Jump to content

Tezer Özlü ; Türk Edebiyatının Lirik Prensesi


semuel

Önerilen Mesajlar

Tezer Özlü, 10 Eylül 1943′te Simav’da doğdu. Anne ve babasının görevleri nedeniyle çocukluğu Simav, Ödemiş ve Gerede’de geçti. “Dört bin nüfuslu bir Anadolu kasabasında dünyaya bakmayı öğrendim. Altı yaşındaydım. Dünyanın sonsuz büyüklüğünü hissettim ve gitmem, çok uzaklara gitmem gerektiğine inandım…

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

“Yaşamımın annemin ve babamın yaşamıyla bir ilintisi olmadığını düşünüyorum. Bir ana ve babadan olma değilim. Bir yaban otu gibi Anadolu yaylasında bittim. Doğumum bile bir kökünden kopma idi. Köklerimi hiç aramadım. İçerisinde severek yaşayabileceğim arka dünyalardan kopma köklerim olabilirdi. Annem ve babam gibi, tüm kentler, ülkeler, günler, geceler, her gökyüzü de yabancı kaldı bana. İnsanlara daha fazla yaklaştıkça bu saydıklarımdan daha fazla uzaklaşıyorum."

 

ve

 

 

"Çocuk olmanın hiçbir güzel yanı yoktur:yaşlandığımız zaman,çocuk

olduğumuz günleri hatırlamaktır güzel olan"

 

 

paylaşım için ne kadar teşekkür etsem az. ben kendi dertlerim ve tembelliğimle boğuşurken sen sessiz sedasız açıvermişsin başlığı ne güzel.

 

tezer özlü....

 

hayatın anlamını , ruhunu ve bedenini incitenleri , yaşamayı , dünyayı sorgulayan prenses. Pavese ve Kafka tutkunu , lodos rüzgarı estiğinde başı ağrımayanlara imrenen , Hayalet Oğuz'u satırlarında bize tanıtan prenses.

 

beni en çok etkileyen kitapları Eski Bahçe , Eski Sevgi ve Çocukluğumun Soğuk Geceleri olmuştu.

 

bu da Hayalet Oğuz için Eski Bahçe Eski Sevgi'den bir yazı ;

 

Biz yıllardır bu kentte yaşıyoruz. İçimizde ömrü bitenler oldu. Onları oldukça eğlentili törenlerle gömdük. Bu törenlerden ağıt ve içtenlik yönünden en ağır basanı Hayalet Oğuz’un cenaze töreni oldu. Oğuz, İstanbul’da yaşadı. Oğuz bir dönemi yaşadı. Yeryüzünde belki de hiç kimsenin yaşayamadığı gibi. Tek bir sandalye sahibi olmadı. Bir-iki giysisi temizleyicide durur, kirlenince yenilerini satın alır, iç çamaşır ve çoraplarını en yakın çöp tenekesine atardı. Ev almadı, ev kiralamadı, eşya almadı, eşya tamir ettirmedi, belki de tek bir mobilya mağazasına girmedi. Pasaport almadı, karı almadı, karı boşamadı, kimseyi gebe bırakmadı, resmi dairelere girip çıkmadı.

 

Bir kez bir kadın parmağına yüzük takıp:

 

-Oğuz, sen benim nişanlımsın, dediyse de, Oğuz kadının başkalarıyla yatıp kalkmasına hiç ses çıkarmadı. Kimseye baskı yapmadı, canlı ya da cansız hiçbir şeye malı gözüyle bakmadı. Nişanlı geldiği gibi gitti. Bu da Oğuz’u ne sevindirdi, ne de üzdü.

 

Oğuz’u, ilkokulu bitirdiğim yıl Fatih’teki evimizin balkonundan ağabeyimin odasına bakınca görmüştüm. İncecik bir adam, yatakta uyuyordu. Zayıflıktan ölmüş gibiydi. Yüreğim burkuldu. Anneme koştum:

 

Anne, içeride yatan adam zayıflıktan ölecek, dedim. Oğuz, 21 yıl sonra, 1975 Eylül ayında öldü. 21 yıl süreyle birbirimizi çok sık gördük. Aynı evlerde yaşadık, aynı çevrelerde dolaştık. Aynı kitapları okuduk. O, özellikle yeni çıkan telif kitaplarını ilk günden edinirdi. Ya yazar ona vermiş, ya da Oğuz satın almıştı bile.

 

Okuyayım, sana bırakırım, derdi.

 

Ya da en ilginç, en olmayacak satır ve sayfaları bulur, yüksek sesle bana okur, kitabın özünü bir iki dakikada ortaya koyuverir, arkasından bir de şakasını yaptıktan sonra, kitabı bırakır giderdi.

 

Çoğunlukla da elinde bir İngilizce polisiye roman bulunurdu. Türkçeye çeviri ve derleme olarak yüze yakın kitap kazandırmıştı. Adını hiçbir zaman çevirmen, yazar, ozan, şunu yaptı, buna çalışıyor, bunu hazırlıyor... gibilerden kullanmadı. Yazın çalışmalarında tam bir fabrika işçisiydi. Sığınabileceği bir köşede çalışır, çalışması bitmeden kazanacağı parayı çekmiş, bitirmiş, sayfalarca çeviri bedeli de borçlu kalmış olurdu. Yüzlerce film senaryosu yazdı Yeşilçam’a. Bunların tümünün adını bile bilmez, filmleri de görmemiştir. Parasını alınca da dar paçalı bir blucin, bir kazak, bir montgomeri ya da mevsime göre yeni bir gömlek satın alırdı.

 

İyi bir yemek yer, ardından Kulis, Papirüs gibi barlara uğrar, barmenlere önceki içki borçlarını öder, yanındakilere içki ısmarlar, oracıkta rastgeldiği bir iki dostuna:

 

-Şu paramı saklayıver, sonra senden isterim, hepsini bitirmeyeyim, der, belki o gece Klüp 12’de bir şişe viski açtırır, geceyi bir bar kadınının yanında, kadına dokunmadan sızarak geçirir, ertesi gün bir Bafra sigarası alacak parası kalmadan, gene Taksim-Beyoğlu çevresinde yaşamına başlardı.

 

Kurbağa bacağı, mantar turşusu gibi garip yiyecekler severdi. Beyoğlu’na gelen ilginç filmleri de ilk gören o olurdu. Çok ender insanda rastlanan bir zekası vardı. Ölmeden beş gün önce Bulvar kahvesinde oturuyorduk. Oğuz: E.’ye uğradım. Sen benden daha önce gebereceksin, çok seviniyorum dedi, diye gülerek anlattı. Hepimiz gülüştük. İnsanın, kendi ölümü üzerine, ölmeden dört gün önce şaka yapabilmesi üstün bir zekanın bile işi değil. Ölmeden dört gün önce, insanın hastaneye tıraşlı bir yüzle gitmesi için, Cağaloğlu’nda para araştırması inanılır gerçek değil.

 

Biz hep “Hayalet ölmez

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Kalanlar ' dan ;

 

Bir şeyin değişmesinden ve hiç bir şeyin değişmemesinden korkuyorum.

 

Hiç kimse ile birlikte yaşlanmak istemiyorum , kendimle bile.

 

Sağlıklı kalmak için koşamam , soğuk alayım yeter.

 

Olaylar ve düşünceler kafamın içinde sürekli acılar olarak birikti.

 

Özlemin içindeyim şimdi ama özlemeye gene de devam ediyorum.

 

Anımsıyorum , yaşamı aradığım zamanlarda olacak,hapisane gibi bir istasyon konaklama evinde geceyi geçirdiğimi.

 

Seninle yatarken aldatmıyorum seni . Bu bile çok değil mi ?

 

Yaşadığım anların , onları yaşarken anıya dönüştüğünü algılar , onları yaşarken anılaştırırdım. Sonra bunu en güzel Savinio' da okudum ; " Yaşanan an da anı olacak "

 

Şunu öğrenmelisin ; sen hiçbir işe yaramaz değilsin. Seni senden çalan toplumdur.

 

Aşk acısı çekmedim hiç , çünkü dünyanın verdiği acı her zaman güçlüydü.

 

Herhangi bir yerde herhangi bir zamanda yaşantım bitti. Bilmiyorum nerde , ne zaman ? Ve işte o bittiği yerde başladı. Acının sonunda. Acı ile.

 

Bitti , yaşantımı kapattım.

 

en sevdiklerimi en sona bıraktım.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Kalanlar/Tezer Özlü..

 

Büyükanne. Aklaşmış saçlarını toplamış, yüzü ince. Sıska bacakları. Hep

mutfakta, midesine bir bıçak dayamış olarak yakaladığım büyükanne, hareketsiz.

Ne kendi kıpırdıyor, ne de bıçağı kıpırdatıyor.

- Ne yapıyorsun burada? diye soruyor çocuk.

- Kendimi öldürmeye çalışıyorum.

Anıların tüm görüntülerini vermeyeceğim. Sonsuz gerideler. Bu

görüntülerin renkleri soldu. Ama kaybolmadılar. Benim sönüp gitmemi

bekliyorlar. Bu kadar hain bu görüntüler. Sen sonsuz gecelerce sevişmiş,

sonsuz zamanlar sindirmiş olabilirsin içine. Böylesine hain bu görüntüler, yok

olmuyorlar. Seni söndürüyorlar yavaş yavaş. Yeşil yayla rengi bugün gri yeşile

dönüştü. Çok uzakta hafif dağ tepeleriyle çevrili. Kızkardeşim olması gereken

bir kızın elini tutuyorum. Doğa ölmüş. Çocuklar ölmüş. Onlarla birlikte her

şey. Küçük kentin göl kıyısında son bulduğu yerde büyük otlar bitiyor.

Otların arasında dolaşıyor ve büyükanneyi arıyoruz. İnce bacakları

olan. Kentten çok uzaklaştık. Herhangi bir çukurda kafasını görüyoruz.

Gözlüklerini takmış. Uçları rüzgarda uçuşan başörtüsü var. Onu bu büyük otlar

arasındaki çukurda nasıl tanıdığımızı bilemiyorum. Yaz rüzgarı esiyor.

- Burada ne yapıyorsun büyükanne, biz seni arıyoruz.

- Bu dağların ardında yitip gitmek istiyorum. Yitip gitmek..

- Dağların ardında yitip gitmek ne demek büyükanne?

Bulduk mu onu

Eve getirdik mi?

 

(..)

 

Çocuk ben beşikte yatıyor. Bir beşik çocuğundan daha büyüğüm oysa. Ama

beş yaşında da değilim. Beni beşiğe koyan büyüklere kızıyorum. Yoksa iki

yaşında mıyım? Konuşabiliyor muyum? Neden bağırmıyorum? Neden beşikte

fenalaşmayı, kusmayı bekliyorum? Beni kaldırmaları için neden bağırmıyorum?

Yoksa konuşamıyor muyum? Konuşma yaşına henüz gelmedim mi? Peki, beşik

çocuğunu, beni saran can sıkıcı atmosferi nasıl kavrayabiliyorum? Şimdi

konuşabiliyor muyum?

Kırk yaşında konuşabiliyor muyum?

 

(..)

 

Otobüs dağ yamaçlarının virajlarında ilerliyor. Ağaçlar gri. Gri

ağaçların gerisindeki göl gri. Gri su durgun duruyor. Sıcaklık da gri. Gölden

beyaz, bembeyaz bir ceset çıkartılıyor. Bir gencin ceseti. Bu bir yazın

başlangıcı. Ve ben sonraları çocuk olarak elma ağaçlarının üzerinde olacağım.

------

 

Günler koptu. Artık geceleri bir ölüm akıyor sokaklara. Kentin evlerinin aralıklarına doluyor. Boğuluyoruz. (15)

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Tezer Özlü'nün hoşlanmadığı insanlar ( Kalanlar kitabından )

 

 

 

* Lodosta başı ağrımayanlar..

* Uçakta iştahla yemek yiyenler..

* Karı veya kocasına hayranlık duyanlar.

* Sabahları genel konular üzerine konuşabilenler..

* Aşık olunca, ömür boyu sürecek eşlerini bulduklarını sananlar..

* Kendilerine hakim olmaları gerektiğini sananlar..

* Görgüden söz edenler..

* İnsan dramının bilincinde olmayanlar.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

...

 

Ben her gece ölüyorum. Her sabah yeniden canlanıyorum. Her yirmidört saatlik zaman dilimi hem ölüm hem yaşam aynı zamanda.

 

 

Kadın , aynadaki görüntüsüne :

 

Herşeyden ayırabilseydim kendimi. Herşeyden, burjuva ya da küçük burjuva , Allah'ın belası gündelik düzenin üstüme saldıpı herşeyden.

 

 

Dış Ses ( Pavese ) :

 

"Yalnız sağlıklı insan aklıyla yaşasaydı değmezdi yaşamaya, can sıkıcı olurdu. Tam aksine güzel olan , dünyanın gökyüzü altında bir deliler topluluğunu andıması."

 

"İnsan olabilmek bambaşka bir olgu. Şans, cesaret gerektiren bir olgu, özellikle dünyada başka hiçkimse yokmuş gibi yalnız kalabilme cesaretini gerektiren bir olgu."

 

"Zaman zaman hiçbirşey yaramaz haber bültenlerini dinledikten sonra,pencerenin kenarında,dışarıda terk edilmiş üzüm bağlarına baktığımda, rastlantılardan oluşan bir yaşamın yaşam olmadığını düşünüyorum. Ve kendi kendime gerçekten rastlantılardan sıyrılıp sıyrılmadığımı soruyorum."

 

Zaman Dışı Yaşam

Senaryo

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Büyümenin Yaşlanmak Demek Olduğunu Bilmiyordum

 

Kalanlar

 

Yirmi yaşım ile otuz yaşım arasında aklın bittiği yerleri ve çıldırmanın sınırlarını aradım. Çıldırmanın beni ne kadar ilgilendirdiğini bilmiyorum, bu yüzden onu kendi kafamda ve beynimde yaşamaya kalktım. Akıl ve çılgınlık arasındaki ufak, yıldırım hızına sahip atlayışı sözcüklerle nasıl anlatabilirim. Beyin, düşünce kendini özgürleştiriyor, fırlıyor, bir roket gibi evrene, boşluğa, sonsuz boşluğa. Onunla birlikte gövde de. Ya da gövde kalıyor da, düşünce gövdeyi koparıp sonsuz boşluğa doğru uçmaya başlıyor. Acı veren bir şey bu. Çok acı veren. Ürküten. Hem de nasıl ürküten! Çılgınlığı bilmeden aklın sınırları son derece can sıkıcı. Kabul edilemez. Yetersiz. Aklın dünyası dışında başka şeyler olmalıydı. Ben çılgınlık dünyasının en derin, en uzun, en sonsuz yolculuğunu yaptım.

 

En acı veren yolculuğu. Tüm öbür acılar, akıldan çılgınlığa geçişle karşılaştırıldığında kabul edilir. Çılgınlık yoluyla kurtuluşumu ne büyük bir cesaretle tamamladım, tüm acılardan, tüm gövdelerden, güneşlerden, ana-babalardan ve çocuklardan, güvenden ve güvensizlikten, tüm düzenlerden.

 

Düzen ve güven kadar ürkütücü bir şey yoktur. Hiçbir şey. Hiçbir korku… Aklını en acı olana, en derine, en sonsuza atmışsan korkma. Ne sessizlikten, ne dolunaydan, ne ölümlülükten, ne ölümsüzlükten, ne seslerden, ne gün doğuşundan, ne gün batışından. Sakin ol. Öylece dur. Yaşamdan geç. Anlamsız konuşmaları dinle, galerileri gez, kahvelere otur- artık hiçbir yerdesin.

 

Tüm raylardan git, denizin her türlü grisinin tadını çıkart. Çılgınlığın boyutları yok. Sallanan, boyutsuz bir boşluk. Orada daha yüksek, daha geniş, daha derin algılanıyor, boyut yok. Oluşumunu yaratan spermalara dek geri gidebilir düşüncen. Kendi embriyonluğunu anımsayabilirsin, annenin karnında geçirdiğin ayları, orada kalıp gün ışığı görmek istemeyişini. Çılgınlığın evreninde yükselmeye başladığın anlar ne büyük acı verir. Gövdenin ayrıdığı anlar.

 

Otuz yaşım ile kırk arasında ne akıllı ne de çılgındım. Bu ikisinin ötesinde kalıp olup bitene seyirci oldum ve dünyayı kavradığımı sandım. İlk kez gördüm denizlerini. İlk kez güneşin altında yattım. Gecelerinde dolaştım. Bir çocuk bile doğurdum, benim anneme yabancı olduğum gibi o da bana yabancı. Evet dünyayı kavradığımı sandım. Politikası, toplumsal yapıları, sömürenleri, sömürülenleri ile ilgilendim.Ben ne sömüren ne de sömürülendim. Kırk yaşımda başlamam ya da bitirmem gerekeni bitirdiğimi sanıyordum. Bir insan yaşamı kırk yıl da olabilir... Olmalı.

 

Bir ölüm özlemi değil bu. Özlemlerim kalmadı. Ben aslında sürekli özlüyor ve bir özlem durumunda yaşıyorum.. Bu yüzden özlemlerim yok. Yalnız bir kavrama bu. Bütünselliğin kavranması. Bitirilmişliğin. Bir yolculuğun sonu. Başlangıcı olmayan yatay bir yolculuğun sonu. Kendi yuvarladığım çevresinde dönen bir yolculuğun. Şimdi okunmuş kitapları yeniden okuyorum. Şimdi bildik müzikleri yeniden dinliyorum. Yenmiş yemekleri yeniden yiyiyorum. Sevip yitirdiklerimi yeniden seviyorum. Şimdi uykusuzluğumu yeniden uyuyorum. Şimdi açlığımla yeniden acıkıyorum.Şimdi gittiğim kentlere yeniden gidiyorum.Şimdi havada uçuyor, raylarda, su yüzeylerinde, yaşama ve ölüme karşı duyduğum aynı umarsamazlıkla dolaşıyorum.Tartışmaları biliyorum. Duyguları. Korkuları. Sözcükleri. Her dili anlıyorum. Anlıyor ama kavrayamıyorum.

 

 

Berlin 31 Ekim 1982

 

Tezer ÖzlüKalanlar

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin “medeni durum” dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı birey olmak ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiçbir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. İstediğiniz düzene erişmek o denli kolay ki... Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiçbir değeri yok ki.. Bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum.

 

Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz.

 

Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kurumlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, diriltiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanına ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.

 

Tezer ÖZLÜ

 

 

 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

"Şimdi sen bir anısın. Tenin herhangi bir yerde sürdürecek yaşamını. Hiçbir sevginin ardından gidemem. Sevgi inandırıcı değildir. Düşüncelerin bulduğu, düşüncelerin biçimlendirdiği bir durumdur. Düşünüldüğü oranda büyür, derinleşir, büyütülür, derinleştirilir. Ne denli düşünülürse, o denli büyür. O denli dayanılmaz boyutlara ulaşır, ulaştırılır. Gerçekleştirilemez. Soyutlaşır. Ve hiçbir zaman bitmez. Yaşam gibi. Ölüm gibi."

 

Yaşamın Ucuna Yolculuk - Tezer Özlü 1984

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...