Jump to content

Matrix


YankeeRose

Önerilen Mesajlar

Binlerce yıl önce socrates yaşadığımız dünyanın yanılsama olduğunu gerçeğin düşüncede olduğu ve ona akılla ulaşabileceğimiz hakkında fikiirler beyan etmişti,ve binlerce yıl sonra marxist rüzgardan sonra 13.kat, matrix gibi filmlerle aslında hiç bitmeyen socratesin o düşüncesi tekrar kendini hissettirmeye başladı... bilgisayar teknolojisinin gelişmesi bu senaryoları oluşturdu aslında varolan bir düşünceyi yeniden doğurdu. ilerde yapılacak zeki düşünebilen robotlar,yeni bir sorunu ortaya koyacak;

Robotlar yaptıkları hatalardan ötürü sorgulanacaklarmı yoksa yokmu edilecekler,madem düşünebiliyorlar o zaman socratesin dediği gibi düşünceler gerçekse onlarda gerçek olmuyacakmı yoksa metal yığınlarımı,peki ama bizde et yığını değilmiyiz fark ne olacak.bu sorunlar doğduğunda tekrar insan kendini sorgulayacak ve tekrar socratesin felsefesi araya girecektir... yani değişen dünya olacak ama düşünceler baki kalıp dönüp dolaşıp tekrar gündeme gelecektir...

 

Genel bi kanı var herkesin bildiği ama anlamadığı bi dünya görüşü. Neden matrix bi film olabildi ? eğer gerçekse bunu bilmemize neden izin verildi?.. Sorun şu ki insanlığın doğasına bakılınca, kendi sonumuzu getiricek ve aynı zamanda bizi yaşatabilecek, diğer programlardan bizi ayıran bir gerceği kendi çelişki dünyamızda kolayca görebiliriz "Zeka". Peki şimdi bildiğiniz herşeyi bi an için unutun ve şunu düşünün, nasıl olur da insan hiç görmediği birşeyi düşleyebilir?... Bu herşey için gecerli bütün o hayalet öyküleri, ruhlar, ölüm ve sonrası...

 

"Matrix zaten bize ulaşmaya çalışıyodu. Herkesın bilincinde olan bişey bu, gerçeğin çelişkisini bulmak icin programlandık. Dünyaya ağit olmadığımız fikrini bize veren de bu..."

 

MATRIX'DEKİ SEMBOLİZM

 

Şüphesiz matrix pek cok dini simgeler ile iç içe geçmiş zurumda bunu simgeler kıyafetler ve benzer yanlarla bulmak mümkün.

 

Matrix: Türkçeşi matris olan kelime.. kolon ve satırlar ile bir alanı veya ilişkiyi veren terim. Matrix. girif anlamına gelen bir kelimedir.

 

Semboller: Filimde yukardan aşağıya inen semboller bulunmakta. Bunların kodlar olduğu söylenmektedir. İnen sembollerin bir kısmı eski büyücülük simgeleri bir kısmı ise ibranice harfleridir.

 

Kıyafetler: Filimdeki baş karakterkler dikkat çekici şekilde siyah giyinmişlerdir.

 

Nebulkadnezar: Neonun askeri olduğu gemi. Kelime eski babil kralının adı. Babilin asma bahcelerini bu kıral yapmıştır. Eski ahite göre yahudilerin babilden cıkmasına bu kişi yardım etmiştir. Babil kulesini yapmış ama rab onun kulesini de yıkmıştır..

 

Neo: Yeni gelen anlamına gelen kelimeledir. Mesih anlamına geldiği söylenebilir..

 

Trinity: Filmdeki Neonun sevgilisi. Kelime üçleme kelimesinden gelmektedir.

 

Zion: Yer altında yaşamın sürdüğü şehir.. Kelime sion şeklinde kuduskelimesi ile aynıdır.

 

Kâhin: Kadın bir figür.. ilk bölümde program olduğunu çözememize rağmen sonra program olduğunu öğrendiğimiz kişi. Neoyu müjdeliyor. Bir tür Astroth.

 

Programcı: Erkek bir program.. Kadın figür Kâhin ile aslında sürekli çelişiyor. O da yazılmış bir program olmasına rağmen tüm matrix diyarını o yazıyor..Birtür yaratilmiş tanrı. Bir tür Ahirman.

 

Anahtarcı: Her yerin girişini açabiliyor ama cok aciz bir program. sistemin parcası olmasına rağmen sistermin en onemlilerinden biri.

 

Ajan Simith: Bir tür program ama sonradan bozuluyor. Programın bozulacağı biliniyor ama her seferinde matrix yeniden kurulabilsin diye programcı tekrar yazıyor.

 

Fildeki banzı enteresanlıklar..

 

Neo inanılmaz güçlere sahip tüm matrixi oynatabiliyor.. ucabiliyor vs.

 

Neo son bölümde tüm matrixin dışındakilere de hükmedebiliyor. Buradan da matrixden aslın hiç cıkamadığını anlıyoruz.

 

Ölürken bir nevi çarmaha gerilme durumu var.

 

Neo ile Programcının diyologları karışık şeyleri cözebilecek kadar bilgili bir şekilde yazılmış..

 

Ziondaki en son parti bir tür rutual havasında..

 

 

Gnostisizm – Bilinircilik

 

Matrix’im Gnostisizm ile bağı o kadar kuvvetli görünüyor ki, Gnostisizmin ne olduğunu bilmeden filmin tam olarak anlaşılmayacağı görülüyor.

 

Gnostisizm M.Ö. 5. ve 4. yüzyıllardan itibaren ortaya çıktığı sanılan ve orta doğuda yayılan bir dini, felsefi akımdır. Bu akım İsa’dan sonra birinci asırda bazı Hıristiyan toplulukları içinde kendini göstermiş ve beşinci asra kadar etkinliğini devam ettirmiştir. “Gnosis” kelimesinin etimolojisinden yola çıkılarak bu akımın bir “bilgi ile kurtuluş” akımı olduğu söylenmektedir. Ancak “gnosis” kelimesinin bugün İngilizce’de ki “know=bilmek” kelimesinin atası olduğu göz önüne alınarak varılan bu netice yanıltıcı olabilir. Gnostikler peşinde oldukları “kainat bilgisinin” teslimiyet ve ibadetle değil de sezgiyle ve bu bilgiye ulaşmayı sağlayacak bir takım sihirli formülleri bulup öğrenmekle elde edilebileceğine inanırlar. Misallendirmek gerekirse, “Maniheizm’in” ve “Sâbiîliğin” tamamıyla gnostik inanç ve öğretileri temsil eden dini gelenekler olduğu ileri sürülürken, bazı din ve felsefe tarihçilerince “Mandeizm, Hermetizm” vs. gibi mistik inançlar da Gnostisizm olarak nitelenir. Bu yaklaşıma dayanarak Kabala’yı bir Yahudi Gnostisizm’i, Batıniliği de bir Müslüman Gnostisizm’i sayanlar vardır. Gnostisizm bir çok araştırmacı tarafından dini sapkınlık olarak görülmektedir. Tarih sahnesine İsa’dan sonra yeniden çıkan Gnostikler, eski Yunan Felsefesi’ni esoterizm ve Hıristiyanlıkla kaynaştırıp, eklektik bir inanç sitemi kurmaya çalışan dini-mistik düşünürlerdir. Temel olarak mutlak bilgi’nin anlık sezişlerle kavranabileceğine inanırlar. Tüm dinleri mutlak bilgiye ulaştırma noktasında yetersiz bulan Gnostikler, mistik tarikat adamlarıdır Özellikle antik Yunan filozoflarından Eflatun’un felsefesini esas aldıkları için, mutlak bilgiyi, dini bilgilerin çok üstünde bulunan kurgusal bir bilgi sayarlar. Hz. İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğunu, doğduğunu ve büyüdüğünü, çarmıha gerildiğini kabul etmediklerinden Hıristiyanlarca sapkın sayılırlar. Bertrand Russell, Hz. İsa’yı bir insan saydığı için Hz.Muhammed’i Gnostik saymıştır. Gnostisizmin temel kültleri şöyle sıralanabilir:

 

a.Zıtlıklar üzerine inşa edilmiş bir düalizm.. “Gnostik öğretinin arka planında madde-mana, aydınlık-karanlık, ruh-beden ve dünya-öte dünya gibi değerler arasında var olduğuna inanılan katı bir düalizm bulunur. Gnostikler makro planda alemi, ışık alemi ve karanlık alemi şeklinde ikiye ayırırlar. Işık ya da nur alemi iyiliği, hakikat ve gerçeği temsil ederken karanlık ve zulmet alemi kötülüğü, yalanı ve gerçek olmayanı temsil etmektedir. Işık alemiyle karanlık alemi arasında bitmek tükenmek bilmeyen bir mücadele ve çekişme vardır. Madde ve maddi olan her şey, yani içinde yaşadığımız dünya, bedenlerimiz ve bu dünyaya ait olan her şey kötülük alemine aittir ve dolayısıyla bizatihi kötüdür. Ruh ve ruhsal olan varlıklar ise ışık alemine aittir ve yapısı gereği iyidir. Kötülük alemiyle iyilik alemi ya da ışık ile karanlık veya nur ile zulmet arasındaki bu mücadelede başarılı olacak olan, iyilik, yani ışık veya nurdur. Makro hayatın sonunda kötülük ve zulmet, ışık tarafından dizginlenerek tahakküm altına alınacak ve onun emrinde olan madde ve maddi alem yok edilecektir. Mikro hayatı temsil eden insan açısından da aslolan, iyilik alemine ait olan ruhsal varlığına değer vermek ve kötülüğe ait olan maddi yapısına, yani bedenine ve bedenin istek ve arzularına boyun eğmemektir. Varlık itibarıyla kötü olan bu dünya ve dünyevi şeyleri terk etmek, ışık ve iyiliğin timsali olan ruha ve ruhsal aydınlanmaya kulak vermek gerekir. Böylesi bir düalizm konusunda Gnostisizm diğer düalist geleneklerden ayrılır. Örneğin Zerdüştlükteki düalizm daha ziyade ahlakî bir karakter taşır. Gnostik düalizm adını verdiğimiz gnostiklerin düalizminde ise -etik bir karakter taşımanın yanı sıra- maddi aleme karşı bir tavır söz konusudur. Gnostik düalizmde madde ve maddeden kaynaklanan her şey kötülükle özdeşleştirilir. Gnostik gelenekte hayatî olan bu tasavvur, örneğin Zerdüştlükte görülmez.”

 

Matrix filmlerinin hepsinde sözü edilen düalizmi müşahede etmek mümkündür. Matrix’in içinde (yani karanlık, zulmet ve yalanlar aleminde) her yerde yeşilin tonları hakimdir. Zaten başta Matrix’in kodları yeşildir. Eğer film dikkatle izlenirse Matrix’in içinde bulunan hemen her sahnenin yeşil tonlarında görüntülendiği fark edilir. Özellikle zulmün yoğunlaştığı yerlerde yeşil iyice vurgulanmaktadır. Mesela birinci filmde ajanların Neo’yu sorguladıkları sahne, tuzağa düştükleri otel odası hep yeşil tonlarda görüntülenmiştir. Aslında yeşil olmaması icap eden kahinin (oracle) odasının neden yeşil olduğu ikinci filmde anlaşılır: Kahin de aslına Matrix’in bir parçasıdır. Matrix’in içindeyken yeşil bir kravat takarken gerçek dünyada kravat takmaz. Gerçek dünya, (yani ışık ve hakikat dünyası) genelde mavi tonlarda görüntüleniyor. Bunun mahsus yapıldığını filmin yazarları Wachowski kardeşler bir mülakatlarında kendileri söylüyor.

 

b.Alâmet-i farikası hayat ve ışık olan tanrı inancı. Gnostik çevrelerde tanrı, “hayat ağacının” özünde yahut kökünde bulunur, onun mahiyetinin tam olarak anlaşılmasına imkan yoktur ve “hayat”, “nur”, “ışık kralı” gibi isimlerle anılır. Filmin sonuna doğru Neo’yu Matrix’in “kaynağına ulaştıracak olan ışıktan kapıyı hatırlayalım.

 

c.Yüce varlığın dışında, maddî alemi yaratan varlık: demiurg. İnanılan yüce varlığın bütün kötülüklerin tecessüm ettiği “maddenin” yaratıcısı olamayacağına inanan Gnostikler, bu işi yapan başka bir yaratıcı güce inanırlar. “Demiurg” Yunanca demiourgos (halk için çalışan) kelimesinden üretilmiştir. Kainatı ve insanın maddi varlığını yaratan güçtür. Kimi Gnostik gruplar için Demiurg doğrudan şeytandır. Filmde kendini “mimar” olarak tanıtan şahsın tanrı olduğunu düşünen bazı kimselerin gösterdiği tepki bu bağlamda manasızlaşır. Gnostik teolojide “Matrix’in” mimarı, yani dünyanın yaratıcısı tanrı değil, insanlığı hapsetmek isteyen şeytanın ta kendisidir.

 

Gnostikler maddeyi, ruhun bozulmuş bir şekli olarak görürler. Onlara göre insanın varoluş amacı, maddi varlığından sıyrılıp esas olana, yani tanrıya dönmektir. Bu, islamdaki “fenafillah” makamına ulaşmaya benzetilebilir. Gnostiklere göre bu “kurtuluş”, ancak tanrının göndereceği seçilmiş bir kişi eliyle başlatılabilir ve kolaylaştırılabilir. Filmde Neo işte bu beklenen “mürşit”, yahut başka bir değişle insanları kurtarmak için tanrının seçtiği kişidir.

 

Gnostikler “bilen” ve bilgileri ile tüm varlıklar arasında üstün hale gelen, bilgisizlere nispetle geçmiş ve gelecekte bambaşka statüler kazanan kişilerdir.

 

Nebukadnezar ve onun gibi birçok gemi kaptanı karşı karşıya bulundukları tehlikeli vaziyeti tartışmak ve ne yapacaklarına karar vermek üzere Matrix’in içinde buluşuyorlar. Osirus isimli gemiden gelen haber konuşuluyor. Filmde bazı yerler havada kalmış gibi görünse de işin aslı böyle değil. Matrix 2’den kısa süre önce bitirilen Animatrix isimli filmler serisini seyretmiş olanlar Osirus’u ilk defa işitmiyorlar. Dokuz kısa filmden oluşan koleksiyonun birinci filminin adı “Osirus’un son uçuşu” idi. Bu kısa filmde Osirus isimli gemi, makinelerin saldırısına uğruyor ve kaçarken yeraltından yer yüzüne çıkmaya mecbur oluyor. İşte o anda gemi mürettebatı, dev bir makinenin, yeri kazarak Zion’a doğru ilerlediğini görüyor ve bu haberi, canları pahasına merkeze gönderiyorlar. Gemi kaptanlarını bir araya getiren haber de işte bu haber. Sembolleri ve referansları bulma çabamızı Osirus’un manasını anlamaya çalışarak sürdürelim.

 

Osirus Mısır mitolojisinde yeraltı ve tarım tanrısı olarak biliniyor. Kaynaklarda “Usire” diye de anılıyor. Nephis ve Seth’in kardeşi, Isis’in kocası olarak bilinen Osirus, “ölümlü tanrılardan” sayılmakla beraber ölümden sonraki hayatı ve ruhun ölümsüzlüğünü simgeliyor.

 

İnsanlara tarımı ve medeniyeti öğreten tanrı sayılan ve bir yandan da hayatın ortadan kaldırılamayışını sembolize eden Osirus’u filmde (Animatrix’ten bahsediyoruz) yerine oturtmakta zorluk çekmiyoruz. Osirus gemisi, filmde “yeraltından” toprak üstüne çıkıyor. Bu çıkış ile de “medeniyetin” (Zion) tehdit altında olduğunu ve sonunun yaklaştığını anlıyoruz. Filmin (Matrix Reloaded) genelini düşündüğümüzde Osirus’un, Zion’a gönderdiği mesajla yeniden hayata dönüş sürecini sayılabilecek reaksiyonlar zincirini başlatan geminin ismi olduğunu fark ediyoruz.

 

Osirus’tan gelen haberi alan gemi kaptanları, strateji belirlemek üzere bir araya geliyorlar. Aslında ne yapılacağı belli. Komutan “Lock’un” emirleri açık: Bütün gemiler yayın seviyesini terk edip Zion’a dönecekler. Komutanın ismi, felsefeye azıcık ilgi duymuş herkesin mutlaka işitmiş olduğu bir ismi çağrıştırıyor: John Locke. Bu filozofun genel çerçeveye nasıl oturduğunu tartışmadan önce, hakkında neler biliyoruz bir bakalım:

 

John Locke’un fikirlerinin özü 1690 tarihli “Essay Concerning Human Understanding – İnsanın Anlayışı Hakkında Makale” isimli eserinde bulunabilir. Modern emprisizmin (Amprizm veya Empirizm de deniyor) temelleri bu eserle atılmıştır. John Locke’dan başka, Francis Bacon, David Hume, Stuart Mill ve Herbert Spencer gibi düşünürler de emprisistlerden sayılırlar. Emprisistlere göre insan beyni doldurulmayı bekleyen bomboş bir kağıda, levhaya yahut tabloya (tabula rasa) benzer. Yaşadıkları, tecrübeleri ile her geçen gün bu boş tabloyu dolduracak olan insan için, tecrübeden başka bir bilgi kaynağı olamaz.

 

“Emprizmin batı dillerindeki kökü, deney ve görgü anlamlarını dile getiren empeiria deyimidir. Bu yunanca deyim, bilimsel bilgi anlamındaki yunanca episteme deyimle sezgisel ve tinsel bilgi anlamındaki yunanca gnosis deyimine karşıt bir anlam taşır ve görgüsel bilgi (insanın doğrudan doğruya gördüklerinden çıkardığı bilgi) anlamını dile getirir.” Locke ismi öylesine seçilmiş bir isim değil! Bu ismin arkasında bir felsefi okulun görüşleri saklanıyordu.

 

Filmde kumandan John arasında yaşanan çekişme aslında Gnostiklerle Emprisistler arasındaki felsefi çatışmaya işaret ediyor. Sezgisel bilgiye, aydınlanmaya, kahinin (bilgisiyle yücelen kişinin) ve Neo’nun (seçilmiş kurtarıcının, mesihin) yol göstericiliğine iman eden Gnostik kaptan ile, bilgiye ancak tecrübeyle ulaşılabileceğine iman eden ve her türlü sezgisel (intuitive) bilgiyi saçmalık sayan emprisist komutan Lock çatışıyor. Bu çatışmayı anlaması mümkün olmayan seyirciyi de ihmal etmek doğru olmayacağından senaristlerimiz ortaya, herkesin kolayca anlayabileceği bir çatışma unsuru atıyorlar: Kaptan Niobe. Böylece her anlayış seviyesinden seyirci tatmin edilmiş oluyor. Felsefeden uzak olan ve “meseleyi kurcalamaktan” hoşlanmayan herkes için hadise çözülmüştür! Mesele “kız” meselesidir!...

 

Bu kadarı da fazla denecek biliyoruz ama, Niobe ismi de öylesine uydurulmuş bir isim değil!

 

Yunan mitolojisinde değişik hikayesiyle öne çıkan Niobe, Tantalus’un kızı, Thebes kralı Amphion’un karısı, yani Thebes kraliçesidir. Babası mühim bir kişi olmakla beraber tanrı değildir. Annesi ise bir tanrıçadır. Hikaye Yunan mitolojisinin en değerli kaynaklarından sayılan, Homeros’un İlyada’sında da anlatılır. Efsaneye göre Niobe, kendisi tam bir tanrıça olmadığı halde, Titan’ın kızı tanrıça Latona’yı (kaynaklarda Leto diye de geçiyor) küçümser. Latona’nın iki çocuğuna karşılık kendisinin yedi kızı ve yedi oğlu olması hasebiyle ondan çok daha fazla saygı hak ettiğini ileri sürer. Bu sözlerden alınan Latona, kendini bir tanrıça ile karşılaştıran Niobe’yi cezalandırmaları için çocukları Apollon ve Artemis’i vazifelendirir. Apollon ve Artemis, attıkları oklarla Niobe’nin on dört çocuğunu da öldürürler. Evlatlarının acısıyla dört gün boyunca hiç durmadan ağlayan Niobe sonunda yaşlar akıtan (ağlamaya devam eden) bir taşa dönüşür ve Sipylon yahut Sipylas denilen dağın zirvesine nakledilir.

 

Toplantıda gemi kaptanlarından yardım istediğini görüyoruz. Gemisi Nebukadnezar’ın yeniden şarzolabilmesi için 36 saate ihtiyacı vardır. Bundan sonra yeryüzüne yakın olan “yayın seviyesine” tekrar çıkacaktır. Yayın seviyesinde mutlaka birisinin bulunması gerekmektedir, kahinin tekrar irtibata geçmesini beklenmektedir. Bu davranış, komutan Lock’un açık emirlerine itaatsizlik manasına gelecek olsa da, orada toplanan insanlar zaten otoriteye “itaatsizlik” ettikleri için orada bulunabilen insanlardır. Neticede gemi kaptanlarından birisi bu vazifeyi kabul eder. Bu sırada, birinci filmden tanıdığımız ajan Smith, toplantı yapılan yerin kapısından, Matrix’le irtibatını sembolize eden kulaklığını, bir mesajla birlikte Neo’ya gönderir: Neo onu özgür bırakmıştır. Belki vazifesinde başarısız olduğu için, belki ilk filmde Neo içine girdiğinde kodu değiştiği için, artık bir Matrix ajanı değildir.

 

Bundan sonra toplantı yerine gelen ajanlar Neo ile nafile yere dövüşecektir. Neo bunlarla dövüşürken “upgrades” diyecektir. Yani versiyon yükseltmeleri. Ajanlar iyileştirilmiş, geliştirilmiş programlardır ama Neo’yu durduramayacaklardır.

 

Bu sahnelerde doğrudan bir keşiş kıyafeti içinde görünen Neo dikkatimizi çekiyor. Siyah cüppesinin etekleri, ayak bileklerine kadar uzanıyor. Tam bir dindar mümin zangoç kıyafeti.

 

Son insan şehri Zion’u ilk kez görüyoruz. Mürettebatı genç bir çocuk karşılıyor. Bu çocuğun hikayesi de Animatrix’de anlatılıyor. Zion’un ilk göze çarpan özellikleri, karanlık olması, eski moda makinelerle donatılmış olması ve halkının genellikle zenci ve “Hispanic” olması. Aslında Zion’un bu demografik yapısı, film üzerinde yapılan bir takım spekülasyonları boşa çıkarıyor. Matrix’ten kurtarılmış insanların kurduğu şehrin sakinleri, sarı saçlı, beyaz tenli, mavi gözlü “efendiler” değil!

 

John Locke’un hiddetle konuştuğunu işitiyoruz. Aynen şunları söylüyor kumandan: “Kahinleri de kehanetleri de Mesihleri de umursamıyorum!”

 

Hemen bu sahnede başkan Hamann ile karşılaşıyoruz. Filmdeki isimlerin hemen hepsi özellikle seçilmiş olduğuna göre, aradığımız kişi “Johann Georg Hamann”.

 

Johann Georg Hamann 1730’da doğu Prusya’da bulunan Königsberg şehrinde dünyaya gelmiş. Kant’ın yakın dostu, David Hume’un çağdaşı. Ondan çok etkilenen Göthe, onun için “çağımızın en parlak beyni” demiş. Kierkegaard ondan “imparator” diye bahsetmiş. Alman klasisizminin ve romantizminin babası sayılıyor. Gençlik yıllarında seküler aydınlanmacılık fikrinin fanatiklerinden olan Hamann, ticari bir vazife için gittiği Londra’da İncil’i baştan sona okumuş ve eski fikirlerinden dönerek iman etmiş. Protestan Hıristiyanlığın Ortodoks bir yorumunu benimsemiş. Çalışmalarını lisan alanında mantık, ifade, iletişim, semboller, soyut düşünce ve analiz üzerine yoğunlaştırmış.

 

Filmde Hamann figürünü yerine oturtmak hiç de zor olmuyor. Hamann, bir yandan Emprisizm okulundan (David Hume ve George Berkeley üzerinden) komutan Lock’un (John Locke’un) dostu (ve eski fikir arkadaşı) olduğu halde, nihai tercihini “inanan”. Hele Hamann’ın Neo ile, “sebep” üzerine yaptığı sohbet, tahminimizin ne kadar doğru olduğunu gösteriyor. Makinelerin bulunduğu katta Hamann Neo’ya, makinelerin nasıl çalıştıklarını anlamadığını ama çalışmaları için bir “neden” bulunduğunu anladığını söylüyor. Aynı şekilde Neo’nun yaptığı bazı şeyleri nasıl yaptığını anlamadığını ama tüm bunların arkasında bir “neden” bulunduğuna inandığını söylüyor. Johann Georg Hamann, yazılarında “sebep” kavramına, “sebeplendirme faaliyetine”, “sebeplere dayanarak makul olmaya” hususi bir ehemmiyet atfetmiş. Hamann bahsini, filozofun, hakkında araştırma yaparken rastladığımız, dikkat çekici aforizmasıyla kapatalım:

 

“Eğer dil (lisân) olmasaydı “sebep” (reason), “sebep” olmasaydı “din”, ve tabiatın bu üç esası mevcut olmasaydı ne zihin (yahut ruh, Almanca: geist) ne de cemiyeti bir arada tutan bağlar mevcut olabilirdi.”

 

 

Seraph – Seraphim

 

Oracle’dan (kahinden) gelen mesaj üzerine randevu yerine giden Neo’yu Seraph isimli karakter karşılıyor. Seraph kelimesi İbranice “Seraphim=yanmak” kelimesinin bir türevi. Üç çiftten müteşekkil, altı kanadı olan ve göğün sekizinci katında bulunan, ateşten yaratılmış bir grup meleğe verilen bir isim bu. Bazı kaynaklara göre tabiat üstü bir yaratık, kanatları olan zehirli bir yılan yahut ejderha.

 

Filmde Seraph, kahinin koruyucu meleği olarak karşımıza çıkıyor. Neo’nun gerçekten seçilmiş kişi olduğunu anlayabilmek için onunla dövüşüyor. Nihayet onun doğru kişi olduğuna kanaat getirince (ki Seraph birini gerçekten tanımanın en iyi yolunun dövüşmek olduğunu söylüyor) görüşmeye müsaade ediyor. Bu arada Neo ona, bir programcı olup olmadığını sorunca başıyla hayır işareti yapıyor. O sadece “vazifeli”! Vazifesi sadece en mühim olanı muhafaza etmek. Meleklerin iradeleri olmadığı herkesin malumudur. Onlar sadece kendilerine verilen vazifeleri yaparlar o kadar. Seraph da sadece vazifesini yapıyor.

 

Kahin Neo’ya kırmızı renkli bir şeker ikram ediyor. Birçok tartışma grubunda bu şekerin tıpkı Neo’yu birinci filmde Matrix’ten çıkarmaya yarayan “kırmızı hap” gibi bir fonksiyonu olduğu iddia ediliyor. Neo bu sefer şekeri alsa da yemiyor. Bu sahnede Kahin’in de Seraph gibi bir program olduğunu öğreniyoruz. Öte yandan Kahin, Neo’ya iki isim veriyor: Anahtarcı ve Merovingian. Anahtarcı, kod kaynağına ulaşan kapıları açmak için lazım gelen anahtarları yapmaktadır. Merovingian, anahtarcıyı kaçırmıştır ve hapis tutmaktadır. Kahine göre, Merovingian’ın istediği şey, çok kuvvetli insanların peşinde oldukları şeyden ibarettir: daha fazla “güç”.

 

Filmin en ilgi çekici karakterlerinden birisi Merovingian. Yine esoterizm sularında gezmeye başlayacağız ama önce biraz tarih... Merovingian kelimesi bizi Merovingian Hanedanı’na götürüyor. Bu hanedan beşinci asırda Fransa’da hakim olmuş. Hanedanın ilk kralının ismi Merovech (Fransızcası Mérovée). Onun soyundan gelenler kendilerini Merovingianlar diye tesmiye etmişler.

 

Merovingianlar arasında doğrudan Hz. İsa’nın kanını taşıdıklarını iddia edenleri olduğu gibi, soylarını Hz. Davut’a kadar dayandıranları var. Taşıdıkları kanın kutsal olduğuna ve nesiller boyunca korunarak aktarıldığına inanıyorlar. Bu isim üzerinde insanı hayrete düşürecek kadar spekülasyon yapılmış. Merovingian soyunun kayıp ülke Atlantis’ten geldiği iddiasından, Antik Yunan’ın yarı tanrılarına kadar uzandığı iddiasına kadar birçok spekülasyon bulunuyor. Bunların biraz daha ilerisinde bizi daha da tanıdık “spekülasyonlar” bekliyor.

 

Merovingian hanedanı kimi kaynaklara göre yedinci, kimilerine göre sekizinci asırda gücünü kaybetmiş. Uzun ve kızıl saçlı Merovingian kralları (ki saçlarının kızıllığının Hz. Davut’un soyundan geldiklerinin delili olduğunu iddia ederlermiş) iktidardan düşmüşler. Ancak kutsal bir kanın taşıyıcısı olduklarını düşündüklerinden iddialarını hep sürdürmüşler. Son Merovingian Krallarından Godefroi De Bouillon “Sion tarikatı – Order of Sion” olarak bilinen örgütün kurucusu sayılıyor. Godefroi De Bouillon bu örgütü, Kudüs’ün Müslümanların elinden alındığı ilk haçlı seferinden dönüşünde, Kudüs’e göç eden Hıristiyan kafileleri korumak ve bunların Kudüs’e güvenle yerleşmelerini sağlamak maksadıyla kurmuş. Tarikat, ismini haçlı şövalyelerin “kurtarmaya” gittikleri Kudüs’ün yakınlarındaki Sion dağından almış. Sion Tarikatı’nın silahlı kanadının ismi birçok kişiye tanıdık gelecektir: “Tapınak Şövalyeleri - Knights Templar”

 

Tapınak Şövalyeleri’nin öncelikli vazifesi kutsal kan taşıyıcılarını (Merovingianları) korumak ve kutsal kanın nesiller boyunca aktarılmasını sağlamak olmuş. Buna karşılık, yer altına çekilmiş olsalar da hem siyasî hem ticarî mânâda birbirlerini koruyup kollayan efendi Merovingianlar da onları beslemiş.

 

Bugün hemen her ülkede sayısız locası bulunan çeşit çeşit ezoterik örgütlenmelerin, mason localarının halen yaşattığı ritüellerinin pek çoğunu önce Sion Tarikatın’dan sonra Tapınak Şövalyeleri’nden tevarüs ettikleri söyleniyor.

 

Şimdi bütün bunları filmdeki yerlerine oturtalım. Kahin Merovingian’dan bahsederken onun çok güçlü olduğunu, “en eskilerinden biri” olduğunu ve tek isteğinin, her büyük güç sahibi gibi daha fazla güç olduğunu söylüyor.

 

Merovingian’ın en yakın iki muhafızını gözlerimizin önüne getirelim: ikizler. Bu karakterlerin de Tapınak Şövalyelerini sembolize ettiklerini ileri sürmek hiç garip kaçmayacaktır sanırım. Tapınak Şövalyelerin’in bir mühründe at üzerinde iki şövalye (muharip rahipler) resmedilmiş.

 

Türk Masonlarının yayın organı “Mimar Sinan” dergisinin bir sayısında Tapınak Şövalyeleri ile Masonluk arasındaki bağlantıya dair şunlar anlatılmış:

 

“Kilise’nin baskısıyla, Fransa Kıralı’nın, 1312 yılında, Templier tarikatını kapatması ve mallarını Kudüs’teki Saint Jean şövalyelerine vermesi ile Templier’lerin etkinliği ortadan kalkmadı. Bunların büyük bir çoğunluğu o zaman çalışmakta olan Avrupa’daki mason localarına sığındılar. Templier’lerin başkanı Mabeignac ise çevresindeki bir gurup Templier ile, İskoç duvarcısı kılığında ve Mac Benach takma adıyla İskoçya’ya sığındı. İskoç kralı Robert Bruce (Bu kralı Braveheart-Cesur Yürek filmini dikkatle seyredenler çok iyi hatırlayacaklardır. S.C.) onları çok iyi karşıladı ve İskoçya’daki mason locaları üzerinde büyük bir etkinliğe sahip olmalarını sağladı, bunun sonucunda, İskoç locaları hem mesleki hem de düşünsel açıdan büyük bir aşama kazandılar. Mac Benach sözcüğü bugün bile masonlarca saygı ile kullanılır. Templier mirasının sahibi İskoç masonları, Fransa’ya çok yıllar sonra bu mirası iade ettiler ve bugün İskoç usulü olarak bilinen ritin temelini Fransa’da attılar.”

 

"Tampliye tarikatı tekris törenini içeren ritüeller, günümüzdeki mason ritüellerinin benzeridir…/…Tampliye tarikatı üyeleri birbirlerine, aynı masonlukta olduğu gibi, kardeşim derler../... Tampliye tarikatı ve masonluk kurumu birbirlerini belirgin ölçüde etkilemişlerdir. Hatta, korporasyonların ritüelleri adeta Tampliye’lerden kopye edilmiş denilecek kadar benzerdir. Bu itibarla, masonların kendilerini büyük ölçekte Tampliye’lerle özdeşleştirdikleri ve aslında özgün gibi görünen masonik ezoterizm (gizllik) içinde önemli boyutlarda Tampliye mirası olduğu belirtilebilir…/… Özet olarak, araştırmanın başlığında belirtildiği gibi, masonik kralî sanat ve inisiyatik-ezoterik çizginin başlangıç noktası Tampliye’lerin, son noktası da hürmasonların olarak kabul edilebilir.”

 

Sion Tarikatı’nın da Gnostik bir yapılanma olması hasebiyle “ışıkla”, “aydınlanma” sembolleriyle dolu bir sürü ritüeli ve mistik öğeleri bünyesinde taşıdığını belirterek bu meraklı konuya şimdilik nokta koyalım ve yine Gnostik – ezoterik çizgide izah etmeye çalışacağımız “mimar” figürünün tahliline geçmeden anahtarcıdan azıcık bahsedelim.

 

Aslında anahtarcı üzerinde söyleyeceğimiz çok fazla şey yok. Hacker jargonundan “arka kapılar – back doors” kavramını filme taşımak için anahtarcıyı kullanmış Wachowski kardeşler. Bir de yine anahtarcıya söyletilen bir cümle var ki bu cümle ile bir hataya düşmüşler. Kısaca tesbit ettiğimizi düşündüğümüz bu hatayı aktaralım. Anahtarcı Neo’ya Mainframe bilgisayara nasıl gireceğini anlatıyor. Mainframe bilgisayarlar, bankalar, havaalanları, nüfus idareleri gibi çok yüksek sayıda kayıtların saklanıp, işlem görmesi gereken müesseselerde kullanılan süper bilgisayarlardır. Türkçe’ye olduğu gibi çevirecek olsak “Ana Çerçeve” diye çevireceğimiz bu kelimenin “çerçeve” tarafı bizi alakadar ediyor. Anahtarcı, kahramanlarımıza “Ana Çerçeveye” girmek için tam 314 saniyeleri olduğunu söylüyor. Bu sayıyı 3,14 diye yazsak belki sayı çok kimseye tanıdık gelecektir. Bu sayı pi sayısıdır.

 

MİMAR. Masonlar inandıklarını ileri sürdükleri yüce güce “Kainatın Ulu Mimarı” diyorlar. Bu konuda yine masonların kendi açıklamalarına başvuralım. Önde gelen Türk masonlarından biri olarak bilinen Selami Işındağ, 1977 yılında yayınlanan “Masonluktan Esinlenmeler” adlı kitabında, masonların "Evrenin Ulu Mimarı" hakkındaki inancını şöyle anlatmış:

 

“Masonluk Tanrısız değildir. Ama onun benimsediği Tanrı kavramı, dinlerdekinin aynı değildir. Masonlukta Tanrı bir yüce prensiptir. Evrimin son aşaması, doruğudur. Özvarlığımızı eleştirerek, kendi kendimizi tanıyarak, bilerek, bilim, akıl ve erdem yolundan yürüdükçe, onunla aramızdaki açı azalabilir. Sonra, onda insanların iyi ya da kötü nitelikleri yoktur. Kişileştirilmemiştir. Doğanın ve insanların yöneticisi sayılamaz. Evrendeki büyük ve yüce çalışmanın, birliğin, harmoninin Mimarıdır. Evrendeki tüm varlıkların toplamıdır. Her şeyi kapsayan total güçtür, enerjidir. Bütün bunlara karşın, onun bir başlangıç olduğu benimsenemez... Büyük bir gizem (sır)dır.”

 

Hemen burada filme dönüyoruz. Filmde Neo’nun karşısına çıkan “mimar”ı yukarıda iktibas ettiğimiz paragraftan tamamen habersiz olarak “Matrix’deki büyük çalışmanın, birliğin, harmoninin Mimarı” diye tanımlayabilirdik. Matrix’in “mimarı” aynen bu vasıflarıyla karşımıza çıkıyor. O aslında tüm simülasyonu yazan programcı, adeta taşların nasıl üst üste koyulacağını hesaplayan mimardır. Yapısı mükemmeldir. Mükemmelliği yüzünden de kusurludur. Bu paradoksun izahı şöyle yapılabilir: İnsan tabiatı doğuma ve ölüme, yani başlangıca ve sonlanmaya göre değişmez biçimde ayarlandığı için bu tabiatı hakkıyla simüle etme iddiasındaki programın mükemmel olabilmesi için sonlu-fâni olması lazımdır. Makineler, bilgisayar programları, hep aynı performansla çalışmak üzere tasarlanır. Özellikle bilgisayar programları için yaşlanmak, yok olmak diye bir şey söz konusu değildir. Ancak insan gözüyle bakıldığında, bir noktadan sonra bozulmaya, yok olmaya gitmeyen yapı, eşyanın tabiatına aykırı hareket etmesi hasebiyle o andan itibaren gerçekçilikten uzaklaşacak, hakikati simüle etme iddiasını an be an biraz daha kaybedecektir. Zaten birinci filmde Ajan Smith’in ağzından “ilk” Matrix’in acısız, kedersiz ve mükemmel bir hayatı simüle etmek üzere yapıldığını ama “ekinlerin” yani insanların bu yapıyı kabul etmeyip öldüklerini işitmiştik. Dolayısıyla mimar, insan tabiatına aykırı olan, “kendini kusursuzca ve sonsuza kadar sürekli yeniden üreten yapı” modeli yerine, zamanı geldikçe yok olup –kıyamet yahur ölüm-, sonra yeniden doğan bir yapı kurmayı tercih etmiştir.

 

Bütün çabalara rağmen Matrix hâlâ mükemmel olamamıştır. Makinelerin anlayamayacakları ve dolayısıyla hata olarak kabul etmeyecekleri bir problemi vardır. Bu problemi mimar Neo’ya şöyle açıklıyor:

 

“Senin hayatın Matrix’in programlamasından kaynaklanan, eşitlenmemiş bir denklemin kalanının toplamıdır.”

 

Bu kötü tercümeden bir şey anlamayanlara şunu söyleyebilirim ki ifâdenin aslı da îzaha muhtaçtır. Bu ifâdeyi devreden rakamlarla izah edeceğiz. Devreden rakamları bilirsiniz. Her hangi bir hesap makinesinde mesela 10’u 3’e bölerseniz 3.333333.. sayısını elde edersiniz. Matematikte bu sayıların adı devreden sayılardır. Makineniz virgülden sonra kaç hane gösterirse göstersin bu rakamın sonu gelmez. Şimdi yine hesap makinenizde, bu rakamı tekrar böldüğünüz sayıyla, yani 3 ile çarpın. Elde edeceğiniz değer, beklendiği gibi 10 yerine 9.9999… olacaktır. Matematikçilerin kolayca izah ettikleri bu durum, makineler için bir hatadır! İşte mimarın da anlattığı durum budur. Wachowski kardeşleri, birçok başka buluşlarının yanında hususen bu buluşları için tebrik etmek lazım. Neo, işte makinelerin hesaplayamadıkları, bu yüzden de ortaya çıkmasına engel olamadıkları milyonda birlik hatadır. Bir taraftan tüm gayretlerine rağmen bu hatadan kurtulamadığını itiraf eden Mimar, öte taraftan bu hatanın beklendiğini ve ona göre tedbirlerin alındığını da belirtiyor.

 

Burada anlıyoruz ki Kahin’den ajanlara, anahtarcıdan Trinity’e kadar herkes aslında Mimar’ın planının, şuurlu yahut şuursuz birer parçası, dost sandığımız bir çok karakterse, ortaya çıkmasına mani olunamayan “anomali” olan Neo için yazılmış hata giderme kodlarıdır (error-handlers).

 

İşte tam bu noktada dikkatli olmamız lazım. Gnostik teolojiye göre bu karanlık “maddî” alemin (Matrix’in) yaratıcısı “tanrı” değil şeytan yahut onun muadili karanlık bir güçtür. Dolayısıyla ışıktan kapılardan geçilerek ulaşılan “Mimar” bizi yanıltmamalıdır. Mimar Gnostiklerin şeytanından başka bir şey değildir.

 

Matrix filmlerinin ikincisinde farkına varabildiğimiz gizli referanslar, mesajlar kabaca bunlar. Otoyoldaki kovalamaca sahnesinde görünen tüm araçların plakalarının eski ve yeni ahitten ayet numaralarına tekabül ettiğini, filmde sıkça rastladığımız 101, 303 gibi rakamlar üzerine yapılan spekülasyonları, Zion kelimesi üzerine yapılan tartışmaları ele almadan. Maksadımız filmde görünenlerin sadece buz dağının suyun üzerinde kalan kısmı olduğunu göstermekti. Maksadımız filmde görünenlerin sadece buz dağının suyun üzerinde kalan kısmı olduğunu göstermekti. Bir de mitolojik ve dini referansların bu filmde nasıl yoğun işlendiklerine dikkat çekmek istedik. Umarız anlı şanlı yazarlarımızın, gazetecilerimizin, din adamlarımızın filmi doğru düzgün seyretmeden savurdukları iddiaların, ithamların ne kadar manasız olduğunu gösterebilmişizdir

 

Not: Pek cok alıntının birleşmesinden oluşan yazıdır.

--------------------

Merovingian

 

Matrix dünyası sınırları içinde matrix'i yok etmekten başka onu korumaya yönelik davranan bir kişidir .kendisi ilk one'ın oğludur. ilk one hayattayken bir esir olan bu adam, babası gücün başındayken kendisinin esir olmasından duyduğu kıskançlık sebebiyle kötü yola düşmüştür . makineler onun gerçek bedenini yok etmeyi teklif etmişlerdir . bunun karşılığında kendisine matrix içinde istediği gibi hareket edebilme yetisi verilmiştir . bu şahıs uzun yıllar boyunca matrix içinde işlerin yolunda gidip gitmediğini kontrol etmiştir . kendisine matrix'in kralı - king of the matrix- adını koyan makinelerdir. kendisinin yerini sentient programlarından başka kimse bilmemektedir.

 

gerard de sede'ye gore merovingian sulalesi israilli benjamin klaniyla sirius'lulerden gelir. elizabeth van buren ise bunlarin vatikan'la yuzyillardir gizli bir savas icinde oldugunu one surer, vatikan evrensel "kotu"ye hizmet ederken bunlar "iyi"dirler. Diğer bazıları mary magdalene'nin (Magalı meryemin) isa'dan olan cocuklardir.

 

beşinci asırda fransa’da hakim olmuş bir hanedan. hanedanın ilk kralının ismi mérovée. onun soyundan gelenler kendilerini merovingianlar diye tesmiye etmişler. merovingianlar arasında doğrudan hz. isa’nın kanını taşıdıklarını iddia edenleri olduğu gibi, soylarını hz. davut’a kadar dayandıranları var. taşıdıkları kanın kutsal olduğuna ve nesiller boyunca korunarak aktarıldığına inanıyorlar. bu isim üzerinde insanı hayrete düşürecek kadar spekülasyon yapılmış. merovingian soyunun kayıp ülke atlantis’ten geldiği iddiasından, antik yunan’ın yarı tanrılarına kadar uzandığı iddiasına kadar birçok spekülasyon bulunuyor. uzun ve kızıl saçlı merovingian kralları (ki saçlarının kızıllığının hz. davut’un soyundan geldiklerinin delili olduğunu iddia ederlermiş) iktidardan düştükten sonra kutsal bir kanın taşıyıcısı olduklarını düşündüklerinden iddialarını hep sürdürmüşler. son merovingian krallarından godefroi de bouillon, sion tarikatı olarak bilinen örgütün kurucusu sayılıyor. godefroi de bouillon bu örgütü, kudüs’ün müslümanların elinden alındığı haçlı seferinden dönüşünde (bkz: birinci haçlı seferi), kudüs’e göç eden hıristiyan kafileleri korumak ve bunların kudüs’e güvenle yerleşmelerini sağlamak maksadıyla kurmuş. tarikat (sion tarikatı ve tapınak sovalyeleri), ismini haçlı şövalyelerin “kurtarmaya” gittikleri kudüs’ün yakınlarındaki sion dağından almış. sion tarikatı’nın silahlı kanadının ismi ise şu ünlü tapınak şövalyeleri.

 

clovis, merovig'in oğlu (merovech veya merowen'de denilir) childeric'in 481'de ölümüyle 15 yaşında iken frankların başına geçti. kendisini pagan gökyüzü tanrısı wotan'dan gelen bir soya dayandırıyordu. ilk işi muhalefet yaratabilecek aile bireylerini ortadan kaldırmak oldu. ardından bulundukları bölgenin zayıf romalı otoritesinin başında bulunan general syagrius'un güçlerine saldırarak bir tek savaşta onları yok etti. 496'da ise burgund'lara saldırmadan hemen önce siyasi güç kazanmak amacıyla katolikliği benimsedi.

507 yılında doğu roma imparatorunun çağrısı ile vizigotların üzerine yürüdü. onları toulouse'daki başkentlerinden kopararak iber yarımadası ile sınırlayacak şekilde sürdü.

böylece güney fransa'nın hakimiyetini eline geçirdi. italya kralı theodoric'in tüm çabalarına rağmen akdenize çıkış sağladı. kendi arian rejimine karşı doğu roma imparatorluğu ile katolik franklar arasında bir ittifak yaratmaktan korkan theodoric etkisiz kaldı. 510'da clovis rhine nehri'nin kıyılarında yaşayan allemanni'lere saldırarak bugünkü almanya'nın da bir kısmını topraklarına kattı.511'de öldüğünde ülkesi dört oğlu arasında bölüşüldü. buna rağmen merovenj hanedanı 8'nci yüzyılda başka bir frank hanedanı olan karolenj'ler tarafından berataraf edilene kadar üç yüzyıl daha varlığını sürdürdü. hz.isanin torunlari oldugu soylenir. inanisa gore maria magdalena isa nin karisidir ve isa olduktan sonra fransa ya karninda isa nin bebegiyle gelir.yani maria hz.davut un kral soyunu tasimaktadir.bu soy kutsaldir ve fransa nin guneyine yerlesip,franklarin kraliyet soyuyla evlenerek gizemli morevenj hanedanini olustururlar. Hikaye bu yönüyle ise Davinçi Şifresindeki anlatılan olaylara benzer.

 

Matrixde merovingianın karosının adı persophonedir.

 

Persophone: yunan mitolojisinde bas tanrı zeusun kızkardesi demeterin zeustan olan kızıdır. Yunan mitolojisi kahramanı bir yarıtanrı.bir prenses.hades in esir aldığı güzel yaratık. olarak da bilinir. tüm dünyaya buğday ekmekle görevli tanrıça demeter'in zeus'tan olan kızıdır. demeter kızını çok sevmektedir. günlerden bir gün kızının çığlığını duyar. onu arar ama bulamaz. bu yaşadığı acıyla demeter dokuz gün boyunca dünyayı dolaşır ve kızını arar. onuncu gün güneşe rastlar. güneş ona zeus'un gizli rızasıyla hades'in persephone'u kaçırıp ölüler ülkesi'nde ebedi karısı yaptığını açıklar. demeter bu olaya isyan eder ve olimpos'u terkederek insanlar arasında yaşamaya başlar. yaşlı bir kadın kılığında eleusis'e varır. bir kuyunun yanında zeytin ağaçlarının altında oturur. kuyudan su almaya giden kral keleos'un kızları yaşlı kadını alıp eve götürürler. böylece demeter kızların küçük kardeşi demophon'un dadısı olur. demeter küçük çocuğa ölümsüzlük kazandırmak için geceleri çocuğun bedenini ambrosia ile sıvayıp yanmakta olan ateşe tutmaktadır. bir gece çocuğun annesi olaya tanık olur ve dehşete düşer. demeter şaşkınlıkla çocuğu elinden ateşe düşürür. bu olay üzerine demeter, kral keleos ve eşinden özür dilemek için, persephone'un kardeşi olan oğlu tripolemos'a kanatlı ejderhaların çektiği bir araba verir ve ona buğday serpe serpe tüm dünyayı dolaşmasını emreder. günler geçer ve eleusis'te kaldığı süre içinde demeter toprağı verimli kılmayı reddeder böylece açlık hüküm sürmeye başlar. insanların çektiği acılara üzülen tanrılar demeter'e yakarırlar, o da kızını görmek şartını öne sürer. zeus'un onayıyla hades karısı persephone'u yola çıkarır. kızını görmenin coşkusuyla demeter toprağı çiçekler ve yapraklarla kaplar. böylece ilkbahar olur. o kadar guzel bir tanricadir ki, aphrodite onun guzelligini kiskanarak asik etmistir hades'i ona.. bu is icin de oz oglu eros'un oklarindan faydalanmistir. saclarinda papatyalarla dolasan, uzun acik kumral sacli, beyaz tenli, badem gozlu, yumusak bakisli bir guzelliktir. ona en az yakisan yer cehennemdir aslinda. ama o olumsuz hayatinin yarisini orada gecirecektir. sevmedigi bir adamla.. onun karisi olarak.

ince narin bedeni cehennemin iskeletten olusan koltuklarinda sararip solmus, ela gozlerinin feri sonmus, saclarindaki papatyalar solmustur.. butun bu narin ve guzel goruntunun yerine aci ceken, ve cektigi acinin intikami ile tutusan bir kirik kalp kalmistir geriye.. onu bu hale dusuren cadiyi* cezalandirmak bile elinden gelmez.

 

Matrixde Persophone Neoyu opmek ister ve ona anahtarcıyı verir. Persephone bir tür hades tipindeki biribnin karısıdır gerçekten de. Fakat Neoyu opmek istemesi onun ne denli şehvet olduğunu gösterir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Alıntı olduğunu en alta yazarsanız ....

Kafaları karıştırma , aklı talan etme adına felsefik , pragmatik ,mitolojik özel bir SENARYO ve çalışma :)

Doğrular yanlışların içinde nasıl boğulur ? İnsanlara gerçeğin bu olduğu nasıl empoze edilir ? bunun örneklerinden biri..!

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

enteresan bir çalışma olmuş.yapay zeka hep ilgimi çekmiş ve gelecek için beni heyecanlandırmıştır.Matrix e gelince basta sinema dünyası için çığır açan bir örnek olmasının yanı sıra verdiği mesajlarlada bayağ tartışmaya yol açmış ender filmlerdendir.paylaşım için saol....

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Güzel bir çalışmaymış..Aşağıda da tasavvufi yönden ele alanların yorumu var..hoş olan, farklı dillerde, farklı inanç sistemlerinde aynı gerçeğin anlatılmaya çalışılması..

 

'Matrix'in özü tasavvuftur'

Neo önce kendini sorguluyor, bulunduğu âlemin farkında değil

Tasavvuftaki aşk denilen ikinci aşamada Neo kendini araştırıyor

Tasavvuftaki 'rehber', yani Morpheus ile karşılaşıyor

Morpheus, iki hap çıkarıyor, tasavvufta esma aşaması gerçekleşiyor,

Hakikatleri görme rengi tasavvufta kırmızı. Neo da kırmızı hapı alıyor

Morpheus yani rehber, Neo'yu mürşide yani Kâhin'e yönlendiriyor

Tasavvuftaki rüya halinin yerini 'Matrix'te simülasyon almış

Tasavvuftaki Kaf Dağı'nın ardı Matrix'te Zion

Neo kendi benliğini yendiğinde bakabillah aşamasını geçiyor

 

Semazen Fatih Çıtlak, 'Matrix'i kare kare analiz edip tasavvuftaki yansımalarıyla Tempo'ya değerlendirdi

 

1999 yapımı 'Matrix', 460 milyon dolar hasılat, 4 Oscar ödülü, oyun, DVD ve çeşitli gadget'lerin yarattığı muhteşem bir ciroyla sinema tarihine geçmiş, kısa sürede kült filme dönüşmüştü. Devamı niteliğindeki 'Matrix Reloaded'ın koparacağı gürültü, çok daha büyük olacağa benziyor. 2003 sinema sezonunun en çok beklenen yapımı, gösterime girdiği ilk günlerde rekorları altüst ederken; sadece sinema izleyicileri ve eleştirmenlerinin değil, fizikçilerin, filozofların, ilahiyatçıların da gündemini oluşturuyor.

 

Herkes Matrix'i tartışıyor. Çekim harikalarını, felsefesini, kuşağını... Andy e Larry Wachowski Kardeşlerin trilojisinin ikincisi için, 'metafiziksel bir gerilim', 'siber uzay döneminin bir kara sinema örneği', 'felsefi bir yapım' tanımları yapılırken, İslam tasavvufu uzmanı Fatih Çıtlak, ciddi bir iddiada bulunuyor. İtalyan yönetmen Alberto Rondalli'nin Kapadokya'da çektiği 'Derviş' isimli filmin Mevlevi sanat danışmanı, aynı zamanda 'Matrix' hayranı Çıtlak'a göre, 'Matrix' kesinlikle tasavvuftaki tüm aşamaların aynen filme taşınmasıyla oluştu. Bunu film yapımcıları da bilerek yaptılar. Çıtlak'a göre filmde Budist felsefeden izler olsa bile, 'Matrix'in dayandığı temel felsefe, kesinlikle tasavvuftan alınmış. Hatta Fatih Çıtlak, 'Matrix'i kare kare analiz edip tasavvuftaki yansımalarıyla Tempo'ya değerlendirdi.

 

- 'Matrix'le tasavvuf arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?

 

Tasavvuf, İslam'ın muhabbetle hayata tatbik edilmesi. Kişinin kendi egolarından muhabbetle vazgeçmesi. Bu merhaleleri 7 bölümde incelemişlerdir. İlk başta mürşide intisap, mürşit bir aynadır, aynayla olan irtibatı, kendini düzeltmesi, yeniden âleme doğuş ve orada yaşadığı hakikatlerle beraber kemalata doğru gider. 4. ve 5. adım arasında kişi artık 'ben' dediği bütün şeylerden sıyrılmak durumundadır. Tasavvufu diğer mistik görüşlerden, mesela Budizm'den ayıran en temel özelliği budur. Yok olmakla iş bitmez. Yok oluştan sonra yeniden o yokluk ve hiçlik bilgeliğiyle var olma safhası vardır. Zaten bu bölümleri şöyle bir göz önüne getirirsek, o yüzden rahatlıkla diyebiliyoruz ki, 'Matrix'in anlattığı aşamalar tesadüfi aşamalar değildir. Tipik bir tasavvufi merhaleleri anlatan risaleden farksızdır 'Matrix'. Ben o yapımcılarla, senaristlerle oturup konuşmayı çok arzu ederdim. Halihazırda da bu imkânı araştırıyorum.

 

Çünkü ben 'Matrix' filmini seyrettiğimde filmin son sahnesinde artık dayanamadım ayağa kalktım ve "Bu kadar benzerlik olamaz" dedim. Hiçbir filmden ben bu kadar etkilenmedim, 'Çağrı' dahil. Hatta üzülüyorum görsel efektler filmin mistik, felsefi yönünü biraz örtermiş gibi duruyor. Halbuki bence film aksiyonla değil, tabanında barındırdığı fikirlerle ilki başardı. Bizim bilgilerimizi olduğu gibi almışlar, kendileri işlemişler.

 

- Biraz ayrıntıları konuşalım mı? Tasavvuftaki aşamalar filmde nasıl tezahür ediyor?

 

Bir kere tasavvuftaki o merhalelerden yola çıkarsak, ilk önce bulunduğu âlemin farkına varmayan, kendi benliğini bilmeyen ve eşya dediğimiz değişik sıfatlarda gözüken şeyi de bilememe hali var. İlk baştaki sahnede bu var. Neo, bir yandan kendi bulunduğu iş yetmiyor, gayri meşru bazı işlere kalkışıyor, fakat bu korsan şeyleri yaparken, sistemin açıklarıyla beraber, bu sistemin bu kadar açıkları olmasını, kendi aklıyla sorgulamaya başlıyor. "Bu kadar mükemmel sistem içerisinde ben bunu yapabiliyorsam, ben neyim, bu sistem neyin nesi, ne kadar gerçek, ben ne kadar gerçeğim" diye sorgulama safhası var. Zaten bunu yaptığı işle uğraşırken görüyoruz. Mesela bilgisayar program yazılım hususunda çok ileri seviyede. Tasavvuf da bunu söyler, "Hangi iş olursa olsun, bir işi çok güzel yaparsan, altından Hak gözükür" der. "Onun faniliğini anlarsın, onun gerçek yapıcını bulma hali zuhur eder" der.

 

Aynen tasavvufta da böyledir. Sonra hayal mi, gerçek mi diye kestirirken, kendini araştırma hadisesi başlıyor. Tasavvufta buna aşk denir. Kendini araştırma duygusu zevke dönüştüğü zaman buna aşk denir. Ve araştırmaya başlıyor, ondan sonra şüpheyle karşılayacağı bütün hayatını değiştirebilecek bir sorgulamayla, tasavvufta rehber dediğimiz, mürşide kişiyi ısmarlayan, bazen mürşidin de halifesi olan rehber dediğimiz kişi, yani Morpheus ile karşılaşıyor. Ve siyahi. Siyah renksizliktir. Siyah bir renk değildir. Morpheus ile karşılaşıyor ve ona bir şeyler söylüyor, sonra 2 tane hap çıkarıyor Morpheus. Tasavvufta biz buna esma diyoruz. İlaç tesiri. Tasavvufta verilen esmaların her birinin ayrı bir rengi var. Çok enteresandır. Hakikatleri ayırt edemeyeceğin, aldığın esmayla artık hakikatleri görmeye başladığın esmanın renkleri farklıdır.

 

- Nedir onlar?

 

"Mavi renk alırsan hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edeceksin"diyor. "Fakat kırmızı renkli hapı alırsan artık bunun dönüşü bir daha yok" diyor. Şimdi sıkı durun, tasavvufta da o her şeyi fark edebilme ve geriye dönememe esmasının rengi kırmızıdır. Yani buna hiç kimse tesadüfi diyemez. Çünkü bunlar literatürlerde yazılı. Biz her şeyde olduğu gibi, kendi kültürümüze yabancı kalmışız. Sonra hemen karşımıza ayna çıkıyor. Kendi benliğini bulma. Aynaya mı bakıyorum, ben mi aynadayım derken kendisi ayna oluveriyor. Ben 5-6 kez bu filmi izledim. Benim için 'Matrix' seyretmek ayrıcalık. Esmayı aldıktan sonra, buna intisap denir tasavvuf literatüründe, ne olur biliyor musunuz, yeniden doğulur. İnsanlar arasındasındır fakat başka bir âleme doğmuşsunuzdur. Aynen 'Matrix' te olduğu gibi. Aynadan sonra bir doğuş vardır, kendi kabından çıktıktan sonra bakar, daha kendi kozasını yırtamamış varlıklar görür milyonlarca. Bir anda şaşırır, 'Ben nereye doğdum, meğer yaşadığım dünya neymiş' diye. Zaten bilgelik buradan itibaren başlar. Artık ondan sonra öğrendiği her şey çok farklıdır.

 

Çünkü ayrı bir âlemden konuşuyordur. Bu âleme ait değildir artık. Fakat bu âlemin içyüzü hakkında devamlı eğitimler alır. Tasavvufta bir öğrencinin merhaleleri ve merhalelerde karşısına dikilebilecek tehlikeleri, onu tehdit eden hadiseleri nasıl öğrendiğini sorsam, nasıl yanıt verirseniz? Belki 'Matrix' ten ipucu bulacaksınız, ben söyleyeyim, rüyayla. Bunun yerini orada simülasyon almış. Tamamen rüya âleminde eğitim alır öğrenci. Rüyayla aldığından dolayı kendine özel bir eğitim alır, bir üçüncü şahıs, dervişle mürşit arasındaki ilişkiyi çözemez. Mümkün değildir bu. Bunu simülasyonla yapıyor.

 

Artık rüya âleminde yaşayış öyle bir hale geliyor ki, hani o düştüğü sahneyi hatırlayın. Ne zaman düşüyor? 'Ben' dediği zaman düşüyor. 'Ben başarabilirim' dediği zaman o benlikle arasındaki bizim himmet dediğimiz alakayı kesiyorlar. Yere düşüyor. Manada, rüya âleminde yaşatılan bu öğreti, o kadar gerçekçi ki, o âlemde yaşamasına rağmen ağzından kan gelecek şekilde kalkıyor. Birebir bir öğreti. Hayal mahsulü ütopik bir öğreti değil. Burayı da yüzde yüz işlemişler.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

bence de...ancak kimi benzerlikler ilgi çekici, uyanma ve sonrasında yaşanan şeylere farklı bakılsa da uyananın gördüğü aynı şey ama her kişi kendi varlığının, algısının ekseninden anlatabiliyor.. (bu filmi (seriyi) yapan w.brothers'ın bir de açıklayıcı animasyon filmi var)

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

konunun gnostik inanç ve buna bağlı mitolojik öğeler içerdiğine inanıyorum. bencede islami bir yanı yok illada olması gerekmiyor.

Hz.Muhammedi de gnostik saymak ne açıdan doğru oda tartışılır... Ama konu matrix ve Gnostisizim olunca olayların böyle bir ilintili şekilde ele alınması açısından güzel bir çalışma. bu yazılanları çok önceden okumuştum bu sitedede paylaşılması sitenin ismiylede alakalı olarak güzel olmuş...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Matrix

ya da içsel bir yolculuk hikayesi

Matrix sadece bir film değil, aynı zamanda doğu mistisizmiyle yoğurulmuş Batı felsefe, teoloji ve edebiyatının bir gövde gösterisi; uzak doğu dövüş sanatları ve silahlı kovalamacalarla çeşnilendirilmiş görselliğiyle gözümüze, edebî ve felsefî boyutuyla zihnimize hitap eden "Zekeriya Sofrası" misali bir ziyafet. Bence Matrixc'i bu kadar ilgi çekici yapan, birçok farklı perspektiften -sinematografik, edebî, felsefî, dinî vs.- değerlendirilmeye müsait oluşu. Ben Matrix'i bir tekst olarak ele aldım ve satır aralarını okuyarak edebi ve felsefî yönlerden ne anlamlar taşıyabileceğine dair önermeler çıkarmaya çalıştım.Matrix, derinliğini kullanılan sinema tekniklerinden ziyade edebî tenkitlere borçlu. Maalesef Türkçe karşılığı olmayan tekniklerin başında edebiyat ve eleştiri literatürüne ünlü ingiliz şairi T.S. Eliot tarafından kazandırılan "Objective Correlative" geliyor. Bu teknikle yazar, (burada senarist ve yönetmen oluyor) okuyucuda (izleyicide) oluşmasını arzu ettiği belli duygu, düşünce veya çağrışımların uyanmasını, o duygu, düşünce ya da çağrışımı doğrudan doğruya beyan etmeden bir takım nesneler, durum veya olaylar zinciri kullanarak sağlamaya çalışır. Kullanılan diğer bir teknik de "Allusion" yani dolaylı yoldan yapılan atıflar, göndermeler. Her iki tekniğin de hedefi kolektif bilinçaltına yani ortak tarihî, sosyolojik ve kültürel geçmişe sahip kitlelerdir. Dolayısıyla Matrix’te yapılan atıfları / göndermeleri anlamak için Batı edebiyatı, felsefesi, mitoloji ve teolojisi ve hatta doğu mistisizmi hakkında yeterince malumat sahibi olmak gerekiyor. (Tabii ki bunlar benim tezlerim, isteyen pekâlâ islâm Tasavvufuna veya başka kıstaslara göre de yorumlayabilir.)

Yapılan göndermelere gelecek olursak; ilk olarak filmdeki bazı isimlerin içerdiği anlamlar üzerinde durmak gerekir: Filme adını veren Matrix’in sözlük anlamı; bir düzlem üzerinde sıralanmış bir dizi sayı, figür veya işarettir. Filmde Matrix’in bilgisayar ekranındaki görünüşü de sözlük anlamına uygun olarak kurgulanmış, insan zihinlerinin tutsak alınıp köleleştirildiği sanal dünyaya Latince rahim anlamına gelen Matrix adının verilmesi yerinde olmuş, çünkü insanın kendini en güvenli ve rahat hissetiği ortam içinde sürekli uyuyup dış dünyanın gerçeklerinden soyutlandığı tek mekân rahimdir. Filmde ise insanlar sun'î bir rahim olan tüplerin içinde yetiştirilmekte ve bu insanlardan yapay zekâ için enerji elde edilmektedir. Gördüğü rüyayı kâhinlere yorumlatmak istemesiyle Tevrat'a konu olan Babil kralı Nabukadnezar, filmde düşsel/sanal dünyaya karşı verilen savaşın mobil kalesine, bir hoverkrafta ismini vermiş. Hoverkraftın modelinin numarası olan Mark 3 no: 11 ise İncil'in Markus bölümünün 3. babının 11. mısraına tekabül ediyor. (Mark 3:11): "Murdar ruhlar onu gördükleri zaman önünde yere kapandılar ve sen Allah'ın oğlusun diyerek haykırdılar." Zion incil'de dünyanın yok edilmesinden sonra Allah'ın iyi kullan için kuracağı krallık olarak geçiyor. Filmde ise zaten mahvedilmiş dünyada Matrix’ten kurtarılan insanların yaşayacağı tek şehir, insanlığın kurtuluşunu sağlayacak kişiyi bulmaya kendini adayan ve potansiyel Mesihi düş dünyasından uyandırıp gerçekler dünyasına davet eden karaktere Yunan mitolojisinde uyku tanrısı Hipnos'un oğlu olan Morpheus ismi verilmiş. Hristiyan teolojisinde Baba-Oğul-Kutsal Ruh'tan oluşan Teslis yani Trinity filmde Asi-Zevce-Koruyucu şeklinde bir kadın kimliğiyle karşımıza çıkıyor. Filmde Morpheus'un Baba, Neo'nun Oğul, Trinity'nin de Kutsal Ruh olduğu bir teslisin varlığından da sözedilebilir. Cypher, Şeytanın isimlerinden Lucifer'e, bir gönderme. Âdem'in kendisinden üstün olmasını kabullenemeyerek isyan eden şeytan gibi Cypher da Neo'nun seçilmiş kişi olma olasılığını kabul etmeyip karşı safa geçiyor (John Milton'ın Kayıp Cennetinde Şeytan kendini oğul İsa'ya hatta Tanrı'ya üstün gördüğü için isyan eder). Morpheus ve Neo'ya ihanet etmesi göz önünde bulundurulursa, Cypher'ın İsa'ya ihanet eden havari Judas'ı temsil ettiği de söylenebilir. Öte yandan Cypher sıfır, hiç, önemsiz kimse veya şey ve şifre gibi anlamlan olan "Cipher" kelimesinin bozulmuş hâli de olabilir. Thomas Anderson ismi gördüklerinin dışında herşeyden kuşkulanan İsa'nın havarilerinden St. Thomas'a gönderme yapıyor. Ayrıca Anderson insanoğlu anlamına gelen ve İsa için kullanılan bir tabir. Thomas'ın bilgisayarla ilgili illegal, korsan işler yaparken kullandığı ismi Neo, basit bir oyun olan anagram ile yani harflerin yer değişimiyle One'a dönüşüyor. The One" Hristiyan teolojisinde "seçilmiş kul" manasına gelmekte. Nitekim Neo kendisini tanıyıp keşfettikten sonra bir mesih haline geliyor. Sonsuz anlamına gelen "Eon" ise Neo'nun diğer anagramı. Edebî eserlere yapılan göndermeleri filmi kare kare inceleyip satır aralarını okuyarak anlamak mümkün. Bu inceleme film karelerinin kronolojik sıralaması gözetilmeden rastgele bir sıralamayla yapılmıştır.

Kontrolsüz sanayileşme, dengesiz kapitalist yayılım, I. ve II. Dünya Savaşları ve hızlı teknolojik gelişim edebiyatta anti-ütopik/distopik gelecek kurgulan şeklinde yeni bir janrın oluşmasına neden olmuştur. Matrix'in de görsel bir anti-ütopya olduğu söylenebilir. Anti-ütopik dünya düzeni konusunun işlendiği en iyi ve en ünlü örneklerden biri olan George Orwell'in 1984'ünde olduğu gibi Matrix'te de insanların hayatının görünmez bir iarede tarafından denetlenip yönlendirilmesi, kökleştirilmesi söz konusu. 1984'te "Big Brother" (Büyük Ağabey) adıyla zihinlerde somutlaşan bu irade, Matrix’te insanların kendi elleriyle yarattığı ama kontrollerinden çıkan siberteknoloji halinde ortaya çıkıyor. 1984'te insanlar ekranlar (screens) muhbirler ve düşünce polisleriyle denetim altına alınırlarken, Matrix'te durum daha vahim, çünkü insanlar zaten zihnen ekranın içindeler, yani hayatları sanal ortamda farkettirilmeden manipüle ediliyor. Aynca 1984 'ün düşünce polislerinden de beter sanal ortamın sağladığı ultra-doğaüstü güce sahip ajanlar da söz konusu. 1984'te rejim karşıtı Winston Smith'in sorgulandığı o ünlü 101 nolu odaya benzer bir yerde yine potansiyel asi Neo'nun sorgulanması da ayrı bir paralellik. Neo'nun apartman daire numarasının da 101 olması böyle bir gönderme olasılığını güçlendirir nitelikte. Cypher'ın Ajan Smith'le pazarlık yaptığı sahnede "bilgisizlik mutluluktur" demesi 1984'teki "bilgisizlik kuvvettir" sloganını hatırlatıyor.

Görünmeyen, ne olduğu bilinmeyen iktidar teması 1984'te olduğu kadar Kafka'nın Şato ve Dava romanlarında da işlenir. Matrix’te "gerçeğin çölü" (desert of the real) şeklinde takdim edilen çorak topraklar Waste Land'de hayat yerine ölüm veren topraklar olarak sunuluyor. Eliot çizdiği anti-ütopik dünya portresinde gerçeğin bir avuç dolusu toz ve gölgeden ibaret olduğunu; gölgenin de ilüzyondan başka birşey olmadığını ifade eder. Matrix’te ise bilgisayar ortamında yaratılan sanal dünyanın gerisinde gerçeğin kasvetli çölü uzanmaktadır. Neo'nun ajanlara karşı mücadeleye hazırlandığı eğitim programında günlük iş koşuşturmasındaki insanların gösterildiği sahne (kırmızılı kadının da yer aldığı sahne) işyerlerine yetişme çabasıyla soluk soluğa, birbirlerinin yüzüne bakmadan, gözleri kendi ayaklarına kilitlenmiş şekilde koşuşturan insanların betimlendiği Waste Land'in "Unreal City" (Gerçekdışı Şehir) adlı bölümüyle benzerlik taşımakta. Matix’te de Çorak Ülke'de de sistem içinde kendilerine biçilen role kanalize olarak robotlaşan, hem kendilerine, hem birbirlerine, hem de gerçeklere karşı yabancılaşan bireylere atıfta bulunulmaktadır.

Neo'nun bilgisayarından gelen mesajla uyandırıldığı bölüm aslında filmin özeti gibidir. Bu bölümde Neo'nun bir hacker olduğunu, birşeylerin ters gittiğini hissettiğini ve bunu araştırdığını, özellikle Morpheus adlı anarşistin yaptıklarıyla ilgili haberleri internetten takip ettiğini öğreniriz. Aslında Neo'nun bilgisayar sistemini ele geçirdiğini düşünmesi ironik bir durum ortaya çıkarıyor. Çünkü O, bilgisayarlara hükmettiğini zannederken, Matrix denen bilgisayar tabanlı bir sanal dünyada hayatına hükmedildiğinin farkında değildir. (irony of situation/karakterin içinde bulunduğu durumun farkında olmaması). Bilgisayar başında uyuyakalan Neo'ya filmin anahtar kelimelerinden "Uyan" mesajı gelir, sonra da gerçek yüzüne vurulur, yani Matrix’in ona sahip olduğu... Derken kapı çalınır ve Neo gelen müşterilerine kapı açmakla kalmaz, aynı zamanda kendi algı kapılarından ilki de açılır. Neo'nun müşterileriyle arasında geçen konuşma filmin devamında neler olacağına dair ipuçlarıyla doludur (İngilizce tabiriyle bu kısım filmin foreshadwing'i). Meselâ Choi, Neo'ya "kurtarıcımsın" diyerek onun filmin ilerisinde mesih pozisyonuna yükseleceğinin işaretini verir. Yakalanması halinde Neo'yu ele vermeyeceğini kastederek söylediği "Bu asla olmadı. Sen yoksun" sözleri de Neo'nun sanal dünyadaki fizikî/bedeni yokluğunu vurgulamakta. Choi Neo'yu dans kulübüne davet ederken onun fişten çekilmeye (unplug) ihtiyacı olduğunu söyleyerek yine tiyo verir; çünkü Choi Neo'nun uçmaya, rahatlamaya olan gereksinimi kastederken aslında onun ileride kelimenin tam manasıyla zihnini Matrix’e bedenini ise sun'î rahime bağlayan fişlerden çekileceğini haber vermiş olur. Filmin çıkış noktası -edebî tabirle filmin temel çelişkisi (main conflict'i)- olan düş ile gerçek arasındaki ayrım da ilk kez bu konuşma esnasında olur. Neo müşterisine "uyanıkken rüya görüp görmediğinden emin olamadığını hissettin mi hiç?" diye sorar. Choi ise bu hissi meskalin olarak tanımlayarak içinde bulundukları ironik durumu vurgular (yine bir irony of sitııation), çünkü zaten bütün hayatları bir halisinasyondan ibarettir ve bunun nedeni kesinlikle meskalin değildir. Aldous Huxley'in yerlilerin meskalin alıp düş ile gerçek arasındaki sınırı aşmalarım bizzat kendisi de tecrübe ederek anlattığı Algı Kapıları isimli eserine ilk defa bu sırada göndermeler yapılıyor. Kapı simgesi bundan sonra birkaç defa kullanılıyor. Meselâ Morpheus Neo'ya iki kez şöyle der: "Ben yalnızca sana kapıyı gösterebilirim ama kapıdan kendin geçmek zorundasın", insanların doğal yollardan doğmayıp sun'î bir şekilde yetiştirilmesi fikri de Huxley'in Yeni Dünya'sında insanların laboratuvarlarda üretilmesinden alınmış gibi. Yine filmin bu bölümünde bilgisayardan gelen "beyaz tavşanı takip et!" direktifi ile Alice Harikalar Diyarında'ya göndermeler yapılmaya başlar. Neo kapısına gelen müşterilerinden birinin -DuJour'un- omuzunda gördüğü beyaz tavşanın peşine takılarak gerçeklere açılan bir deliğin içine atlamış olur. Filmde yapılan en bariz gönderme de bu zaten. Morpheus Neo ile tanıştığında Neo'nun içinde bulunduğu durumun psikanalizini de Alice in Wonderland benzetmesiyle yapar. Morpheus: -Gerçek olduğundan emin olduğun bir rüya gördün mü hiç Neo? Ya o rüyadan hiç uyanamazsan ne olur? O zaman gerçek ve düş dünyalarının arasındaki farkı nasıl anlarsın? Bu retotik sorular Jorge Lo-uis Borges'in Olağanüstü Masallar adlı kitabında anlattığı bin menkıbeyi çağrıştırmakta: Çinli bir bilge rüyasında kelebek olduğunu görür, ama uyandıktan sonra rüyasında kelebek olan bir adam mı, yoksa kendini adam olarak düşleyen bir kelebek mi olduğundan emin olamaz. Filmde ise herkes birbirinin rüyasında yaşamaktadır, çünkü Matrix kollektif bir rüyadan başka bir şey değildir. Ajanlar onu yakalamaya geldikleri zaman Neo'nun çalıştığı ofis birden labirente, Neo ise kendi yaptığı labirente tutsak edilen mitolojik kahraman Dedalus'a dönüşür. Labirentten kaçarken babasının sözünden çıkıp güneşe çok yaklaşan İcarus'un balmumundan kanatlarının erimesiyle denize düşüp olması gibi Neo da Morpheus'un verdiği direktifleri tam olarak yerine getiremediğinden labirentten kurtulamaz ve ajanların eline geçer.

Neo ile Kâhin arasında geçen konuşma da ipuçları içermektedir. Kâhin Neo'ya "O" olduğunu üstü kapalı bir şekilde söyler: Konuşmaları sırasında Kâhin Neo'ya "beklediğimden daha sevimlisin, kuşkusuz o (Trinity) senden hoşlanıyor" der. Neo ise "kim?" diye sorarak Trinity'nin ona âşık olduğunun farkında olmadığını gösterir. Daha önce Trinity'nin seçilmiş kişiye âşık olacağı kehanetinde bulunan Kâhin'in Neo'nun "O" olduğunu bildiği de ortadadır. Kâhin Neo'ya "O" olup olmadığı konusunda ne düşündüğünü sorar; Neo ise bilmediğini söyler.Bunun üzerine Kâhin Latince "kendini bil" yazan levhayı göstererek ve "O" olmanın âşık olmak gibi bir şey olduğunu bunu içten içe, baştan ayağa bilebileceğini belirterek Neo'nun henüz kendisini tanımadığını ve ancak kendini tanıyıp keşfettikten sonra "O" olabileceğini ima etmiş olur. Kâhin Neo'nun bir şey (“O” olduğuna kendisini ikna edebilecek birşey, bir kanıt) beklediğini söyler. Burada Samuel Beckett'in Godot'yu Beklerken (\Vaiting for Godot) adlı oyununa gönderme yapıldığı iddia edilebilir. Neo da içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulmak için ilâhî birşey beklemektedir sanki. Godot'yu Beklerken'de Godot tanrıdır ve asla gelmez, ama filmde Godot teslisin bir parçasını, kutsal ruhu temsil eden Trinity'dir ve filmin sonunda gelip Neo'yu ölümden kurtarmakla kalmaz, ayrıca "O" olduğunun ayrımına varmasını, algı kapılarının sonuna kadar açılmasını sağlar. Burada Trinity, dramada olayın dışındaki bir gücün bütün güçlükleri çözmesi, kahramanı çıkmazdan kurtarması demek olan "deus ex machina" görevi görüyor. Böylelikle Hristiyan teolojisindeki İsa'nın yeniden dirilerek (rection) insanlığı kurtarmaya geleceği (second coming) inancına paralellik çizilmiş ve Kâhin'in Neo'nun "belki diğer hayatında" One olabileceği kehaneti de doğrulanmış olmakta. Morpheus yakalandıktan sonra Ajan Smith ile aralarında geçen, daha çok Ajan Smith'in monologu şeklindeki konuşma Darwin'in ünlü eseri Origin of Specise / Türlerin Kökeni'nde savunduğu çevresine en uyumlu olan türlerin varlıklarım devam ettirebileceğine dair teorisi (survival of the fittest)'ni çürütür nitelikte. Ajan Smith'e göre insanlar memeli değillerdir, çünkü diğer memeliler gibi belirli bir habitatları yoktur ve doğayla uyum sağlamak yerine sürekli çevre değiştirip kaynak tüketirler ve bu yolla varlıklarını sürdürürler. Yine bu konuşmasında Ajan Smith insanların bir tür veba, kanser, virüs olduklarını belirterek Yahudileri yok edilmesi gereken haşere olarak gören hatta bunun için kimyasal zehirli gazlar üreten Nazi zihniyetini çağrıştırıyor. Neo kırmızı hapı aldıktan sonra Cypher'in ona "kemerlerini bağla Dorothy, çünkü Kansas arkanda kalacak" dediği sahnede Wizard of Oz/Oz Büyücüsü'ne ilk gönderme yapılıyor. Daha sonra filmin sonlarına doğru, ajanlarla Neo arasındaki kovalamaca sırasında tekrar gönderme yapılıyor. Fantastik, düşsel bir dünyaya gelen küçük kızın Öz Büyücüsü'nden yegâne isteği evine, gerçekler dünyasına dönmektir. Aynı şekilde Neo da telefonla bağlantı kurduğu Tank'e "Bay Büyücü" (Mr. Wizard) diye seslenerek onu sanal ortamdan kurtarmasını ister. Filmi janr bakımından tekno-modern bir destan olarak nitelendirebiliriz, çünkü epik geleneğin birçok özelliğini taşımakta. Filmde hemen her destanın demirbaş karakterlerinden bilge kişiyi Morpheus, kâhini orta yaşlı bir bayan, kahramanı ise Neo temsil ediyor. Her destanda olduğu gibi filmde de yaşadığı olaylar ve tecrübeler sonucu şahsiyeti gelişen kahraman birşeylerin ayrımına varıyor (anagnorisis), çoğunluğun menfaati için kendini feda edip doğaüstü güçlere karşı savaşıyor. Destanlarda olaylar engin bir coğrafyada geçer ve bu şekilde evrensel bir kimliğe bürünür.Filmde de olayların geçtiği yer spesifık değil, böylelikle anlatılan sadece bir ulusun değil tüm insanlığın başına gelenler olarak yansıtılmış. Destanların temel motiflerinden "arayış" (quest) teması filmde gerçeği ve kendini arayış şeklinde işleniyor. Destanlarda görülen yolculuk (journey) motifi ise filmde reel ile sanal dünyalar arasında gidip gelme biçiminde kullanılmış. Homeros'un Odysseia'sında yapılan yolculuklar aslında kahramanın iç dünyasına doğru yapılır ve bu yolculuklar ile yaşanan her olayın neticesinde kahraman biraz daha kendini keşfeder. Aynı şekilde filmin de içsel bir yolculuk hikayesi olduğu söylenilebilir. Filmin işlediği temalarsa muhtelif. Temalar genel olarak Neo'nun çevresinde gelişen olaylar ekseninde veriliyor. Software firmasında çalışan Thomas Anderson, insanların kendilerine ve çevrelerine karşı yabancılaşması (alienation) ve gerçeklere karşı körleşmesi temalarının somutlaşmış hali. Nitekim Neo'nun yeniden doğduktan sonra Morpheus'a gözlerinin neden acıdığını sorması ve Morpheus'un ona gözlerini daha önce hiç kullanmadığını söylemesi bunu gösteriyor. Neo'nun eğitiminden filmin final sahnelerine kadar geçen bölüm boyunca Sokrat'ın "Kendini Bil!" (Know Thyself!) deyişiyle belirtilen, kişinin kendisini keşfi ve ne olduğunun farkına varması (realization) temaları işleniyor. Neo'nun insanlığı kurtarma misyonu da ayrı bir tema. İnsanların ulaştıkları teknolojik seviyenin verdiği gururla sarhoş oldukları bir anda başlarına gelenler ise mitolojik ve dinî hikâyelerin temel temalarından olan tufan temasından başka birşey değil. Varolan otoriteye karşı başkaldırma, anarşi teması da filmin bütününde işleniyor. Neo'nun kırmızı hapı aldıktan sonra kaşsız,saçsız dev bir bebek görünümü ve saflığında bir tüpten doğması ve sulara batıp çıkarak bir nevi vaftiz töreninden geçmesi ise ruhun geçmişteki günahlarından arınması, rejenerasyon ve yeniden doğum gibi temaları veriyor. Aslında bu yeniden doğum sadece zihnin bedene dönüşü şeklinde, çünkü kurtarılmış insanlar yani Zion ve Nebuchadnezzar'da yaşayan insanlar haricindeki bütün diğerleri gibi Neo da varolduğu günden beri zaten o tüpün içindedir; bedeni yapay zekânın enerji elde etmesi için bir pil vazifesi görmekte, zihni ise yapay zekanın düzenlediği sanal dünya programındadır.Kırmızı hap sayesinde Neo'nun zihni bedenine geri döner yani, sun'î rahimdeki uykusundan uyanır. Uyanma (awakening) kendi başına filmin temel temalarından birisi. Filmin anahtar kelimeleri uyan! (wake up) ve ayağa kalk! (get up!) ile doğrudan; Neo ile Kâhin konuşurlarken çalan Duke Ellington'a ait “I’m beginning to see the ligth" (Işığı görmeye başlıyorum) adlı parçayla dolaylı olarak belirtilen uyanma teması aydınlanma, gafletten uyanma, yakaza (açık gözle düş görme) halinden kurtulma, kalp gözünün açılması şeklinde açıklayabileceğimiz bir tema. Seçim yapma teması ise yine film boyunca işlenen temalardan. Neo'nun kapısına gelen müşterilerinin adları Choi ve Dujour Fransızca "günün seçimi" demek. Neo film boyunca seçim yapmak zorunda kalıyor: Patronu Mr. Rhineheart Neo'ya seçim yapma zamanının geldiğini söyler. Ajanlar onu yakalamaya geldiklerinde Neo ya Morpheus'un söylediği yolu ya da diğer çıkışı kullanmak zorundadır. Sorgusu sırasında ajanlar Neo'ya iki seçenek sunarlar; ya ajanların yararına çalışacak veya işlediği suçların cezasını çekecektir. Neo arabayla Morpheus'a götürülürken Switch “ya bizim yolumuz ya da otoyol!" diyerek başka bir seçim sunar. Kırmızı hap-mavi hap seçimi ise Neo'nun hayatında dönüm noktası (reversal of fortune/turning point) olur. Eğitimi sırasında Morpheus Neo'ya "bizden biri değilsen onlardan birisindir" diyerek yeni bir seçim sunar. Kâhine gittiğinde Neo kendi hayatı ile Morpheus'unki arasında bir seçim yapmak zorunda olduğunu öğrenir. Neo metroda ajanın ölmediğini gördüğünde Cypher'ın tavsiye ettiği gibi kaçmak yerine mücadeleyi seçer.

Filmin verdiği mesajlar kişiden kişiye farklı algılanabilir ama genel olarak bir mesajın varlığından sözedilebilir: Morpheus Neo'ya Matrix'in hakikatlere karşı gözlerimizi körleştiren bir dünya olduğunu söyler. Hakikat ise herkesin koklanamayan, tadılamayan veya dokunulamayan bir hücreye, yani zihinlerinin hapsedildiği bir hücreye doğduklarıdır. Gerçekten de hepimiz zihinlerimizi önyargılar, batıl inançlar, korkular, kuşkular, yersiz prensipler, kısıtlayıcı toplumsal kurallar ve bunun gibi fazla dünyevî olan kavramlarla oluşturulmuş bir hücreye hapsederiz; dünyevî şeyler bizi gerçeklere karşı körleştirir, algı kapılarımız kapanır, ingiliz şair William Blake'e göre de "algı kapılarımız açılsa herşeyi olduğu gibi görebilirdik". Nietzsche'nin dediği gibi her insan eşi olmayan biricik mucizedir, yani her insan ayrı bir Neo'dur. İnanılmaz olana inanarak, kendimizi keşfederek, içimizdeki O'nu {Neo'yu bularak, algı kapılarımızı açarak zihnimizi bu hücreden kurtarıp serbest bırakmamız mümkün olabilir.

Filmi edebî yönden ilginç yapan aşina olduğumuz şeyleri bigane (alışılmadık, garip) hale getirmesi, ters-yüz etmesi (defamiliarization). Örneğin, Alice Harikalar Diyarında'da kahraman Alice'tir yani bir kız çocuğudur. Filmde ise genç bir erkek haline çevirilmiş. Kutsal Ruh, Baba ve Oğul'dan oluşan ve eril bir kimlik taşıyan Teslis, Trinity, bir bayan olarak vücuda geçirilmiş. Öz Büyücüsü'nün Dorothy'si de Neo tarafından temsil ediliyor. Smith ismi 1984'te kitabın kahramanı, sistem mağduruna verilirken; filmde sistemin devamını, yürümesini sağlayan ajana verilmiş. Filmin finalinde ise Neo uyuyan güzele dönüşürken, Trinity de ona hayat öpücüğü veren prens haline gelmiş.

Matrix çağrıştırdığı felsefî akımlar bakımından da oldukça zengin bir menüye sahip. Filmin Platon'un idealar Kuramı'nı ters-yüz ettiği görülüyor. Platon'a göre bizler duyularla algılanan fenomenler dünyasında yaşarız ve bu dünyadaki herşey idealar dünyasındaki gerçek ve mükemmel olanın kötü bir taklidi, yansımasından başka bir şey değildir. Diğer bir deyişle fenomenler dünyası Matrix gibi bir çeşit sanal dünyadır. Ancak, Platon'un kuramında herşeyin mükemmel aslı idealar dünyasındadır ve duyular/fenomenler dünyasındakiler bayağı yansımalar, taklitlerdir. Buna karşılık Matrix’te gerçekler dünyası kasvetli, ürkütücü ve acılı; sanal dünya ise göz boyayıcıdır. Yine Platonit felsefeye göre idealar dünyasını ancak aklımız yoluyla kavrayabiliriz, Matrix'e ise Morpheus ve ekibi beyinlerinden fişlenerek akıl yoluyla sanal olana, "matrix"e ulaşırlar.

Matrix'te Platon'un hocası Sokrat'a da doğrudan bir gönderme yapılıyor. Neo'nun seçilmiş kişi olup olmadığını öğrenmek için gittiği kâhinin mutfak kapısında yazılı "kendini bil” ibaresi Sokrat öğretisinin özü, filmin de dayandığı temellerden birisi. Sokrat'a göre bilgide önemli olan evreni bilmek değil, kendimizi bilmek tanımak ve bu yolla erdemli olmaktır. Filmde Sokratik Diyalektik'in de kullanıldığı söylenilebilir. Morpheus Neo'ya sürekli retorik sorular sorarak onun zihnini serbest bırakmasını, algı kapılarının açılmasını sağlamaya çalışır:

- Kadere inanır mısın Neo?

- Gerçek olduğundundan emin olduğun bir rüya gördün mü hiç Neo? Ya o rüyadan hiç uyanamazsan ne olur? O zaman gerçek ve düş dünyalarının arasındaki farkı nasıl anlarsın?

- Gerçek nedir? Gerçeği nasıl tanımlarsın?

- Seni yenmeyi başardım? Burada (bilgisayar programında) senden güçlü veya hızlı olmamın kaslarımla bir ilgisi olduğuna inanıyor musun? Şu an soluduğunun hava olduğunu mu zannediyorsun?

Neo-platonist felsefede doğruyu, gerçeği bulma, kişinin dünyevi uykusundan uyanıp vecd ile üst bir bilince (superconsciousness) varmasıyla mümkündür. Bu ruhun yukarıya, Bir'e yükselişidir. Neo'nun filmin sonunda üstbilince erişip havaya yükselmesi hem Neo-platonist felsefedeki hem de hristiyan öğretisindeki ruhun yükselmesi (ascending) olarak yorumlanabilir.

Birbiriyle çelişen ve uyumlu olan birçok ayrı görüşten oluşan eski Hint felsefesinin temelinde ilimde verilmeye çalışılan mesaj yatar: Kendimiz ve çevremizdekiler hakkında bildiklerimiz yanlış veya yetersizdir. Bunu aşabilmemiz için ya aldatıcı yanların büyük gücünden (maya) kurtulmamız, ya da dış görünüşlerin arkasındaki büyük tanrısal oyunu farkederek bu oyunun içine dalmamız gerekir. Thomas Matrix'te yaşarken diğer insanların da, kendisinin de köle olarak doğduklarından habersizdir. Neo gerçek dünyaya gelip, kendisini tanımaya başlayarak ve zihnini korku, kuşku ve inançsızlıktan kurtarıp serbest bırakarak bilgi zanettiği yanlışları aşar. Sanal olanın gerisindeki gerçekliği kavrayarak Matrix denen büyük tanrısal oyunun içine beyninden fişlenip zihin yoluyla girer. Sahip olunan bilgilerin doğruluğundan, duyularla algılanan varlıkların gerçekliğinden kuşku duyma septik felsefenin temelidir. Mouse, yenilen yiyeceklerin tadının doğruluk ve kesinliğinden tat alma duyusunu kullanmakla emin olunamayacağını belirterek septik bir tavır sergiler.Kuşguyu amaç değil araç olarak kullanmasıyla Septik’lerden ayrılan Descartes, düşünce yoluyla kendisine yönelip kendi gerçekliğini kanıksayarak Kartezyen felsefesinin özü haline gelen “düşünüyorum, öyleyse varım” sonucuna varmıştı. Neo’yu rahatsız eden, uykularını kaçıran, yalnızlığa iten ve gecelerini bilgisayarının başında geçirmesine sebep olan, beyindeki bir kıymık gibi onu delirten de gerçeklikten duyduğu kuşkudur ve düşünce vasıtasıyla çıktığı içsel yolculuk neticesinde kendi gerçekliğine ulaşır.

Filmde Sokrat'ın öğrencilerinin oluşturduğu bir felsefî akımın, Kyniklerin (Kelbiler) etkileri de görülüyor. Kynikler de kendini bilmenin bir erdem ve elde edilebilecek en doğru bilgi olduğuna inanırlar. Ayrıca Kynikler gerçek mutluluğu kişinin içindeki bağımsızlık ve özgürlük isteğinde aramak gerektiğini savunurlar. Filmin baş karakterlerini Matrix'e karşımaya itenin bu istek olduğunu söyleyebiliriz. Ferdlerin mutlak özgürlüğünü yerleşmiş iktidarın / otoritenin ortadan kaldırılmasıyla elde edebileceğini savunan Anarşist ideoloji filmin çıkış noktalarından birisi. Neo henüz kurtarılmadan önce bilgisayarla ilgili kuralları ihlal ederek anarşist yanını sergiler. Matrix’in kurallarının nasıl alt-üst edileceğini ve kırılacağını öğretmek ise Neo'nun eğitiminin amacıdır, insanları baskı ve kaba kuvvetle değil, gerçek yanılsamasının verdiği haz ile elinde tutmayı ve sömürmeyi başaran yapay zekâ'ya karşı Morpheus ve şürekasının vadedebilecekleri gül bahçesi değil, sadece özgürlüktür. İlk yüz yüze görüşmelerinde Neo Morpheus'a kadere inanmadığını, çünkü hayatının kendi kontrolünde olmadığı düşüncesinin onu rahatsız ettiğini söyler. Halbuki bütün hayatı yapay zekâ tarafından idare edilmiş, kontrol altında tutulmuştur (irony of situation). Neo özgürlüğü seçer, ama diğerleri için bu seçimi yapmak kolay değildir. Her ne kadar gerçek gibi görünse de, alışkın olunan dünya görünüş ve düzenine benzese de Matrix insan özgürlüğünü kısıtlayan bir sistemdir,kontroldür. Gerçek dünya ise kasvetli ve çetindir. Bu durumda insanlar ye ne pahasına olursa olsun anarşizme göre insanlık onuru demek olan hürriyetlerini seçecek ve kurtarılmaya hevesli olacak, ya da Matrix’in onlara sunduğu ilüzyonu sömürülme ve köleleştirme pahasına kabul edeceklerdir. Bu seçimin zorluğunu bilen Morpheus Neo’ya çoğu insanın sisteme umutsuzca bağımlılıklarından ötürü onlara karşı koyacağı, Matrix’i korumaya çalışacakları uyarısında bulunur.

Anarşizm ile büyük benzerlik gösteren hatta bu yüzden çoğu kere eşanlamda kullanılan Nihilism'e göre de varolan sosyal, politik, dinî, vs. kurumların ortadan kaldırılması gereklidir. Matrix’teki tüm bu kurumlar bir kandırmacanın parçasıdırlar; dolayısıyla yok edilmelidirler. Neo'nun Choi'ya satacağı kaçak bilgisayar disklerini Jean Baudrillard'ın Taklit ve Hayaller (Simulacra and Semidation) adlı eserinin nihilizim hakkında olan bölümüne (On Nihilism) saklaması bir tesadüf olmasa gerek. Neo filmin sonunda yaptığı telefon konuşmasında kuralsız, kontrolsüz, hudut veya sınırlamaların olmadığı, nihilistik dünya özlemini dile getirir.

Matrix’te Darwin'in evrim kuramının çarpıtılıp değişik bir bakış açısıyla yeniden değerlendirildiğinden daha önce bahsedilmişti. Öyle görünüyor ki, film Darwin'in evrim teorisinden ziyade, Nietzsche'nin evrim üzerine görüşlerini benimsemiş. Nietzsche doğal seleksiyonun neticesinde yani zayıf olanların elenmesiyle, isan türünün sonunda üst-insan soyu (race of supermen) meydana getireceğine inanıyordu. Nietzsche'ye göre bu soy sadece fiziksel açıdan değil, aynı zamanda karakterlerinin sağlamlığı, ahlâkî değerleri ve erdemleriyle de üstün olacaktır. Nietzsche, asilce savaşacak kadar güç ve cesaretten yoksun, ahlâkî zaafları olan, pasif ve hedonist insanların elenmesinden yanaydı. Yapay zekâ ile asiller arasında yapılan mücadele filmin doğal seleksiyonudur. Bu mücadele sonucu gerçeklerin ağırlığını kaldırabilecek güçte erdemli ve onurlu insanlar varlıklarını sürdürecek; Sanal dünyaya bağımlı olan zayıf karakterdeki insanlar ise elenecektir. Neo Nietzsche'nin üst-insan kalıbına uygun olarak hem fiziksel yönden kusursuz, hem erdemli, hem de üst-insan'a (superman'e) has özel yeteneklere sahiptir. Filmin sonunda süpermen gibi göklere uçması da bunu gösteriyor.

Filmin varoluşçu felsefeden de izler taşıdığı söylenebilir. Varoluşçu/egzitansiyalist felsefe de bireyin kayıtsız şartsız özgürlüğünü amaçlar. Varoluşçulara göre varolma özden önce gelir. Yani insan kendi özünü kendi belirler; bir korkağı korkak, bir kahramanı kahraman yapan kendileridir. İnsan kendi tasarısıdır. Kişi özünü yaratmak için içindeki potansiyeli fark etmeli ve ortaya çıkarmalıdır. Neo uzun bir süredir sun'î rahim içinde bedenen, sanal dünyada ise zihnen varolmasına karşın özünü gerçek dünyaya geldikten sonra bulur. Nitekim Kâhin'e giderlerken Neo bir restoranı göstererek orada yemek yediğini, oranın güzel makarna yaptığını, daha bir sürü bu tip gerçekte hiç olmamış hatıraları olduğunu söyler ve bunun anlamını sorar. Trinity ise cevaben "Matrix sana kim olduğunu söyleyemez" der. Çünkü Matrix’te kişilerin hayatları istenildiği şekilde manipüle edilebilmesine rağmen, kişinin özü ancak kendi tasarısıdır ve buna yapay zekâ bile müdahale edememektedir. Henri Bergson ismiyle özdeşleşmiş olan Sezgiciik'in de filmin yararlandığı felsefî akımlar arasında olduğunu görebiliriz. Henri Bergson'a göre sezgi gerçeği bilme yetisi, bilgi ise kendi bilincine varma içgüdüsüdür. Bu yüzden Kâhin seçilmiş kişi olmanın âşık olmak gibi içgüdüsel bir bilgi olduğunu belirtir. Filmde yine Bergson'a ait olan zamanın göreceliliği kuramından da yararlanılmış. Bergson'a göre zaman insanların yarattığı bir kavramdır, zamanı takvim, saat gibi yollarla ölçmek veya sınırlamak boş bîr çabadır ve her birey zamanı kendine göre algılamaktadır. Gerçekten de zamanı bu şekilde ölçmek yanıltıcı olabiliyor. Mesela 2000 yılına gireceğimizi düşünürken aslında eski Roma takvimine göre 2753, Musevi takvimine göre 5760, evrensel takvime göre 290.091.200.500.000.000 yılına gireceğiz. Ma'mafîh Morpehus Neo'ya "1999 senesi olduğuna inanıyorsun, fakat aslında 2199'a yakın bir tarihteyiz. Hangi senede olduğumuzu söyleyemem, çünkü açıkçası bilmiyoruz" der. Filmi ilginç yapan taraflarından birisi de Post-modernist yaklaşımlar taşıması. Modernistlere göre hayat kaotiktir, ama düzenin sağlanabilmesi mümkündür. Postmodernistler ise düzenin geri kazanılabileceğine inanmazlar. Neo ve ekibi mevcut sanal düzenin yıkılıp yeni bir düzen kurulacağı umudunu taşımakla birlikte, yeni düzenin asla yapay zekânın egemenliğinden öncekine benzemeyeceğini, sanal düzenden daha zor, çekilmez ve kaotik olacağını bilmektedirler. Bu bakımdan filmin post-modernizme daha yakın olduğu muhakkak. Öte yandan film, post-modernizmin temel sorusu olan gerçeği de sorgulamaktadır. Filmin başlarında Neo'nun evinde gördüğümüz Jean Baudrilard'ın düş ile gerçeğin değerlendirmesini yaptığı kitabı Simulacra and Semulation'ın da ortaya koyduğu gibi post-modernizmde imajlar, ikonlar ve simgeler temsil ettikleri gerçeklerden daha fazla önem kazanmıştır. Hatta temsil ettikleri gerçeklik artık varolmamaktadır. Matrix’in kendisi imaj, ikon ve yansımalardan ibarettir ve artık temsil ettiği dünyanın yerinde kasvetli bir çöl uzanmaktadır. Post-modernizm tüketici toplumu da sorgular. Ancak filmde insanlar birşeyler tükettiklerini zannederlerken aslında kendileri bir tüketim maddesi, enerji elde edilen piller haline gelmişlerdir. Post-modernizm hayatın bir kolaj olduğunu iddia eder. Buna benzer bir şekilde film de çeşitli edebî, felsefî akımlar ve eserlerden oluşturulmuş bir kolaj niteliği taşımakta.

Film edebî ve felsefî açıdan bu kadar yoğun olmasına rağmen bir takım zaaflara da sahip. Söz gelimi Cypher’ın operatör Tank'ın yardımı ve kendisini fişleyecek birisi olmadan nasıl Matrise geçip Ajan Smith ile pazarlığa oturduğu; bunu başarsa bile pazarlık sırasında nasıl olup da Nebuchadnezzar tayfasından birinin dikkatini çekmediği bir muamma. Morpheus'un yardımına gelen Trinity ve Neo'nun açtığı yaylım ateşinde nasıl vurulmadığı da ayrı bir merak konusu. Asansörün patladığı sahnede daha önce Trinity ve Neo'nun mahvettiği kolonlar ise sapasağlam görünüyor. Filmin en önemli paradoksu ise Zion hakkında. Zion kurtarılmış insanların yaşadığı, gerçek dünyada yer alan bir şehirse nasıl bir bilgisayar giriş kodu oluyor?

Filmin sorguladığı meselelere gelince, filmin, temel meselelerinden birisi kişinin kendisini kalıplaşmış düşünce ve önyargılardan kurtarması, zihnini serbest bırakması. Nitekim Neo mücadelesi sırasında zihnini serbest bıraktığı ölçüde başarılı oluyor. Filmin irdelediği diğer bir konu akıl ve ruh ayrımı. Bilimde ruhun varlığı (parapsikoloji gibi bilimselliği tartışılır dallar dışında) kabul edilmezken, mistik alanlarda ruhun akıldan üstün tutulduğu görülür. Filmde seçimin akıldan yana kullanıldığını söyleyebiliriz. Doğu mistisizminde ruhun bedenden ayrılıp, beden olmaksızın hareket edebildiği varsayımı, filmde aklın bedenden ayrılıp Matrix’e gitmesi şeklinde ortaya çıkıyor. Neo Morpheus’a sanal ortamda ölürse, gerçekte de ölüp ölmeyeceğini sorduğunda Morpheus ona bedenin akıl/zihin olmadan yaşayamayacağını söyler. Buradan da filmin akıl ve ruhu "akıl/zihin" adı altında bir tuttuğu çıkarılabilir. Filmde akıl yoluyla fiziksel güçlükleri aşabilme olasılığı üzerinde fazlasıyla durulması toy gençlerin rağbet ettikleri % 100 düşünce gücü, pozitif düşünce gibi isimlerle piyasaya çıkan kitapları çağrıştırıyor. Filmin vurguladığı en önemli çelişki ise düş ile gerçek arasındaki ayrım. Matrix hoş olanı, duyulara hitab eden güzellikleri, kanıksadığımız realiteleri kurtulunması gereken bir aldatmaca ve ilüzyon; acı verici olanıysa aklı selim insanların seçmesi gereken gerçekler olarak yansıtmış. Ajan Smith’in de kastettiği gibi, biz insanlar müspet olanın ardında menfilik arayan türde mahluklarız. Bizler için mutlak mutluluk ancak hayal, acı ise salt gerçektir. İlk yapılan ütopik Matrix’in değiştirilip acı ve olumsuzluklarla çeşnilendirilerek tekrar yazılmasının nedeni de budur. Mavinin sakinleştirici, teskin edici; kırmızınınsa kışkırtıcı bir renk olduğu göz önüne alınmış olsa gerek, düş ile gerçek arasında yapılacak seçim kırmızı ve mavi hap seçimi olarak sunulmuş. Bu seçim aşaması tıpkı Robert Frost'un "The Road Not Taken" (Gidilmeyen Yol) adlı şiirindeki seçimi gibi. Frost iki ayrılan yol sapağında daha az kullanılmış olan yolu seçer: "Koruluktan, yol ikiye ayrıldı, ve ben daha az kullanılmış olan yola saptım. Ve bu bütün farkı yarattı.”

Neo da mavi hapı alarak bildiği yola gitmektense, kırmızı hapı seçerek daha önce çok az insanın geçmiş olduğu yola girer. Zaten Trinity ve arkadaşları onu arabalarına aldıkları zaman da aynı seçimi yapar. Switch alternatifleri netlikle ortaya koyar: "bizim yolumuz ya da otoyol!" Burada kullanılan otoyol benzetmesi AC/DC'ye ait "Highway to Hell (cehenneme giden otoyol) isimli parçaya bir gönderme gibidir. Trinity'nin de dediği gibi otoyolun nereye gittiği bellidir ve öteki yol denenmeye değerdir. Nitekim Neo da seçimini bilmediği yoldan yana kullanır. Morpheus'un belirttiğine göre Kâhin’in işlevi sadece Neo’ya doğru yolu bulmasında rehberlik etmektir. Peki doğru yol nedir? “Tao” insanların içsel dinginlik ve uyuma ulaşması için takip etmesi gereken en doğru yol demektir. Hristiyan öğretisinde ise biri cennete, öteki cehenneme giden iki yol vardır. Morpheus Neo'ya yolu bilmekle yolu yürümenin farklı olduğunu söyler. Ama asıl farkı yaratan bilmediğimiz yolda yürümek olsa gerek...

Zehra Âzâde SOYSAL

ÜLKE Dergisi - Aralık 1999 (41.sayı)

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...