öldürmekle kalmamış, gökyüzünün kükürtle kaplanmasına da neden olmuştu. Havadan hafif olan kükürt havada aylarca asılı olarak kaldı. Güneş ışığının yer yüzüne gelmemesi sonucu bir çok bitki ve, bu bölgelerdeki bir çok otçul dinazor öldü. Hayatta kalan dinazorlarda, küresel soğuma ve beraberinde gelen buz çağı nedeniyle yok oldular. Dünyadaki dinazorların soyu böylece tükendi.

Hayatta kalan kertenkeleler ve bazı kuşlar topraklara ve ağaçlara saklanarak hayatta kalmayı başardılar. Bu çarpışma Venüs gezegenini de etkilemiş, yörüngesinden çıkmasına ve bugünkü yeni yörüngesini alana kadar gökyüzünde başıboş dolaşmasına neden olmuştu. Şu an, Venüs gezegeninin, diğer gezegenlere göre ters yönde dönmesi ve bir yılının, bir gününden kısa olmasının sebebi budur. Jüpiter ve Mars gezegenleri arasındaki astroid kuşağı da bu çarpışma sonucunda meydana gelmişti.

 

Orionlu sürüngenimsi varlıkların çoğu Dünya'yı terk etmek zorunda kalmışlardı. Geriye kalanlar ise yeraltında ve suda yaşamaya başlayan kertenkelelerdi. Suda yaşayanlar zamanla, yerçekiminden dolayı, karadakilerden daha büyük hale geldiler. Suda yaşayanlar Timsah, karada yaşayanlarda Baran ve Komado Ejderine evrimleştiler. Düşmanlarından kaçmak için bazı kertenkeleler, topraktaki deliklere girmeye çalışıyorlardı. Kolları ve bacakları yüzünden deliklere giremiyorlar kuşlara ve memelilere yem oluyorlardı. Bu durumdan kurtulmak için adaptasyona uğradılar, böylece kol ve bacakları köreldi. Bu kertenkelelere biz bugün ''yılan'' diyoruz. Dinazorlar, timsahlar, yılanlar ve kuşlar aynı sürüngenimsi aileden geliyorlardı. Memeliler, sürüngenimsileri 'yiyecek' olarak gördüklerinden soylarını tüketmek istemiyorlardı. Sürüngenimsi varlıklarda hayatta kalabilmek için bazı memelileri avlamayı öğrendiler.

 

Pleiades takımyıldızından gelen memelimsilerin bir kısmı dünya gezegenine yerleştiler. Burayı Siriuslularla birlikte kendi gözetimlerine aldılar, ancak; Orionluların, kendilerinden daha zeki ve daha savaşcı olduklarından burayı elde tutmanın zor olduğunu biliyorlardı. Bu nedenle Pleiades, Sirius ve Vega takımyıldızlarındaki varlıklar bir ittifak kurdular. Buna da; Galaktik Federasyon adını verdiler. Merkezi yine güneş sistemimizdeki Saturn gezegeninin halkalarında kuruldu, idaresi ''Yüce konsey''in emrine verildi.

 

Dünya'nın koruyuculara ihtiyacı vardı. Pleiadesler kendi araştırmaları sonucunda Vega takımyıldızında yaşayan ''primat'' adlı bir türü keşfettiler. Onları konseyin onayıyla, Dünya gezegenine getirdiler. Bu varlıklar hem suda hem de karada yaşayabilme özelliklerine sahiptiler. Pleiadesler onlara kendi biyolojik tohumlarını ektiler. Böylece bazı primatlar neandartenlere, bazıları ise bugün maymun, orangutan ve şempanze dediğimiz türe dönüştü. Neandartenlerin bazıları da zamanla homo sapins (günümüz insanı) halini aldı. Milyonlarca yıl süren bu evrimleşme süreci içersinde 12 farklı insansı meydana gelmişti. Bunlardan sadece günümüz insanı olan, homo sapins türünü sürdürmeye devam edebildi. Digerleri tarih sahnesinden silindiler. Pleiadeslerden gelen bazı memeliler ise denizde yaşamaya kendilerini adapte ettiler. Bu varlıklarda bugünkü balina ve yunusların atalarıydı! Böylece yunus ve balinalar Dünya'nın sudaki, insanlarda karadaki koruyucuları haline getirilmiş oldular.

 

Bilim adamları DNA'yı inceleyerek ilk insanın 250.000 yıl önce Güney Afrikada yaşamış olduğunu tespit etti. Halbuki; radyoaktif izotoplarla yapılan araştırmalar sonucu ilk insanın 3.5 milyon yıl önce yaşadığı sonucuna varılmıştı. Bu veriler neden birbiriyle uyuşmuyordu? Evrim teorisini savunanlar da bir türlü araforma ulaşamamışlardı! Bunların sebebini anlamak için insanın bilinmeyen tarihine bakmak gerekiyor.

 

Yıldız tohumu ekilen primatlar yeni biyolojik bedenlerine adapte olmaya çalışıyorlardı. Bu değişim binlerce yıl sürdü. Önce ayakları üzerinde durmayı başardılar, sonra da dik durmayı... Akıllarını nasıl kullanmaları gerektiğini öğrendiklerinde kas gücü gerektiren işler de azaldı. Göğüslerindeki kıllar döküldü, kol ve bacak kasları zayıfladı. Bununla birlikte muhakeme etme üçleri de gelişti. Bu işlemler kısa denilebilecek bir zaman zarfında meydana geldi. Farkındalıkları oldukca geliştiği için bir araya gelip koloniler oluşturabildiler. Yavaş yavaş da tüm dünyaya dağılmaya başladılar.

 

Dünyada tek bir kara parçası vardı. Bu kıtaya 'Lemurya' deniliyordu. Lemuryalılar hem memeliler hem de sürüngenlerle besleniyorlardı. Bu arada bilinç düzeyleri de hızla gelişiyordu. Bu bilinç değişiklikleri, Dünya'nın da değişmesine neden oldu. Böylece, oldukca şiddetli depremler meydana geldi. Bunun sonucunda da ana kıta, 3 kara parçasına ayrıldı. Bu kıtalarda yaşayan Lemuryalılar zamanla kendi kıtalarının daha üstün olduğunu düşündüler. Böylece ayrılık bilinci yaratılmış oldu. Bu yeni kıtalara; Atlantis, Lemurya ve Mu adı verildi.

 

Atlantisliler, kendilerinin daha üstün bir ırk olduklarını iddia ettiler. Lemuryalılarla olan ilişkiler soğumaya başladınca da Lemuryayı yok etmek için planlar kurdular. Bunun için Orionlulardan yardım istediler. Orionlular gemilerinden gönderdikleri ışınlarla, Dünya'nın iki uydusundan birini parçaladılar. Bu parçalar Lemurya kıtasının üzerine düştü. Sonuçta Lemurya sulara gömüldü. Zamanla gökyüzündeki uydudan kalan meteor parçaları da, diğer uydunun yörüngesine girerek onunla birleşti ve bugünkü görüntüsünü aldı. Bu uyduya bugün 'Ay' diyoruz. Ay'ın bir uyduya nispeten bu kadar büyük olmasının sebebi budur. (Ay'ın ağırlığı, Dünya'nın ağırlığının 1/40'dır. Bu diğer gezegenlerin uydularına göre alışılmadık bir durumdur!)

 

Mu uygarlığı, Atlantislilerin Lemuryalıları yok etmelerine razı olmadılar ve onlara savaş açtılar. Atlantisliler sayıca az olmalarına karşın, Orionluların yardımıyla bu savaşı da kazandılar. Düşmanlarının çoğunu öldürdüler. Hayatta kalanların bazıları Siriustaki gezegenlere kaçtılar, bazıları ise, yeraltına saklandılar. Orada yer altı medeniyetini; 'agartha'yı kurdular.

Atlantisliler, teknolojik olarak bir hayli geliştiler ve akabinde tehlikeli tıbbi deneyler yapmaya başladılar. 250.000 yıl önce tüm dünyadaki insanları etkilecek biyolojik bir mutasyon meydana geldi. Bunun sonucunda DNA'nın yapısı değişti. 12 sarmal tabakadan oluşan DNA'nın yapısında değişim olduğundan da, yeni nesillerdeki insanlar ikili sarmal DNA'ya sahip olarak dünyaya gelmek zorunda kaldılar. Böylece insana özgü birçok yeteneklerini kaybettiler. Bunlar; telepati, telekinezi, levitasyon, duruşiti ve durugörü idi. Telepatik yeteneklerini kaybettiklerinden iletişim olarak konuşmayı öğrenmendiler. Bunun içinde doğadaki seslerden yararlandılar. İmgeleme ve telepati yoluyla, yaşadıkları olayları diğer insanlara aktarabiliyorlardı, ancak meydana gelen bu biyolojik kazadan sonra, sözcüklerle iletişim kurmak durumunda kaldılar. Bu yol diğerine nazaran daha fazla zaman alıyor, duygular ise tam olarak aktarılamıyordu. Ayrıca sözler çarpıtılabiliyordu. İletişimdeki sorunu gidermek için resim yapmayı sonra da yazıyı keşfettiler. Ancak bu süreç binlerce yıl sürdüğünden, onlarla ilgili sadece söylentiler kaldı.

 

Atlantisliler, DNA'nın yapısını değiştirmekle kalmadılar, kendi uygarlıklarının da sonunu getirdiler. Onlar, teknolojilerini kullanarak dünyanın birçok yerinde piramitler inşa ettiler. Bu piramitlerin amacı; atmosferde meydana getirilen buz tabakasının erimemesini sağlamaktı. Atmosferdeki buz tabakası da her mevsim sıcaklığın sabit kalması için tasarlanmıştı.

 

Atlantisliler, uzay araçlarıyla sık sık seyehatler yapıyorlardı. Uzay mekiklerinin yakıtı için bir tür ışın kullanılıyordu. Bu ışınlar atmosfere zarar vermeye başlayınca; 35.000 yıl önceki Kuzey Atlantisin sular altında kalması faciası yaşanmış oldu. Mühendislerin zamanında müdahaleleriyle, eriyen buz katmanı eski haline getirildi, böylece Güney Atlantis kurtarıldı.

 

Atlantisliler, uzun yıllar barış içersinde yaşadıklarından, savaşın ne olduğunu unutmuşlardı. Günün birinde; Hindu efsanelerinde adı geçen Fatih Ram ve ordusu, Atlantislilerin hiç beklemediği bir anda yer altından çıkarak, onları istila ettiler. Atlantislilerin Oriondan aldıkları yardıma, Siriuslular karşılık verince büyük bir savaş patlamış oldu. Bu savaş tüm gezegeni etkiledi, çünkü; dünyanın bir çok yerindeki piramitler yok olmaya, böylece atmosferdeki buz katmanı erimeye başlamışdı. Kimsenin beklemediği bir anda da, milyonlarca galon su dünyaya yağdı. Aylarca süren bu yağış ardından yeryüzünde hiçbir kara parçası kalmadı. Dağlar bile suya gömülmüştü. Sular ilerleyen yıllarda çekilsede, dünyanın cografyası değişmişti. Atlantis kıtası, tamamen sular altında kalarak yok oldular. Tarihte 'Nuh tuğfanı' olarak bilinen bu feleket sonucunda yeryüzünde 6 kıta meyda geldi.

 

Siriuslular felaketin hemen öncesinde yüzlerce insanı ve Dünya'daki yaşamı devam ettirebilmek için; her canlı türünden bir çiftini gemilerine ışınladılar. Bu olay, dünyanın farklı bölgelerindeki uygarlıkların mitolojilerinde ve efsanelerinde yer aldı. Felaketin neticesinde de, Dünya'nın 3/4'ü sularla kaplandı.

İnsanlar, sular çekildektinden bir süre sonra, bugün mezepotamya olarak bilinen yere indiler. Toprağı işlemeyi öğrenerek, yaşamlarını sürdürdüler. Zamanla da Siriusluların yardımıyla büyük bir uygarlık haline geldiler. Bu uygarlığa da 'babil' adını verdiler. Nüfusları artınca dünyaya buradan yayıldılar. Bazıları Mısır, bazıları da Sümer medeniyetlerini kurdular.

 

İnsanlar, tüm dünyaya yayılacak kadar çoğalana kadar, gezegenin korumasını Siriuslular yapıyordu. Bu arada da boş durmuyor, insanlara ilim, mühendislik ve mimari sanatlarını öğretiyorlardı. Ra adında bir Siriuslu da Mısır halkına Tarot'un sırların açıkladı. İnsanlarda bu yöntemi uygulamak için tapınaklar yapmaya karar verdiler. Bu tapınaklarda beyin dalgalarını kullanmayı ve enerjiyi yönlendirmeyi öğrendiler. Sonra da bu güçlerini kullanarak piramitleri inşa ettiler: tonlarca ağırlıkta taşlar materyalize edip, onları transportasyon yöntemiyle üst-üste diziyorlardı. Bu zamanda yapılan piramitler sanıldığının aksine kral mezarları değil, gençleştirme tapınaklarıydı. Bu amaçla meydana getirilmişlerdi. Zamanla bu öğreti gizli yapılmaya, sadece Firavun adayları tarafından kullanılmaya başladı.

 

Sümer medeniyetini kuran insanlar 'sanskritçe' adlı bir dille iletişimlerini sağlıyorlardı. Sümer kelimeside sanskritçede 'gözcülerin kenti' anlamına geliyordu. Siriuslulara İbranilerde 'nefilim', Araplarda 'gözcüler ve müjdeleyiciler', Mısırda 'annu' ve Sümerde 'anunnaki' deniliyordu.

 

Yüce konseyde alınan kararlara göre; insanların özgür iradesine müdahale etmek ve onlarla cinsi münasebette bulunmak yasaklanmıştı. Ancak bazı Siriuslulara, dünyalı insanlar güzel görünmeye başlayınca, onları kendilere eş edindiler. Verilmemesi gereken bilgiler verdiler. Bu ilişkilerden doğan 'günah tohumları' dünya için yeni bir ırk oldu. Onların tüm yiyeceklerini yiyen devlerdi, bunlar. 3-4 metre boyundaki bu varlıklar, her gün insanlara zulmediyorlardı. Bu arada gelişen olaylar, Galaktik fedarasyonun mensuplarınca değerlendirildi. Alınan karara göre, bu yeni ırk ve yasalara aykırı gelen Siriuslular, yeraltı medeniyetine gönderilecekti. Pleiadesler ve Siriusluların iş birliğiyle bu varlıklar, Giza Piramitin altındaki mağaralardan 'iç dünyaya' hapsedildiler. Orada 'Şambala' adında yeraltı medeniyeti kurdular.

 

İnsanlar yeterli sayıya ulaşınca, gözcüler artık dünyaya inip onlara yardım etmeyi bıraktılar. İnsanlar da, eskisi gibi dünyanın yeniden koruyucuları haline geldiler.

Uygarlıklarını genişleten insanlar, kendi aralarında iktidar savaşına girişince birçok devlet ortaya çıktı. Bu devletler güç açgözlüsü insanların elindeydi. Bunlar ellerindekiyle yetinmediler ve diğer devletlerin topraklarına göz diktiler. Böylece binlerce sürecek olan savaşlar başladı.

 

Dünya'nın koruyucuları olan insanlar; bu görevlerini unuttukları gibi, dünyayıda cehenneme çevirmişlerdi. Dünya gezegenide üzerinde yaşayan bu kan emici varlıkların bir kısmını depremler, seller ve yanardağlarla yok etti. İnsanoğlu bunlara doğal felaket diyordu fakat; asıl felaketi kendileri yapıyordu: atmosferi deliyor, ormanları yakıyor, denizleri kirletiyor ve dünyanın diğer canlılarını yok ediyorlardı. Bunlarıda kendi bencillikleri için yapıyorlardı.

 

Fabrika atıkları denizlere boşaltılarak, bir çok deniz canlısının ... toksit atıklar sayesinde başlayan asit yağmurları ve tarımda kullanılan DTT gibi bazı ilaçlar, topraktaki yararlı mikroorganizmaların ölmesine neden oluyordu. Bunun sonucunda da verimli topraklar çoraklaştı. İnsanlar tarlalardan ekin elde edemeyince kıtlık yaşamaya başladılar. Savaş sırasında açıkta kalan binlerce cesetin çürümesi ve kokması sonucunda, zamanla salgın hastalıklar meydana geldi. İçme suları da kirlenen insanlar, hayatta kalabilmek için büyük zorluk çekiyorlardı.

 

100 yıl gibi kısa sayılabilecek bir zaman aralığında 50 milyondan fazla insan ölmüş, devletler parçalanmış, yerleşim alanları harab olmuş ve dünya büyük bir kargaşa içine girmişti. Ayrıca; nükleer bombalar, insanların ölmelerine, ülkeleri harabeye dönüştürmekle kalmamış, yeni nesil insanlarının da yüzyıllarca yıl sakat doğmalarına sebep olmuştu.

 

Dünyada bu gelişmeler yaşanırken, gözcüler boş durmamış ve her 25 yılda gezegenin enerjini ölçmeyi sürdürmüşlerdi. Bu enerji eşiğe kadar (2000 yılı) pozitife doğru kayma göstermezse insanlar, doğal felaketlerle yok edilecek ve hayat yeniden başlatılacaktı. Dünya savaşları sürerken ibre negatifi gösteriyordu. Binlerce yıldır da bu şekildeydi. Durugörü yeteneğine doğuştan sahip olan kişiler, gelecekle ilgili kehanetlerde bulunuyorlardı. Enerjide değişim meydana gelmediği içinde birçok olayı bilebilmişlerdi. Kadim kitaplar da bu senaryodan bahsediyor ve bir gün tüm insanlığın helak olacağı gerçeğiyle yüz yüze kalacağını söylüyorlardı. Potansiyel gelecek, enerjinin değişmemesi sebebiyle kahinler tarafından doğru olarak biliniyordu.

 

Dünya, savaşların vermiş olduğu derin yaraları sarmış ve iyileşmeyi umut ediyordu. Atmosfere ve çevreye verilen zarar yıllar içersinde insanların barışçıl tutumlarıyla düzelme başladı. Onlar, artık savaşı değil barışı istiyorlardı. Onlar, artık uzlaşmadan yanaydılar. Böylece dünya gezegeninin enerjisinde, evrende yaşayan hiçbir varlığın ihtimal vermediği şekilde bir ilerleme kaydedildi. İbre, yavaş yavaş pozitife doğru kayıyordu. Bu enerji değişimi, insanların olumlu düşünceyi seçmesiyle gerçekleşmişti. 1962 yılında yapılan ölçüm, enerjinin nötr olduğunu gösteriyordu. Bu dünya gezegeni için büyük bir adımdı. 1987 yılında yapılan ölçüm sonucunda, ibre pozitifi göstermişti. Bu tüm evrende büyük bir sevinçle karşılandı. Yüksek boyutlarda yaşayan gezgin varlıklar; virüsleri atmosferde toplayıp, DNA'larından kendilerine bir beden inşa edip, dünyaya geldiler. Bu insan bedeninde yaşayan varlıklar, toplumsal bilincin pozitife doğru kaymasına yardımcı oldular. Bu zaman içersinde Dünya atmosferinde muazzam bir hareket mevcuttu. Birçok varlık seferber olmuş, dünya kardeşlerine yardımcı olmaya çalışıyorlardı.

 

Eğer enerji negatifte kalsaydı, Dünya, 2000 yılında başlayıp 2012 yılında sona erecek muazzam bir felaketler zinciri sonucunda yok olma aşamasına gelecekti. Birçok kadim kitaplarda ve Mayaların ve Hobi kızılderilerinin kehanetlerinde belirtilen bu olay gerçekleşmedi. Çünkü; insanlık müthiç bir hızla bilinç ilerlemesi kaydetmiş ve enerjiyi pozitife dönüştürmeyi başarmışlardı. İşte bu zamandan sonrada hiçbir kehanet doğrulanmadı.

 

1994 yılında evrende muazzam büyüklükte gamma ışını patlamaları gerçekleşti. Astronomlar buna tam olarak neyin sebep olduğunu anlayamadılar. 1990 yılından sonra felaketlerin oranı, inanılmaz derecede arttı. Yanardağ patlamaları ve depremlerin yanı sıra, Fran kasırgası, Moğalistan'da kuraklık, Nuh tufanını hatırlatan yağmur fırtınaları, tsunami'ler ve güney Asya'nın her yanında meydana gelen tayfunlar... Ölen insanlar, negatif düşünce barındırıyor ve dünyanın enerjisini negatife çekiyorlardı. Bu insanlar doğanın oyunlarıyla yok edildi.

 

Manyetik alanlarda kayma meydana geldi. Şimdi de Dünya'nın manyetik alanının azalma hızı giderek artıyor. Yani, manyetik alan giderek daha hızlı bir biçimde zayıflıyordu. Ve enerji ağı normal tarihi hızına kıyasla daha hızlı bir biçimde değişiyordu. 1) enerji ağı gerçekten değişiyordu,2) manyetik alanın gücü zayıflıyordu, ve 3) manyetik alanın gücü ve devinimi olağandışı bir tarzda değişiyordu. Jeologlar, bilim adamları ve devlet görevlileri de dahil olmak üzere, uzmanların hiçbiri bu değişikliklerin NEDEN meydana geldiğini bilmiyordu. Yalnızca, bu değişikliklere hava durumunun, güneş fırtınalarının, hatta Dünya'nın ekseninde ''yalpalanmasının'' neden olduğu konusunda bir spekülasyon yapılıyordu. Ama, hiç kimse kesin olarak bir şey bilmiyordu. Manyetik kuzeyin (pusulanın gösterdiği kuzey yönünün) son 160 yıldaki deviniminin grafiğine baktığımızda manyetik Kuzey Kutbu'nun 150 kilometre kaydığı ortaya çıktı. Ancak burada olağandışı olan şey bu kutbun sadece 15 yılda 60 kilometre kaymış olmasıydı! Oysa onun 90 kilometre kayması 145 yıl almıştı!

 

Schuman rezonansları Dünya'nın yüzeyi ile 55 kilometre üstündeki iyonosferin alt tabakası arasındaki boşlukta bulunan elektromanyetik sürekli-dalgalara benzer. Sürekli-dalgalar 6 hertz ile 50 hertz arasındaki çeşitli frekansları temsil eder, bunlar esasen 7.8 hertz'dir ve günlük değişme derecesi artı-eksi 0.5 hertz arasında oynar. İyonosferin alt tabakası ile Dünya'nın yüzeyi arasındaki akımdaki sürekli-dalganın (birbirine ters iki dalganın oluşturduğu sabit dalganın) bir ölçümü olan Schumann rezonansı binlerce yıldır yaklaşık 7.25 hertz ila 7.8 hertz arasında tutarlılık gösteriyordu. O öylesine tutarlı idi ki bazı bilimsel aletler ona göre ayarlanmıştı. Gregg Braden bu rezonansın 1997 de 10 ila 11 hertz arasında ölçüldüğünü, 2005 yılında yapılan son ölçümde ise 13 hertz olduğunu bildirmektedir.

 

Ortadoğu denilen bölgede de inanılmaz gelişmeler ceryan etti. Şu an orda barış konuşmaları yapılıyor, uzlaşmacı politika izleniyor. Eski enerji ve yeni enerji arasında da çatışmalar sürüyor. Bazı insanlar eski enerjiye takılıp kalıyor. Hasat olan Dünyada, vücudunda bulunan böyle ayrık otlarını doğal felaketlerle ayıklıyor.

Şimdi sadece şimdi var! İnsanlar zamanı düz bir çizgi olarak düşünüyorlardı, artık onun da bir boyut olduğu, kendilerinin değil, enerjinin sınandığını ve Dünya'nın geleceğinin kendi düşünceleriyle gerçekleştiğini anlamaya başlıyorlar.

alıntıdır

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

bu bılgı ne kadar ınandırıcı

 

?

 

hala cozebılmıs deılım kım yazdıysa bı fılm cektırmek lazım

 

 

?

 

bu hıkaye bıraz gercek olabılır ama dna konusuna ve evrıme gelınce

 

bu hıkaye surda degısır

 

uzaylılar kendılerınden ustun bır ırk dunyaya geldıgı ıcın bızı gozlemlıyorlar

 

baska acıklamasıda yok rahat olun :D

 

bızden ustun degıller

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

bu bılgı ne kadar ınandırıcı

 

?

 

hala cozebılmıs deılım kım yazdıysa bı fılm cektırmek lazım

 

 

?

 

bu hıkaye bıraz gercek olabılır ama dna konusuna ve evrıme gelınce

 

bu hıkaye surda degısır

 

uzaylılar kendılerınden ustun bır ırk dunyaya geldıgı ıcın bızı gozlemlıyorlar

 

baska acıklamasıda yok rahat olun :D

 

bızden ustun degıller

 

Yok rahatız zaten . Aslında bu yazılan senaryo dünyada yaşıyan ırkların destanları , hintliler,sümerler,hatta avrupalılar filan. Onların destanlarından derleyince böyle bir hikaye çıkmış karşımıza bunu da kimin yaptığını bilmiyorum ama bayağı uğraşmış fena da olmamış bence inanıp inanmamak yoruma tabiki açıktır

:derisive:

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Uzaylı diye bisey var.. İnsan göremezse onlar görmüstür elbet.. Sümerliler vs.. zamanlarında uzaylıların geldıklerını ögrenebiliyoruz bugun inanclarından bile... Bu bilgileri onlara uzaylıların vermesi imkansız degil bence... ustelik astrolojide falanda bizden cok daha iyi gözlemler yapabilmislerdir bunlarıda kendileri yapmadı bence yardım aldılar.. Ayrıca bu yazanlar bence.."OL" deyince olmasından cok daha inandırıcı ve mantıklıdır...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

katılıyorum bir çok medyum bir çok kanal var ayrı olarak senaryo diyor zaten bu kadar tartışmaya sokulacak bir konu değil sadece bir tez bir görüş bence gerçek olma olasılığı yüksek ama olmayada bilir kişiye göre değişir öznel bilgiler bunlar inanç meselesi kanıtlanan kadar tabi..

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Uzaylıların olduğuna bende inanıyorum fakat yazı çok uzun olduğundan pek fazla okumadım kusuruma bakmayın...

 

Ayrıca bahsettiğim şuydu:

 

Günümüzden milyonlarca yıl önce Dünya, toz ve gaz bulutu halinden yavaş yavaş katı hale geçiyordu. Sıcaklık 400 c derecenin üzerinde, basınç ise 99 atmosferdi. Hiçbir hayat belirtisi yoktu. Gezegen, kıpkırmızı bir görünüşe sahipti ve metan gazı soluyordu. Bir atmosfere sahip olmadığından da, üzerine günde binlerce gök taşı çarpıyordu. Gezegene çarpan meteorlar anında eriyor ve su açığa çıkıyordu. (Labaratuar koşullarında yapılan deneylerde meteorların 400 c dereceye maruz bırakıldıklarında su açığa çıkardıkları görülmüştü.)

 

Bence saçma olan kısım bu...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Arkadaşlar bunu ben ilginç bir blog sitesinden alıntı yapmıştım. Hepiniz söyledikleriniz de haklısınız. Yani yazıyı haksız bulanlarda , haklı bulanlarda. Çünkü şöyle. Bunu yazan kişi var olan bütün efsaneleri ve yaradılış hikayelerini okumuş yani ; sümer mitolojisi , yunan mitolojisi , hint mitolojisi , çin , türk , mısır. Ve bütün bunlardan çıkardığı ortak noktaları kendi görecesine ve mantığına göre yazmış. Ben de zaten tartışılsın, mantıklı olan kısımları ayıklansın mantıksız kısımları da bırakılsın diye çok güzel tartışalım ki kendimiz de bir yaradılış senaryosun geliştirelim :)

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Uzaylıların olduğuna bende inanıyorum fakat yazı çok uzun olduğundan pek fazla okumadım kusuruma bakmayın...

 

Ayrıca bahsettiğim şuydu:

 

Günümüzden milyonlarca yıl önce Dünya, toz ve gaz bulutu halinden yavaş yavaş katı hale geçiyordu. Sıcaklık 400 c derecenin üzerinde, basınç ise 99 atmosferdi. Hiçbir hayat belirtisi yoktu. Gezegen, kıpkırmızı bir görünüşe sahipti ve metan gazı soluyordu. Bir atmosfere sahip olmadığından da, üzerine günde binlerce gök taşı çarpıyordu. Gezegene çarpan meteorlar anında eriyor ve su açığa çıkıyordu. (Labaratuar koşullarında yapılan deneylerde meteorların 400 c dereceye maruz bırakıldıklarında su açığa çıkardıkları görülmüştü.)

 

Bence saçma olan kısım bu...

 

bir çok kuyruklu yıldızla ve meteor parçalarında ki kuyruklu yıldızdan kopanlar.. sudan oluşur yani donmuş su.. kuyruğuda bu buz parçaları sayesinde oluşuyor ve karbon bazlı bir madde ilginç bir şey hatta bilim adamları yaşamın kuyruklu yıldızlardan doğduğunu ve iyi bir araştırma ile sırların çözüleceğini söledi ama malesef her gün kuyruklu yıldız geçmiyor :D bu yüzden bu işler zor..

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...