Jump to content

Küçük İskender Söyleşilerinden Seçmeler


raskolnikov

Önerilen Mesajlar

Sizin için yapılan saptamalar için ne diyorsunuz? Şiirin asi çocuğu, ironik şair... Bir sürü yafta yapıştırılıyor ya dışarıdan…

 

Evet, bir dolu şey söyleniyor. Şu anda söyleyeceklerimi bir böbürlenme ya da büyüklenme adıyla söylemiyorum ama; sonuçta dışarıdan bir göz bakmış oluyor. Yani bu benim kendi kendime koyduğum bir tanım değil. Ben kendime şair demeye bile çekinirim. Bu da hiçbir zaman, hani başkaları bana desin de suç onların üzerine kalsın gibi bir tavır da değil ama, şair diyebilmek için çok ölçüp biçmek gerekir. İlhan Berk’in dahi buna benzer sözleri var. ‘Ben hala kendime şair diyemiyorum’ der. Dağlarca der bunu özellikle. Karşısına geçip de ‘ben şairim’ diyenleri sopayla kovalar. ‘Ben kendime şair demiyorum daha ki, sen nasıl dersin?’ der. Tabii bu birazcık da bahane gibi görünüyor ama, ben bir tanım gerekiyorsa şair olmayı tercih ederim. Başına bir sıfat almaz çünkü şair. İyi şair kötü şair yoktur. Şair vardır. ***

 

 

 

Şairlik, şiir yazmak sizin ruh halinizi kötü yönde etkiledi mi?

 

Evet. Çünkü canımın yandığı zaman şöyle bir şey oluyor, yani şiiri yazdıktan sonra; bazen bütün şairlerde olduğunu tahmin ettiğim bir şey bu. Büyük bir yabancılaşma yaşıyorsunuz. Yani bunu ben mi yazdım? Benden mi çıktı böyle bir şey? Bir annenin, çocuğunu doğurduktan sonra bunu biz mi yaptık, benim karnımdan mı çıktı duygusu gibi. Ona alışmak, onu kucağına alırken tedirginliğini duymak... Hani, benim mi bu? diye düşünmek duygusunu ben yazdıklarımda çok sık yaşarım. Bittikten sonra, eğer çok seviyorsam o şiiri, içime sinmişse, çok büyük bir yabancılaşma hissediyorum. Arkasından en tehlikeli olan kısmı geliyor; eğer anlatmak istediklerimi kendimce en düzgün şekilde anlattıysam. Karşımdaki o nesne bana, farkında olmadan içimde duyduğum sıkıntıları tekrar yansıtıyor ve bir tür iç ayna gibi oluyor. Benim acım ikiye katlanmış oluyor. Hem hissettiğim var hem de karşımda gördüğüm metin. Yani çok zor bir şey. Bir de bunu bir başkasının elinde okurken gördüğünüz zaman, hani ona sanki eziyet ediyormuşsunuz gibi. Yani güzel bir şey bile yazsanız umuttan da bahsetseniz öyle oluyor. Şairlerin ağzına umut sözcüğü çok yakışır ama yalandır yani. Böyle bir yüzyılda, böyle bir tarihte ummak bence sersemliktir, vakit kaybıdır, tembelliktir ayrıca. Ummayacaksın. Direk, “Dünyayı istiyoruz, hemen şimdi...”gibi. Yani direkt harekete geçeceksin. ***

 

 

 

Umutsuzluk özgürlüktür gibi değil mi?

 

Evet, tabi tabi. Ya umut, umutsuzluktan daha kötü bir şey. Çünkü umarak, bekleyerek vakit kaybedersin. Stabil bir kavramdır umut.

 

 

 

Şiirlerinizde ve düzyazılarınızda pek çok “kötü alışkanlık” var. Ne kadar süre doğru yolda yürüdünüz, sizi baştan çıkaran şeyler nelerdi?

 

Kötü alışkanlık dediğiniz şey, aşk-ı cismanînin genel ihtiyaçların dışına taşması ise, evet, kötü olan’ın ne olduğunu nesneler üzerinden algılamaya çalışmak ilgimi çekiyor. İblis’e dayanan bir kötü değil bu; haramla ya da ideolojiyle örtüşmüyor. Tabiatın sorgulanmasında önplana çıkabilecek seçeneklerin denenmesi, bu toplamın hepten yok sayılmaması tezinden hareket ediyor. Deniz suyundan çorba yapılamayacağını kim iddia edebilir?! Denemek, deneyip yanılmak, deneyip başarmak insana özgüdür. Dışlanmış, dışarıda bırakılmışın hayata yeniden alınmasının ‘kötü’ diye nitelendirilmesi, ya da genel ahlak kurallarının reddettiği, rutine aykırı bakış açılarının varoluş formlarına uyarlanması eğer ‘kötü’ ise, bunda ‘demonic’ bir tarz, bir altbilinç, bir rasyonalizasyon sözkonusu ise ruhsal sapmaların insanın önünü açtığını iddia edebilirim. Kötü, uyarıcıdır. Her anlamda uyarıcıdır. Metafiziksel kötü ile kimyasal kötüyü, fiziksel kötüyü ayırt edebilmeliyiz. Bende kötü kelimelere ve anlamlara karşı bir zaaf var; bu zaafın bir zayıflıktan değil, bir fazlalıktan kaynaklandığını düşünüyorum. Hamile bir kadının vücudunun deformasyonu gibi. Kötü, asla ressesif değildir; sanatta dominant özellik kazanmış olan kötü, bireyi kötü’nün karşısına konmuş olan doğru’dan koparmaz; kötü’nün içinde yuvalanmasını ve kötüyü kendi deneyimleriyle tanımlamasını, şekillendirmesini, onarmasını sağlar.

Çok beylik olacak ama, ben baştan çıkmadım; yalnızca ana yoldan kopup tali yollara saptım. Bunun nedeni de sıradanlıktan sıkılmamdı. Okuduklarıma, yaşadıklarıma, yaşananlara baktıkça hâlâ sıkılıyorum. *

 

Bir de duyuları ve imgelemi harekete geçiren uyuşturucu ve alkolün şiirinle olan ilişkisinden bahseder misin?

 

Sıkı bir birliktelikleri yok. Alkole devamlılığım, sürekli yanlış anlaşılıyor. Yazarken, okurken ya da çalışırken alkol kullanmıyorum. Ayrıca herkesin düşündüğü kadar da içmiyorum. Hep bir içiyor görüntüsü olabilir. Bardakla, kadehle yakınlığım, nesnel ve sosyal. Elbette, normal alkol tüketicilerinden ayrıldığım noktalar var; kimsenin emrinde olmadığımdan, özgürlüğümün avantajlarından yararlanıyorum; örneğin o gün sabah içmek istiyorsam içebilirim. Bu da dışardan genellemenin kolaylığını sağlıyor kimi gözlere. Keyif için alkolle birlikteyim, bir bağımlılık saptanamadı. Uyuşturucuya gelince, beni yıpratan bir şey. Hepsini biliyorum, ancak kullandığım iddia edilemez. Denemedim mi? Denedim. Sonuçlarına yönelik bilgim var mı? Var. Müptelası mıyım? Hayır. Yazdıklarımda neden mi çok geçiyor? Bir aykırılıktan öte, yaratmaya çalıştığı ve becerdiği geçiş dönemi, tarzıma yakın özellikler barındırıyor. Halüsinatifleri ayırırsak, kokain benzerlerinin imsonia etkisi, canlının ölüme karşı direnişini temsil ediyor sayabiliriz. Şiirin akademik etütleri için her şairin laboratuvarında olması gerektiğine inanıyorum. *

 

 

 

Sizin yaşantınız dışarıdan; daha estiği gibi, geldiği gibi yaşıyormuşsunuz gibi duruyor. Ama en çok şiir kitabı, hikaye kitabı çıkaran şairlerden de birisiniz. Yazıyla ilgili bir çalışma disiplininiz var mı?

 

İşe gider gibi masa başına geçmiyorum tabi. Ama sabahın erken saatlerinde, alkol tüketimine başlamadan, yaklaşık üç dört saatlik bir çalışmam oluyor genellikle. O da bir şey yazmak değilse bile, yazdıklarımı toparlamak, bir kitabın oluşumunu izlemek ya da daha önceden yazdıklarımı tekrar okuyup gözden geçirmek gibi ya da bir kitap bir dergi okuyacaksam o saatlerde genellikle sabahın erken saatlerinde daha dinç bir kafayla bakmayı tercih ediyorum. Çünkü yine çok anlık bir sonuçtur ama İlhan Berk’in çok güzel bir lafı var. Sabahın 7 sinde telefon açmıştı bana. Dedim ki, ‘İlhan hoca, sabah 7’de mi kalktın beni arıyorsun?’ ‘Yok’ dedi. “Şairler müezzinden önce kalkar” Güzel bir laf benim için. Ben evde biri varken, bir başka odada uyuyorken bile şiir yazamıyorum genellikle. Yani bir başkasının varlığı beni rahatsız ediyor. Ben kendi varlığıma tahammül edemezken bir şey üretirken, bir başkasının varlığına hiç katlanamıyorum. O yüzden sabahın erken saatlerinde kalkıp herkes uyurken çalışmayı tercih ediyorum. *

 

 

 

Şiirin ve düzyazının yaşamınız olması bir yana, başka bir yolu tercih etmediğinize göre yaşamak için yazmak zorundasınız. Bu durumda ister istemez para ile aranızda tehlikeli bir ilişki kuruluyor.

 

Para ile kurulan her ilişki tehlikelidir. Mütevazı yaşamayı sevdiğim için, öyle büyük hevesler taşımıyorum. Sırtını bir işe, bir eşe, aileye vermeden ayakta duran üç beş insandan biriyim. Öldüğüm zaman künyemde asla bir meslek, bir sosyal sıfat olmayacak. Hiçbir yerden emekli olmayacağım. Hiçbir kurumdan yardım almayacağım. Günü ıskaladığım bile oluyor, geçinememek’in bile şahsi bir onuru, huzuru var. Karnımı kelimeleri yiyerek doyurabilseydim, ıslık çala çala dolaşırdım. Evet, sık yayınevi değiştirmem ya da ardı ardına yayımlamam bu çeşit spekülasyonlara yol açmıyor değil; yayınevi değiştirmemin nedeni benimle sağlıklı bir çalışmaya girecek ekipmanlarının olmamasına bağlı; ardı ardına yayımlamamdaki amaç ise fizyolojik tatmin. Kesinlikle ekonomiye, ruhsal hezeyana dayandırılmamalı. *

 

 

 

Şiirin yanı sıra özgür metin, roman, günce gibi türlerde eserlerin de var. Bunlar şiirlerinin bir arka planı gibi de duruyor. Ancak, bugün özellikle genç şairlerin öyküye ve romana yöneldiklerini görüyoruz. Bunda tecimsel kaygılar mı ağır basıyor? Ayrıca, bu türlere yönelen genç şairlerin şiirlerindeki nitelik her geçen gün biraz daha düşmüyor mu, ne dersin?

 

Tecimsel kaygılar mı ağır basıyor ne demek. Başka ne olabilir ki? Şiirlerindeki Türkçe yetersizliğinin su üstüne çıkmasını kolaylaştırıyorlar farkına varmadan. Bu, okur açısından önemli bir avantaj. Bendeki durum, sonradan oluşturulmuş değil: Gözlerim Sığmıyor Yüzüme bir şiir kitabıdır, yayım tarihi Mart 1988. Dedem Beni Korkuttu Hikâyeleri ise metinlerden, öykülerden oluşur, onun yayım tarihi de 1992. Birlikte götürdüğüm, birbirlerinden çok ayrılmayan, hatta birbirlerini yiyerek beslenen iki yanım. Küçük tekstlerim de öyle. Senaryolarım da. Biz bir aileyiz. Büyük oğlan, şiir. Genç şairlerin paradan çok, katlanarak büyüyen bir tanınmışlığa ihtiyaç duyduklarını, hatta bunu hırsa dönüştürdüklerini sanıyorum. Kalabalıklarca beğenilmek için kalabalıkların diliyle, o dildeki hatalarla, o dildeki çarpıklıklarla, yüzeyselliklerle yazıyorlar. Yaptıklarının edebiyata katkısının olmadığını farkedecek kadar akıllı olanları da var aralarında bence; yoksa hiçbiri bile bile romanında ‘tanıştığımız ilk gün’ gibi bir saptamada bulunmazdı. Onlardan kurtulabilir miyiz? Bunu sormalıydın. Sıradanlığın çekiciliği halkın gözünden düştü mü, olabilir. Umutlu muyum? Hayır. Kalacaklar mı? Kalırlar. Çünkü, ilkellikten güç alıyorlar. **

 

 

 

Bugünkü dergilerin işlevi üzerine neler söyleyebilirsiniz? Bir doğuş imkânı bulan genç şairin “şansı, şansızlığı” nedir?

 

Çoğu boş çırpınmalar. Dergi çıkarmak, yazı yazmak, eleştiriler üretmek, tavır almak amaçsız. Her şeyden önce ‘okur’ oluşturabilmek önemli. Kendinize dair okur değil, genel anlamda ‘okur’ eksikliği var. Şair, hayatı değiştirebilmeli. Dergi, buna olanak vermeli. Dergilerle şairler arasında bu çeşit bir ilişki gözlemlemiyorum bugün. Ne şair şair, ne dergi dergi. Sayfa dolduruyorlar. İsim olsun da kim olursa olsun mantığı. Şair de aman çıksın da nerede çıkarsa çıksın yolunda. Al takke, ver külah. Ondan sonra Türk Edebiyatı ilerlemiyor. Şans diyorsun, bir şairin şansa değil yeteneğe ve bilgiye ihtiyacı vardır. Bireysel ve toplumsal gurura ihtiyacı vardır. Bedenine ve ruhuna inancı olmalı. İçini boşaltamadığı kelimelerle yazan bir sürü adam tanıyorum. Aziz Nesin, “Türk halkının yüzde doksanı aptaldır” demişti. Ben eklemeliyim: Türkçe yazan şairlerin yüzde doksanı cahil. Bu noktada dergiler, indi-bindi. Başka bir işe yaramıyorlar. *

 

 

 

Varlık dergisinde “Rimbaud’larla Baş Başa” başlayan serüveniniz “Kıran Kırana” bitti. Yakında Yasakmeyve’de gençlerden gelen şiirleri değerlendireceksiniz. Bunların öncesi de var. Bir ara televizyonda da yaptınız bu işi. Gençlerle bire bir, yüz yüze iletişim içinde olan bir şair olarak genç şiirin durumunu nasıl görüyorsunuz? Kitaplıları ayrı, kitapsızları ayrı konuşalım.

 

Görevim değil, ancak sorumluluk başlığı altında tohum aradığımızı söyleyebilirim; tüm şairlerin böyle bir arzu taşıdığı savlanabilir; Varlık’ta uzun süre kovaladık bu genç arkadaşları, işin tezatı da burada. Biz kovaladık. Onlar adeta kaçtı. Bir şeyler yazıp dergilere göndermeyi yeterli görüyor çoğunluğu. Sorularla cebelleşiyorlar: Ne yapmalıyım, nasıl yapmalıyım… Asıl soru şu: Neden yapmalıyım?! Bu sorunun yanıtını başkasında bulmak imkânsız. Bu yanıtı verebilenler çıkıyor aralarında. Bu kere de sorun, yayımlatma aşamasında tıkanıyor. Bir yığılma olduğunu düşünmüyorum. İlgi sapması, ifade aracının yanlış seçilmesi, şairliği kahramanlıkla karıştırma biçiminde yanılgılar taşıyorlar. Bu sözlerim başlangıç aşamasında olanlar için elbette. Benden sonraki kuşağa baktığımızda doksanların tasnifsizliğinden yakınabiliriz. Sanki seksen kuşağı çok iyi değerlendirildi de! Sıkıntının odağı son yirmi beş yılın orijinin masaya yatırılmamasından kaynaklanıyor. Her alanda kendini gösteren ‘gençlere güvensizlik’ şiirde de öne çıkıyor. İlginç olan, gençler de kendilerine güvenmiyorlar. Güvensizlik, Türk Şiiri’nin patolojisidir. Neşter vurmaya çekinen eleştirmenlerle, herşeyden sakınan kalemlerle yürütmeye çalıştığımız bir kağnı.

Ağır kaçabilir ancak, gençlerin şiirlerinin sıradan olduklarına inanıyorum. Bakın, iddia etmiyorum, inanıyorum. Elbette aralarında ayırdıklarım, kendilerinden çok şey beklediğim isimler de var: Onur Caymaz, Ataman Avdan, Utku Özmakas (ki yazıları), Ertan Yılmaz, Şakir Özüdoğru, Efe Murat, Özkan Satılmış, Selahattin Yolgiden, Mehmet Erte, Can Bahadır Yüce, Alperen Yeşil, Mehmet Öztek, Nilay Özer, Vural Uzundağ, Alper Gencer, Seyidhan Kömürcü… Bu imzalardan kalıcı ürünler bekliyorum. Bu noktada, kitaplı-kitapsız ayırımı saçma. Kitap, şairin değil okurun ihtiyacıdır. Bu ihtiyaç doğduğunda kitaba yönelmek gerekir.

Eğer şiir, bir ergenlik çağı belirtisi konumundan kurtulursa, olgunlaşmaya başlar. Doğal gelişimi izlemek gerek. Şiir darboğazda veryansınının gerçeği şu: Şair adayı, donanımsız. Şair adayı, koordinatsız. Şair adayı, büyük hissetmiyor. Şair adayı’nın dünyayla, dünyaya ait olanla cebelleştiği yok. Nitelik’in hayattaki karşılığıyla değil, sözlükteki karşılığıyla yetiniyorlar. Bu da halledilmeyecek bir mesele değil. *

 

 

 

Pek çok şiirinde, özellikle de Gözyaşlarım Nal Sesleri kitabındaki şiirlerde tekrarlar (kelime ya da kelime gurupları) fazla dikkat çekiyor. Bu tekrarların ifade bağlamında küçük İskender Şiiri'ne neler kattığını düşünüyorsun?

 

Bir tek ben değil ki, herkes yüzyıllardır “aynı şeyler”i söyledi; bunun altını çizmek için denenmiş bir tekniktir o. Concept’i psikiatri tescilli bir söylem. İfadeye ketum olmayan bir paranoya panoraması sokmak. Tekrar etmek, bireye insanî özellikler katar: Toprak kazmak, alkışlamak, nefes almak, ‘seni seviyorum’ demek, ağlamak. Eylemi çoğullamak, şiir içinde de anlama yaşama coşkusu veriyor; en azından inatçı kişiliğimin şiirime yansıması olarak da bakılabilir. Belki de ben şiir yazmıyor, o sayfalarda mürekkeple çocuk yetiştiriyorumdur. **

 

 

 

Bugüne kadar kırkın üzerinde kitap yayımladınız. Sürekli olarak yazdığınız dergilerin yanı sıra, taşrada çıkan dergilerden fanzinlere kadar pek çok yerde görünüyorsunuz. Yaşamınızın nasıl savrulmalar ve zorluklar içersinde geçtiğini az çok bildiğimden, sizinle birlikte çalıştığım dergilerde yazılarınızı nasıl yetiştirdiğinize hep hayret etmişimdir. Merak edilmeyecek gibi değil, belli bir disiplin içerisinde hazırlanmış olan Dicle ile Fırat’ın çıktığı 2004 yılını özel bir kıvam taşıyan Bir Daha Bana Benzeme Angel! ile kapattınız. Kendi şiirlerinizden ve düzyazılarınızdan yaptığınız seçkileri, hazırladığınız antolojiyi ve düzyazı kitaplarınızı saymıyorum. Kitaplarınız üzerinde nasıl çalışırsınız? Bir yazıya ya da şiire durmadan önce yaptığınız özel bir hazırlık, çalışmanız sırasında izlediğiniz bir yöntem, uyguladığınız bir disiplin var mı?

 

Müzik. Müziğin motivasyonu fazla. Özel bir tarz da gerekmiyor; giriş şifresini taşısın yeter. Nesneler de önemli. Durumlar’ın göstergesini göğüsleyebilecek nesneler. Belli bir consept gerektiren kitaplar için etüt elbette kaçınılmaz. Tematik kaygılardan uzağım; bu da kitapların oluşumu esnasında daha rahat davranmamı sağlıyor; ama yaşamımın dönemlere ayrılması açısından belli bir rota izlediğimi belirtebilirim. Ağırlık, hangi kefedeyse, şiir terazim oraya eğilir. Aşksa aşk, mücadeleyse mücadele, sürrealizm ise sürrealizm. Ruh halim, dönemlerimin başlıklarını oluşturuyor.

Alkolsüz olmaya gayret ederim. İçkiliyken yazdıklarım üçü beşi geçmez. Onun dışında bir disiplin geliştirmedim. Beni bağlayacak şeylerden kaçınırım. Belki sevgililer istisnadır yalnızca.

Temelde kâğıt, kalem ilişkisine bağlıyım. Graphomanie sayılabilir. Yazım güzeldir. Yazdığım da güzel olursa, haz duyarım. Tekrar tekrar, çizer çizer, bozar bozar, yazarım. Doğurabilmek, derim. Yaratabilmek, değil. Yazdıktan sonra yüksek sesle okurum. Olmuşsa, kendini belli eder. *

 

 

 

Şiirinin oluşumunda gerek söz, gerekse “musikiye yakın”lık olarak dinlediğin Rock, Metal, Caz vb. müziklerin katkısı var mı? Şiirlerini bu müziklerle bütünleştirebiliyor musun? Ekleyeyim, şiirle müzik arasında ne tür bir ilişki kuruyorsun?

 

Müziksiz bir şiir, mümkün mü?! Kimi zaman atonal olması bile müzikten kopamadığının kanıtı. Elbette, çok besleniyorum; tınının şairin ya da nesir yazarının çok önemli bir kilit noktası olduğu kanaatindeyim; ifadeden de önce geliyor tını. Bir tür duruş biçimi. O duruş biçiminin getiri ve götürüleri ifade dediğimiz ipucunu sunuyor. Tasvir edilendeki ifade lezzeti, tınıdan kaynaklanmakta. Şiirle müzik arasındaki ilişki, şairle müzisyen arasındaki ilişkide daha net görünüyor: Müzisyen sır açıklar, şair sır tutar kainata dair. **

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...