Jump to content

Osmanlı Devleti’nde Cadı Avı Var mıydı?


nevermore

Önerilen Mesajlar

İnsanlık, tarih boyunca elde etmek istediği şeyler için pek çok değişik yola başvurmuştur. Bu yollardan biri de hiç şüphesiz, istenilen şey ya da güdülen amaç uğruna doğaüstü güçlerin imdadını çağırmaktır. Böylece büyü, tarih boyunca izi sürülebilecek bir araç olarak ortaya çıkmıştır. Tarihte bilinen en eski cadı/kâhin, MÖ. 10. yüzyılda, İsrail’in ilk kralı Savulma, savakta öleceğini söyleyen Ender bilicisi Doruğundadır. Eski Yunan’da, Somer da cadılardan söz eder; otlardan, kabuklardan ve sulardan otacılık yapan Mede a’nın ve cadılar kraliçesi Yalıtarak Kat ettiğinin büyücülüğünü betimler.2 Çağlar içinde, örneklerde anılanlara benzeyen birçok karakter görülmüş; dahası büyü ve büyücülüğün farklı kültürlere özgü birçok biçimi de gözlemlenmiştir. Ancak büyücülüğün ve büyü yapan kimseler olarak cadıların, bilhassa hemen her kültürde var ulusları dikkat çekicidir. Genelde çirkin ve sıska olarak tarif edilen cadılar, çoğu zaman kadın3 olarak tasvir edilse ve günümüzde artık cadı kelimesi maskelen anlamda hiç kullanılmıyor olsa da, aşağıda değineceğimiz gibi özellikle Ortaç Avrupa’sında görülen cadı davalarında sanık olarak yargılanan bazı kimseler -sayıları oldukça az olmakla birlikte- erkektir. Avrupa ülkeleriyle Osmanlı ülkesindeki cadı davalarını mahkeme metinleri ve Osmanlı arşiv belgeleri üzerinden okuyarak karşılaştırmalı bir çalışmaya gidişimizin sebebine gelecek olursak; cadı kültünün yalnızca Avrupa’ya has bir kavram olmaması, ancak genelde Doğu toplumlarına ve özeldeyse Osmanlıya nispetle cadı vakalarının ve davalarının çok daha sıklıkla görülmesi belirtilebilir. 

Her nedense -zaten az sayıda olan- cadılık çalışmalarının Türkçe kısmını içeren literatüre baktığımızda, iki büyük eksiklik görmekteyiz. Bunlardan ilki, bu çalışmaların Osmanlı arşivlerinden istifade etmektense ikincil ya da bir birincil belgeyi kaynak gösteren ikincil derecedeki yabancı kaynaklara atıfta bulunarak konuyu irdelemeye çalışmalarıdır. Bu durum, ne yazık ki Osmanlı-cadılık/cadılar ikilemi noktasında bilinçli çalışmalar yapılmasına engel teşkil etmiş gibi görünüyor. Dahası, bu çalışmaların bazılarında kuramsal bir çerçevenin eksikliği kendisini öylesine hissettirmektedir ki, cadı kavramı, örneğin bununla pek de alakası olmayan vampir gibi kavramlarla birbirine karışmış durumdadır.

 İkinci eksiklik ise, çalışmaların, kuramsal ve kavramsal kısımlarındaki sıkıntıdan; cadılık mefhumuna ilişkin neredeyse hiçbir kuramsal ön bilgi verilmemesinden ve bu konuda gerekli çerçevenin çizilmemiş olmasından kaynaklanmaktadır.

Büyü kavramına baktığımızda, eski Türk dilinde bügi ya da bügü, Fransızcada magie, İngilizcede ise magic kelimeleriyle karşılandığını görüyoruz. Büyü için kullanılan bu kelimelerin ortak yanı, köken olarak Yunanca magostan geliyor olmalarıdır. Ayrıca Pehlevî dilinde de büyü magu kelimesiyle karşılanmakta ve eski İran’da tabiatüstü güçleri kullanabildiğine inanılan Med kabilesi mensubu rahipler sınıfına da magus denilmekteydi.

islâm kaynaklarında mecûs, mecûsî seklinde geçen kelimelerin, tabiattaki bazı varlık ve olayları yönettiği, gaipten haber verdiği, büyücülükle bazı isleri gerçekleştirdiği kabul edilen bu sınıf için kullanıldığı söylenebilir.

Aynı kelime için Arapça sözlüğe baktığımızda, büyü ya da büyü yapmak anlamlarına da gelen ْ ِ (sihr) kelimesine rastlıyoruz. Kelime tanımlanırken, sihir, büyü, sihirbaz, sihir yapmak, hile yapmak, aklını çelmek, beslemek, uzaklaşmak, altın yaldız yapmak, cadılık etmek ve alıkoymak olmak üzere birçok farklı anlam belirmektedir.6 Kıyas yapmak bakımından Fransızca sözlüğe göz gezdirdiğimizde de, yukarıdaki tanımlamalara pek de uzak olmayan ifadelerle karşılaşıyoruz. Fransızcada bu ifadeyi karşılayan kelime (la) magie, büyü, büyücülük ve sihir anlamlarında kullanılmaktadır.

Yine Farsçada da, efsûn kelimesi büyü, sihir, gözbağcılık anlamlarında kullanılmaktadır. Çok erken tarihlerden modern zamanlara dek, samanlar  ya da büyü isleriyle meşgul olan hekimler, ruhlarla doğrudan ya da kullandıkları çeşitli kimyasallar aracılığıyla iletişim kurabildiklerini ve böylece gelecekten haber verme, hastaları iyileştirme gibi doğaüstü olguları gerçekleştirme yeteneğine mâlik olduklarını iddia etmişlerdir. Modern anlamda saman terimi ise, Tunguzlu büyücü hekimlerden gelmektedir. Bu hekim, esrime sonucu almaya çalışmak pek de mantıklı olmasa gerek. Buna ek olarak, ne yazık ki konuyla ilgili diğer çalışmalarda da kuramsal kısım yok denecek kadar kısıtlı durumdadır. Bu durum da, bu çalışmalar için sadece tarihler ve isimler anmak tehlikesini doğurmaktadır. Bu alanda, konunun özünü içeren kavramları tetkik etmeden yapılacak her çalışma da, söz ettiğimiz diğer çalışmalar gibi kısır kalmaya mahkûm olacaktır.


 

Şamanların aktiviteleri ve ayırıcı özellikleri her ne kadar bir toplumdan diğerine değişiklik gösterse de, belli baslı bazı ortak özellikleri vardır. Çoğu durumda samanlar erkektirler ve ölülerin ruhlarıyla temasa geçmektedirler. Doğal dünyayla öteki dünya arasında aracı ve ritüel bir rol oynarlar. Zira iki dünyanın sınırlarını geçmeye yetkileri vardır. Bu ayrıcalıklı kozmolojik pozisyonları, beraberinde birtakım sağaltma, kutsama ve talihsizlikleri savuşturma benzeri görevleri de getirmektedir.

girdiği trans halindeyken ruhunu bedeninden ayırmakta ve tanrılarla, onların kendi dillerinde iletişim kurmaktadır. Ayrıca hasta kimseleri iyileştirmekte ya da ölüm getiren şeytanlarla savaşmaktadır.10 İslamiyet öncesi Türklerinde de benzer bir sistem vardır. Ziya Gökalp, bir incelemesinde bu konuyla ilgilenmiş ve Mahmud Kasgarî’nin görüşlerinden istifadeyle islâm öncesi Türklerde görülen sihir ve kehanet konularına değinmiştir. Buna göre, Orta Asya Türklerinde sihir/büyü ve kehanet olmak üzere iki ayrı kavram bulunup, bunlardan ilki kötü; ikincisi ise iyi bir içeriğe sahiptir. Zira bu inanısa göre, kâhin, sihri iyi bir maksatla yapan kişi iken; büyücü ise sihri fena maksatlarla yapmaktadır.11 İlkellerde büyü ve cadılık üzerine bir diğer gözlem de, Evans-Pritchard’dan gelmektedir. Uzun müddet Kongo’da, Azande kabilesiyle yasayan ve gözlemlerini kaleme alan Evans-Pritchard, bu duruma ilişkin bir gözlemi bize söyle aktarmaktadır:

Azandelilere göre bir büyücü ile cadı arasındaki fark, ilkinin gücünü büyü tekniklerinden ve çeşitli ilaçlardan almasına karsılık ikincisinin herhangi bir teknik ayin ya da büyü değil, elde etmek istediği sonuç için kalıtsal birtakım psikofizik güçler kullanıyor olmasıdır”.

Cadı mefhumuna geldiğimizde, bunun daha ziyade Avrupa kültürünün bir ürünü olmakla birlikte çağlar boyunca dünya kültürlerinin birçoğunda da görüldüğü belirtilebilir.14/15 Genel kanıya göre cadılar, kötü amaçlarla büyü yapmakta ve sapkın inançlara eğilim göstermektedirler. Ancak bu inanış daha çok Ortaçağ Avrupa’sına özgüdür.

Günümüz modern dünyasında cadılık daha çok ak-cadılık olarak da adlandırılmaktadır. Diğer bir deyişle cadılara iyi gözle bakılmaya; onların iyi niyetlerle büyü isleriyle meşgul olduklarına kanaat getirilmeye başlanmıştır.

Ayrıca Evans’a göre, kara büyü ile cadılığı birbirinden ayırmak gerekir. Zira cadılık hayalî bir saldırı türüdür ve imkansıdır. Bir cadı, aslında yoktur ve dolayısıyla kendisinden yapmasını beklediğimiz şeyleri yapamaz.

Buna mukabil bir büyücü, hasımlarını öldürmek için büyü yapabilir. Hasımlarını ise büyü değil çoğunlukla bilerek kendisi öldürür.  Ancak geleneksel ve toplumsal bağlamında ele alındığında, kara büyüyle uğrasan kimselerin Avrupa’da cadı bizde ise büyücü ya da üfürükçü kelimeleriyle anıldığı hatırlanmalıdır. Yani bu kelimeler, sekil ve anlam bakımlarından hem yakından ilişkili hem de birbirlerine geçmiş gibi görünmektedirler.

Örneğin Hindu inancında cadılar, kullandıkları mistik büyüler sayesinde geceleri dans ettikleri buluşma yerlerine ya da insan eti yedikleri ve erkek ölülerden bazılarını diriltip cinsel arzularını bunlarla dindirdikleri mezarlıklara çıplak olarak uçarlardı.

Hammurabi Kanunları’nın birinci maddesi cadılık yapmayı ölümle cezalandırmakta, ikinci maddesi ise, büyücülük yaptığına dair yeterli kanıt bulunamayan sanığın ‘su deneyi’ne tabi tutulacağını emretmekteydi.

Ortaçağ Avrupa’sında Engizisyon Mahkemelerince cadılık yapmakla suçlananların tabi tutulduğu bu deneye, zanlının demon tarafından işgal edilip edilmediğini tespit etmek için sıkça başvurulmuştur.

câdû ( دو ) kelimesinden alınmıştır ve büyücü, gulyabani, hortlak, karakoncolos1, vampir, çirkin kocakarı gibi sıfatlarla tanımlanmıstır. Pakalın, cadının tanımını verirken: ”Geceleri mezarından çıkarak gezdiğine inanılan hortlak” demekte, öte yandan cadı ile vampirin birbirlerinden farkının cadının daha ziyade bir kocakarı1 seklinde tasavvur edilmesi olduğunu belirtmektedir.

Terimin İngilizcesi olan Witch etimolojik bakımdan incelendiğinde görülür ki, bu kelime Eski ingilizce’de bir isim olarak kullanılan wiccadan türemiştir. Yine büyü yapmak anlamındaki wiccian da fiil olarak geçmektedir ki bu fiil, olayların akısını etkilemek için birtakım ritüeller aracılığıyla yapılan girişimi ifade etmekteydi.20 Diğer bir tanıma göre ise cadılık, kişilerin bedenleri ya da ruhları aracılığıyla sahip oldukları ve onlara vücutlarını terk ederek uçmak ya da başkalarına zarar verebilmek, onları öldürebilmek veya zayıflatmak için onlara hastalık bulaştırmak yeteneğini bahseden bir güç olarak tanımlanabilir.

Karakteristik olarak, cadı, kendi gücünü artırabilmek için kurbanının yaşam gücünü emen bir tür yamyam olarak görülür.

Burada dikkati celbeden en önemli nokta, cadının genellikle kadın biçiminde betimlenmesidir. Cadının kadın olduğu yönündeki inanış, sanırız ki Ortaçağ’da erkeklerden çok kadınların cadılıkla itham edilmeleri ve cezalandırılmaları sebebiyledir. Öte yandan cadının sadece kadın olarak tahayyül edilmesi ve böyle betimlenmesi pek de mantığa uygun düşmez. Zira eski kabilelerde ve hatta günümüzde gözden ve teknolojiden ırak yasayan birçok kabilelerde, sağaltıcı ya da kötü ruhları kovucu görevlerde bulunan kimseler çoğunlukla erkektir. Bu anlamda cadılığın salt feminen bir kategorizasyona tabi tutulması doğru olmaz.

Karakoncolos, yurdumuzun farklı bölgelerindeki yaygın bir inanışa göre, kısın en soğuk günlerinde insanlara zarar veren bir varlıktır. Kendine has özellikler taşır. Zemherinin (kışın en soğuk zamanı, ocak) ilk on iki gününde sokaklarda dolaşır, rastladığına “Nereden geliyorsun, Nereye gidiyorsun? Adın ne?” diye sorarmış.

Verilecek cevapların içinde mutlaka “kara” kelimesi olmalıymış (Kara Köy’den geliyorum, Karasu’ya gidiyorum, Adım Kara Hasan v.b). Aksi takdirde Karakoncolos elindeki kocaman tarakla vurarak karşısındakini öldürürmüş. Ayrıca Karakoncolos açık kalmıs yiyecek küplerine tükürür, iser ve böylece hastalıklara da sebep olurmuş. Kimi insanları ise yakınlarından birinin sesini taklit ederek uyku halindeyken alıp götürür; o kimse uykusundan uyanırsa evine dönebilir aksi takdirde donarak ölürmüş.

Örneğin İskoçya'da cadılığa ilişkin bir araştırmasında Goodare söyle demektedir: “Tipik cadı yalnızca kadın değildi. Aynı zamanda fakirdi de. Ancak erken dönem modern iskoçya’sında halkın birçoğu zaten fakirdi ve bu yüzden, cadının komsularından belirgin anlamda daha fakir olması söz konusu değildi. Aslında cadıya ilişkin en belirgin özellik, zamanına göre diğer yaşlılara nispetle çok daha uzun yasamıs bir kocakarı olmasıydı”.

Öte yandan cadılığa ilişkin kayıtlara bakıldığında, cadılar hakkında görülen davaların ve verilen cezaların en yoğun biçimde Ortaçağ’da yer aldığı görülür. Bilhassa on besinci yüzyılın ortaları ve sonlarında Avrupa, Aydınlanma’nın ilk ısıkları karsısında belli belirsiz sendeliyordu. Böyle bir zaman diliminde, Kilise umutsuzca halkın kalbinde ve zihninde eski gücüne yeniden kavuşmayı ve tırmanan sosyal değişiklikler karsısında, kendini son bin yıldır var edegelen değişmezliğe sıkı sıkıya tutunmayı denedi. Bu, eski batıl inançların insanların zihinlerinde yarattığı son popüler saldırıydı ve Avrupa’nın büyük cadı avı (Witch-Hunt) zamanlarıydı. Dünyanın sonunun yaklaştığına, iblisin serbest kaldığına ve temsilcilerinin çalışmaları sayesinde ilahi güçlerin çöküşünü sağlamlaştırmaya çalıştığına inanılıyordu.

1430’ların ortalarında kesis olduğu kesin olan ve büyük ihtimalle de engizisyon üyesi olan bir yazar, yeni ve korkunç derecede sapkın bir hizbin ortaya çıktığından bahisle, Sinegogda gerçekleştirilen bir gece ayininden söz eder. Bu toplantının yöneticisi, tüm akıllı yaratıkların ve ara sıra insan, hayvan ve özellikle de kedi formuna bürünen iblistir. Gruba katılmak isteyenler, öncelikle hem iblise hem de sapkın arkadaslarına sadık kalacağına dair yemin etmek zorundadır.

islâm açısından değerlendirildiğinde, büyü ve büyücülükle ilgili birçok ayetin bulunduğunu görürüz. Ayrıca tarih boyunca tüm toplumlarda olduğu gibi islâm toplumlarında da büyü-sihir yapmak isiyle uğraşarak bundan gelir elde eden kimseler bulunduğu bilinmektedir. Kur'an Kerim, açık bir biçimde büyüyü yasaklamış ve bu isle uğrasanları da kınamıştır. Bunun en açık bir örneği, kendilerine peygamber gönderilen toplumların, bu peygamberleri ya deli ya da sihirbaz olarak addetmeleri sonucunda Allah’ın gazabını Bu konuya ilişkin tipik örnekler mevcuttur. Mesela, 1682’nin yazı boyunca, George ve Alice Walton çiftine ait New Hampshire’ın Great Island bölgesindeki meyhane, bir görgü tanığının da deyimiyle lithoboliaya ya da tas fırlatan şeytana maruz kaldı. Uçuşan yüzlerce tas meyhanenin basına bela oldu ve müşteriler de aylar boyunca bu taslardan nasibini alarak ciddi biçimde yaralandı. Sasırtıcı bir biçimde, hiç kimse birinin tas fırlattığını görmemişti. Aynı zamanda, o yaz, büyülü denilemese de gizemli bazı başka olaylar da vuku buldu. insanlar şeytani sesler duyuyordu ve meyhanedeki bazı eşyaların izah edilemeyecek bir biçimde kendiliklerinden hareket ettikleri görülüyordu. Walton çifti, tüm bu açıklanamaz olayların ve saldırıların sorumlusu olarak komsuları Hannah Jones’i büyücülükle suçladılar. Buna mukabil yaslı dul da George Walton’un bir erkek cadı olduğunu beyan etti. Nihayet, 1682 güzünde tas fırlatma atakları kesildi ve mahkeme de tüm cadılık suçlamalarını düşürdü.

insanların kendilerini hayvan formuna dönüştürebildikleri ya da dönüstürülebildiklerine olan inanç, hayvan formundayken aldıkları yaraların, insan biçimine dönüştükten sonra da kalıcı olacağına ilişkin inancı da doğal olarak içeriyordu. Bu inanç, hayvan-tanrılara ya da kutsal görülen hayvanlara tapınmayla ilişkili görünmektedir.

Tapınmayı gerçekleştiren kisi, tapındığı hayvanın derisini giymekle, büyülü sözcükleri dile getirmekle, büyülü birtakım hareketler yapmakla, büyülü bir objeyi takmakla ya da büyülü bazı gösteri ve seremoniler sergileyerek bir hayvana dönüşebilirdi. On altıncı ve on yedinci yüzyıl cadıları, bu gibi Hristiyanlık öncesi bazı gelenekleri sürdürmüşe benzerler.

üzerlerine çektiklerine ilişkin kıssalar aktaran ayetlerdir. Sihrin öğrenilmesi de öğretilmesi de islâmi bakımdan haramdır. Söyle denilebilir: islam hukukuna göre sihir yapan kisi tövbe ederse, tövbesi kabul edilir. Örneğin, imam Mâlik bu konuda: “Sihirbaz, sihri sebebiyle hemen öldürülür, tövbeye de çağrılmaz, zındıklar gibi derhal ölümüne hükmedilir” demektedir.

Bu konuda başka bir örnek vermek gerekirse, büyücünün ahrette cennetle ödüllendirilmeyeceğini açıkça belirten Bakara Suresi’nin 102 numaralı ayeti gösterilebilir: “Bunlar Süleyman’ın mülkü (nübuvveti) aleyhinde şeytanların uydurdukları yalanlara uydular. Süleyman ise asla kâfir olmadı. Fakat şeytanlar kâfirdiler, herkese sihirbazlık öğretirlerdi (sihirbazlığı Babil’deki iki melekten öğrendiklerini söylerlerdi). Halbuki Babilde’ki iki melek olan Harut ile Marut’a böyle bir şey gönderilmemişti. Onlar da kimseye böyle bir şey öğretmiyorlardı, onun için onlar derlerdi ki: ‘Biz imtihana uğramış kimseleriz, sakın Allah yolundan sasmayın, kafirliğe sapmayın’. Fakat onlar güya zevc ile zevce arasını bozan ve birbirinden ayıran şeyleri onlardan öğrenmişler. Onlar Allah’ın izni olmaksızın hiç kimseye zarar veremezler. Onlar kendilerine zarar getiren ve fayda vermeyen şeyleri öğreniyorlardı.

Onlar muhakkak biliyorlar ki böyle şeyleri satın alanlar ahrette nasipsiz kalacaklar, onlar kendilerini ne kötü, ne çirkin bir şey mukabilinde sattıklarını bir bilseler!”.

Yunus Suresi’nin 2 numaralı ayetinde de büyüye söyle değinilir: “insanları (eğri yolun sonundan) korkutsun, inananlara Tanrıları nezdindeki yüksek makamları müjdelesin diye içlerinden bir adama vahyimizi göndermemiz onlara tuhaf mı geldi? Kâfirlerse, ‘bu apaçık bir büyücüdür!’ dediler”.

Yine Yunus Suresi’nin 47 numaralı ayetinde de büyüyle ilgili söyle buyrulmaktadır: “Onların sana kulak verip (Kur'an) dinledikleri zaman asıl neyi dinlediklerini, gizli gizli konusan zalimlerin, ‘siz ancak büyülenmiş bir insana uyuyorsunuz’ dediklerini pek iyi biliriz”. Ahkaf Suresi’nin 7 numaralı ayetinde de, kafirlerin Kur’an-ı Kerim’in ayetleri hakkında, bu ayetlerin büyü olduğunu iddia ettikleri belirtilmektedir: “Bizim açık ayetlerimiz onlara okunduğu zaman, bu kafirler, ‘bu apaçık büyüdür’ derler”. islâm inanısına göre, cinlerin ve büyülerin şerrinden korunmak için Felak ve Nas sureleri okunmalıdır. Bilhassa Felak Suresi, büyücülükle ilgili açık ifadeler getirmiştir: “De ki: Sığınırım ben, tanyerini ağartan Tanrıya; yarattığı şeylerin şerrinden ve ortalığı basan karanlığın şerrinden, ve düğümlere üfleyen nefeslerin31 şerrinden, ve hased eden hasedcilerin şerrinden!”. Yahudi inancına göre de, büyücülük haramdır. Tevrat’ta buna ilişkin oldukça sert uyarılar yer almaktadır. Örneğin:

Ve oğulları ile kızlarını atesten geçirdiler, ve falcılık ettiler, ve sihirbazlık ettiler, ve Rabbin gözünde kötü olanı yapmak için, Onu öfkelendirmek için kendilerini sattılar…” denilmektedir. Başka bir bapta da:

“…Ve senin elinden afsunculukları söküp atacağım; ve artık sende müneccimler olmayacak…” ifadesine rastlanmaktadır.

İncil'de ise büyü yapanlar kınanır ve Tanrı’nın mirasından mahrum kalacakları belirtilir:

Bedenin gereksiz isteklerine gelince, bunlar belirgindir: Zina, iğrençlik, soysuzluk, yalancı tanrılara tapıcılık, büyücülük, düşmanlık, kavgacılık, kıskançlık, öfke, sürtüşme, bölücülük, ikilik, çekememezlik, sarhoşluk, içkili-gürültülü eğlence alemleri ve bunlara benzer isler. Daha önce uyardığım gibi, sizi yeniden uyarıyorum: Bunları yapanlar Tanrı hükümranlığını miras alamayacaklar”. Yine bir başka yerde de, büyücüler anılmaktadır:

Köpekler, büyücüler, zina edenler, adam öldürenler, yalancı tanrılara tapanlar, yalanı seven ve kullananların tümü kentin dısında kalacak”.

Yukarıdaki ifadelerde de açıkça görülebileceği gibi, büyü ve büyücü Kur’an, Tevrat ve İncil'in üçünde de kınanmaktadır. ifadelerdeki ortak nokta, büyücünün yeryüzünde kınanmakla kalmayarak Allah katında da bir lütuf göremeyeceği; cennete giremeyeceği yönündedir.

Ortaçağ Cadıları ve Engizisyon

Ortaçağ insanları, bir nevi evinden çok uzaklara sürülmüş olan iblis’in yeryüzündeki güçlerinin ciddi olarak bilincindeydi. Gündelik hayatta sıklıkla masum bir kimsenin basına gelen kötü şeylerin, yaşlılıktan vücudu pörsümüş ve bir yandan büyüsü için gerekli şeyleri hazırlarken diğer yandan da sessizce bazı sözler mırıldanan kadının basının altından çıktığı düşünülüyordu. Bu, iblis tarafından bazı kişilere verilen ve insanı sersemletecek kertede güçlü olan doğanın bilmecelerine ilişkin bazı sırlarla, insanların kalplerine islemeye ve onları ahlak dışı eylemlerde bulunmaya, biçimsiz düşünceler kurmaya iten büyücülerle ve cadılarla çevrilmiş bir dünyaydı. Cadılık ve büyücülük, eğer yapan kisi yakalanabilirse çoğu zaman ölüm cezasıyla sonuçlanırdı. Cezalar ise çağdan çağa farklılık göstermekle birlikte, Ortaçağ Hristiyan dünyasında en ağır biçimlerini almıslardı. Ceza biçimi genellikle yakılma olarak belirlense de, yakılmanın dısında başka cezalar da uygulanmaktaydı. Bas kesme, genellikle soylulara uygulanırdı. On dördüncü yüzyılda yargılanan rafızî Dolcino ve öğrencisi Marguerite birbirlerinin gözü önünde parçalanmış, kemik ve parçaları yakılmıstı. 1462’de Chamonix’li Peronette, küçük çocukları yemekle suçlanıp, yakılmadan önce kızgın demirlerin .üstüne yatırılmıstı. 1589’da kurt-adam Pierre Stumpff tekerleğe bağlanarak parçalanmış, kolları, bacakları ve en sonunda bası baltayla koparılmış. Şeytan’a kulluk ettiği sonradan anlaşılanların mezarları açılır, cesetleri çıkartılarak yakılırdı. Cadıların cezalandırılmaları, menfur islerinin doğal bir sonucu olarak görülmekteydi.

Cadılar örneğin pagan Roma’da siyasi alanlarda ve daha hafifçe cezalandırılırlardı. Zira cadı, Tanrıyı değil bir insanı incitmiş sayılırdı. Ancak Hristiyanlık döneminde cadılığa ilişkin pratikler çok daha iğrenç bir günah olarak görülür ve şiddetle cezalandırılırdı.

Cadı, Hristiyanlığı terk etmiş, vaftizinden feragat etmiş, Tanrısı olarak iblise tapınmaya başlamış, kendini ona adamış, vücut, ruh ve varoluş olarak yalnızca onun bir aracı haline gelmiş; iblise, başarısı için gereken insan formundaki bir tür temsilci sayılıyordu.40 Tüm bu saydığımız vasıfları taşıyan bir kimsenin, Ortaçağ gibi Kilise'nin hegemonyasında yasayan Avrupa toplumları bakımından hoş görülmesi elbette düşünülemez. Cadılar ve sihirbazlar, ister gerçek olsun ister kendilerinden şüphelinilsin, sadece Katolik inancının artan nefretini simgeleyen Engizisyon'un işkencelerine değil; aynı zamanda Protestanların işkencelerine de katlanmak zorunda kalmışlardır. Kendilerine bir sığınak bulmak üzere, Katolik inancın hüküm sürdüğü Kıta Avrupa’sından Protestan İngiltere'ye iltica etmelerinin hiçbir yararı yoktu. Zira tüm medeni dünya, şeytan’a tapanların karsısına dikilmişti. Öte yandan, ceza alacak kadar açık bir biçimde büyücülükle uğraşmasa da çevresinde böyle bir izlenim bırakan kişilerle sosyal ilişkiler genellikle kopma noktasına getirilirdi.

Örneğin, Dominik engizisyon mahkemesinin bir üyesi olan Heinrich Kramer tarafından kaleme alınan ve Türkçede Cadı Çekici olarak ifade edebileceğimiz Malleus Maleficarum adlı eserde, insanların cadılardan yağ, süt ya da peynir gibi besin maddeleri almamaları veya Özellikle geç dönem Ortaçağ'dan itibaren Avrupa’da doğa dışı güçlerini kullanarak üfürükçülük yaptıkları düşünülen zanlıların tanınmasında bilgisine başvurulan bilirkişiler (hexenfinder/witchdoctors) birbirinden tamamıyla ayrı iki hukuk geleneğine bağlı olarak karara varmaktaydılar. Kanonik hukuk bu tür uygulamaların en ağır biçimde cezalandırılması gerektiğine inanıyor ve bunları, teolojik olarak zararlı büyü ile eşdeğer tutuyordu.

Roma hukuku ise aynı konuda daha mutedil ve mesafeli davranmakta; zararsız büyüyü (weisse magie) ölümcül ceza gerektirmeyen bir fiil olarak tanımlıyordu.

1812 Eylül’ünde, S.S. mahlasıyla The Belfast Monthly Magazine adlı dergide Cadılık Üzerine baslığıyla bir yazı yazan ve isminin B. Clarc olması muhtemel bir yazar, cadılığı tartışırken çok ilginç bazı bilgiler de vermekteydi. Örneğin Clarc, ünlü filozof Pitagoras’ın büyüyle suçlandığını, alim Roger Bacon’ın da aynı sebeple iki kez Roma’ya şikayet edildiğini ve ikisinde de büyük beğeni topladığı savunularıyla kendini akladığını, ayrıca 1489 yılının sonlarında, George Ripley ve William Blackney adlı iki seçkin matematikçinin büyücü olduklarına inanıldığını belirtiyordu. Ancak Clarc’ın verdiği en ilginç örnek, şüphesiz kendinin de tanık olduğu ve yazısında olayın son 40 yıl içinde gerçekleştiğini belirttiği yaslı bir kadının, ineğinin sütündeki yağ oranının komşularının ineklerinden sağdıkları sütlerdeki yağ oranlarından daha fazla olması sebebiyle bazı vermemeleri konusunda uyarıldıkları belirtilir. Ayrıca İngiliz yetkililerin, cadıların bazen insanların evlerinde kendilerine ait eşyaları bırakarak ya da insanların evlerinden bazı eşyaları aşırarak kendi evlerine götürdükleri ve böylece büyü yaptıkları yönünde açıklama geldiği de ifade edilir.

Cadı olarak vasıflandırılan ve cezalandırılan kimselere ilişkin kayıtlar oldukça tutarsız görünmektedir. Gerçekten, o dönemde yazan kişiler değişik kaynaklardan duyduklarını, okuduklarını ya da gördüklerini yazıya aktarmış olsa gerektir. Yine de belirli kaynaklardan birtakım sayıları burada anmak, Ortaçağ Avrupa’sı için cadılığın ne denli tehlikeli bir düşman ilan edildiğini kavramak bakımından yararlı olur. Örneğin Lecky, kesin bir tarih vermemekle birlikte on altıncı yüzyıl Almanya’sında sadece bir yılda 7000 kişinin cadılık ithamı sonucu yakılarak cezalandırıldığını bildirmektedir.

Gorham’ın ifadesi de, Lecky’nin iddialarını doğrular görünmektedir. Nitekim O'na göre, Cenova'da 500 kisi 3 ay içinde yakılmış, Toulouse'de sadece bir olay sebebiyle bazılarına göre 400 bazılarına göre 1500 kisi birden topluca yakılmıştır. Yine Bamberg’te 600, Wurzburg’ta da 900 kisi, sadece bir yıl içinde yakılarak idam edilmiştir ve bunların hepsi on altıncı yüzyılın olaylarıdır. Fransa’nın Savoy bölgesinde, 800 kisi tek seferde Savoy Senatosunca ölüme mahkûm edilmiştir. Yine Almanya’nın Trier kentinde, 1586 yılında cadılıktan suçlu bulunan 118 kadın ve 2 erkek, Trier Başpiskoposu'nun emri üzerine yakılmıştır.

,Balmes, Kilise’nin politik gücü elde etmek için çaba harcamaya basladığı dönemlerde, sapkınlığın bir suç olarak belirdiğini ve hayatının hiçbir döneminde tam bir tolerans dönemi göremediğini ifade etmektedir.

Şüphe yok ki 1550-1650 yılları arasında Avrupa’nın sosyal hayatında gözlemlenen yapısal değişimin, büyük Avrupa cadı avında payı vardır. Aşırı nüfus, fiyatlardaki beklenmedik yükselişe karsılık yoksul durumdakilerin reel ücretlerindeki düşüş, kronik kıtlık ve açlık, bilhassa iklimin sert olduğu yıllar, periyodik salgınların yayılması, çocuk ölümlerin çok yüksek olması, kırsal alanlardan kente göçen yoksullar, insanlar ve hayvanlarda görülen bulaşıcı hastalıklar ve ulusal ve uluslararası savaşlardan kaynaklanan sosyal bozuklukların yol açtığı kişisel çatışmalar cadılık suçlamalarının temellendirilmesinde ifadesini bulmuştur.

Diğer taraftan 1500-1800 arası Avrupa’sına bir bütün olarak baktığımızda, inanç alanındaki ayrımların kültürel farklılıkların yarattığı çatışmaların temelini oluşturduğunu görürüz. Hristiyan Avrupa, 1500 yılında zaten Katolik ve Ortodoks olmak üzere ikiye bölünmüş vaziyetteydi. Daha sonra Protestanlığın yükselişe geçmesiyle de yeniden bölünecekti.49 Ancak tüm bu bölünme ve çatışmalara rağmen, Hristiyan dünyası, uç noktada yer alan ve yok edilmesi gereken bir tür sapkınlık olarak nitelediği cadılık mefhumu karsısında tüm farklarını ve ihtilaflarını bir kenara bırakarak ortak ve oldukça sert bir tavır takınmaktan da geri durmamıştır. Bilhassa son yirmi yıl içinde, bu konuda çalısan birçok araştırmacı, on altıncı ve on yedinci yüzyıllar arasında gözlemlenen Avrupa’nın büyük cadı avını modern devletin gelişimiyle ilişkilendirmek için çaba sarf ettiler. Bu düşünce çerçevesinde, cadı avının, Avrupa’da o dönemde gözlenen ulus-devlet kavramının yükselişini tali nedenlerinden birisi olarak öne sürüldü. Bu görüşe göre, cadı avları, kraliyetin merkezileşmesi, tikelciliğin karsısına kamu otoritesinin çıkması, devletin esas varoluş nedeninin ilanı ve hem mutlakiyetten ve hem de devlet egemenliğinden ileri gelen bir etkinin de ürünüydü.50 Bu nedenle de, o dönemde gözlemlenen cadı yanılgısı, teolojik fanatizmin ve yargısal şiddetin oldukça gelişmiş bir sistemin içinde var olmasına neden oldu.

Osmanlı’da Cadılık ve Cadı Avı

Coğrafi konumları bakımından oldukça sarp ve dağlık bir yapıya sahip olan Balkan ülkeleri, bu yapılarının da sağlamış olduğu geçirmezlik sayesinde bir yandan eski kültür motiflerini ve inançlarını korurken öte yandan da değişik birçok etnik grubu barındırmışlardır.

On dördüncü ve on altıncı yüzyıllar süresince Osmanlı akınlarıyla bas etmek zorunda kalan bölgenin, Osmanlı boyunduruğuna girilmesiyle birlikte İslami geleneklerle de tanışmış olması çok doğaldır. Daha çok bir tarım ve hayvancılık bölgesi olan Balkanlar, böylece daha önceden 48Cadılığa ilişkin anlatılar, Ortaçağ Avrupa masal kültünde de sıkça karsımıza çıkmaktadır. Büyücü tarafından genellikle yakışıklı bir prens kurbağa, kedi veya baykuşa dönüştürülürken, ender de olsa genç bir prenses ana kraliçenin bedduasıyla kargaya dönüşür. Bazı masallarda ise, cadının kendisi istediği hayvana dönüşür; cadı gündüzleri kedi veya baykuş kılığında dolaşarak insanlara kötülük yapar. Masallar iyiler için mutlu sonla noktalanırken, kötüler cezalarını en ağır biçimde çekerler; şayet kötülüğü yapan sıradan biriyse ‘kırk katırın kuyruğuna bağlanarak parçalanma’ veya ‘iğneli fıçı’ yaygın birer infaz şeklidir. Cadı ve büyücüden kurtulmanın tek yolu ise onları yakmaktır; sihir ancak cadının yakılmasıyla çözülebilecektir.

bölgeye yayılmış olan Hristiyanlığın Ortodoks mezhebiyle ve şimdi teslimiyete ait gelenekler ve islim kaideler gereğince yönetilen bir ülkenin hegemonyasına giriyor; yerel halkın arkaik inançlarıyla bu kültürlerin inançları kaynaşıyordu.

Osmanlı himayesindeki Güney Slav bölgelerinde, Batı ve merkez Avrupa’da olduğu gibi herhangi bir resmi kuruluş tarafından yürütülen cadılık davalarına rastlanmadığı gibi merkezi güçler, cadılığa ilişkin problemlerle de uğraşmamışlardır. Ancak cadılığa ilişkin suçlamalar söz konusu olduğunda, bunların yerel halk ve yerel yönetimler bakımından sıklıkla geleneksel inançlar tarafından şekillendirildiği ve bu gibi konularda ananevi hukuk kurallarının uygulandığı gözlemlenmekteydi

Balkan ülkelerinde de, Avrupa’da olduğu gibi cadıların genellikle kadın olduklarına dair genel bir kanı mevcuttu. Öte yandan, Balkan folklorunda da diğerlerinde olduğu gibi erkek cadılara ilişkin bir inanıs vardı. Štriguni adıyla anılan bu erkek cadıların, kadın cadılar kadar olmasa da kötü niyetle kullandıkları doğaüstü güçlere sahip olduklarına inanılıyordu.

Ziyadesiyle kuvvetli oldukları söylenen bu erkek cadıların, doğaüstü güçleri sayesinde kumarda (bilhassa kart oyunlarında) çok şanslı olduklarına ve kadınları cadıya dönüştürdüklerine dair yaygın bir kanaat vardı. Haksızlığa uğradıklarını düşündüklerinde oldukça kindar davranan bu cadılar, düşmanlarının evlerini ateşe vermekte ya da geceleri onların ekinlerini mahvetmekteydiler. Buna karsılık, cadılar tarafından zarar görenlerin, uğradıkları zararın tazminatının Tanrı tarafından ödendiğine ilişkin bir söylenti de vardı.Cadıların insan eti yediği de çoğu dönemde ortaya atılan iddialardan biri olmuştur.

Ancak cadıların insanları yediğine ilişkin bu türden söylentilerin Balkanlar söz konusu edildiğinde en mantıklı açıklaması, sanırız ki bölgenin kendi içinde yasadığı huzursuzluklar, isyanlar ve zirai verimsizlik sonucu ortaya çıkan açlıkla izah olunabilir. Bu konuda Knolles ve Rycaut’un tanıklıklarına başvurmak, bu husus bakımından aydınlatıcı olur: “Türkleri, yeni imparatorlarının basarı planlarına hazırlanmakla meşgul halde bırakıp, bir zamanlar Prens Sigismond Batur ve diğerlerinin önderliğinde Türklere karsı ufak da olsa bazı zaferler kazanılan ve o zamanlar oldukça verimli bir bölge olan Transilvanya üzerinden geçerek Macaristan’a gidelim. Simdi kendi ihtilafları ve isyanlarıyla kavrulan bu bölgede, insanlar sokaklarda ve tarlalarda açlıktan yere yığılıyorlardı.

Toprağı islemek ya da tohum ekmek bosunaydı. Çünkü açlıktan gözü dönmüş askerler ekinleri ya mahvediyorlar ya da yalayıp yutuyorlardı. Bu sebeple yerli halk kedilerle ve köpeklerle besleniyor, tatlı niyetine de sıçan ve fare yiyorlardı. Hatta en çaresiz anlarında, açlıktan ölen hayvan leşlerini yemek zorunda kalıyorlardı. Harmanstaat'ta altı çocuk ve annelerinden oluşan bir aile, açlıktan ailede kimse kalmayana dek birbirlerini yediler. iki adam annelerini yedi”.

Aralık 1731’de, Belgrat’taki bir dava Osmanlı yönetiminin ilgisini çekti. Medvegya adlı bir Sırp köyünde, on üç kisi altı hafta içinde garip bir sekilde öldü. Bu nedenle Physicus Contumaciae Caesareae (imparatorluk Veba Hekimi) Glaser, olayı arastırması için Medvegya’ya gönderildi. Glaser’in 12 Aralık 1731’de sunduğu olaya ilişkin rapor, Glaser’in karmaşık araştırma usulü ve merkeze bildirilen vampir saldırılarıyla ilgili bilgileri yeterli bir biçimde sorgulayamaması yüzünden Belgrat tarafından yetersiz bulundu. Öte yandan, Glaser’in raporunda yer alan kayda değer bir bilgi, iki kadının köylüler tarafından öldükten sonra dirilmeleri ve Medvegya’daki ölümlerden onların sorumlu tutuluyor olmalarıydı. Biri 50 yasında Miliza adında bir kadın ve diğeri de annesini kaybettikten kısa süre sonra doğum yaparken hayatını kaybeden 20 yasındaki Stanna idi. Hem Miliza hem de Stanna, komsuları tarafından vampirlerle ilişki kurmakla suçlanıyor, hatta komsuları Miliza'nın bir vampir tarafından öldürülen iki koyunun etini yediğini iddia ediyorlardı.56 Yukarıdaki trajikomik ifadeler, aslında cadı olaylarının toplumsal tabanına vurgu yapması bakımından oldukça aydınlatıcı ve önemlidir. Açlıktan insanların gözünün döndüğü, topraktan hemen hiçbir verimin alınamadığı; alınan verimin de açlıktan gözü dönen askerlerin saldırısına uğradığı bir bölgede bu tür olayların yasanması şaşırtıcı olmasa gerek.

Balkanlar’daki cadı inanısına en ilginç örnek, Bulgaristan’ın Tırnova şehrinde yasanan ve dönemin Tırnova Naibi Ahmed Şükrü Efendi tarafından raporlanarak merkeze iletilen bir cadı olayıdır. Gerisini Ahmed Şükrü Efendi’nin raporundan okuyalım: “Der devlet-mekîne arz-ı dâî-i kemîneleridir ki: Rumili arzında mesbûk-u bi’l-mesel olduğu üzere medine-i Tırnova’da cadu zuhûr ve bâ’de-l gurûb menâzil ve büyûtda ibâdullaha musallat olarak hâne-i derûnunda zahîreye dâ’ir dakik-i vurgun ve usul gibi esyayı kâh birbirine halata ve kâh derûne türâb imlâ’ ve büyûtda bi’l-nisâr yasdık ve bohca misillû emtiâyı olduğu mahalden âhir mahalle ve hatta dört beş ilka binefsihi mesyi ve harekete adîm-i alâkadar olan bir nefer-i sagîr-i vâlidesi firastdan oda kapusuna değin keside ve bulunan insan üzerine tas ve türâb ve tabak ve çanak ve sahan gibi esyayı mahl-i mütefiadan zîre indihât ve uyûnda asla bir nesne müsâhade olunmayarak çend nefer-i ricâl ve nisvânın üzerlerine hamle idüb hâcimde tealîi zararı olmamış ise de evvel kimesnelerden istifsâr olundukda kâne üzerlerine bir camus tahmîl olunmuş mertebe siklet görmüş olduklarını takrîr itmişler ve bu cihetlerle iki adet mahalle ahâlisi bihuzûr olarak hânelerini terk ve mahalle-i âhire nakl ve bi’l-cümle ahâliye havftârî olarak keyfiyât-ı mezkûrenin vukuu mesbûk-u bi’l-mesel olduğu üzere cadu dedikleri ervâh-ı habîsenin tasallutundan nes’et etmis olduğunu ahâli-yi belde bi’l-ittifak ahbar ve tedbirini iltimâs ettiklerinde islâmiye kazâsında Vinogan raiyâsından caduculuk ile meshûr Nikola nam zımmî medine-i mezkûre voyvodası Elhâc Dervis Beyefendi pendleri marifetiyle celb ve sekiz yüz gurusa pazark olarak cadıcı mersûm dahi tedbir ve def’e müteahhid olduktan sonra yedinde bir musavver tahtayı parmağı üzerinde tahrîk ve tahta kangi mezara müteveccih olursa cadu ol mezarda olduğu caducunun mecrayı olduğundan cemm-i gafîr ile mezâristana varub zikir olunduğu üzere tahta ile amel eyledikde sağlıklarında ocak-ı mülgâ havenelerinden Sıtkı oğlu Ali Alemdâr ve Abdi Alemdâr nam iki nefer-i sekâvet-i pîsenin mezarlarında olduğu anlaşılarak mezarlar küsâd edildiklerinde cesedleri sağlıklarında olan cesedlerinin iki dı’f olmuş ve sa'r ve tırnakları üçer dörder parmak uzamış ve gözlerini dem ihatasıyla ateş gibimehîboldukları halde cemm-i gafîr müsâhade itmiş ve ve merkûmân sağlıklarında hûne-i mülgâdan envâ’-i fesâdâtı ya’nî nehb-i emvâl ve hetk-i irâd i’râz ve katl-ı enfâs misillu senâati mürtekib kerh-i melâînden ise de emsâli olan hûne-i eşkıyanın sâye-i tûba vâye-i hazret-i zıll-ullâhide kahr ve tedmîrlerini görüb ve sinnleri dahî kemâle resîde olduğundan gûse-i ye's ve hazelinde fevt olmuşlar ve habisân-ı merkumân sağlıklarında rûy-i arzda mütecâsir oldukları fedâhat ve müfsidât misillu memâtlarında dahi ervâh-ı habîsenin merkûmân hulûliyle ibâdullahı bi-huzûr itmeleri ibret-nümâ bir keyfiyyet ve hûne-i merkûme haklarında der-kenâr olan inkisâr-ı derûn hazret-i sehinsâh-ı kerâmet-i menkabet iktizâsı idü ki karîn-i bedâhet olub ma'kule ervâh-ı habîse hulûl iden ecsâdın göbeğinden ağaç kazık vaz’ olunarak yürek-i kemâliyle kaynar su ile haşlandığı suretde bi'hükmillâhi-i teâlâ mündefi’ olduğu cadu cinin merci olmağla habîsân-ı merkûmânın yüreklerini kazgan su ile hasladıkda kat'â tes'îr itmediği anlaşılmış ve bu sûretde mutlakâ ihrâka mütevakkıf olmus idüğünü caducu haber virmis olduğundan fetâvâ-yı sarhenin mesâ'il-i sutâmında se'l şeyhülislâm Saâdeddin ibni Hasan Can an ihrak'el-câzu icâb-ı iyâzebillah teâlâ en zahmet alâim-i hulûl el-ervâh-ı habîse felâ bâ'is bî-entihî deyu buyurulub müsâg-ı ser'î olmağla bir mûcib-i ruhsa-i ser'îyye habîsân-ı merkûmân ihrâk olunarak cahmde te'âlî el-hâletü hâzihî serr ve mazarrâtlarından ahâli-yi belde tahlîs olunduktan sonra bi’l-cümle ahalî-yi belde ve yûdihî mümâileyha huzûrunda ma'kud-u meclîs-i ser'îyye fevc fevc vürûd ve takrirlerinde belde müzâhâlileri öteden berü fermân-ber hazret-i pâd-sâhî matâ'a ve münkâd-ı emr ve irâde-i hazret-i sehinsâhî melâin-i kerr'ümülgâ cümlemizin mağveri ise de bu def'â habîsân-ı merkûmânı ma'hûdeleriyle müsâhid eylediğimizde melâîn-i mezkûreden tenfîrâme-i ahâli iz'âf olub kerâmet-i hazret-i zıll-u yezdân lâmi’ ve zâhir ve cümle indinde sems gibi bâhir olarak an ve evkâtımız masrûf duâ-yı sevket ve nusret-i tacdârî olduğu i'lâm olunmak murâdımızdır deyu istid'â’-yı inâyet eyledikleri evvelki vâkıâ elhâldir pâye-yi serîr-i alâya arz ve i'lâm olundu bâki-yi emr hazret-i min el emrindir hurrira fi'l-yevm tâsi’ asr fi rebiülevvel”.

Yukarıda, Osmanlı İmparatorluğunun resmi yayın organı olan Takvim-i Vekâyi’den alıntıladığımız pasajdaki olayın örüntüsünden çok devletin ve halkın gözünde yeniçerilerin imajı ya da onlara ilişkin nasıl bir imaj yaratılmaya çalışıldığı konusu dikkatleri çekmektedir.

Devletin ihtişamlı dönemlerinde oldukça büyük işler gören ve orduyu zaferden zafere koşturan Yeniçeri Ocağı zamanla bozulmuş, 1826’da da II. Mahmud döneminde kanlı bir hareket sonucu ortadan kaldırılmıştı. Karal’ın bu konudaki ifadeleri oldukça sert olmakla birlikte, bu ifadeleri kısmen alıntılamak, Tırnova’da vuku bulan “yeniçeri cadıları” olayının daha net anlaşılması bakımından faydalı olabilir:

Bayraktar Mustafa Paşa’nın askerlik alanındaki düzeni, yeniçerilerin ayaklanması ve Bayraktarın öldürülmesiyle sona erdi. Bundan sonra, yeniçeriler zorbalıklarını artırdılar. Kadın ve erkeklere sarkıntılık, birbirleriyle kavga, odaları arasında savaş, tüccar, esnaf ve ameleyi kesime bağlama veya kazançlarına ortak olma, tüccar gemilerine balta asma gibi hareketlerine harpten kaçma, ağalarını öldürme, reayaya her türlü zulüm ve işkence yapma gibi zorbalıklar ekleniyordu. Devlete ve millete düşmanın bile yapamayacağı hainlikleri yapan ve ancak kendi çıkarını düşünen bu kanun bilmez, hiçbir değer tanımayan çeteleşmiş ocağın akıbeti üzerinde durmak sırası gelmişti”.

Karal’ın vurguladığı gibi, sorumsuzluklarından ve yaptıklarından ötürü halk arasında yeniçerilere karsı ciddi bir hoşnutsuzluk havası esmekteydi. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından yaklaşık 7 yıl sonra bile bu hoşnutsuzluk ve nefret dinmemiş olacak ki, Tırnova’da meydana gelen bu “cadı” olayının, yeniçerileri kasten kötülemek ve serlerinin neredeyse ölümlerinden sonra bile devam ettiğini vurgulamak için uydurulduğu açıktır.

Öte yandan, bu dönem Bulgaristan’ında ya da Yunan bölgelerinde cadıların yargılandıklarına ilişkin herhangi bir iz de mevcut değildir. Bunun nedeni, kısmen bu bölgelerdeki yasal kurumların Osmanlılara ait olması; kısmen de Ortodoks manastır geleneğinin özünde bulunan insan severlik ve merhamet duygularıdır.

Ancak cadı davalarına ilişkin herhangi resmi bir vesikaya rastlanmamakla birlikte, Doyran Kaymakamlığı, merkeze bir rapor yollayarak cadı tabir olunur hayali bir cismin zuhurundan dolayı kabirleri açarak cesetlerini yakanlar hakkında kanuni takibat yapılmakta olduğunu bildirmiştir.1156 Cemâziyelâhir sonlarında (Ağustos 1743) Terkos'a bağlı Yeniköy mezarlığında da bir cadı vakası yaşanmıştır. Cadı meselesini merkeze haber verdiği ilk ilamdan sonra, ikinci ilamında Terkos naibi, doğrudan cadının yakılarak yok edildiğini bildirmiş, ayrıca bu yakma isinin onaylandığına dair bir hüküm gönderilmesini istemiştir.63 Konu bağlamında verilebilecek bir diğer örnek ise on altıncı yüzyılda şeyhülislâm Ebussuûd Efendi’nin fetvaları arasındadır. Kendisine takdim edilen bir dilekçede, Selânik'teki bir köyde Hristiyan taifesinden bir kişinin öldüğü, ancak gömüldükten birkaç gün sonra gece yarısında akrabalarının kapısına gelerek onlara beraber bir yerlere gitmeyi teklif ettiği anlatılmaktadır. Kapısına geldiği kisi kendisiyle beraber giderse, birkaç gün sonra o kişinin de öldüğü belirtilmekte ve bunun çaresi sorulmaktadır.

Ebussuûd Efendi ise bu soruya su sekilde cevap veriyordu: “Def’ine çâre odur ki: Vâki’ olduğu gün varıp evvel mücerred bir asâ bile, bi’haseb-it-teyemmün göynüne vâsıl olacak yere kakalar, me’mûldür ki mündefi’ ola. Eğer olmazsa, levninde humret olacak olursa basın kesip ayağın cânibine atalar. Nice kabre koyup ol hâl üzre bulursa, boğazlayıp hâli üzerine koyalar. Eğer Ortaylı’ya göre, devletin bu dönemdeki politikası anti-yeniçeri ekseni üzerindeydi ve bu bağlamda yeniçerilerin dirilerinin yanında ölülerinden bile öylesine nefret ediliyordu ki, Tırnova’da iki yeniçerinin hortladığına ve insanları rahatsız ettiğine yönelik bir haber devletin resmi gazetesinde kendine yer bulabiliyordu.


 

Konuya ilişkin çok az çalışma yapılmakla birlikte, sayın Haydar Akın’ın cadılık üzerine çalışmaları ufuk açıcı görünüyor. Ayrıca Zeynep Aycibin’in Osmanlı’da cadılar üzerine yaptığı çalışma da özgündür. Ancak Aycibin’in çalısması, cadılık mefhumunu bizim yaptığımız gibi büyücülükle eşleştirmek yerine vampirlikle eşleştirildiğinden, bizim buradaki çalışmamızla tamamen farklı yörüngeler izlemektedir.

Cevapta da açıkça görülebileceği gibi, Ebussuûd Efendi’nin cevabı göğsüne kazık çakma aşamasında vampir avcılarına özgü bir yöntemi çağrıştırırken, şayet kisi yine tamamen ölmezse bu sefer ateşte yakılması aşamasında da Avrupa’ya özgü cadı yakma yönetimini andırmaktadır. Diğer taraftan, daha önce de belirttiğimiz gibi, Osmanlı arşivlerinde bu türden vesikalara rastlamak oldukça güçtür. Bu durum, sanırız ki bir islâm toplumu olarak Osmanlı’da büyücülüğün cadılık mefhumuyla eşleştirilmemiş olmasından kaynaklanmaktadır.

Zira cadılık, mefhum bakımından Avrupa’ya özgü bir terimdir. Öte yandan, Osmanlı yönetiminden para almak suretiyle cadı avına çıkan cadıcılar düşüncesi de,bu tür cadı olaylarının Osmanlı ülkesinde Avrupa ülkelerine kıyasla münferit olarak görüldüğü için pek de inandırıcı gelmiyor. Sanırız ki bu avcılar, olsa olsa halkı gördüklerinin bir cadı olduğuna inandırabilecek kadar yetenekli, gözü pek kişilerdi ve halkla pazarlığa oturup -Tırnova vakasında da görüldüğü gibi- belirli bir ücret karsılığında cadıyı yok edeceklerini taahhüt ediyorlardı.

 

Bir toplumda inançsal sapkınlığın belirmesi, dinsel etkenlerle açıklanabileceği gibi sosyal birtakım olgularla ve değişikliklerle birlikte gelen ve genel inanç sistemini sekteye uğratan olaylara ilişkin bir tür semptomdur. şüphesiz her toplum belirli bazı inanç sistemlerine ve ahlaki bazı değerlere sahiptir. Toplumsal yaşantı genel anlamda bu inançlar ve Aycibin, andığımız çalışmasında yine herhangi orijinal bir belge görmeden, ikincil kaynaklardan Osmanlı cadı avcılarının varlığını ispatlamaya çalışıyor gibi. Her ne kadar başarılı araştırmacılar tarafından aktarılmış olsalar da, asıl belgeleri görmeden Osmanlı yönetiminden para alıp cadı avına çıkan kişilerden oluşan bir grubun varlığına inanmak güç görünüyor. Öte yandan, Aycibin’in alıntı yaptığı kaynaklardaki bilgiler, Aycibin’in kendisinin de ifade ettiği gibi, salt 1836-1839 yılları arasındaki masârif defterlerinden devsirilmis birtakım bilgileri içeriyor. 3 yıllık masraf defterlerinin incelenmesiyle, Osmanlı’da neredeyse birer memur gibi çalısan cadı avcılarının varlığına peşinen hüküm getirmek mümkün değildir. Bu anlamda, ya Makedonya arşivinden anılanlardan hariç daha çok sayıda ve daha açık ifadeler içeren belgeleri temin etmek ya da Osmanlı arşivlerinden bu konuda belge bulmak gerekir. Ancak bizim Başbakanlık Osmanlı Arsivleri’nde yaptığımız aramada, karsımıza devletten para alıp da cadı avına çıkanlarla ilgili hiçbir bilgi çıkmadığı gibi cadılar üzerine de herhangi bir vesikaya rastlanmış değildir.

Cadıcılardan bahseden bir yazar da Osman Saygı’dır. Ancak her ne kadar Osman Saygı’nın Sarıgöl Folklorundan: Cadılar ve Cadıcılar adlı derlemesi cadıcılarla ilgili bilgiler içerse de, bunlar daha çok sözlü halk kültüründen duyularak aktarılan birtakım rivayetler gibi durmaktadır. Örneğin: “Cadı ile mücadele edilmeyince, cadı azılasır sömürgen yani Vırkalak olurmuş. Çocukları ayaklarının altından emer öldürürmüş” ya da “Sarıgöl’ün Muralar köyünden Abdurrahman ve Murat kardeşler, dededen kalma, cadılarla mücadele ederlermiş” veya “Mücadele için cadıcılar tüfekleriyle gelir, koyun sürülerinin içerisine geceleyin girerlermiş.

Alaca kus seklinde, saksağan biçiminde bir hedefe ateş edilirmiş. isabet edilen yerde el içi kadar bir kan parçasına rastlanırmış”.

Çoğunlukla atalardan, komsu kültürlerden alınan ya da bir toplumun olusumu esnasında beliren bu inanç ve değerler silsilesi, toplumun büyüme ve genişleme aşamalarında bu toplumun üyeleri tarafından içselleştirilir. Herhangi bir sebeple toplumsal yaşantıyı yönlendiren bu inançlar ve değerler sisteminin bozulması, sistemin eski haline dönmesi ve toplumsal huzurla iç barısın sağlanması, çoğu zaman ya ani sosyal değişiklikleri ya da suçlanacak bir kesimin yaratılmasını gerektirir. Böylece toplumsal düzenin yeniden tesis edilmesi, suçlanan kimselerin sistem düsmanı, din düsmanı ya da toplum düsmanı olarak nitelendirilmelerine, toplumun dısına itilmelerine ve hatta yok edilmelerine yol açar.

Sistemin kendini yenilemesi ve halk tarafından kabul edilip kutsanması, tarih boyunca çeşitli formlar altında ancak çoğu zaman yukarıda anılan biçimiyle karsımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda bakıldığında, “cadı avı olmasaydı, cadılar da olmazdı” denilebilir. Gerçekten de, cadılar asla sebepsiz yere öldürülmemişlerdir. Zira Avrupa’da görülen cadı avları, fırtınalı zamanlarda insanların düşüncelerini kontrol altında tutmak ve onların sadakatlerini elde etmek üzere başvurulan bir araçtan ibaretti.67 Önderliğini kilisenin üstlendiği bir tür eliminasyon kampanyası olarak da nitelendirilebilecek olan cadı avı dönemlerinde, cadılıkla ilişkilendirilen inanıslar ya da batıl inançların, büyü zanaatıyla ilgilenen herkesin cadı olduğuna inanılmasına ve normal bir sapkından veya sıradan bir suçludan çok daha ağır bir biçimde cezalandırılmasına yol açtığı bir dönemdi. Dahası, cadı olarak nitelenen bu kimselerin üzerinde uygulanmak üzere birtakım spesifik işkence yöntemleri de icat edilmişti.

Cadılık bilimi, büyünün ve gizli sapkın (heretik) hareketlerin pratiklerine ilişkin korkuların bir araya getirilmesiyle olusturulan bir tür ideolojiye sahipti. Aslında şeytan’ın insandaki içkin varlığı ya da şeytan’a tapma gibi birtakım metaforlar, demonolojistler tarafından, örneğin bazı kadınların komsularıyla olan ihtilafları sonucunda onlara kasten ya da kazara zarar vermesini ifade etmek üzere bir araç olarak kullanılmıstır. Ancak cadı ideolojisinin içeriği gerçek fakat benzeşmeyen elementleri kurgusal bir bütün içinde toparlarken; aynı zamanda bu bütün de saman ayinleri gibi, gerçeğe daha yakın bir temele dayanıyordu.

Erkek ya da kadın olsun, samanlar hemen tüm dünya kültürlerinde varlıklarını uzun yüzyıllar boyunca sürdürmüş ve bilincin değişik katmanlarına seyahat etme gücünü ellerinde tutmuslardır. Sanırız ki, Ortaçağ Avrupa kültüründe büyücülerden hariç samanizmin pratikleriyle uğrasan kimseler de cadı olarak nitelendirilmislerdir. Böylece, temelde iyi ya da kötü amaçla olsun büyü yapmak niyetinde olmayan; bilakis inancı gereği saman ayinleri düzenleyenler de cadı kategorisine dahil edilmişlerdir.

Arkadaşlar bu yazının bir kısmı Ardahan üniversitesi tez konusu .. Daha önce taslak olarak keydetmişim ancak kime ait bilmiyorum .. bazı yerleri çıkartıp değiştirip sadeleştirip ekleyip sizinle paylaşıyorum 
 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...