Jump to content

Önerilen Mesajlar

İnsan toplumunun çekirdeğini küçük bir göçebe topluluk oluşturmuştu. Bunları insansı maymunlardan ayıran özellik, elleriyle bazı ilkel araçlar yapmaları ve ateşten yararlanmalarıydı. İnsan toplumu bu ilk çekirdeğin bölünmesi sonucunda gelişti. Bu göçebe topluluk, ilkin, her ikisi de dıştan evlenme kuralına bağlı iki yarıma bölündü. Bir yarımın erkekleri öteki yarımın kadınlarıyla çiftleşti. Doğan çocuklar analarının bağlı olduğu yarımın üyesi sayıldılar. Daha sonra bu yarımlar da kendi içlerinde bölündü. Böylece, iki yarım ve dört klandan oluşan basit tribü yapısı ortaya çıktı.

İlk bölünme, mızrağın bulunması sonucunda başlayan örgütlü avcılığın gelişmesiyle ilintili olsa gerek. İşte bu aşamada ilk işbölümünü, cinsel işbölümünü görüyoruz: Erkekler avcılıkla uğraşıyor, kadınlar ise erkekler gibi yer değiştirmeye yatkın olmadıklarından daha önceleri herkesin ortak görevi olan yiyecek toplama işini yerine getiriyorlardı. Değişik hayvanların avlanması bir işbirliği temelinde örgütlenmişti. Her klan belli bir hayvan ya da bitki türüyle özdeşleniyor ve onun totemi sayılıyordu. Bu totemler, başlangıçtaki yiyecek bulma işiyle ilgili görevlerini yitirdikten sonra bile varlıklarını çeşitli biçimlerde çok uzun zaman korudular. Tribü, her biri kendi totemine sahip olan birçok klana ayrıldı: Her tribü üyesi de, başkalarıyla olan ilişkilerini, gerek kendini, gerekse onları belirli hayvan ya da bitki türleriyle özdeşleyerek düzenledi. (Avustralya’daki tribülerden birinin totemi kanguruydu. Bu tribünün üyelerinden birine kendi fotoğrafı gösterildiği zaman, adam “Aa bu tıpkı ben, yani kanguru!” diye bağırmıştı.) Böylece, toteme bağlı gruplaşmalar çağrışım kümelerinin temelini oluşturdu. Toplumsal sınıflama, zihinsel bir sınıflamaya dönüştü.

Bu nedenle, totemcilik, insan toplumunun hayvan dünyasından ayrıldığı ilk aşamaya kadar uzanır. O aşamada insan daha kendini gerek nesnel olarak, gerekse öznel olarak doğadan ayırmış değildi. Nesnel bakımdan insan, öteki insanlarla toplumsal değil, doğal bir ilişki içindeydi; öznel bakımdansa, insanlar arsındaki ilişkiler insanın doğayla olan ilişkileri açısından dile getiriliyordu.

İlkel tapınma töreni ve mitos

İnsanı hayvanlardan ayıran özellik, kendi yaşam etkinliğinin bilincinde olmasıdır. İnsan, kendini gerçekliğin dolaysız bilincinden öznel olarak kurtarmasını bilir. İşte kuram ile kılgının ayrılmasının temeli de bu zihinsel soyutlama işleminde yatar. Ne var ki, bu aşamada daha kuramdan söz edilemez; yalnızca ilkel tapınma törenleri söz konusudur. İlkel tapınma töreni şimdilik kılgıdır; ama emekten bilinçli olarak ayrılmış bir kılgı.

Bu törenlerin özünü açıklamak için, en çok rastlanan belirtilerinden birine, yansılama danslarına bakabiliriz.

Yansılama ya da bilinçli öykünme, insana maymunsu atalarından kalıt kalan bir özelliktir. İlk başlarda insan yapacağı işi önceden ya da sonradan gösteri olarak gerçekleştiriyordu. Bunun nesnel bir işlevi vardı; insanın o işi daha iyi yapabilmesini sağlıyor, yeteneğini geliştiriyordu. Yansılama böyle doğdu. Ortaklaşa çalışmadaki ses ve gövde devinimleri gerçek çalışma sürecinden ayrı olarak, türküyle dansı birleştiren ayrı bir etkinlik durumuna getirildi. Bu tür etkinlikler, tribü yaşamının ortak bir özelliğidir. Totem, bir bitkiyse büyümesi ve insanlar tarafından toplanması, bir hayvansa belirleyici özellikleri ya da yakalanması ve öldürülmesi gösteri olarak gerçekleştirilir. Sonraları, bu törenler, totemde kişileştirilmiş olan ve yaşayan klan üyelerine yardıma çağırılan kalan atalarına bir yakarış görünümüne bürünür. Erginlik çağına gelen çocuklar için bir erginleme töreni düzenlenir; çocuklar bu yansılama töreni sırasında düşsel bir biçimde ölüp yeniden doğarlar ve böylece çocukluktan çıktıklarını kanıtlamış olurlar. Tören klanın bulunduğu yerin uzağında düzenlenir; törene katılanlar gözyaşlarıyla gider, sevinçle dönerler. Tribü yaşamının daha ileri aşamalarında yansılama danslarının bütün doğa olaylarına uygulandığını görürüz: Ekinlerin büyümesini sağlamak amacıyla yapılan danslar, yaz mevsiminin gelişini hızlandırmak için yapılan danslar, doğal yıkımları önlemek için yapılan danslar, solup küçülen ayı yeniden canlandırmak için yapılan danslar.

Yansılama törenlerinin dayandığı ruhbilimsel ilkeyi göstermek için bir örnek verelim:

Yeni Zelanda’daki Maori’lerin bir patates dansı vardı. Körpe ürünlerin doğu rüzgârlarından zarar görmesi söz konusuydu. Bunun için, tarlalarda çalışan kadınlar dans ederler, gövdeleriyle rüzgârın esişini, yağmurun yağışını, ekinlerin büyüyüp yeşermesini yansılarlar ve bu arada türkü söyleyerek ekinlerin de kendilerine uymasını dilerlerdi.

Dansçılar ekinlerin büyümesini yansılayarak onları büyümeye zorlayacaklarına inanırlardı. Bu, gerçekte basit bir yansılama deviniminden başka bir şey olmayan ilkel büyünün temelidir. Dansçılar, daha algısal bilgi aşamasında oldukları için, dış dünyanın kendi istemlerinden bağımsız nesnel yasalarla yönetildiğini bilmezler. Ama gene de yapılan dansın büsbütün saçma ve boş bir iş olduğu söylenemez. İnsan, çalışma süreci içinde nasıl gerçekleşmesini istediği sonucu önceden kafasında tasarlarsa, yansılama dansında da gerçekleşmesini dilediği sonucu önceden düşsel bir biçimde yerine getirir. Bu açıdan bakıldığında, dansın hem öznel, hem de nesnel olarak olumlu bir değer taşıdığı görülür.

Yansılama dansı, öznel olarak, dansçıların yapılacak olan gerçek iş karşısındaki tutumlarını etkiler. Dansın ekinleri kurtaracağı inancıyla esinlenerek, ekinlere daha büyük bir güven ve daha büyük bir güçle bakmaya başlarlar. Böylece dans onların gerçeklik karşısındaki öznel durumlarını değiştirdiği gibi, dolaylı olarak gerçekliği de değiştirir. Öte yandan da dans, nesnel olarak, hem çalışma süreciyle bağıntılı, hem de ondan ayrı bir şey olduğu için, emekçilerin dolaysız çalışma sürecinden uzaklaşmalarını ve böylece onu nesneleştirmelerini sağlar. Bu bilinçli uzaklaşma eylemi, kuramın kılgıdan ayrılmasının zorunlu bir koşuludur.

Ve en sonunda üretim tekniğinin gelişmesiyle birlikte, yansılama dansı çalışma süreciyle olan bağlarını yitirir ve tribü geleneklerinin yansıtıldığı bir eğlence etkinliğine dönüşür. Yansılama danslarının bu aşamasında, epik şiir ve baladın başlangıcı sayabileceğimiz koroyla söylenen şiiri görürüz.

Korolu şiirle birlikte resim ve yontu sanatları da yansılama büyüsünden doğmuştur. Bildiğimiz en eski örnekler (taş çağında yapılmış olan küçük yontular ve mağara duvarlarındaki resimler) büyü amacıyla gerçekleştirilmişti. Avustralya yerlilerinden ve Afrika’daki Buşmanlardan elde edilen kanıtlar da bu görüşü doğrulamaktadır. İlkel bilinçte, insanın adı gibi görüntüsü de insanın kendisiyle özdeşlenir. Öyle ki, elimde bir insanın resmi ya da heykelciği varsa, o insanı avucumun içine alabilir, ona istediğimi yapabilirim. Bu sanatların ilk kez ilkel tapınma törenlerinden doğup geliştikleri yer olan Eski Yunan’da bile bunlar büyüyle olan bağlarının izlerini taşımaktaydılar.

Tribü gelenekleri daha sonra mitoslar biçimine dönüştü. Gerçekte bunlar, tapınma törenine eşlik eden sözlerden başka bir şey değildi.

Mitologya ve sanat

Mitoslar yoluyla düşünme, ilkel insana özgü bir düşünme yoludur. Algısal, öznel ve her kalıba sokulabilen bir düşünce biçimidir. Sözgelimi, ilkel bir tribünün üyeleri ilk kez bir uçak gördükleri zaman, hemen koskocaman beyaz bir kuş belirir mitoslarında. Bu, tıpkı bir çocuk gibi “kümeler yoluyla düşünmek”tir. Bu tür düşünce sınıflı toplumda yerini bir yandan ussal ve bilimsel düşünceye, bir yandan da dinsel dogmaya bırakır. Bu iki gelişmeden başka bir üçüncü gelişme daha vardır: Mitosların sanatın hammaddesi durumuna geldiği estetik düşünce.

Mitologya “düşgücünün içinde ve düşgücü yoluyla” gerçekleşir. Mitologyanın çözmeyi amaçladığı çelişmeler gerçekdışıdır.

İlkel toplumda mitos, tapınma töreninin sözlü bölümüdür. Mitoslarda tılsımlı bir gücün varlığına inanılır ve bu gücün tek bir buyruğuyla gerçeklik değiştiriliverilir. Oysa bu bir yanılsamadır, düşle gerçekliğin birbirine karıştırıldığı çocuksu bir aldatmacadır. Daha sonraları sınıflı toplumda mitoslar sanat içinde (örneğin tiyatroda) yeniden düzenlenirken, yansılama öğesi varlığını korur, ama artık nesneleştirilmiştir, yani oyuncular ve izleyiciler onun bir yanılsama olduğunun farkındadırlar. Sanat dünyası, bilinçli bir aldatmaca dünyasıdır. Dolayısıyla hammaddesini algısal bilgi alanından edinmesine karşın, sanatçının düşüncesi daha yüksek bir düzeydedir. Sanatçının görevi, insanları coşkusal bir kurtuluşa kavuştukları ve böylece gerçeklikle savaşmak için yeni bir güç kazandıkları düş dünyasına götürmektir.

Sınıflar öncesi toplumda ve sınıflı toplumun ilk dönemlerinde ozan, yalvaç ve rahiplerle bir tutulurdu. En az onlar kadar saygı duyulurdu ozana. Ozanın yakarış ve yakınmalarında, ruhlar dünyasıyla olan ilişkisinden gelen bir güç vardı. İlkel ozan sözcükleri bilinçli bir çaba harcamadan yakalar. Sanki onun değildir sözcükler. Ozanın ağzından bir tanrı ya da ruh konuşmaktadır sanki. “Cin tutmuştur” ozanı.

Tribüden devlete geçiş evresinde ilkel bilinç toplumsal baskılara uğrar. Bu da kendini isteri, sara ve şizofreni gibi çeşitli sinir hastalıklarında gösterir. Bu hastalıklara tutulan insanlar bilinçlerini yitirdikleri için, hastanın bedenine bir tanrının ya da bir cinin girdiğine, hastayı cin tuttuğuna inanılır. Hasta yerine göre büyücü, şaman ya da otacı (hekim) adı verilen bir kimse tarafından iyileştirilir. Büyücü bir büyü töreni düzenler. Tören sırasında ruhun adını açıklar ve onu kurbanını salıvermeye zorlar; böylece hastanın benliğini saran kötü ruh kovulur.

Bu büyücüler ancak özel törenlerle girilebilen gizli derneklerde örgütlenirler. Üye adayları akıl hastalığına tutulmuş kişiler arasından seçilir. Bu dernekler kimi zaman demircilik gibi birtakım zanaatlarla da bağlantılıdır. Bağlı oldukları zanaatın gizlerini dernekten olmayanlara karşı korurlar. Genellikle gizemsel bir yanları vardır. Halk dini biçimlerini andırırlar. Törenlere katılanlar esrime nöbetlerine tutulur, kendilerinden geçerler.

Bu tür törenler gerçekte toplumun o aşamasında çok yaygın olan ilkel büyünün bir uzantısıdır. Törenler yansılama dansları eşliğinde yapıldığı için oyunsaldırlar. Zamanla hastaları iyileştirmenin daha akla yakın yollarının gelişmesiyle birlikte, bu büyücülük dernekleri ilkel işlevlerini yitirdiler ve gezginci oyuncu loncalarına dönüştüler. Ama gene gösteriyi izleyicilere yorumlayan bir önderleri vardı; böylece eski büyücü artık ozan-oyuncu olmuştu. İşte tiyatro sanatı buradan kaynaklandı.

Dolayısıyla sanat nasıl büyüden doğduysa, sanatçı da aynı biçimde ilkel büyücününkine benzeyen bir toplumsal işlev yerine getirir. İnsanların manevi önderidir sanatçı. Bu düşünce, sanatı yalnızca bir eğlence olarak gören soyluların anlayışına karşı, yükselen kentsoyluluğun şairleri ve eleştirmenleri tarafından ileri sürülmüştür.

George THOMSON

Çeviri: Celâl ÜSTER

Bu yazı, George Thomson’un “İnsanın Özü” adlı kitabının (Payel Yay., 5. basım, 1998, İstanbul) “İlkel Bilgi” ve “Büyüden Sanata” başlıklı bölümlerinden derlenmiştir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...